1963 yılında Van’da doğdu. Van İmam- Hatip Lisesini 1980 yılında bitirdi. Aynı yıl Erzurum Yüksek İslâm Enstitüsüne kaydoldu. 1. sınıfta başladığı hafızlığı 11. sınıfın sonunda tamamladı. III. ve IV. sınıfları Bursa’da okuyup 1984 yılında U.Ü. İlâhiyat Fakültesinden mezun oldu. Mezuniyeti müteakip, açılan imtihanlar neticesinde Din Eğitimi Araştırma Görevlisi olarak aynı fakültede göreve başladı. Hâlen bu göreve devam etmekte olup, 1987 yılında neşredilen “Çocuklarımıza Allah’ı Nasıl Anlatalım?” isimli eserin yazarıdır.
Yüzyıllarca yaşayan Osmanlı Devleti’nin bekasında, “İlmiye Teşkilatı’nın önemli rolü olduğu bilinen bir gerçektir. Zira devletin maddeten devamını sağlayan askeri ve idari sınıfın personelini de İlmiye Teşkilâtı yetiştirmekteydi.
Batılı birçok ilim adamı ve seyyahın hayranlıkla ifade ettikleri (1) Osmanlı Devleti İlmiye Teşkilâtını tetkik ve bu teşkilâtın işleyiş tarzını tespit etmek, Millî Kültür ve Tarihimiz açısından önemli olsa gerek, Kanuni devrine kadar Osmanlılardaki İlmiye Teşkilâtını ele alacağımız makalemize, bu teşkilât içinde yer alan eğitim kurmalarıyla başlamak yerinde olacaktır.
I — EĞİTİM KURUMLARI
A. SIBYAN OKULLARI:
Eğitim kurumları içinde en küçük yapı taşını oluşturan bu okullara, “Dâru’t-Ta’lîm” ve “Muallimhâne” gibi isimlerin de verildiği vakfiyelerden anlaşılmaktadır. (2)
İmparatorluğun her kesimine ulaşan eğitim-öğretim ağı içinde yer alan bu kurumlarda sabi denilen beş-altı yaşındaki kız ve erkek çocuklar okumaktaydı. (3) Günümüzün ilkokulları seviyesinde olan bu okullara dört yaşından itibaren talebe alınması (4), eğitime küçük yaştan başlanıldığı fikrini vermektedir.
Karma bir eğitim olmasıyla birlikte, kız ve erkek öğrencilerin ayrı sıralarda oturdukları ve ilköğretimin genellikle dört yıl sürdüğü bilinmektedir. (5)
Fatih’in, kendi adını taşıyan camiine etrafında yaptırdığı eğitim, sağlık ve sosyal tesisler içinde bir de sıbyan mektebinin yer aldığı görülmektedir. Özellikle onun, adı geçen mektebe, ancak yetim çocukların, şayet yetim çocuk bulunmazsa, fakir çocukların alınmasını şart koşması (6), maddî yönden yetersiz yetim ve fakir öğrencilere sağlanan imkânlar bakımından dikkat çekicidir.
Zengin ailelerin bu mekteplere ve öğretmenlerine yaptıkları yardımlar yanında, padişah ve hanedanının tahsis ettikleri vakıf gelirleri ile ilkokul talebeleri o zamanın şartlarına göre rahat bir eğitim imkânına sahip idiler. (7)
Bilgili öğretmenler tarafından kabiliyetleri teşhis edilen birçok şahsiyetin varlığıyla, ilkokul seviyesinde sanatın da ihmal edilmediğini söyleyebiliriz. Hammamizâde İsmail Dede (Dede Efendi) ve Hacı Arif Bey gibi musiki üstatlarının yanı sıra, çok sayıda hattatın da varlığından bahsedilmektedir. (8)
XVII. asır ortalarında —banliyöleri hariç— İstanbul’da 1993, Amasya’da 200, Erzurum’da ise 100 sıbyan mektebinin var olduğu bilinmektedir. (9) Bu rakamların abartma olduğunu iddia edenler var ise de (10), Kanuni devri seyyahlarından Fransız Belon’un, "Her köyde mutlaka bir mektep vardır ve yalnız oğlanlar değil, kızlar da okumaktadır.” şeklindeki tespiti (11), tarafsız bir dille, eğitim-öğretimin ne derece yaygın oluşunu ifade etmesi bakımından dikkate şayandır.
