Makale

İSLAM’DA SEMBOLİK ANLATIM

İSLAM’DA SEMBOLİK ANLATIM

Yazan: Muhammedi HAMÎDULLAH
Çev. : Doç. Dr. Sadık KILIÇ

1953 yılında Ordu’da doğdu. İlk, orta ve lise tahsilini Ordu’da tamamladıktan sonra 1972 yılında Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakül­tesine girdi. 1977 yılında fakülteyi bitiren Kılıç önce meslek dersleri öğretmenliği yap­tı. 1978’de İslami İlimler Fakültesine Tefsir asistanı oldu. "Kur’an’da Günah Kavramı” konulu teziyle İlahiyat doktoru unvanını ad­dı. 1985 yılında Yardımcı Doçent, 1987’de de Doçent oldu.

Halen Atatürk Üniversitesi İlahiyat Fakültesinde Tefsir Anabilim Dalı Başkanıdır. Yayınlanmış 4 kitabı ve birçok inceleme ve maka­lesi vardır.

Dünyada her yerde ve eski antik çağlardan bu yana, din konu­sunda insan sembollerden faydalanmıştır; çünkü semboller, istenen düşünceyi daha iyi ifade etmektedir.

Birisine itaat edildiği zaman, kendisinin şef olarak tanınması­nı isteyen kimseye karşı zelil durumunu göstermek için, onun önün­de yerlere kapanılır. Ama var olan, fakat görünmez Tanrı karşısın­da ne yapması gerekir? Cahiliye döneminin mensupları, pek sık olarak, O’nu bir sembol vasıtasıyla ifade edebilmek için, ilahî sıfat­lardan birisini tercih etmişlerdir. Böylelikle, büyücülere göre ateş, kendisine hiçbir şeyin mukavemet edemediği mutlak İlahî gücü; Brahman olan Hindulara göre de inek, (sütüyle, etiyle, derisiyle ve hatta yakıt olarak dışkısıyla) ilahî lütfu temsil etmektedir veya Hindulara göre dört elli insan, şunu demek istemektedir: Eğer in­san iki eliyle bu kadar yetenekli olabiliyorsa, Tanrı’nın en azından dört eli olmalıdır! Ya da, aynı şekilde fil başlı insan, mutlak bil­gili olmayı vs. sembolize etmektedir.

Vahyedilmiş bir din olan İslam, kendilerini yaratanı kendileri yapmaya kadar işi vardıracak olan bu putperest cahilleri taklit et­mezdi. Burada, İslâm dininde bulunan ve bu ilahî dinlerin sonuncu­su olan dine yakışan ilahî kaynaktan mülhem sembolleri açıklamak için bir çaba sarf edilmiştir.

İslam’da sembolik anlatım:

Müteâl ve aşkın olan tek Allah inancıyla İslam, jestler ve söz formülleri görünümü altında, soyut formüllerle yetinmiştir; bu ne­denle, müşahhas nesnelerin kullanıldığı, hemen hemen hiç vaki değildir. Bunun tek istisnası, Hz. Muhammed tarafından kendisinden önceki peygamberlere atfedilen ve İslâm’da, bilhassa hac ibadetin­de varlığını sürdürmüş olan İslâm’dan önceki dinî unsurlarla ilgili görünmektedir. Size sunulan bu çalışma aynı anda hem sembolik objelerle, hem de sembolik jestlerle ilgilenmeyi deneyecektir.

Dinî bina:

Hz. Muhammed (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:

“İslâm’ın binası, tek olan Allah’a iman ile (ki bu, binanın ça­tısı gibidir), (bu çatıyı destekleyen) dört rükün, yani namaz, oruç, zekât ve haccı kapsamaktadır” (1). Şimdi biz bunları teker teker in­celeyelim.

Allah:

Yaratıcımız olan Allah, bize görünmez olmayı tercih etmiştir (2). Bununla beraber insan, ibadet fiilleriyle olduğu kadar tefekkür yo­luyla da, O’nu düşünür. Bu tefekkür sırasında daha ziyade, işte bu ibadet fiilleri sırasındadır ki, herhangi bir araç ile bu zorunlu olan, ama görünmez varlığı tasvir ve temsil etmek ihtiyacını hisseder. İşte bu nedenledir ki Amerikan Kızılderilileri ile Brahmanist Hin­dular nezdinde, hayalî ve fantastik birçok imajla beraber, sayısız idol bulunmaktadır. İslâm da müşahhas bir obje seçmiştir, ama bu­rada hiçbir figüre ihtiyaç bulunmamaktadır. İşte bu obje, “Ev” dir. Bu evin görünmeyen bir sahibi ve orada oturanı bulunmaktadır. “Ev” in bu sahibi, mutlak kudreti ve sonsuz ihtişamı ile oradadır. Eğer bir Müslüman Allah’ın evi önünde secde ediyorsa, bütün dün­ya hemen anlar ki, secde ve ibadetin konusu hiçbir surette bu evin binası değildir; aksine bu ibadet fiillerinin yegâne konusu, bu evde oturandır (3). İşte bu, İslam’da kullanılan en büyük, hatta en temel semboldür. Biz hac münasebetiyle, daha birçok kez bundan bahse­deceğiz.

