Makale

VAKIF MÜESSESESİ VE İSLAM

VAKIF MÜESSESESİ VE İSLAM (*)

Doç. Dr. Mustafa UZUNPOSTALCI
S. Ü. İlahiyat Fakültesi

Doç. Dr. Mustafa UZUNPOSTALCI 1930 yılında Konya’da doğdu. Ortaöğrenimini Konya İmam-Hatip Okulunda tamamladı, 1963’te İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsün­den mezun olan Uzunpostalcı; Tokat ve Kon­ya İmam-Hatip Okulu’nda öğretmenlik yap­tı. Konya Yüksek İslâm Enstitüsü Fıkıh ve Fıkıh Usulü öğretmenliği görevini yürüt­mekteyken; 1977 yılında aynı Enstitüye mü­dür olarak tayin edildi.

İslâm hukuku sahasında 1986’ da doktor, 1987’de doçent olan Uzunpostalcı, Eylül 1988’de Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dekan Yardımcılığına getirildi. Bu görevini sürdürmektedir.

Bugün içtimaî bir görev olarak devlet tarafından verilmekte olduğunu gördüğümüz, toplum hayatımızda vaz geçemeyeceğimiz pek çok hizmetin asırlar boyunca vakıflar tarafından yerine getiril­miş bulunduğunu görmekteyiz.

Vakıflar yol, köprü, suyolları, sulama işleri gibi bayındırlık ve belediye hizmetleriyle ilgili; hastane, bimarhane, imaret ve fa­kirlere yardım gibi dinî hayır ve sosyal yardımlaşma ile ilgili; cami, kütüphane, tekke, türbe, ribat, kervansaray, mektep, medrese ve buralarda görev alanlarla okutan ve okuyanların geçimlerini temin gibi ilim ve kültürle ilgili, evlenenlerin ihtiyaçlarını, ölenlerin de­fin masraflarını karşılamak, düşmana esir düşen bir Müslüman

kurtarmak, hatta zor durumda kalan hayvanların yemlerini temin etmek gibi insanî, dinî, ahlâkî pek çok sahada hizmet vermişlerdir.

Vakıfların sosyal hayatımızda görünen pratikteki bu hizmet­lerine bakılarak, çoğu zaman onun bir hukukî müessese olduğu unu­tulmakta veya görülmemektedir. Hâlbuki yaptığı hizmetler açısın­dan bakıldığında tamamen içtimaî bir müessese olarak görünen va­kıflar, kuruluş ve işleyiş bakımından birer hukukî müessesedirler.

Hukukî bir müessese olarak vakıfların bugün tarihî açıdan bü­yük bir önemi vardır. Bundan dolayı gereği gibi anlaşılabilmesi için vakıfların hukukî bir müessese olarak tarihî yönden tetkik edilmesi zarureti doğar.

Bilindiği gibi, genel olarak, İslam hukukunun asli kaynağı, “Kitap” yani Kur’an-ı Kerim, “Sünnet” yani Peygamber (a.s.) Efendimizin söz, fiil ve başkalarının yaptıklarını tasvipleri demek olan ikrar, “tema” yani bir konu hakkında müçtehit âlimlerin gö­rüş birliği ve "Kıyas" yani hükmü bilinmeyen bir konuyu, illet bir­liğinden hareket ederek, hükmü bilinen bir konuya benzetmektir.

Her ne kadar Kur’an-ı Kerîm’de vakıfla ilgili, sarih bir hük­me rastlanmıyor ve sadece hayra, iyiliğe teşvik edici hükümlerin varlığı biliniyorsa da (1), Hazreti Peygamber (a.s.)’ in sünnetlerinde konunun yeteri kadar açıklığa kavuşturulmuş olduğu görülmekte­dir.