B. ŞEHZÂDEGÂN MEKTEBİ:
Osmanlı Hanedanına mensup kız ve erkek çocuklar ayrı bir yerde eğitim görmekte idiler. Günümüzdeki özel okul ve kolejler göz önüne alınacak olursa, Şehzâdegân Mektebi’nin varlığını, "aristokrasinin bir sonucu” (12) olarak kabul etmek mümkün olmayacaktır.
Sıbyan mektepleri seviyesinde olan Şehzâdegân Mektebi, Topkapı Sarayı’nın Harem Dairesinde, Dârüssaâde Ağası’nın bulunduğu binanın üst katındaydı. Mektep Dârüssaâde Ağası’nın gözetim ve denetimindeydi. (13)
Şehzadelerin bu mektepte aldıkları temel bilgilerden öte, hemen her konuda bilgi sahibi olmalarım “Atabeylik” ve“ Lalalık” mües- seseleriyle açıklamak gerekir. (,4) Zira bir şehzâde, bu münevver ve yaşlı, aynı zamanda tecrübeli şahıslarla birlikte herhangi bir vilâyete gönderilir ve uzun bir eğitime tâbi tutulurdu. Sonuçta şehzâde hemen her konuda bilgi sahibi olabilecek bir seviyeye gelirdi.
C. ENDERUN MEKTEBİ:
Ordu, saray ve hükümet işlerinde görevlendirilmek üzere subay, memur ve müstahdemler yetiştiren bu mektep, Topkapı Sarayı içinde idi. İlk zamanlar talebeler sadece devşirme ve yabancılar arasından seçilerek alınırdı. Rehine olarak İstanbul’a getirilen hükümdarların çocuklarının da bu mektepte eğitim öğretime tâbi tutulduğu görülmektedir. (15)
Talebesine “Ağa" denilen ve tahsil müddeti 14 yıl olan (16) bu mektepte, dinî ilimlerin okutulması, medreselerle aynı seviyede bir eğitim kurumu olduğu fikrini verirse de, burada her çeşit yazı ile Farsçanın da bulunması, tedrisatın medreselerden farklı olduğunu ifade edebilir. (17)
Aynı zamanda bir Harbiye Mektebi olarak da kabul edebileceğimize (18) Enderun’dan mezun olanlar, Veziriâzamlık, Kaptanbaşılık, Yeniçeri Ağalığı, Kapıcıbaşılık, Sancakbeylikleri vb. sarayın ve hükümetin yüksek kademedeki kadrolarına tayin edilirlerdi. Sarayın mimarını, nakkaşını, hattatını, kâtibini, imam ve müezzinini de yetiştiren bu mektepten, XIII. asır ortalarına kadar 79 sadrâzam, 3 şeyhülislâm, 36 kaptânıderyâ yetişmiş olması (19), bu mektebin eğitim sistemi içindeki yerini belirtmesi açısından önemli rakamlardır.
Acemioğlanların ilk öğretmenleri lalalardır. Bunların, “ağa” lara Kur’an-ı Kerîm ve ilmihal bilgileri öğretmeleriyle eğitime başlanırdı. Oldukça yoğun bir eğitim programına sahip olan Enderun Mektebi’nin diğer bir özelliği, burada Türkçe’nin de Arapça ve Farsça ile birlikte okutulmalıydı (20).
D. MEDRESELER
1 — Giriş
Osmanlı eğitim sisteminin belkemiğini oluşturan medreseler, başlı başına bir ilmî çalışmaya konu olacak kadar geniş ve zengin bir yapıya sahiptir. Eğitim tarihi içindeki yerini, önemini ve fonksiyonlarını ilgili eserlere (*) bırakarak, medreseler hakkında —kısa da olsa— birtakım bilgileri aktarmak istiyoruz.
