Makale

ÇALIŞAN KADINLARIN SORUNLARINA BİR BAŞKA AÇIDAN BAKIŞ

ÇALIŞAN KADINLARIN SORUNLARINA
BİR BAŞKA AÇIDAN BAKIŞ

Doç. Dr.
Musa Kazım YILMAZ

1954 yılında Mardin’ de doğan Yılmaz İmam-Hatip Lisesini Diyarbakır’da bitirdi.

1979’da Erzurum İslâmî İlimler Fakül­tesinden mezun oldu ve doktora çalışma­larına başladı. 1986’da Tefsir ve Hadis bö­lümünde doktorasını tamamladı.

Yılmaz, kadrosuzluk nedeniyle dışarıdan Doçentlik çalışmalarını sürdürdü. Bu arada Diyanet İşleri Başkanlığının açtığı müftülük sınavını kazanarak Cizre Müftülü­ğüne atandı.

1988 yılı içinde bilimsel çalışmalarını tamamladı. 14.10.1988 ta­rihinde Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Prof. Dr. Talat Koçyiğit ve Prof. Dr. A. Osman Koçkuzu’dan kurulu jüri tarafından kendisine doçent­lik unvanı verildi.

Evli ve 4 çocuk babası olan M. Kazım Yılmaz, 7.3.1989’dan Din İşleri Yüksek Kurulu uzmanlığına atanmış olup, halen bu görevi yü­rütmektedir.

GİRİŞ:

Allahu Teâlâ Kur’an-ı Kerîm’de şöyle buyuruyor: “Ey İnsanlar! Biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Birbirinizle tanışasınız diye sizi ka­vimlere ve kabilelere ayırdık. Muhak­kak ki, Allah katında en iyi olanınız en çok Allah’tan korkanınızdır. Allah her şeyi bilir ve her şeyden haberdardır.” (1)

Allah (c.c.) hayat nizamının de­vam edebilmesi için iki farklı cins yaratmıştır. Cinslerin farklı yaratıl­mış olması, ayrı fonksiyonlara sahip olduklarına delildir, başka bir deyiş­le, her bir cins ne maksatla yaratıl­mış ise ona göre kabiliyetler ihsan edilmiş ve geliştirilmiştir. Bu nedenle erkeğin toplumdaki yeri ayrı kadınınki ayrıdır. Her iki cinse yüklenen sorumluluklarda verilen kabiliyetler­le doğru orantılıdır.

Bu husus, Resul-i Ekrem (s.a.s.) efendimizin dilinde şu şekilde ifade­sini bulmuştur: “Her biriniz çobansı­nız ve elinizin altındakilerden sorum­lusunuz. Devlet başkanı çobandır ve halkından sorumludur. Erkek ev hal­kının çobanıdır ve raiyetinden sorum­ludur. Kadın kocasının evinin çoba­nıdır ve elinin altındakinden sorum­ludur.” (2) Birçok hakikati ifade e­den bu hadisi şerif devlet başkanı, aile reisi ve ev hanımlarının asıl vazife ve sorumluluklarını dile getir­mektedir. Şöyle ki:

Erkeğin kadına nispetle daha kuvvetli bedeni bir yapıya sahip ol­ması, hanım ve çocuklarının maişe­tini temin etmekle yükümlü olduğu­nu göstermektedir. Aile reisi olan erkek, emri altında bulunan aile ef­radının maişetini temin etmek için çaba sarf ederken kadın, (Yukarıdaki hadisin delaletiyle) evini ve çocuk­larını korur, onları terbiye eder ve onlara bir nevi çobanlık eder. Bu ara­da ev işleriyle de uğraşmayı ve ko­cası için huzurlu bir ortam temin etmeyi ihmal etmez. Allah’ın rızasına uygun ideal kadın tipi budur. Çünkü ilahi adalet her iki cinse sorumlu­luklarını yüklerken (Haşa!) bir ada­letsizlik yapmamış, hayatta oynadık­ları role bir noksanlık getirmemiştir.