Nitekim Hz. Peygamber (a.s.) Medine Yahudilerinden Kureyza ve Nadîroğullarının ele geçirilen arazilerinde olduğu gibi, onları tamamen Müslüman askerlere dağıtmış, ya Hayber arazisin­de olduğu gibi bir kısmını Müslüman askerlere dağıttığı halde, bir kısmını da işletme ücreti karşılığında eski sahipleri elinde bırak­mış veya Mekke arazisinde olduğu gibi fetihten sonra hiç dağıtmayıp tamamen Müslümanlar namına vakfetmiştir (2).

Hz. Ömer’in kendisine ait bir hurmalığı vakfetme konusunda danıştığında Peygamber (a.s.)’ in ona “Bu hurmalığın aslını, rakabesini vakfet. Böylece o satılmaz, hibe edilmez, miras olarak intikal etmez, yalnızca onun mahsulü gereken yerlere infak edilir, harca­nır, yedirilir” buyurmuş olması ve O’nun da kabul ederek böylece hareket etmesi, Abdullah b. Ömer’in de bu vakfın gelirinden Allah yolunda gaza eden mücahitlerin, esirlikten kurtulmak isteyen kö­lelerin, misafirlerin, yoksulların ve vakfeden kimsenin yakın akra­basının istifade edebileceklerinin şart koşulduğunu bildirmesi Hz. Peygamber (a.s.) devrinde fiilen vakıf yapılmış olduğunun delille­ridir (3).

Hadiste geçen “sadaka” ve “habs” kelimeleri Türkçe ve Farsçaya “vakıf” olarak tercüme edilmiştir (4).

Aslında “sadaka” da Allah rızası için fakirlere verilen şey de­mektir. Vakfedilen malın gelirinin de Allah uğrunda, O’nun yolunda sarf edilmesi sebebiyle, bunun “sadaka” olarak ifade edilmesi, alınıp satılmaktan alıkonması yönüyle “habs” olarak söylenmesi manaca uzak değildir (5). Çünkü İslam’da vakıf yapmaktan gaye Allah’a yaklaşmak, O’na yakın olmaktır (6). Vakıf yapılan malı, hadiste de beyan edildiği gibi, insanın ölümünden sonra da ona sevap kazandı­ran devamlı bir sadaka “sadaka-ı câriye” yapmaktır (7).

Bütün bunlar, vakıfların fiili olarak giderek gelişmesinin ya­nında ilerde nazari bir hukuk müessesesi olarak gelişecek olan va­kıfların İslam hukukunda kaynağını teşkil etmektedir. Nitekim Hz. Ömer, halifeliği döneminde fethettiği yerlerin topraklarını gaziler arasında taksim etmemiş, buraları ora halkına ziraat ortaklığı su­retiyle vererek işletmiş ve vakıf halinde idare ettiği bu araziden gelecek nesillerden fakir olanların da faydalanmasını temin etmiş­tir (8).

Daha birinci hicret asrında gerçekleşen İslam fetihlerinin ge­tirdiği zenginlikler, vakıf müessesesinin gelişmesi için gereken iktisadi şartları hazırlamış, İslâm dininin her türlü hayır ve yardım­laşma konusundaki ahlâkî prensipleri ve uhrevi mükâfat düşünce­si de buna eklenince Müslüman zenginlerin vakıf müessesesini çoğal­tıp geliştirmelerine en büyük âmil olmuştur. Böylece Emevilerden itibaren onu takip eden devirlerde kurulan diğer İslâm devletlerin­de giderek artan bir şekilde fiilen vakıflar tesis edilmiştir (9).

Diğer taraftan buna paralel olarak İslâm hukukunun tedvinine çalışıldığı, Emevi-Abbasi dönemlerinde vakıf müessesesinin hukuki mahiyeti İslâm âlimleri tarafından ele alınmış ve diğer hukuki mü­esseseler arasında bunun da mahiyeti tespit edilmiştir. Biz bu dö­nemlerde yaşayan âlimlerin eserlerinde vakıf konusuna da yer ve­rildiğini, diğer hukuki konularda olduğu gibi vakıf müessesesinin de sistemleştirildiğini görüyoruz. Ayrıca mezheplerin istikrar bulduğu hicri üçüncü asrın ortalarından sonra da vakıfla ilgili müstakil eser­lerin vücuda getirildiğini görmekteyiz (10).