İslam feylesoflarına göre, Allah zorunlu varlık (Vâcibu’l-vücûd) tır. Her türlü fizik idrakin ötesinde olduğu için insan O’nu ke­malinin zirvesiyle baş başa bırakarak, en azından ruhî hayatın başlangıcındaki gereksinimler dolayısıyla, yaratmış olduğu şeylerden bir nesne ile sembolize etme ihtiyacını pek sık olarak hissetmiştir (4). Çok sonraları İslâm’ın, diğer bütün şeylerin sona erdiği yerde baş­lamış olduğunu söylemesi, işte bundandır. Bu sebeple câmiler, Allah’ı tasvir edici hiçbir nesnenin, ikonun veya başka herhangi bir şeyin bulunmadığı ıssız birer çöl gibidirler (5).

Diğer taraftan tek olan Allah’ın birçok sıfatları olduğu kabul edilmektedir. Ancak Kadir-i Mutlak olan, her yerde hazır ve na­zır olan, mutlak bilgi sahibi ve yaratıcı olan; aynı şekilde duyan, gören, yargılayan, insanları diriltecek olan, hep aynı zattır.

Öte yandan, erken devirlerde Müslüman mistikler (6), şöyle bir benzetmede bulunmuşlardır: Bir grup görmeyen insan, daha önce hiçbir fil ile karşılaşmamışlardı. Bir gün onlara, şehre bir filin geldiği haber verilince, hemen filin yanına varırlar. Onlardan biri­si elini filin hortumuna, İkincisi bacağına, üçüncüsü kulağı üzerine, bir başkası dişleri üzerine koyar ve bu böyle devam edip gider. Dön­düklerinde her biri, fil hakkında edindikleri izlenimlerini aktarırlar. Birisi, “fil, eğri bir direk gibi (hortum)” der; diğeri, “hayır, fil dosdoğru bir sütun gibidir (bacağı)” der. Üçüncüsü atılır: “Hayır, fil geniş bir kanada benziyor (kulağı)!”. Dördüncüsü karşı çıkarak, “hayır, fil kaygan bir taşa benziyor (dişi)!” der ve her biri ken­di intibasını aktarır. Aslında hiç kimse yalan söylememiştir, fakat hiç kimse kendi idrak menzillerinin dışında bulunan fil hakkında hakikati bilememektedir. Şayet, bu temsildeki filin yerine Allah’ı; görmeyen kimselerin yerine de O’nu arayan insanları koyarsak, in­sanların içten bir samimiyetle, ayni olan Allah hakkında neden böyle kişisel farklı sonuçlara ulaştıklarını anlarız; öyleyse, karşı­lıklı olarak hoşgörülü olmak gerekir. Kur’an-ı Kerîm Maide, 5/48 ayetinde buna işaret etmektedir:

“Biz sizlerden her birine bir yol ve şeriat yaptık; eğer Allah dileseydi, muhakkak ki sizi tek bir ümmet haline getirirdi. Ama size verdiği şeylerle sizi sınamak için böyle yapmadı, öyleyse siz, ha­yırlı amellerde yarışın. Allah’a doğru olacaktır hepinizin dönüşü; sonra O, ayrılığa düştüğünüz şeyler hakkında size haber verecek­tir” (7) . İçinde, sadece Hz. Muhammed’e değil de, “Allah’a ve O’nun peygamberlerine iman ediyorum!” ifadesinin geçtiği İslâmî amentü, muhtemelen buradan kaynaklanmaktadır.

Ahiret:

İslâmiyet, görülmeyen, herkesin gideceği, ama kendisinden hiç kimsenin geri gelmediği ahiret hayatına inanmaktadır. Yine İslâ­miyet, son ilahî yargılamaya, cennet ve cehenneme inanmaktadır. Eğer sembollere başvurulmazsa, bunlar nasıl tasvir edilecektir?

Allah, kullan ahirette adalet terazisiyle yargılamaktadır (8). Kulun iyi amelleri terazinin bir kefesine, kötü amelleri de diğer ke­fesine konulacak; bu iki kefeden hangisi ağır gelirse, bu, ilgili ku­lun kaderini belirleyecektir. Görülmektedir ki bu imajlar dünyasın­da, insanların yapmış olduğu fiiller ağırlığı olan nesneler şeklini almaktadır. Cehennemin acıları ve korkuları gibi, cennetin haz ve zevkleri de, burada zikredilmeyecek kadar çok olan başka imaj­ları gerektirecektir. Bütün bunlar, iyi amelleri işlemeye teşvik ve ikna, kötüden de caydırmak içindir (*).

Namaz:

“Namaz, dinin en önemli rüknüdür", der Hz. Peygamber (9), imandan daha çok, burada, ibadette sembolizmden yararlanılmak­tadır. Namazın, evrendeki bütün varlıkların yaptığı ibadetin bir sen­tezi olduğu söylenmektedir. Bu nasıl oluyor, görelim.

Bu İslâmî ibadet şeklinin başlıca üç hareketi veya üç tavrı kapsadığı bilinmektedir: ayakta durmak (kıyama), eğilerek rükûya varmak ve alnı yere koyarak, secdeye varmak... Namaza başlama­dan önce abdest almak, sıkışık saflar halinde cemaatle namazı ter­cih etmek; birçok kere bu üç hareketli devreyi; kıyam, rükû ve secde, tekrarlamak; ayakta uzun uzun duruş (kıyam), rükû ve sec­dede kısa duruşlar yapmak, bazı sureleri yüksek sesle okumak gerekiyor.