Bu noktalan göz önünde bulun­durduğumuz zaman, kadının asıl va­zifesinin evine ve çocuklarına hizmet olduğunu anlayacağız. İslâmiyet, her ne kadar kadının dışarıda çalışması­nı ve kocasına yardım etmesini en­gellemiyorsa da; çalışmaktan âciz an­ne ve babasının, kardeşlerinin veya çocuklarının tek bakıcısı olma zaru­reti hâsıl olmadıkça kadın keyfi bir şekilde evinin haricinde çalışmak zo­runda bırakılamaz. Yani zaruri bir durum hâsıl olmadıkça kadın çalış­maktan ve aile bütçesine katkıda bu­lunmaktan muaf tutulmuştur. İslâmiyet kadına, evinin işlerini idare et­mek, kocasına ve çocuklarına huzur­lu bir aile ortamı temin etmek ve çocuklarını terbiye etmekle mükellef bir varlık nazarıyla bakar. Zira ka­dın, ancak bu yönüyle içinde yaşadığı topluma en büyük hizmeti vermiş olur. Çünkü kadının terbiye edeceği çocuklar yarının büyük insanlarıdır.

ÇALIŞAN KADINLARIN SORUNLARI:

1 — Analık duygusunun yıpran­ması açısından:

Karı ve koca arasında olan fıtri ülfetin ortadan kalkması halinde bir ailenin varlığından söz etmek bile fuzulidir. Zira çalışan kadın için, işi ile çocuklarının terbiyesi ve kocasına huzurlu bir ortam hazırlama arasın­da tam bir ahenk sağlamak imkânsızdır. Çalışan kadın çocuklarını ya bir başka kadına terk edecek veya modern çocuk yuvalarına bırakacak­tır. Her iki durumda da çocuk muh­taç olduğu şefkati bulamaz. Çünkü şefkat Allah tarafından manevi bir gıda olarak annelerin bünyesine yer­leştirilmiştir. Çocuğun annesinden uzak olması ona karşı olan sevgisini azaltır. Hiçbir şey anne sevgisinin yerini dolduramaz.

Çocuğun yetişmesinde birinci de­recede muhtaç olduğu şey; şefkat ol­ması hasebiyle, anne ve babanın bo­şanmaları veya ölmeleri halinde ço­cuğa bakmaya kimin daha layık olduğu meselesi mühim bir husustur. Normal olarak annenin bu işe daha layık olduğu kabul edilegelmiştir. Ço­cuk Hakları Beyannamesinin 6. mad­desinde de “Küçük çocuk istisnai hal­ler dışında anasından ayrılmamalı­dır.” denmektedir.” (3)

Nitekim Hz. Peygamber’den ri­vayet edilen hadisler, annenin baba­ya nazaran daha şefkatli olduğunu ifade etmektedir. Bu sebeple henüz buluğ çağına ermeyen bir çocuğun herhangi bir şekilde annesinden ay­rılmaması bir esas olarak kabul edil­miştir. "Allah, anne ile çocuğun ara­sını ayıranı kıyamet günü sevdikle­rinden ayrı tutar.”(4) hadisi konunun ehemmiyetine dikkat çekmektedir. Günde sekiz saat çalışan bir anne ile çocuğunun arası yarılmış demek­tir. Çocuğun bu yolla anne sevgisin­den mahrum bırakılması hususu, ge­lecek için kötü sonuçlar doğurmak­tadır. Çocuk hayata atıldığı zaman, kendisine şefkat kanatlarını geren bir anne ile içli dışlı olmadığı için sert tabiatlı ve acımasız bir kişi du­rumuna düşer. Çocukta çekirdek ha­linde mevcut bulunan ve ancak aile içinde filizlenen merhamet duyguları yavaş yavaş kurumaya başlar. Küçüklüğünden beri anne sevgisini kay­beden bir çocuğun, büyüdüğü zaman başkasına şefkat ve merhamet gös­termesi tamamen tesadüf eseridir. Taşlı anne ve babasına bakmayan merhametsiz insanların çoğalması üzerine devlet her türlü hürmete la­yık yaşlı anne ve babalar için huzurevlerini açmak zorunda kalmıştır. Bu tür tesislerin huzurdan ne kadar uzak oldukları tartışılmaz bir ger­çektir. Çalışan annelerin çocuklarına yeterince bakmamalarından doğan bu durum “anlık duygusunu" yıprat­tığı gibi toplum gücünün zedelenme­sine de yol açar.

2 — Anneye duyulan ihtiyaç açısından:

Şurası bir gerçektir ki anne ve babası tarafından yeterince terbiye edilmeyen bir çocuğun yabancılar ta­rafından iyice terbiye edilmesi müm­kün değildir. Çocuk güzel ahlâk, gü­zel davranış gibi hayatta gerekli olan birçok şeyleri ancak aile bü­tünlüğü içinde elde eder. Çocuk top­lumun istikbalini çökertecek kötü huyları aile dışında daha çabuk elde eder.