Hz. Muhammed (s.a.s.)’in Mekke’de İslâm’ı tebliği ile aynı zamanda eğitim-öğretim faaliyeti de başlamış oluyordu. Bu faaliyet Medine’ye hicretten sonra, “Suffa” adı verilen eğitim kurumu ile daha da yaygınlaştırılarak teşkilâtlandırılmış ve ilk İslâm öğretmenleri ve mürşitleri burada yetişmişlerdi. (21)
Zaman zaman mescidinde oturarak etrafındakilere çeşitli konularda bilgi veren Hz. Muhammed (s.a.s.)’in bu tatbikatı, kendisinden sonra gelen halifeler zamanında da devam ettirilmişti. Emevî ve Abbasîler devrinde mescit ve evlerde devam eden eğitim ve öğretim faaliyetleri —genel kanaate göre— ilk defa Nizâmü’l-Mülk ile medreselere intikal etmişti. Onun kurduğu Nizamiye Medresesi her yönüyle mükemmel, ilk İslâm Üniversitesi olarak kabul edilmiştir. (22)
Bu ifadelerimizi Osmanlılarda ilk medresenin İznik ve Bursa’da kurulan medreseler olduğu görüşünü (23) aktararak noktalıyoruz,
2 — Osmanlılarda Medreseler (Dereceleri, Tahsil süreleri ve Okutulan dersler)
Tarih içinde medreseler ilk olarak ciddi bir düzenlemeye Fâtih ile birlikte ulaşmıştır. (24) Daha sonra II. Bâyazıd ve Kanunî devirlerinde basit birtakım değişikliklerle birlikte aynı sistemi muhafaza ettikleri görülmektedir. Bu makalede, adı geçen padişahların dönemlerindeki medreseler genel anlamda ele alınmış ve ilgili kaynaklar araştırılarak detaylardan uzak bir tasnif okuyucuya sunulmuştur. (**)
a. Yirmili Medreseler:
Bu medreselere, ders kitabı olarak Hâşiye-i Tecrid’in, okutulması sebebiyle “Hâşiye-i Tecrid Medreseleri” de denilmiştir. Müderrisinin yevmiyesi 2025 akçe olan bütün medreselere bu ad verilirdi.
Tahsil süresi (***) 3 ay ile 2 yıl arasında değişiyordu (25) okutulan ders ve kitaplar, Belâgattan Mutavvel; Kelâm’dan Hâşiye-i Tecrid; Fıkıh’tan Şerh-i Ferâiz; Mantık’tan Şerh-i Şemsiyye olup, bunun yanı sıra çeşitli gramer kitapları da okutulmaktaydı. (26)
b. Otuzlu Medreseler:
Belagattan Şerh-i Miftah’ın okutulması sebebiyle bu medreselere “Miftah Medreseleri” de denilmekteydi. Müderrisinin yevmiyesi 30-35 akçe idi.
Tahsil süresi 2 ay ile 2 yıl arasında değişmekteydi. (27) Fıkıh’tan Tenkîh ve Tavzih; Belagattan Şerh-i Miftâh; Kelâm’dan Hâşiye-i Tecrid; Hadis’ten Mesâbih; ayrıca Miftâh, Meânî adlı eserler de okutulan kitaplardan idi. (28)
c. Kırklı Medreseler:
40 akçe yevmiye alan bu medreselerin müderrisine “Kırklı” veya “Telvîh” denilirdi. (29) Bu medreseler 1597-98 tarihinde Hariç Medreseleri arasında sayılmıştı. (30)
Tahsil süresi zamana göre 3 ay ile 3 yıl arasında idi. (52) Belâgattan Müftâhü’l-Ulûm; Fıkıh’tan Sadruşşerîa ve Meşârik; Hadis’ten Mesâbih; Kelâm’dan Şerh-i Mevâkıf, bu medreselerin ders ve kitaplarından bazılarını oluşturmaktaydı. (32)
d. Ellili Medreseler:
Bu medreseler iki grupta ele alınabilir.
(1) Hâriç Medreseleri: Anadolu Selçukluları, Anadolu Beylikleri ve hükümdarları ile onların ailelerinin, verir, sancakbeylikleri ve komutanlarının yaptırdıkları medreselerdi. (33)
Tahsil süresi 5 ay ile 1 yıl arasında değişmekteydi.
Bu medreselerde, Fıkıh’tan Hidâye; Kelâm’dan Şerh-i Mevâluf, Hadis’ten Mesâbih okutulan bazı ders ve kitaplardan idi (34)
(2) Dâhil Medreseleri: Osmanlı padişahlarıyla, şehzade anneleri, şehzâdeler ve padişah kızlarının yaptırdığı medreseler idi. (35) Tahsil süresi 6 ay ile 1 yıl arasında değişmekteydi.