Tabiatta üç âlem mevcut değil midir? Cemadat (mineraller) âlemi, hayvanlar âlemi ve bitkiler âlemi. Dağlar daima ayaktadır, böylece onlar (rüzgârların, yağmurların ve tarafımızdan bilinen ve­ya bilinmeyen diğer binlerce şeyin düzenini sağlayarak) yaratan­larına ibadet etmektedirler. Müslüman da namaza, ayakta durarak başlar, hareketsiz ve bir mineral gibi yoğunlaşmış olarak…

Bütün dört ayaklı hayvanlar, kuşlar balıklar, bunların hepsi sürekli bir rükû halindedirler. Namaz kılan Müslümanın ikinci du­ruşu, Allah’ı yüceltmek için, hayvanların bu duruşuna benzer bir biçimde, net bir biçimde eğilerek rükûya gitmektir.

Kökler, bitkilerin, kendileri vasıtasıyla besinleri arayıp bulduk­ları, ağızları durumundadırlar. Başlarını toprağın içine koymuş ola­rak, denilebilir ki, onlar daimî bir secde halindedirler (10). Nama­zın üçüncü hareketi de, alnın yere konulduğu yere kapanmayı, secdeyi kapsamaktadır.

“Ve Allah sizi temizlemek için, gökten üzerinize yağmur indirir” (Enfâl, 8/11). Müslüman namaza başlamadan önce, abdest almak zorundadır. Yıkanmak, günahlardan vazgeçmeyi sembolize eder. Şunu belirtelim ki, abdest esnasında herhangi bir günah işlemiş olan bütün uzuvlar yıkanmaktadır. Görünmeyen organlarla şehevî günahlar işlenmekte; “dış” uzuvlarımızla; meselâ ellerle yazı yazıl­makta, hırsızlık yapılmakta; çehre ile saygınlık kötüye kullanılmak­ta (surat asmak) ; kollarla savaşılmakta; baş ile tasavvurlar edi­nilmekte ve olgunlaştırılmakta; kulaklarla işitilmekte ve ayaklarla da günah yolunda yürünmektedir. Bu organlar yıkanmak suretiy­le, aynı zamanda bir daha günah işlememek ve günahı tekrarlama­mak kesin kararı da alınmaktadır.

“Ve gök gürültüsü, överek ve hamd ederek Allah’ı teşbih etmekte­dir; melekler de…" (Ra’d, 13/13). Müslüman da, kendisinin duyacağı bir sesle, “Allâhu Ekber! — Allah en büyüktür!” diyerek, na­maza başlar. Daha sonraysa, Allah tarafından vahyedilen Kur’an’ dan bazı sureler okuması gerekir. Allah’a doğru olan yolculuk, elek­trik akımı boyuncaki ışık gibi, bizzat Allah’ın sözü vasıtasıyla ya­pılmaktadır. Âmâ olan bir kimse, şayet ona rehberlik edecek bu söz olmazsa, Allah’ın iyi yolunu nasıl tanıyabilecektir?

“Görmedin mi, gerçekte Allah’tır, göklerde ve yerde olan her şeyle, uçmakta olan kuşların kendisini teşbih ettiklerini, muhakkak onların hepsi, kendi namaz ve tesbihini öğrenmiştir” (Nûr, 24/ 41). Yani, Allah’ın noksanlıklardan münezzeh olduğunu söyleme bi­çimini, teşbihi. Namazın prensip olarak, bir imamın önderliğinde ve müminlerin uçuşan kuşlar haline dönüştükleri, cemaat halinde kılınması gerekir.

“Ve Allah, güneş ile ayı, sizin için sürekli bir donanıma tâbi kıldı” (İbrahim, 14/33). Müslümanlar da, aynı şekilde ayakta durma, rükûya varma ve secdeye kapanma fiillerinden oluşan kendi çev­rimlerini, her namazda birçok kereler tekrarlayıp dururlar.

“Görmediler mi, Allah her şeyin, hor ve hakir oldukları halde önün­de secde ederek, sağ ve sola doğru uzanan, bir gölgesini yarattı” (Nahl, 16/48). Aynı şekilde bkz. Ra’d, 13/15. Namaz kılan kimse de, ayakta olduğu zaman uzar, rükû ve secdeye vardığında kısalır; kı­yam için kalktığında yeniden uzar.

Başka benzerlikler de bulunacaktır, ama bunların hepsi “gayr-i beşeri” dir. Namaz da, özellikle beşerî olan ve burada en kıymetli varlık olan insana yakışan bir görkem ihtiva etmektedir: İnsan, Allah’a doğru seyahat etmekte ve her ruh kendisini yaratana yak­laşmaya can atmaktadır. Ama her biri kendi kapasitesine göre… Açıkça, yalnız bir peygamber, Allah’a yaklaşmışların en fazla yak­laşanı olmuştur. Hz. Peygamber’in miracı son derece meşhurdur. Göğe çıktığında, Kur’an’ın da tasvir ettiği gibi (Necm, 53/9), iki yaylık veya daha az bir mesafede Allah tarafından kabul edildi (11). Bu buluşma esnasında Hz. Muhammed, zorunlu olarak selam ver­mekle başladı: “En kutsi selamlar ve en samimî bağlılık Allah’a­dır!”. Allah bu selâma, “Ey Peygamber, selâm, Allah’ın rahmet ve bereketleri senin üzerine olsun!” diyerek cevap verdi. Bunun üze­rine Hz. Muhammed, insanlığa olan ilgisinden ötürü sözü tekrar al­dı: “Selâm, bizlerin ve Allah’ın iyi kulları üzerine olsun”.