Eğer evde anne gibi ailenin te­mel direklerinden birisi yoksa veya çoğu zaman bulunmuyorsa çocuğun terbiyesinin eksik kalacağı muhak­kaktır. Buna karşılık, zaruri bir durum olmadan sırf meşgale için ve­ya vakit geçirmek için çalışan kadın­ların çocuklarına olan şefkatleri git­tikçe zayıflaşır. Nitekim İbni Abbas’ın rivayetine göre Hz. Ebu Bekir (r.a.) Hz. Ömer’in (r.a.) oğlu Asım’ı annesine teslim ederken "O büyüyüp kendisi için seçim yapıncaya kadar annesinin kokusu, harareti ve yatağı ona senden daha tatlıdır” demiş ve Hz. Ömer (r.a.) buna ses çıkarma­mıştır. (5)

Bir diğer rivayete göre umreden sonra Hz. Ali Mekke’den ayrılırken Hz. Hamza’nın (r.a.) kızı Ammare "Amca amca!” diyerek peşine düşer. Hz. Ali (r.a.) de yeğenine sahip çı­kar ve onu Fatima’ya (r.a.) tavsiye eder. Fakat onun kardeşi Cafer (r.a.) "Onu ben yanıma alacağım. Hanımım onun teyzesidir.” Der. Hz. Ali (r.a.) : “Hayır onu ben almalıyım, zira amcamın kızıdır ve yanımda Resulullah’ın kızı vardır,” der. Zeyd b. Harise ise: “Hayır, o kardeşimin kı­zıdır. O benim yanımda kalmalıdır.” der. Durum Resulullah (s.a.s.)’me bildirilir. Resulullah "Bu teyzesinin yanında kalmalıdır. Teyze anne gibidir.” diyerek Cafer’in leinde karar verir (6). Hz. Hamza’nın (r.a.) kızı­nın terbiyesi için Resulullah tarafın­dan teyzeye yüklenen rol, terbiye açı­sından anne ihtiyacının ne kadar şid­detli olduğunu göstermektedir.

3 — Bugünkü Batı çıkmazına düşmemek açısından:

Aile ve toplum için en çok deh­şet verici bir durum, bir gün bütün kadınların, Batıdaki gibi çalışacak duruma düşürülmeleridir. O zaman çocuklarımız ortada kalacak ve aile­den alacakları bütün iyi meziyetler­den mahrum kalacaklardır. Bunun neticesinde toplum onarılmaz yaralar alır.

Bugünkü Batı toplumları, aile yönünden ne kaybetmiş ise hep bu konudaki ihmaller yüzünden olmuş­tur. Maddeci bir zihniyete sahip olan Batılı toplumlar, rızık endişesiyle kadınların çocuk yapmalarını en az se­viyeye indirerek refah seviyelerini yükseltmeyi amaçlamışlardı. Ancak zaman ilerledikçe, yirmi yaşında ev­lenen bir kadın sadece bir çocuk do­ğurduğu zaman, beş yıl sonra evde işsiz kalmaya başladı. Bütün mutlu­luğu maddede arayan bu toplumlar kadının evdeki işsizliğine son vermek için onu fabrikada çalıştırmaya baş­ladılar. Bu uygulamanın batılı toplumlara en büyük zararı, yarım asır­lık bir zaman içinde yaşlı bir nüfu­sun bütün Amerika ve Avrupa kı­tasına hâkim oluşudur.

Batılılar, az çocuk yapma pren­sibini gelişmekte olan Müslüman ül­kelere tavsiye edip Ortadoğu ve Af­rika’da nüfus planlanmasıyla ilgili yatırımları finanse ederken, kendi kayıplarını telafi etmek amacıyla muhtelif çarelere başvurmaktadırlar. Batılı ülkeler, zedelenmiş bulunan analık duygusunu, aileyi ve topyekûn toplumu kurtarma operasyonları meyanında, doğum ikramiyesini ço­cuk başına binlerce dolara çıkarmış­lardır. Ayrıca, bir kadının çocuğu beş yaşına gelinceye kadar çalışmaması kararı benimsenmiş ve uygulamaya konmuştur.

