Makale

İNSAN VE MUTLULUK

İNSAN VE MUTLULUK

Muammer YILMAZ

İnsanoğlu kendini bildiği ve çevresini tanıdığı andan itibaren hayatın hiç de kolay olmadığını anlamaya başlar. O artık yalancı dünyanın, dertleriyle, ızdırablanyla, sevinçleriyle iç içedir. Sert esen hayat rüzgârlarının dikenli yollarından yürümeye başladıkça bir sürü engelle, tuzaklarla karşılaşır ve bunları birer birer açmak için de büyük bir gayret sarfeder. Bazıları menzili çok, geçidi az, derin sulu engelleri kolaylıkla aşarken, bazıları da hedefsiz, fenersiz, kılavuzsuz ve azıksız yola çıktıkları için ilk engele takılıp kalır ve karamsarlığa düşerler. Böylelerinin hayattan bekleyecekleri hiçbirşey yoktur.
O halde bize verilmiş ve her saniyesi sayılı ömrümüzün birkaç yılını da olsa mutlu ve huzurlu geçirmemiz için her adımımızı ölçülü atmamız gerekir, öyleki, hesapsız atılan her adım insanlığı ileriye götüreceğine geriye götürür.
Dünyada dertsiz insan bulmak mümkün değildir. Bir bakıma çeşitli şekillerde acı çekmek insanların nasibi değil midir? Bazen dertler bile insana derman olmuyor mu?
Izdırabı sadece ve sadece sevgiliden gelen bir armağan olarak kabul eden; "Hoşdur bana senden gelen/Ya gonca veyahut diken/Lütfun da hoş, kahrın da hoş" diyen gönüller sultanı Mevlânâ da ızdırabın aslında ızdırap değil, ızdırap kılığına girerek gelen bir nimet olduğunu ifade etmekte, ızdıraba sabretmek, tahammül etmek değil, ızdırabı sevmek gerektiğini belirtmektedir.
Şairler sultanı Necip Fazıl Kısakürek de; "Yaşamak zor, ölmek zor, erişmekse zor mu zor/Çilesiz suratlara tüküresim geliyor" derken, çile çekmenin insanı yüceltip, Yüce Yaratıcıya daha da yaklaştıracağını vurgular.
Sözün kısası; dünyada ızdırap çekmeyen hiçbir insan yoktur. Öyle ki dağdaki çobanın, mağaradaki vahşinin kendi çapında, o "Ateşten gömleği" sırtına geçirip insanlara yön verenler kadar problemi vardır. İnsanoğlu su içmeden, yemek yemeden yaşıyamayacağı gibi dertsiz de yaşıyamaz. Andre Maurouis ise; "Yeryüzünde cennet yoktur" derken bu gerçeği ne güzel anlatır. "Konfor insana, uyuşukluk, mücadele ise kuvvet verir. Çünkü insan hayatı, ne cennet bahçeleri, ne de yeis vadisidir. Sadece çalışma mabedidir."
Mutluluk kelimesinden herkesin anladığı bir başka manâ vardır. Mühim olan insanın en ufak şeylerden mutlu olmasını bilmesidir. Rüzgârın sesi, bir kuşun uçuşu, ırmağın çağıl çağıl akışı, hattâ karın ve yağmurun yağması bile insanı mutlu edebilir. Yeter ki ona hazırlıklı olalım, hayata küsmeyelim; herşeyi toz-pembe görmeye çalışalım. İnsanın kirlenip, etrafını da kirlettiği asrımızda elbette bu kolay değildir; değildir ama imkânsız da değildir. Pestaloz’nin dediği gibi; "Eğer biz istersek hayat bütün dünyadaki saman çöplerinden yapılmış en mütevazi bir kulübede bile daha iyi geçebilir; yalnız bu kulübeye götürebileceğimiz şeyleri kendimiz götürmeliyiz."