“Namaz, mü ‘minin miracıdır” (12) buyurmaktadır, Hz, Peygam­ber. Namaz, mü ‘mini Allah’la buluşmaya götürür. İslâm, bir karı­şıklığa meydan vermemek ve Allah’ın karşısında insanın insan ola­rak kalmasını temin için, bilhassa “birleşme - communion” terimini kullanmaktan kaçınır. Karşılıklı selâmlaşmadan daha güzel bir kar­şılaşma sembolü olur mu? Hakikaten, Müslüman, namazını Hz. Pey­gamber ile Allah arasında teati edilen ve peşinden bağış ve rahmet talebi gelen bu kutsi duaları okuyarak bitirir.

Böylece İslâm, evrendeki bütün varlıkların duasının, aynı za­manda da bütün dinlerin dualarının bir sentezini sunmak istemek­tedir. Çünkü Budist, ayakta tefekkür eder (méditation); Brahmanist Tanrı’nın sıfatlarını (yani lütuflarını) düşünür; Yahudi, Tanrı’nın bildirilmiş sözünü ezberden okur ve Hristiyan, Tanrı’yla birleş­meye can atar. İslâm’ın namaz ibadeti ise bütün bunları içine alır.

Oruç:

Eski bir gelenekle, kazancın onda biri Allah’a bağışlanır. Di­ni bütün olan bir kimse, yemeğinin de onda birini (oruç tutarak) Allah’a sunar.

Müslümanların kullandıkları kamerî yıl, 355 gün (tam olarak 354.36705 gün) ihtiva etmektedir. Kamerî bir ay ise, bazen 29, bazen de 30 gün çeker. Hz. Peygamber’in şöyle dediğini bilmekteyiz: Kim ramazan orucunu tuttuktan sonra, müteakip ayın (Şevval) altı gününü de oruç tutarsa, sanki bütün bir yılı oruçlu geçirmiş gibi olur” (13). Hakikaten 29 + 6 ve 30 + 6, tam olarak 35 ve 36 gün eder. Bunun ortalaması 35.5 gündür. Bu rakamı onla çarparsak, 355 eder ki, bu da bir yıldaki gün sayısıdır. Onla çarpıyoruz, çünkü Allah şunu vadetmiştir:

“Kim bir iyilik yaparsa, ona bu iyiliğin on misli vardır” (En’am, 6/160). Bu sembolizm, İslâmî kamerî yıl sistemiyle çok güzel uyuş­makta, ancak şemsî yıl sistemiyle uyuşmamaktadır (14).

Zekât:

İslâmî bir terim olan “zekât” terimi, batı dillerine “aumone” (sadaka) olarak çevrilmiştir; ben ise “impot” (vergi) kelimesini tercih ediyorum, çünkü sadaka ne mecburidir, ne de miktarı ve za­manı belirlenmiştir. Zekât ise, mecburîdir, miktarı ve zamanı be­lirlenmiştir. O derecede ki, yönetim, zekât vermeyene karşı zorla­yıcı güç kullanımına başvurabilir. Öte yandan -Müslüman bir dev­lette Müslümanı mükellefiyete sokan tek vergi olan- zekât, sadece fakirlere verilmez. Zekât, nemalanan bütün mal çeşitlerini ilgilen­dirir; ziraî ürünler, maden işletmeleri, ticaret, endüstri, altın ve gü­müş tasarrufu vb. Bunlardan faydalanacak olanlar, yalnız fakirler değildir (*).

Eğer namaz ve oruç, tarafımızdan bedenlerimizle yaptığımız bir ibadet ise, topluma ve yönetime ödenen zekâtlar da, malları­mızla Allah’a yaptığımız bir ibadettir, demektedir İslâm hukukçu­ları (Bedenî ibadet, malî ibadet). Zekâtı ödeme görevi müminin ruhuna öyle yerleşmiştir ki, şayet idarenin haberi olmasa veya idare­nin, herhangi bir sebeple, zekâtı vermeye zorlayacak vasıtaları bu­lunmasa bile, o zekâtını vererek bunun sorumluluğundan kurtulur. Birçok kereler Kur’an-ı Kerim, aynı kuvvetle “namazı dosdoğru kılınız ve zekâtı veriniz!” buyurmaktadır. Bu, İslâm’ın dinî sistemi­nin, ne ruh bedenin aleyhine, ne de beden ruhun aleyhine gelişmeksizin, tam ve kavrayıcı olmak istediğinin en güzel delilidir.