Fıkıh’tan Hidâye; Usûl-i Fıkıh’tan Telvîh; Hadis’ten Buhârî; Tefsir’den Keşşaf ve Beyzavî, bu medreselerin başlıca ders ve kitapları idi. (36)
e. Tetimme Medreseleri:
Diğer adı “Mûsıla-i Sahn” olan bu medreseler, Sahn-ı olan bu medreseler, Sahn-ı Seman’a öğrenci yetiştirilen kurumlar idi. Talebesine "softa” denilirdi. Tetimme medreseleri, yapı itibariyle de Sahn medreselerinden ayrılırdı. Küçük ve kubbesiz idiler. Sahn-ı Seman’ın arka tarafında yer alan bu müesseseler ortaöğretime tekabül etmekteydi. (37) Talebelerine ayda beşer akçe verilmekte, üç kişi bir odada yatmakta ve yemeklerini de imaretten yemekte idiler (38).
Tahsil süresine kaynaklarda rastlayamadığımız bu medreselerin —esas itibariyle— Dâhil Medreseleri derecesinde sayıldığı (39) göz önüne alınarak bunların da Dâhil Medreseleriyle aynı tahsil süresini paylaştığı söylenebilir.
Okutulan ders ve kitaplara gelince, Mantık’tan Şerh-i Şemsiyye; Belâğattan Şerh-i Miftâh ve Muhtasar Meânı; Usûl-i Fıkıh’tan Sadruşşerîa’nın Tavzih’i ve bunun şerhi olan Telvîh; Kelâm’dan Şerh-i Tecrîd ile Sâdeddin Teftazanî’nin Telhis şerhi ve Kadı Beyzavî’nin Tevali’ adlı kitabı.
f. Sahn-ı Semân Medreseleri:
Fâtih tarafından, Fâtih Camii’nin doğu ve batı taraflarında yaptırılan sekiz medreseye “Medaris-i Semaniyye” ya da “Sahn-ı Semân Medreseleri" denilmekteydi. Toplam yüz elli iki odası ile (40) geniş bir alan üzerine kurulmuştu. Talebesine “Dânişmend” denilirdi. Bu medreselerde, müderrislere yardımcılık yapan “Muîd” (asistan) ler, danişmentlerin gözetim ve denetimleriyle meşgul olmakta idiler. Muîdler, danişmentlerin çalışkan ve kabiliyetlileri arasından seçilmekteydi. (42) Bunu talebelerin çalışmaya teşvik edilmesi şeklinde bir uygulama olarak kabul etmek mümkündür.
Tahsil süresinin 6 ay ile 1 yıl arasında değiştiği görülmektedir. (43)
Okutulan ders ve kitaplar arasında, Fıkıh’tan Hidâye; Usûl-i Fıkıh’tan Telvîh ve Şerh-i Adûd; Hadis’ten Buhârî; Tefsir’den Keşşaf ve Beyzavî’yi görmekteyiz. (44)
g. Altmışlı Medreseler:
Derece bakımından Sahn ile aynı olmasına rağmen, müderrisleri Sahn müderrislerinden daha yüksek yevmiye alırdı. Burada, Sahn’da başlanıp da bitirilemeyen eserler tamamlanırdı. Fâtih devrinde Altmışlı medrese olarak Ayasofya Medresesi bulunmaktaydı. (45)
Tahsil süresinin 1545-46 yıllarında 1 yıl olduğunu öğrendiğimiz bu medreselere, daha sonraki Hatt-ı Hümâyûn ve Kânunnâmeler’de rastlanmadığı bildirilmektedir. (46)
Bu medreselerde, Fıkıh’tan Hidâye ve Şerh-i Ferâiz; Kelâm dan Şerh-i Mevâkıf; Hadis’ten Sahih-i Buhârî; Tefsir’den Keşşaf; Usûl-i Fıkıh’tan ise Telvîh, okutulan ders ve kitaplardan bazılarım teşkil etmekteydi. (47)
h. Süleymâniye Medreseleri:
Kanuni’nin, Mimar Sinan’a inşa ettirdiği bu medreseler ile Osmanlı eğitim sistemi mükemmel bir seviyeye ulaşmıştı. Süleymaniye sitesinde Dârü’l-Hadis ile tıp, riyaziye (matematik) ve sair dinî, hukuki ve edebî eğitim yapılabilmesi için altı medrese ile hastane, imaret, tabhâne, hamam vb. sosyal tesisler inşa edilmişti. Dârü’l-Hadis, derece itibariyle en yüksek seviyede bulunmaktaydı. (48)
Bu medreselerin tahsil süresine kaynaklarda rastlayamadık.(49) Ancak, —özellikle Tıb Medresesinde— bir usta-çıraklık statüsünün varlığını dikkate alacak olursak, öğrencinin mesleğinde kabiliyet ve ihtisas kazandığı zaman icazet almayı da hak ettiğini söyleyebiliriz.