4 — Erkek - kadın eşitliği açısından:

Kadının her yönüyle erkek gibi olduğunu iddia edenler, “kadın hak­ları” adı altında kadına pek çok ser­bestlikler vermişlerdir. Kadını çok tehlikeli bir yola sevk eden bu acıma­sız insanlar, kadının sadece cinsiye­tinden istifade etmeyi ön plana ala­rak şefkat ve analık gibi insani duy­gularını köreltmeyi amaçlamaktadır­lar.

Allahu Teâlâ, kadınla erkeği bir tek nefisten (insan cinsinden) ya­ratmıştır. Ancak her biri ne maksatla yaratılmış ise o yolda iş görmelidir. Kadın fiziki özellikleri itibariyle ha­mile kalır, doğurur ve ocuk emzirir. Büyümekte olan çocuğunu terbiye et­mek de annenin görevidir. Kadın bu işleri yapmaya doğuştan hazırlıklıdır. Çocuğun yetişmesi için gerekli olan maddi gıda vücuduna yerleştirildiği gibi, şefkat ve sevgi gibi manevi gı­dalar da kalbine yerleştirilmiştir. Kadını evine ve çocuklarının bakı­mına bağlı kılan hususiyetler de bun­lardır.

Erkek fiziki yapısı itibariyle kuvvetli yaratılmıştır. Onun böyle kuvvetli bir yapıya sahip kılınması, ailesinin geçimini temin etmeye gayret etmesi içindir. Allahu Teâlâ is­teseydi bu iki kuvvet dengesinin ye­rini değiştirebilirdi. Erkekler, ka­dınlar üzerine yöneticidirler. Çünkü Allah, kimini kiminden üstün kıl­mıştır ve çünkü erkekler (kadınlara) mallarından harcamaktadırlar. Onun için iyi kadınlar itaatkâr olup Al­lah’ın kendilerini korumasına karşı­lık kendileri de gizliyi koruyanlardır, (kocalarına gizli gizli ihanet etmeyenlerdir) (7) mealindeki ayet-i keri­me, erkeklerin dış ve mali işlerle, ka­dınların ise iç ve ailevi, terbiyevi iş­lerle yükümlü olduklarını göstermek­tedir.

Bazı insanlar, Allah’ın insanı bir erkekle bir dişiden yarattığının hik­metlerini anlayamıyorlar. Erkeğe ve kadına farklı özellikler veren Cenab-ı Allah, kadını evin dışında çalışmak­tan muaf tutmuştur. Kadına rahat ve huzurlu bir aile yuvası, gerçek bir hanımefendilik veren İslam di­nini benimsemeyen toplumlar, ne ka­dar ileri olduklarını ve kadına hürri­yetler bahşettiklerini (!) iddia etse­ler bile gerçekte çok geridedirler.

5 — Nafakanın temini açısın­dan:

Kadının öncelikle çocuklarının eğitimiyle ilgilenmesi gerektiği yo­lundaki çağrımız, onun toplumdan tecrit edilmesi gerektiği anlamına gelmez. Bu çağrıdan maksat, kadı­nın fıtri görevleri olan zevcelik ve analık gibi vazifelerini yapabilmesi için ona fırsat vermeyi sağlamaktır.

İslâm hukukunda erkek tek ba­şına ailenin nafakasını temin etmek­le yükümlü kılınmıştır (8). Zengin bi­le olsa kadın ailenin nafakasını te­min etmekle yükümlü değildir. Ka­dın evlenmeden evvel, icabı halinde, kardeşleri ve ebeveyninin nafakasın­dan sorumlu olabilir. Evlendikten sonra çocuklarına bakmakla, onlara huzurlu bir yuva temin etmekle yü­kümlüdür. Ayet-i kerimede de ifade edildiği gibi (9), erkeklerin kendi mallarından kadınlara harcamaları onları evde yönetici rolüne koymuş­tur. Kadının çalışmasını zaruri kıla­cak bir durum hâsıl olmadıkça, onu asli görevinden uzaklaştıracak hiç­bir görevde çalıştırılamaz. Zaruri bir durum olunca da, vakarını, haysiye­tini ve topyekûn kadınlığını zedelemeyecek işlerde çalıştırılması gerekir.