Hac:

Kadın erkek her Müslüman için bir ödev olan hac esnasında, Allah’ın evi olan Kâbe ziyaret edilir. Rivayete göre Kâbe’yi, yer­yüzüne dönüşünün öncesinde gökyüzünde görmüş olduğu bir şeyin anısına, Âdem (a.s.) yapmıştır (15). (Nûh/a.s.) zamanındaki Tufandan sonraysa, binayı yenileyen ve oraya, Hz. Âdem’in cennetten getirmiş olduğu Hacer-i Esved’ i yerleştiren Hz. İbrahim olmuştur. İşte Hz. İbrahim’den bu yana hac, günümüze kadar devam etmekte­dir; İslam’sa haccı temel ibadetlerden biri olarak emrederek tamamıyla kendine mal etmiştir. Hac da sembolik anlatım mühim rol oynamaktadır.

Kur’an-ı Kerim, Allah ile insanın konumlarını ifade için Melik ile Abd tabirlerini seçmiştir. Allah, Kutsal Melik’tir (Haşr, 59/23; Cum’a, 62/1); göklerin ve yerin hükümranlığı ancak O’na aittir (A. İmran, 3/189); göklerin ve yerin orduları O’nundur ancak (Fe­tih, 48/4); göklerin ve yerin hazineleri de ancak O’nundur (Münafikûn, 63/7). Bir hükümranlığın ise sadece toprağı, orduları ve hazineleri değil, ama bir başkenti de olmalıdır. İslâm’dan evvelki dö­nemlerden itibaren (Bkz. Şûra, 42/7) Mekke’nin niçin Anakent, me­lik sarayına da sahip olması gereken başşehir anlamına gelen Ummul’-kurâ diye çağrıldığı bilinmiyor. Kur’an’ın Allah’ın Evi (Beytu’llah) adını verdiği yapı ise, Kâbe’dir. Bu eve, tavaf dönüşlerinin başlangıcını göstermek için, bir siyah taş (Haceru’l-esved) yerleş­tirilmiştir; Hz. Peygamber bu taşı, "Allah’ın yeryüzündeki eli” di­ye isimlendirmiştir. Haklıdır da:

Dürüst ve itaatkâr tebaanın, bağlılık yemini etmesi gerekir. O, melikin evine gider ve elini melikinki üzerine koyarak, akit yapar. Hakikaten Müslüman hacı da, onu koruyan ve onu müdafaa uğruna canını vermeye hazır bir nöbetçi gibi, Beytu’llah’ı tavafa başlama­dan önce, elini Haceru’l-Esved’in üzerine koyar (ki bu fiil, sözleş­menin elde edilmesi manasına gelen “istilâm" olarak isimlendiri­lir).

Öte yandan melikler, bir yere gitmek için yürümezler; onlar ta­şınırlar. Kur’an-ı Kerîm’e göre (Hakka, 69/17), hüküm gününde se­kiz melek, bir tahtırevan gibi, Allah’ın Arş’ını taşıyacaktır.

Haccı oluşturan başka unsurlar da bulunmaktadır. Kâbe’nin önünde, Safa ve Merve adını taşıyan iki kaya bulunmaktadır. Riva­yete göre, Hz. İbrahim’in karısı Hacer, susamış olan bebeği İsmail’e su bulmak için, bu iki nokta arasında yedi defa koşar. Burada söz konusu olan anne sevgisi, Allah’ın yaratıklarına olan sevgisini sem­bolize eder (Ahzab, 33/43). Hacer’in annelik sevgisine saygı göste­rilirken, ilahî sevgiye de şükredilir ve Allah’ın rahmet ve lütfu talep edilir.

İbrahim (a.s.), Allah’ı her şeyden çok sevdiğini söylüyordu. Yaşlılığında bir oğlu oldu; tutkulu bir şekilde sevdiği İsmail… İbra­him’i imtihan etmek için, Allah ona, İsmail’i kurban etmesini söy­ler. (İsmail, kurban edilmek (istenen) ilk çocuktur. Krş. Ezekyal, 20/?). İbrahim (a.s.) itiraz etmeden bunu kabul eder. Şeytan ise, İbrahim’i bundan vazgeçirmenin yollarını arar, ama İbrahim (a.s.) şeytanı taşlayarak kovar. O zaman da şeytan, aracılık etmesi için Hacer’den faydalanmayı dener ama Hacer de şeytanı taşlar. En ni­hayet, boğazlanmayı reddetmeye ikna etmek için, genç çocuk İs­mail’in önüne çıkar; şeytan, ondan da taştan başka bir şey alamaz. Hacılar hâlâ bu gün, bir zamanlar şeytanın taşlandığı yerde yükseltilmiş bulunan üç dikili taşı taşlamaktadırlar. Mümin hacı böylece, şeytanî kışkırtmaları kovmak istemektedir. Hz. İbrahim’in ila­hî imtihanındaki bu muhteşem başarısından sonra O’nu, ikinci bir oğul ile mükâfatlandırır (Saffat, 37/110-112).

Yeryüzüne geldiğinde Âdem (a.s.) eşi Havva’yı kaybetmişti. Çok geçmeden Havva ile hacıların, ihtiram duygusu ve Allah’ın affına nail olmak için dua ederek tam bir gün geçirdikleri Arafat’­ta buluştu. Yine burada, Cebelu’r-rahme’ (Rahmet Dağı) nin tepesindedir ki, Hz. Muhammed, Veda Haccında dağdaki hutbesini, Veda Hutbesini -çünkü üç ay sonra vefat edecektir- irad edecek ve getirdiği dinin öğretilerini özetleyecektir. Bu hitabe, İslâm’a gö­re insan hakları ve ödevlerinin temelini oluşturur (16).