Yine net bir şekilde ders ve kitapların neler olduğunu tespit edemediğimiz bu medreselerde, din, tıp ve riyaziye bölümlerinde her birinin kendine mahsus dersler okuttukları düşünülebilir. Şu kadar var ki, Süleymaniye Vakfiyesi, Dârü’l-Hadis’in ders programı hakkında bize birtakım bilgiler vermektedir. Bu vakfiyeden, Dârü’l-Hadis’te, Buhari, Müslim, Mesabih, Meşârik ve Keşşaf adlı eserlerin okutulduğunu görmekteyiz. (50)
Buraya kadar zikrettiğimiz medreselerin tahsil sürelerinin ve okutulan derslerin zaman, mekân ve müderris durumuna göre farklılık arz ettiğini, dolayısıyla bu medreselerde okutulan derslerin bir program dâhilinde nasıl bir sıra takip ettiğinin kesin olarak bilinmediğini de (51) kaydetmeliyiz.
II — İLMİYYE SINIFININ İSTİHDAM ALANLARI:
A. MÜDERRİSLİK:
Hâşiye-i Tecrid medreseleriyle tahsil hayatına başlayan bir talebe, sonunda Sahn-ı Semân veya Sahn-ı Süleymâniye medreselerinden birini tamamlamasıyla icazet almaya hak kazanırdı. Adını "Ruznâme” veya “Matlab” denilen Kazasker nezaretindeki deftere kaydettiren aday, müderrislik almak için “nevbet” denilen sırayı beklerdi. Sırası gelen talebe, en aşağı derecedeki Haşiye-i Tecrid medreselerinden birine tayin edilirdi. (52)
Herhangi bir medresede kadro boşalınca, oraya aynı derecede birkaç müderris talip olursa aralarında imtihan yapılırdı. Bunun için müderrislere belirli bir konu verilerek hem takrirleri alınır, hem de o konuda bir isale (makale?) yazdırılırdı. Bundan sonra bir heyet tarafından tetkik edilen risalelerin neticesinde kim başarılı görülürse, kadrosu boş olan medreseye o tayin edilirdi.
Müderrislerin imtihanlarında kazaskerler de bulunup, imtihan halka açık bir camide yapılır, sorular da medrese ve müderrislerin dereceleriyle münasip olurdu. (53)
Bütün müderrislerin tayinleri önceden kazaskerlerin padişaha arz etmeleriyle yapılmaktaydı. XVI. asır ortalarından itibaren ise Hâşiye-i Tecrid, Miftâh ve Kırklı medreselerin müderrislerini Kazaskerler, daha yukarı medreselerin müderrislerini ise Şeyhü’l-İslâm, Sadrazama tayin yazısı (imlâ) yazarak atamakta idi. (54)
Zamanın şartlarına göre iyi bir hayat standardına sahip olan müderrislerin maaşlarının gerçekten tatmin edici olduğunu belirtip, detaylarını ilgili eserlere bırakıyoruz. (55)
B. KADILIK:
Osmanlılarda kadı, dinî ve hukuki hükümleri tatbik eden, aynı zamanda hükümetin emirlerini de yerine getiren kişi idi. (56) Kadı aynı zamanda, devletin otorite ve menfaatinin de temsilcisiydi. (57) Adalet mekanizmasında önemli bir yere sahip olan kadıların tayini büyük bir ehemmiyet ile yapılmaktaydı. Medrese tahsilini tamamlayan bir talebe idari mekanizmada görev almak isterse, bir seçim işlemiyle, İstanbul, Bursa, Edirne, Konya ve Sivas vilâyet merkezlerindeki kadıların yanma, en az beş kişi olmak üzere “Danişmend- Stajyer” olarak atanıyorlardı. Bu kadıların yanında en az 3-5 yıl belki daha fazla bir süre hizmet görüyor ve stajyerlik sona erince İstanbul’a gelerek bir yıl da mülazemet süresini dolduruyor, ancak bundan sonra bir yerin kadılığına tek başına gönderiliyordu. (58)
Kadı, idarî teşkilât içinde yer alan kazaların hâkimi idi. Mülkî ve idari âmir de olan kadının emrinde zabıta, askerî yetkilerle donatılmış subaşı ile onun emrindeki askerler görev yapmakta idi. (59) Kadı aynı zamanda kaymakamlık makamının da sahibi idi. Bu itibarla, esnafı fiyat ve temizlik gibi hususlarda teftiş edebilmekte ve gerekirse o anda ceza kesebilmekteydi. (60)