Diğer hemen bütün hukuki konularda olduğu gibi vakıf konu­sunda da âlimlerin önceki dönemlerdeki uygulamalara bakış açılarının farklı olması ve kaynakları farklı değerlendirmeleri onların va­kıflar konusunda da farklı hükümler vermelerine sebep olmuştur.

Meselâ, İmam Şâfiî’ye göre Müslümanlar tarafından savaş ne­ticesinde alınan toprakların gazilere dağıtılması gerekir. O’na göre Hz. Peygamber (a.s.) Hayber’i aldıktan sonra böyle davranmıştır. Hz. Ömer’in fetihten sonra Irak topraklarını dağıtmaması bu konu­da örnek olamaz.

İmam Mâlik’e göre ise, Müslümanlarca fethedilen arazi gazile­re dağıtılamaz. Aksine bunlar Müslümanlar lehine vakıftır ve bura­lardan elde edilecek gelirler Müslümanların umumi olarak faydala­nabilecekleri hayırlı işlere sarf edilir.

Ahmed b. Hanbel’e göre de devlet başkanı bu üç şıktan hangi­sini Müslümanların lehine görüyorsa öyle hareket eder. Üçünün de örneklerini Hz. Peygamber (a.s.)’ in tatbikatlarında bulmak müm­kündür.

Bu konuda Hanefilerin görüşü de, devlet başkanının Müslümanların ele geçirdikleri toprakları tamamen dağıtabileceği, eski sahip­lerinin elinde bırakarak vergi alabileceği veya devlete mal ederek buraya başkalarını yerleştirebileceği şeklindedir (11).

Nazari olarak böyle olmakla birlikte ameli olarak, İslâm âle­minde vakıfların genel olarak Hanefi mezhebinin, özellikle de bu mez­hebin imamlarından Ebû Yusuf’un koyduğu prensiplere göre tesis edilmiş olduğunu, onun prensiplerinin bu mezhebin yaygın olmadığı diğer İslâm memleketlerinde de esas alındığını görmekteyiz (12). Şüp­hesiz böyle olmasında Ebû Yusuf’un Halife Harun Reşid’le birlikte yapmış olduğu bir hac sırasında Medine ve çevresinde, sahabe tara­fından tesis edilen vakıfların burada sağladığı faydaları gördükten sonra ve bulunduğu muhite ulaşmamış bulunan, aile vakıflarıyla il­gili bazı hadiseleri de öğrenmenin yanında Hz. Ömer, Osman, Ali, Talha, Zübeyr, Âişe, Hafsa gibi ileri gelen sahâbilerin vakıf kurmak için gayretlerini tespit ettikten sonra görüşünde meydana gelen değişikliktir. Bu sebeple Ebû Yusuf’un vakıf konusunda vücuda getir­diği sistem, muarızlarının şiddetli tenkitlerine rağmen muvaffak ol­muş ve bu sistem İslâm âleminde asırlarca tatbik olunmuştur (13). Ebû Yusuf’un vakıf müessesesini her tarafta kolaylıkla tatbik edi­lecek şekilde sistemleştirmesinde onun yalnızca bir hukukçu değil, fakat zamanda ilk defa “kadı’l-kuzât” unvanıyla “baş kadı” olarak görev almasının da tesiri olduğu muhakkaktır. Çünkü bu sebeple o, günlük hayatın içindedir ve vazifesi icabı içtimai gerçekleri daha iyi görerek, kanun yaparken devrin iktisadi ve içtimai şartlarını, dini prensipleri göz önüne alarak daha iyi değerlendirebilmiştir (14).

Bütün bu açıklamalardan kolayca anlaşılacağı üzere vakıf mü­essesesi Hz. Peygamber (a.s.) devrinden başlayarak O’nun ölümün­den sonra hicretin ilk asrında teşekkül etmiş ve ikinci asrın son ya­rısında hukuki şeklini almıştır (15).