Allah’ın arşı altında, meleklere tahsis edilmiş bir cami bulun­maktadır. Hz. Muhammed, Mekke’deki Kâbe’nin, tam olarak bu göksel câminin altında bulunduğunu; o derecede ki, oradan bir taş atılsa, bunun Kâbe’nin damı üzerine düşeceğini söylemiştir. Öyley­se Kâbe, göğe, Arş-ı İlahi’ye açılan bir pencere durumundadır.

Kâbe’nin yüksekliği 28 zirâdır; ayın evreleri gibi, Arapçadaki harflerin sayısı da 28’dir. Endülüslü büyük mistik İbn Arabi’ye göre, bu tamamıyla bir tesadüf olamaz. Bunun gibi Kâbe kelimesi de, aynı anda hem kare şeklinde olmaya, hem de dairevî (circulaire) olmaya işaret etmektedir. Kâbe’nin plânının da iki formu vardır: yarı dairevî bir kısma bitişik olan kare kısım, plânın bütünü, bir kalp şeklini almaktadır. Bu münasebetle bir kutsi hadisi hatırlata­lım: “Allah şöyle buyurdu: Ben ne göklere sığarım, ne de yere; fakat mümin kulumun kalbi beni içine alır!” (17). Allah’ın evi için bir kalp şekli sembol olarak ne mükemmel bir formdur!

Daha önce değindiğimiz gibi, İslam’ın diğer esaslarındaki hu­susiyetin aksine olarak, bilhassa hacda sembolik anlatım ve so­mut objelerden faydalanılmaktadır. Az önce anlatılanlar, bu konu­da fikir vermek için yetecektir sanıyorum.

DİPNOTLAR

(1) Buharî, Sahih, iman, 1, 2 (1/9-10). “Allah’tan başka bir ilâh olmadığına şehadette bulunmak, Allah isminin nurunun tecellisinden meydana gelir. Na­mazı dosdoğru kılmak, Rab isminin tecellilerindendir; çünkü Rab kelime­si “terbiye etmek” manasından iştikak etmiştir. Kul da namaz yardımıyla imanını terbiye etmektedir. Zekât vermek, Rahman isminin tecellisindendir. Çünkü Rahman, çok rahmet eden demektir. Zekât da fakirlere merha­metten ötürü verilir. Ramazan orucunu tutmak ise, rahim isminin tecelli­ sidir. Çünkü oruç tutan kimse, aç kaldığı zaman fakirlerin açlığını hatır­lar da, onlara ihtiyaç duydukları şeyleri verir. (...) Haccetmek ise, Mâlik-i yevmi’d-dîn isminin tecellisindendir; çünkü hac esnasında çoluğu çocuğu terk etmek gerekir. Bu ise, bir tür kıyamet yolculuğudur.” (Fahruddin er- Razî, (v. 606), et-Tefsîrul-kebîr, 1/286).

(2) Cenab-ı Hakk’ın görmezliği karşısında kimi ümmetlerin, iman etmelerini O’nu görme şartına bağladıklarını görüyoruz: "Ey Mûsâ, Allah’ı açıkça gör­medikçe, sana iman etmeyiz!” (Bakara, 2/55) ve “Allah bize melekler gön­dermeli ya da Rabbimizi görmeli değil miydik?” (Furkan, 25/21). Ehl-i sün­net ile Mu’tezile arasındaki “rü’yetullah’ a dair tartışmalar oldukça meşhur­dur. Bu konuyla ilgili detaylı açıklamalar için bkz. Doç. Dr. Talât Koçyiğit, Kur’an ve Hadiste Ru’yet meselesi, Ankara Üniversitesi Yayınları, 1974.

(3) Bu ilk “Ev” e, Kâbe’ye yöneliş, kalbi bağlanmanın jestlerle ifadesidir; ha­reketsel bir semboldür. “Kendisine yönelmekte olduğun Kâbe’yi Biz, Peygamber’e uyanları bilelim diye yaptık” (Bakara, 2/143).

(4) Bu bakımdan “Hiçbir şey O’nun misli gibi değildir” (Şûra, 53/11) ayeti, oldukça anlamlıdır. Yani Allahu Teâlâ’nın ne zatı, ne sıfatlan ve ne de fiilleri hususunda hiçbir dengi ve benzeri yoktur. O, zatında ve sıfatlarında tek ve kendisi hiçbir şeye muhtaç olmayıp, her şeyin kendisine muhtaç olduğu varlıktır (Samed). Kurtubi (v. 671) ’ye göreyse şöyle anlayabiliriz: Allahu Teâlâ, azamet ve kibriyasında, hükümranlığı ve Esmâ-i Hüsna’sında yaratıklarından hiçbirine benzemez; hiçbir şey de O’na benzemez ve benzetilemez” (Muhammed Ali es-Sabunî, Safve et-Tefasîr, III/134).