C. MÜFTÜLÜK-ŞEYHÜLİSLAMLIK:
Osmanlıların ilk devirlerinde en yüksek ilmiye pâyesi Kazaskerlik idi. Fâtih devrinde tanzim edilen Kanunnameye göre Müftü diye anılan Şeyhülislâm ise bütün ulemanın reisi olup aynı zamanda müderrislerin de en yüksek derecede olanı idi. Müftülük, XVIII. asırdan itibaren ise Şeyhülislâmlık tabiri umumileşmiştir. (61)
Müftüler Divân-ı Hümayunda yer almazlardı. Onlar gerektiği zaman dinî konularda fetva verirlerdi, Ebu’s-Suûd Efendiden itibaren Şeyhülislâmlar, eyalet kadılarıyla müderrislerin azil ve tayin işlerini de bilfiil yürütmekte idiler. Şeyhülislâmlar, XIX. yüzyılın ortalarından itibaren kabine azası olarak devlet yönetiminde söz sahibi olmuşlar ve bu durum imparatorluğun son yıllarına kadar devam etmiştir. (62)
Kanuni’nin meşhur şeyhülislâmı Ebu’s-Suûd Efendi’ye kadar müftülerin tayininde belirli bir usul takip edilmemekte idi. Kazaskerlik makamı, “Mevleviyet” denilen büyük kadılık ve müderrislik yapanlardan uygun gördüğünü tayin ederdi. Ebu’s-Suûd Efendi’ den itibaren şeyhülislâmlık makamına Rumeli Kazaskeri olanlar getirilmeye başlandı. (63)
Şeyhülislâmlar, Divan-ı Hümayunda yer almamalarına rağmen zaman zaman dinî bir meselenin çözümü için veya önemli bir konuda varılan yanlış karan düzeltmek üzere Divan’a davet edilmişlerdir. Şeyhülislâm görünüşte Veziriazam ile aynı derecede ise de, aslında ondan daha yüksek idi. Zira bir isyan vukuunda padişah aleyhinde fetva verebileceği için, bilhassa idarenin zayıf olduğu zamanlarda Şeyhülislâmdan çekinirdi. (64)
D. KAZASKERLİK:
İlmiye teşkilâtında en yüksek âmir durumunda bulunmaları hasebiyle kazaskerlerden (Kadıasker) de bahsetmek durumundayız. Konumuzu ilgilendiren taraf, Kazaskerlerin, ilmiye sınıfının tayin işlerinde söz sahibi olmalarıdır.
Müderrisleri incelerken, medreseyi bitiren bir talebenin kazaskere başvurarak adım “Matlab’’ denilen deftere kaydettirdiğinden bahsetmiştik. Aynı durum kadı olmak isteyenler için de söz konusuydu. Dolayısıyla, ilmiye sınıfının tayininde, kazaskerlerin başvurulacak tek merci olduğu anlaşılmaktadır. Özellikle, XVI. asırdan itibaren tayin işlerinin şeyhülislâmlara devredilişine kadar, bütün müderrislerin ve kadıların tayin ve azilleri kazaskerlerin uhdesinde bulunmaktaydı. (65) Öte yandan hatırlanacağı üzere, müderrislerin boş kadroya atanmaları için yapılan imtihanda da kazaskerler hazır bulunmakta idiler.
IIl — İLMİYE TEŞKİLATININ MALİ KAYNAĞI: VAKIFLAR
Osmanlılarda mükemmel bir şekilde işleyen eğitim-öğretim sisteminin finansmanı sadece devlete ait değildir. Bu konuda en büyük pay vakıflarındı. XVIII. yüzyıla ait 330 vakfiyenin incelenmesi sonucunda, bu vakıfların gelirleriyle 4.947 kişinin maaşının ödendiği; XVIII. yüzyıl içinde ise, Anadolu ve Rumeli’de 6.000 yeni vakfın kurulmasıyla bu rakamın 86.915 civarına ulaştığı tespit edilmiştir. Bu vakıfların gelirlerinin % 30.75’i din alanına, %28.16’sı eğitim-öğretime, %12.20’si vakfeden aileye mensup kişilere, %10.51’i sosyal hizmetlere, %9.70’i vakfın idaresine ve ,%6.50’si de askerî birliklere tahsis edilmişti. (66) Görüldüğü üzere vakıf gelirlerinin önemli bir bölümü, eğitim-öğretim hizmetlerinindir.