Netice olarak dini, ahlâkî, hukukî ve iktisadî bir karakter ta­şıyan vakıf müessesesi, ilk gelişme çağlarından itibaren İslâm toplumlarının tekâmülü üzerinde önemli bir rol oynamıştır. Devletin en önemli görevlerinden olan maarif, bayındırlık ve sosyal yardım işle­ri vakıf sistemi sayesinde çok iyi idare edildiğinden İslâm âleminin maddi ve manevi kültür olarak Hristiyan batıya çok üstün bulundu­ğu özellikle sekizinci asırdan itibaren on üçüncü asra kadar, vakıf müessesesi son derecede gelişme kaydetmiştir.

Fakat on dokuzuncu asırdan itibaren büyük bir gelişme gösterip sanayide baş döndürücü bir ilerleme kaydeden Avrupa memleketleri, sahip oldukları müstemlekelerde hâkimiyetlerini daha uzun süre de­vam ettirebilmek için yerli Müslüman halkın dini ve sosyal yaşayış­larını incelemeye başlamış, bu arada vakıf müessesesinin İslâm dün­yası üzerindeki maddi ve manevi tesirleri ile İslâm memleketlerinde vakıf müessesesi üzerinde yapılacak tadilâta rehber olmak üzere meşgul olmuşlardır. Dolayısıyla vakıf sisteminin getirdiği gayrimenkullerin, Müslümanların ellerinden çıkmasını zorlaştıran hüküm­leri müstemlekecilerin sömürge siyasetlerine dini bir engel teşkil ettiğini gördüklerinden vakıf müessesesi Avrupalı hukukçuların, şid­detli tenkitlerine maruz kalmıştır.

Bu arada yine aynı dönemlerde Batı medeniyetinin tesiri altında İslâm âleminde çeşitli sahalarda fikrî bir uyanış başladı ve müs­takil İslâm devletlerinde bazı idari ıslahata teşebbüs edildi. Tabiatıyla birtakım mütefekkirler İslâm ülkelerinin niçin geri kalmış oldu­ğunun sebeplerini araştırmaya ve hemen bütün diğer İslâmî müesseselerde olduğu gibi, Batılılarla birlikte vakıf sistemini de şiddetle tenkit etmeye başladılar, Özellikle Türkiye’de müstakil görüş ve ten­kit kabiliyetinden mahrum, Batı âlemine hayran oldukları için ora­dan gelen her şeyi iyi ve İslâm dünyasında mevcut her müesseseyi kötü gören ilk Avrupalılaşma taraftarları vakıflar aleyhine bir ce­reyan uyandırmaya çalıştılar. Bunlar, çeşitli iç ve dış tesirler sebe­biyle İslâm âleminin gerilemesi neticesi bozulan diğer bütün müesse­seler gibi vakıf müessesesinin de bozulmuş olduğu gerçeğini ters yüz edip sonucu sebep kılmak suretiyle, İslam dünyasının maddi ve ma­nevi gerilemesinde, tarihî seyri içerisinde icra ettiği güzel tesirlerini de hiç düşünmeden, vakıf sisteminin amil olduğunu söylemişler, hatta bir aralık, Tanzimat ve Meşrutiyet dönemlerinde vakıfların tamamıyla kaldırılması hakkında epeyce kuvvetli bir cereyan da mey­dana getirmişlerdir. Bu arada Cumhuriyet döneminde de aynı görüş­te olanlar tarafından müessesesinin aleyhine çeşitli görüşler ileri sürüldüğü gibi, lehinde görüşler de ileri sürülmüş olduğu bir ger­çektir (16).

Burada bir husus daha dikkatimizi çekmektedir: Batılı müs­teşrikler, gerek vakıfla ilgili ve gerek İslam hukukunun diğer müesseseleriyle ilgili tetkiklerini belli bir netice elde etmek için yap­tıklarından vakıf müessesesinin ve diğer müesseselerin İslam huku­kuna, Roma-Bizans hukukundan geçtiğini veya en azından İslam hu­kukunun bu hukukun tesiri altında kaldığını daima ileri sürmüşler­dir. Hatta içlerinden bunun ispat edilmeye bile ihtiyaç göstermeye­cek kadar açık olduğunu ileri sürenler çıkmıştır.