6 — Çalışan kadının aile bütçe­sine gerçek katkısı açısın­dan:

Toplumun yarısı demek olan ka­dın İslâm’ın nazarında erkeğin arka­daşıdır. Bu husus Veda Hutbesinde açık bir şekilde anlatılmıştır (10). İslam’ın kadını “aile yuvasına hizmet eden bir varlık” olarak telakki et­mesi çok manidardır. Evlilik akdin­den sonra artık o bir erkeğin hizmetçisi değil, kendi öz evinin koru­yucusu ve hizmetkârıdır. Yapılan an­ketler gösteriyor ki, çalışan kadınla­rın büyük ekseriyeti ekonomik zo­runluluklar dolayısıyla çalışmaktadır. Geriye kalanlar da, aldıkları ücretin üçte biri kendilerine verildiği takdir­de sevine sevine istifa edip yuvala­rına döneceklerdir. Ancak Batıyı kö­rü körüne taklit edenler, iktisadi ge­lişmelere bir çözüm getirmeden in­sanları lükse ve israfa alıştırdıkları için erkeklerin aldıkları ücret geçim için kâfi gelmemeye başladı. Bu durum, kadını yuvasından alıp dışarıda çalıştırmak zorunda bıraktı.

Hanımın bir anne olarak evde bulunmamasının ortaya çıkardığı manevi sorunları bir tarafa bıraka­rak, çalışan kadının aldığı ücretten kreş masrafları çıkarıldığı zaman aile bütçesine katkıda bulunmak maksadıyla çalışmasının ne kadar sathî kalacağı görülecektir.

Görülüyor ki, artan aile masraf­larını karşılamak için kadınlar ça­lıştırılmak zorunda bırakılmışsa da; şahsi masrafları, çocuklar için ge­rekli olan anaokulu ve kreş ücret­leri ve çarşı pazar masrafları aile bütçesini değişik bir biçimde sars­maktadır.

SONUÇ:

Sonuç olarak kadını çalışmaya teşvik ederken, aile içi eğitimi ve çocukların yetişmesini de dikkate al­mayı gerektirir. Yazımızın başında zikrettiğimiz ayet-i kerimeden de an­laşılacağı gibi kadın cemiyetin ya­rısıdır. Diğer yarısı da erkektir. Ka­dın her hâlükârda toplumun oluş­masında önemli bir rol oynayacak­tır. Bu rolün müspet ve yapıcı ol­ması için çaba sarf etmek herkesin görevidir. Bu arada, kadının çalış­masını teşvik eden devlet yetkilileri­ne de önemli bir sorumluluk düşmek­tedir. Yetkililer, işgünü kaybına ve ücret azlığına yol açsa bile kadınların çalışma saatlerini azaltmak suretiy­le onların evdeki terbiye vazifelerine yardımcı olmalıdır. Aksi takdirde, kadının çalışmasını teşvik eden ve çalışmayan kadınlara "ekonomik ba­ğımsızlığını kazanmamış" gözüyle bakanlar, mali portresi trilyonları bu­lan kreş ve çocuk bakım evlerini yapmak zorunda kalacakları gibi, ge­lecekte toplumun temel taşı olan aile açısından çok vahim durumlarla kar­şılaşılacağı da muhakkaktır. Biz bu görüşümüzle kadının elde ettiği sos­yal hakların lağvedilmesi gerektiği­ne işaret etmek istemiyoruz. Aksine elde edilmiş olan çalışma hakkının, kadın ve aile açısından iyi bir şekil­de ve zaruret halinde kullanılması gerektiğine işaret etmek istiyoruz. Böylece kurumlaşan hakların aile ve topluma yönelik zararları kısmen de olsa önlenmiş olur.

DİPNOTLAR

  1. Kur’an-ı Kerîm, Hücurat, 13.
  2. Buhari, Sahih, Kitabü’l-Cuma, 11. hadis.
  3. Prof. Dr. İbrahim Canan, Pey­gamberin Sünnetinde Terbiye, s. 266, İstanbul, 1972.
  4. Prof. Dr. İbrahim Canan, adı geçen eser, 267; Hâkim el- Müstedrek, II, s. 55, Beyrut, 1986.
  5. Prof. Dr. İbrahim Canan, adı geçen eser, 268.
  6. Buhari, Sahih, Kitabus-Sulh, 6. hadis.
  7. Kur’an-ı Kerîm, Nisa, 34.
  8. Eş-Şeyh Mansur Ali Nasıf, at-Taç, II, s. 366, İstanbul, tarih­siz.
  9. Kur’an-ı Kerîm, Nisa, 34.

(10) Buhari, Sahih, Kitabü’l-Enbiya, 1. hadis; Ahmed b. Hanbel Müsned, VI, 256.