XVIII. yüzyılda fakirlere ve talebelere iftar yemeği vermek maksadıyla kurulan vakıfların varlığı (67) talebelerin gözetilmesi örneklerinden sadece biriydi. Aynı zamanda, kurulan imaretlerde yemek yiyenler arasında mektep ve medrese talebelerinin de bulunduğunu (68) kaydedelim.
Gayr-i menkul, çiftlik, zeytinlik, bahçe, han, hamam gibi pek çok gelir kaynağını sırf Allah rızası için (69) eğitim kanunlarına vakfeden şahısların genellikle istekleri şundan ibaret idi: “Her dersin sonunda vâkıf’ı (vakfeden) hayır dua ile yâd etmek...” (70)
Bu kadar samimi duygularla insanların hizmetine sunulan vakıfların, eğitim-öğretime katkılarını, yapılan araştırmalar desteklemektedir.
Vakfiyelerin incelenmesi sonucu tespit edildiği üzere, başta sıbyan mektepleri olmak üzere, medreseler, vakıf gelirlerinden önemli ölçüde faydalanmakta idiler. (71) Bir örnek verilecek olursa; Sadrazam Damat Râgıb Paşanın vakfettiği vakfiyede bir ilkokulun öğretmeni günde 20 akçe almaktaydı ki bu da oldukça yüksek bir maaşa tekabül eder. (72) Önemli bir eğitim-öğretim kurumu olan medreselerin yapımı, bakımı, koruma ve geliştirilmesi, öğretim elemanları ile bu kurumlarda memur olarak çalışan görevli personelin maaşlarının günün şartlarına göre karşılanması da vakıflara aitti. Aynı zamanda, bu kurumda eğitim gören talebelerin elbise, kitap ve gıda ihtiyaçlarının temin edilmesi de vakıfların görevleri arasındaydı. (73)
Mektep ve medreseler kadar “Dâru’t-Tıb”ların da büyük bir kısmı vakıflar tarafından kurulmuş ve daimi destek görmüşlerdir. Vakfiyelerin verdiği bilgilere göre, Dâru’t-Tıb’da görev yapan bir müderris günde 20 akçe; tıp talebeleri, kapıcı ve temizlikçiler ise 2’şer akçe almakta idiler. (74)
Hadis ilminde ihtisas yapılan “Dâru’l-Hadis”ler de vakıf gelirlerinden faydalanan müesseseler arasındaydı. İncelenen vakfiyelerde, Dâru’l-Hadis müderrisinin 50, müderris yardımcısının 5, talebe, kapıcı ve temizlikçilerin ise 2’şer akçe gündelik aldıkları görülmektedir. (75)
En müesseseler yanında Dâru’l-Kurrâ’lar ve kütüphanelerin de vakıf gelirlerinden faydalandıkları, bu müesseselerin yapımı, bakımı, temizlik, yakıt, görevlilerin maaşları ve fakir öğrencilere yardım yapılması hususunda vakfiyelerin şarta bağlandığı görülmektedir. (76)
SONUÇ:
Osmanlılar ilme gerçekten önem vermişler ve bunu çeşitli vesilelerle; âlime hürmet ve maddî destek, talebeye yardım, eğitim kuramlarına vakıf gelirlerini tahsis suretiyle ifade etmişlerdir.
Atalarından almış olduğu manevî ve kültürel mirası en güzel ve verimli bir şekilde değerlendiren ve devam ettiren Osmanlılar, özellikle Fâtih Sultan Mehmed ile eğitim sistemlerini belirli bir düzene oturtmuşlardır. Fatih’in kurduğu Sahn Medreseleri sayesinde, genişlemekte olan devletin ihtiyacını karşılayacak ilim adamları ve kadılar yetişmekteydi. Böylece, toprakları alabildiğine geniş Osmanlı Devletinin medrese ve mahkemelerinde aynı tahsili almış müderris ve kadılar görev yapmakta, dolayısıyla devletin herhangi bir bunalım söz konusu olmamaktaydı.