(5) Arabesk tezyinatın yanında, bilhassa camilerle bütünleşmiş olan hat sa­natı, camilerin taştan duvarlarını Kur’an’ın bir binası haline getirmiş, mekânsal sonsuzluk fikri, Kur’an hattı vasıtasıyla ilahî sonsuzluk fikrîne ze­min oluşturmuştur. Geniş bilgi için bkz. “Espace de l’Islâm” (İslam’da mekân anlayışı, Necmüddin Bammat, (v. 1985), İlim ve sanat, Mart-Nisan, 1987, s. 41-50.

(6) İslam sufilerine, Batılı bir terim olan ve kendi kültürel coğrafyasının de­ğerlerini taşıyan “mistik” adının verilmesi, zihinlerde, çoğu kez kavram kargaşasına sebebiyet vermektedir. Böyle bir kullanım, ya bilinçsiz bir taklitin neticesi olmakta ya da her iki terimin de, kültürel ve tarihî ağırlık ba­kımından eşdeğerde olduğu şeklindeki bir savdan kaynaklanabilmektedir. Haddi zatında, terimleri kullanım alanına dâhil etmeden önce, onların bir "şecere” ve “nesep” araştırmasını yaparak, yanlış yönlenme ve yönlendirmelere yol açmamalıyız. Biz bu farkı ortaya koyacak biçimde, Guenon’un şu açıklamalarına dikkatleri çekmeli istiyoruz: “Gerçek şu ki, “sufîlik”, içinde kendi yasalarını bulduğu Kur’an gibi, Arapçadır. Ancak bu prensip­leri Kur’an’da bulabilmek için, O’nun derin manasını teşkil eden hakikat­ler izlenerek anlaşılmalı ve yorumlanmalıdır. Ama sadece, yeterlilikleri an­cak dış, zahiri sahada geçerli olan zahir ulemasının dilbilimsel, Iojik ve kelam çözümlemeleriyle değil! (...) Nihayet, bu gün batılılar arasında çok yaygın olan bir kanaatin aksine olarak, İslâmî içsel hareketin (esoterisme), mistisizmle hiçbir ortak yanının olmadığım açıklamak zorundayız; buraya kadar anlattıklarımızla, bunun sebeplerini kolayca anlayabiliriz. Her şey­den önce mistisizm, gerçekte tamamıyla Hristiyanlığa has bir şeydir. An­cak hatalı benzetmeler yapılarak, bu mistisizmin başka yerlerde de, az ve­ya çok tam olan eşdeğerlerinin bulunduğu iddia edilebilmektedir. Diğer yandan, “pasif” bir tavır olan ve netice olarak, bir bakıma anlık ola rak ve hiçbir çaba göstermeksizin, kendisine geleni kavramakla yetinen mis­tik kişinin hiçbir metodu yoktur; öyleyse onun sufi anlamda bir tarikatı da olamaz. Üstelik daima tecrit hayatı yaşayan mistiğin ne bir şeyhi, ne de bir silsilesi mevcut değildir. (…) Şunu söyleyebiliriz ki, “mistik yol" ile “sufîlik yolu”, kendilerine has karakterleri sebebiyle, kökten uyuşmazlar. Ayrıca Arapçada, “mysticisme” kelimesini takribi olarak karşılayabilecek bir kelime yoktur. Bu bile, ’‘mysticisme” kelimesinin ifade ettiği mananın, İslâmî geleneğe tamamıyla yabancı olduğunu açıklar" (Aperçus, Gallimerd, 1973, p. 20-22).

(7) Cenab-ı Hak, her peygambere ayrı bir yol ve şeriat vermiştir. İlahi hik­meti gereğince, her asır insanlarını ayni yol üzerinde ittifak eden bir üm­met yapmamıştır. Bu da kullarını, her asra uygun olan dinî esaslarda im­tihan etmek içindir; bu farklılığın hikmet-i ilahî gereği olduğuna inanıp itaat ederek bunlarla amel mi edecekler, yoksa Hak’tan sapacaklar mı diye… (Beydavî, (v. 691), Envâru’t-tenzîl, 1/121). Her peygamberin getirdiği esas­lar, teferruatta farklı iseler de, hepsinin ortak yönü, Tevhid inancına da­vet etmeleridir. Nitekim ’‘Senden önce yolladığımız her peygambere mutla­ka, ‘Ben’den başka ilah yoktur, öyleyse bana ibadet edin!’ diye vahyediyorduk” (Enbiya, 21/25) buyurulmaktadır. Bundan, hoşgörü ve yakınlıktaki esas ölçünün tevhîd inancı olduğunu; binaenaleyh, tevhîd inancına sığdırılamayacak şeylere, dinî anlamda hoşgörü duyulamayacağını, açık bir biçim­de anlamaktayız, öte yandan korunması esas olan beş konu, bütün tevhid dinlerinde ortak esaslardandır.