Aslında İslam hukuku Roma hukukuyla veya bugünkü bazı hu­kuk sistemleriyle karşılaştırıldığında aralarında çok orijinal farklar bulunduğu görülmekte ise de, İslam Ansiklopedisine “Fıkıh” mad­desini yazan, İgnas Goldziher başta olmak üzere müsteşriklerden pek çoğu, İslam hukukunun tamamen Roma Hukukunun bir kop­yası olduğunu iddia etmektedirler (17).

İslam hukukçularınca bu iddiayı çürütücü, tarihi bilgi ve bel­gelere dayanarak tamamen ilmî hüviyette, yeterince cevap verilmiş (18) olmakla birlikte bu cevapları serdetmek yerine biz bu konu­da tamamen aksi görüşte olan müsteşriklerin de bulunduğunu söy­lemekle yetineceğiz. Nitekim Bergstrasser, H. Becker ve Nallino gibi bazı müsteşrik ve hukukçular bu iddianın doğru olmadığını Roma hukuk ilminin Fıkıh ilminin teşekkülü üzerinde hiçbir tesirinin bu­lunmadığını kabul etmişlerdir (19).

İslâm hukukunun bütünü hakkında söylenmiş olan bu sözün onun bir parçası olan vakıf müessesesi hakkında da geçerliliğini ka­bul etmek gerekir. Bununla birlikte biz diyoruz ki, insanlar yaratılı­şın ilk devirlerinde bile her şeyden önce Allah’a karşı kulluk görev­leri ile yükümlü idiler. Bu sebeple O’na karşı ibadetlerini yalnız baş­larına yapabildikleri gibi, toplu olarak bir arada da yapmışlardır. İş­te bu sebeple bir ibadet yeri ayırmış olmaları tabiidir, insanların hak yoldan ayrılıp puta taptıkları dönemlerde de durum böyledir.

İbadet yerlerinden herkesin istifade etmesi, buraların birer va­kıf olarak değerlendirilmesini gerektirir. Böyle olan yerler bir mağa­ra veya bir ağaç kovuğu da olsa aynıdır. İbrahim (a.s.) tarafından inşa edilip bırakılan “Kâbe” de bunlardan biridir. Tabiatıyla ölen in­sanların gömüldükleri mezarlıklar, geçtikleri yollar, köprüler, su sar­nıç ve havuzları insanların müşterek kullanageldikleri yerler olmala­rı sebebiyle bunlar da aynı şekilde değerlendirilebilirler (20). Bu nok­tadan hareket edilerek ve bu hususlar göz önünde bulundurularak vakfın İslam’dan önce de varlığı, ama tamamen dinî hayri olarak baş­ladığı kabul edilebilir. Fakat bir hukuk müessesesi olarak, kuruluş ve işleyişiyle cemiyet üzerindeki çok müspet tesirleri göz önüne alındı­ğında vakıfların İslam’ la başladığını söylemek yanlış olmasa gerektir.

DİPNOTLAR

(*) Bu makale 5.12.1988 günü Vakıf Haftası’nda tebliğ olarak sunulmuştur.

(1) Örnek olarak bakınız. Âl-i İmrân, 3/92; en-Nahl, 26/90.

(2) Hamidullah Muhammed, İslam’da Devlet İdaresi, (Terc. Kemal Kuşçu), İstanbul, 1963, s. 195 vd.; Karaman, Hayreddin, Mukayeseli İslâm Hu­kuku, I-III İstanbul, 1974-1987, c. III, s. 72, 73. Uzunpostalcı Mustafa, Hukuk ve İslam Hukuku, I-II, Konya, 1987-1988, c. II, s. 66.

(3) Miras, Kâmil, Sahîh-i Buhârî Muhtasarı Tecrid-i Sarih Tercümesi ve Şer­hi, I-XII, İkinci baskı, Ankara, 1970, c. VII, s. 157, 158; c. VIII, s. 222, 223.