İnsanın mutluluğu için Yüce Yaradan o kadar kapı açmıştır ki, bu kapılardan birini görmesek bile bir başkasını görmek zorundayız. Onu da görmeyenlerin başkalarını suçlamaya hiç de haklan olmasa gerek. Böyleleri ellerine geçen fırsatları değerlendirmeyip, hayat trenini sadece arada bir istasyondan seyredenler mutluluğun kaynağını kendi içinde değil dışında arayanlar, suçu başkalarına yükleyerek kurtulacaklarını zannederler. Bu gibilerin mutluluktan anladıktan mâna da değişiktir. Bu hususta Belçikalı yazar Metterling’den vereceğim şu misal ne kadar güzeldir:
Bir küçük çocuk; annesi, babası, dedesi, ninesi, çocuğun kaybolan "Mavi Kuşu"nu aramaya başlarlar. Evde aranır, bulunmaz. Çıkarlar çevrede ararlar ve dolaşmaya başlarlar. Diyar diyar gezerler, çok ilginç olaylar geçer başlarından ve sonunda Mavi Kuşu bulamamanın üzüntüsü içerisinde evlerine dönerler. Fakat gelip bakarlar ki, evde gözlerine ilişmeyen bir noktada Mavi Kuş onlara bakmaktadır.
Bu olayla yazar, zaman zaman mutlulukların burnumuzun ucunda olduğunu, fakat onları göremeyip, bulabilmek için nice zahmete katlandığımızı dile getirmek, vurgulamak istemiştir. Nitekim Yüce Mevlânâ da; "Elin, ayağın yoksa kendi içinde seyahate çık" der.
Çoğu insanlar paranın, malın-mülkün her kapıyı açan anahtar olduğuna inanırlar. Eğer mutluluk parayla, pulla sağlansaydı herhalde herkes mutlu olur; varını yoğunu satar, biriktirdiği parayla onu satın alırdı. Bir eli yağda bir eli balda, her istediğine sahip olan nice insanlar acaba mutlu mudurlar? Gözleri kör, kulakları sağır ve kötürüm olan insanlar arasında bile onlardan daha mutlu olanların sayısı hiç de az değildir, öyle ki çoğu zaman bir nefeslik sıhhatin yerini hiçbir mutluluk dolduramaz Rauf Denktaş’ın bu husustaki sözleri ne kadar güzel ve anlamlıdır:
"Saadeti parada, zenginlikte, şöhrette arayan insanları, ısınmak için bir sobanın etrafında toplananlara benzetirim. Ateş sönünce veyahut da sobadan ayrılıp dışarıya çıkınca yine üşüyecekler, titremeye başlayacaklardır. İnsan saadeti bu gelip geçici şeylerde değil, kendi kalbinde ilelebet parlayacak olan iç huzuru temin eden manevî değerlerde aramalıdır. Altın tavanlı saraylarda bedbaht yaşayanların sayısı, fakir bir çatı altında, ailesi ile gününü gün ettiği için, kendisine ve ailesine sıhhat verdiği için Allah’ına şükrederek yaşayan mutlu kişilerden çok fazla olmalıdır."
Mutlu olmanın esas temeli ahlâktır, fazilettir, vicdanlı yaşamaktır; karşılıklı sevgi-saygı ve dayanışmadır. Birbirimize yardım elimizi uzattığımız, birbirimizin kıymetini bildiğimiz, kardeşçe duygularla bağlı olduğumuz zaman mutlu olacağımızı da bilelim, şu mısraları da her fırsata tekrarlayalım:
"Başkasına kul olmayan/ Hak yolundan ayrılmayan/ Namusunu kalkan sayan/En bahtiyar İnsandır"
Sadece ölüme çarenin bulunmadığı dünyamızda mutluluğumuz için mi çare bulamayacağız. Yeter ki onu yakalamak için birazcık gayret sarf edip, bir kulpundan da biz tutalım...