Osmanlı eğitim sisteminin düzenli bir şekilde işleyişinde, öğretim görevlilerinin liyakati ve ilmiye sınıfına sağlanan maddî imkânların rolü büyüktür. Ayrıca medreselerde, bir müderrisin okuttuğu talebe sayısının 20’yi geçmemesi (77) de, eğitimin kalitesine olumlu yönde katkıda bulunmaktaydı.
“Süleymaniye Medreselerinin eğitim faaliyetine başlamasıyla birlikte, ilmiye teşkilâtı daha da güçlenmiş, dinî ilimlerin yanında fen ve matematik ilimlerinin de tahsiline başlanmıştır.
XVI. yüzyıla kadar mükemmel bir şekilde işleyen Osmanlı eğitim sistemi, yine bu yüzyılda altın devrini yaşamış fakat devletin çeşitli kademelerinde görülen bunalım, aksaklık ve bozukluklardan az da olsa etkilenmeye başlamıştır. İktisâdi ve idari alanlarda giderilemeyen buhranlar ilmiye teşkilâtını gittikçe daha fazla etkilemiş ve bu durum medreselerin bozulmasına kadar varmıştır. Her ne kadar bu bozulmada genel sebeplerin varlığı söz konusu ise de, medreselerin kendi bünyesinde meydana gelen birtakım olumsuz gelişmelerin de bu bozulmada önemli rol oynadıklarını ve bu konuyu bir başka makalede ele almak istediğimizi belirterek ifadelerimizi noktalıyoruz.
BİBLİYOGRAFYA
AKDAĞ, Mustafa; Türkiye’nin İktisadî ve İçtimai Tarihi, Ank. 1979.
ATAY, Hüseyin; Osmanlılarda Yüksek Din Eğitimi, İst., 1983.
ATEŞ, İbrahim, “Vakıflarda Eğitim Hizmetleri ve Vakıf Öğrenci Yurtları” Vakıflar Dergisi, Ank., 1982.
ATUF, Nafi; Türkiye Maarif Tarihi, İst., 1930.
BALTACI, Cahid; XV-XVI. Asırlarda Osmanlı Medreseleri, İst., 1976.
BAKTIR, Mustafa; Suffa Ashabı, İst., 1984.
ÇELEBİ, Ahmed; İslâm’da Eğitim-Öğrettim Tarihi, (çev. A. Yardım) İst., 1983.
ERGİN, Osman; Türk Maarif Tarihi, İst., 1977.
HAMİDULLAH, Muhammed; İslâm Peygamberi, Çev. S. Tuğ;) İst., 1980.
HIZLI, Mefail; XVI. Asır Osmanlı Medreseleri, (Basılmamış Yüksek Lisans Tezi) Bursa, 1986.
ÖZTUNA, Yılmaz; Büyük Türkiye Tarihi, İst., 1978.
SERTOĞLU, Midhat; Osmanlı Tarih Lügati, İst., 1986.
TAŞKÖPRÎZÂDE, eş- Şekâiku’n-Numâniyye fî Ulemâi’d-DevIet’il-Osmâniyye, Beyrut, 1975.
UZUNÇARŞILI, İ. Hakkı; Osmanlı Tarihi, Ank., 1982.
Osmanlı Devleti Teşkilâtına Medhal, Ank., 1884.
Osmanlı Devleti İlmiye Teşkilâtı, Ank., 1984.
YEDİYILDIZ, Bahaeddin; “Vakıf Müessesesinin XVIII. Asır Türk Toplumundaki Rolü” Vakıflar Dergisi, Ank., 1982.
İyi Huylar
Etme erbâb-ı tekebbürle suhan
Ol girizân, mütekebbirlerden
Ukalâ gerçi şekerler yediler
“— Sana kibr edene kibr et” dediler.
Ama kavgaya çıkar bir yanı
Sen tevazu’la savuştur anı.
Tutalım çarha erişmiş câhın
Yine ednâ kulusun Allah’ın
Unf ile halkı kapından sürme
Kimseye dâmen ü dest öptürme.
Sana tâzim olunursa ne güzel
Etmiyen cahil ile etme cedel.
Herkesi mahrem-i esrâr etme
Sırrını ziver-i bâzâr etme.
Herkesin kavlini sâdık sanma
Cümleyi amma münafık sanma.
Varma gayrın evine bidâvet
Ola amma o da ehli himmet.
Olma mecliste ne pür-gû ne hamûş
Vakt ile gâh zeban öl geh gûş.
Kimseye verme huşunetle cevap
Lütf ile izzet ile eyle hitâp.
Nabi
DİPNOTLAR