(4) Yediyıldız, Bahaddin, Vakıf, İslam Ansiklopedisi İstanbul, 1986, c. XIII, s. 155; Hâtemî, Hüseyin, Önceki ve Bugünkü Türk Hukukunda Vakıf Kurma Muamelesi, İstanbul, 1969, s. 31.

(5) Pakalın, Mehmet Zeki, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, I-III, İstanbul, 1946, c. III, s. 577.

(6) Cin, Halil, Osmanlı Toprak Düzeni ve Bu Düzenin Bozulması, Ankara, 1978, s. 39; Yediyıldız, a.g.e., XIII, 154.

(7) Miras, a.g.e., IV, s. 592; Müslim, el-Câmiu’s-Sahîh, Kitabü’l-Vasiyye, Bâbü’l- vakıf, (Sofuoğlu Mehmed, Sahîh-i Müslim Tercümesi, I-VIII, 1967-1970, c. V, s. 183)

(8) Miras, a.g.e., VII, s. 158.

(9) Bilmen, Hukuk-ı İslâmiyye ve Istılahât-ı Fıkhiyye Kamusu, İstanbul, 1969, c. IV, s. 304; Köprülü, M. Fuat, İslam ve Türk Hukuk Tarihi Araştır­maları ve Vakıf Müessesesi (Vakıf Müessesesinin Hukuki Mahiyeti ve Tarihi Tekâmülü adlı makale), İstanbul, 1983, s. 369, 370.

(10) Köprülü, M. Fuad, Vakıf Müessesesi ve Vakıf Vesikalarının Tarihi Ehem­miyeti, Vakıflar Dergisi, s. I, İstanbul, 1938, s. 1.

(11) eş-Şevkânî, Muhammed b. Ali b. Muhammed, Neylü’l-evtâr Şerhu Münteka’l-ahbâr Min Ahâdisi Seyyidi’I-ahyâr, I-VIII, Üçüncü baskı, Mısır, 1380/1961, c. VIII, s. 16, 17; Karaman, Hayreddin, İslâm’ın Işığında Gü­nün Meseleleri, I-II, İstanbul, 1982, c. I, s. 141; Şafak, Ali, İslâm Arazi Hukuku ve Tatbikatı (İlk Devirler), İstanbul, 1977, s. 63, 64.

(12) Köprülü, Vakıf Müessesesinin Hukuki Mahiyeti, a.g.e., s. 371.

(13) es-Serahsi, Ebû Bekr Muhammed b, Ahmed b. Ebû Sehl, el-Mebsût, I-XXX, İkinci baskı, Dâru’l-ma’rife, Beyrut, c. XII, s, 28; Köprülü, Va­kıf Müessesesinin Hukuki Mahiyeti, a.g.e., s. 357, 371.

(14) Yediyıldız, a.g.e., XIII, s. 156.

(15) Köprülü, Vakıf Müessesesinin Hukuki Mahiyeti, a.g.e., s. 357.

(16) Köprülü, Vakıf Müessesesinin Hukuki Mahiyeti, a.g.e., 390-393.

(17) Goldziher, Ignas, Fıkıh, İslam Ansiklopedisi, İstanbul, 1964, c. IV, s. 604 vd.

(18) Konu ile ilgili iddia ve cevapları için bakınız. Zeydan, Abdülkerim, İslam Hukukuna Giriş (Terc. Ali Şafak), İstanbul, 1976, s. 125 vd.; Hamidullah, Muhammed, İslâm’ın Hukuk İlmine Yardımları (Makaleler Kül­liyatı), (Derleyen Salih Tuğ), İstanbul, 1382/1962, s. 131 vd.

(19) Köprülü, M. Fuad, (Barthold; W.’nin İslam Medeniyeti Tarihi adlı ese­rine yaptığı ekleme ve düzeltmeler), Beşinci baskı, Ankara, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, No: 86, s. 296.

20) Pakalın, a.g.e., s. 577, 578.