(8) “Biz kıyamet gününde, adil tartan teraziler kuracağız” (Enbiya, 21/47); bundan ötürü, "O gün tartı haktır; kimin terazisi ağır gelirse, işte onlar kurtulmuşlardır. Ama kiminki de hafif gelirse, işte onlar kendilerini ziya­na sokanların ta kendileridir” (A’râf, 7/9; Müminun, 23/102, 103). “Tera­zisi ağır gelenler, hoşnut olunacak bir yaşam içindedirler. Terazisi hafif gelenin ise varacağı yer, haviye denilen ateştir" (Karia, 101/6-9). Ayetlerde geçen “mizan, mevâzîn” kelimelerini, hesap gününde, Allah’ın adaletinin tamlığını ifade için “adaletten ve hakkaniyetten” kinaye olarak anlamak gerekir. Ayni kelimenin geçtiği şu hadisi de böyle anlamaya çalışarak, “mizan” kelimesinin yorumundaki çok müşahhas ve mücessem açıklamalar­dan kaçınmak gerekir: “Hesap gününde kul, terazinin (“mizan”) yanına getirilir, önüne, her biri göz alabildiğince kalın olan, doksan dokuz kayıt defteri açılır. Derken, adama, üzerinde şehadeteynin bulunduğu bir kart “bıtâka”) çıkarılır. Kayıt defterleri bir kefeye, kart da diğer kefeye konu­lur. Kayıt defterleri hafif gelerek düşerler; kartın ağırlığı fazla gelir” (Tirmizî, (v. 209), el-Cami, iman, 17 (V/41).

(*) Va’d edilen uhrevî mükâfat ve cezalar birer gerçek olup, bunların mahiyetlerini idrak ve tasavvur etmek, insan için mümkün değildir. (Diy. İşl. Bşk.lığı’nın notu).

(9) es-Suyutî, (v. 911), el-Cami’u’s-sagir, II/51. “Namaz, cismanî miraç ile ru­hani miracı kendinde toplamaktadır. Cismani miraç, fiillerle; ruhen miraç da zikirlerle olmaktadır. Ey kul, bu miraca başlamak istediğin zaman, ön­ce iyice bir temizlen; çünkü bu makam, kutsi bir makamdır. Elbisen ve bedenin temiz olsun, çünkü sen, Mukaddes Tuvâ Vadisi’ndesin (…). İyice temizlendiğinde, iki elini kulakların hizasına kaldır. Bu, dünya âlemiyle ahiret âleminden fani olduğuna işarettir. O zaman, her ikisinden de, kat-ı na­zar et! Kalbini, ruhunu, sırrını, idrakini, zikrini ve fikrini Allah’a çevir!” (Razî (v. 606), et-tefsiru’l-kebîr, 1/275). Namazdaki secdenin sayısı, sem­bolizm içinde başka bir sembolizm oluşturmaktadır:

a — Birinci secde ezel, ikincisi de ebed içindir. Bu iki secde arasında doğ­rulmaksa, dünyanın ezel ile ebed arasında bulunduğuna bir işarettir. Çünkü sen, Allah’ın ezelî oluşu ile, O’nun “el-Evvel” olduğunu idrak ediyor ve bunun üzerine secdeye kapanıyorsun. O’nun ebedî olduğunu idrak etmekle de, “el-Ahir” olduğunu anlıyor, ikinci defa secdeye ka­panıyorsun.

b — İlk secde ile, dünya âleminin ahiret âleminde fani olacağını; ikinci secde ile, Allah’ın celâl nuru zuhur ettiği zaman da, ahiret âleminin fena bulacağını anlıyoruz.

c — Birinci secde, her şeyin kendi nefsinde yok olucu olduğunu; ikinci secde de, her şeyin ancak Allah’ın ibkasıyla beka bulacağını ve,

d — Birinci secde ile, şehadet âleminin; ikinci ile de ruhlar âleminin doğ­rudan Allah’a boyun eğdiğini anlıyoruz (Razî, et-Tefsiru’l kebîr, 1/283).

(10) Hristiyan din adamları da, tabiatta mevcut sembolizme işarette bulunmuş­lardır. Meselâ Ölülerin dirilmesini inkâr edenlere hitap ederek, Antakyalı Théophile, bu kimseleri, Allah’ın tabiatta cereyan eden ritmik olaylara, mev­simlere, gece ve gündüze yerleştirmiş olduğu izlere ve işaretlere havale etmiştir: "Tohumlar ve meyveler için bir dirilme mevcut değil midir?” Romalı Clemen içinse, “gece ve gündüz, bize ölümden sonra dirilmeyi göstermektedirler...” (M. Eliade, Sacré et le profane, Gallimard, 1965, p. 116-117).

(11) “Sonra yaklaştı ve sarktı. Derken, aralarındaki mesafe, iki yay uzunluğu veya daha az idi” (Necm, 53/8-9). Necm suresindeki bu ayetlerin tefsiri hakkında farklı iki görüş bulunmaktadır. Hz. Aişe (v. 58), Abdullah ibn Mesûd (v. 32) ve Ebû Zer’in (v. 31) benimsedikleri görüşe göre, burada yaklaşan Cebrail’dir; kendisine yaklaşılan da Hz. Muhammed’dir. İbn Ab­bas’ (v. 68) tan rivayet edildiğine göreyse, burada yaklaşan Hz. Peygamber’dir; kendisine yaklaşılan ise, Cenab-ı Hak’tır. Çünkü Hz. Peygamber, kalp gözüyle olmak üzere, O’nu, Rabbini iki defa görmüştür (Muhammed es-Sabuni, Muhtasaru ibn Kesir, III/398).

(12) Suyuti, el’Camiu’ssagir, II/51; ed-Dihlevî, Huccetu’llahi’l-baliğa, I/153).

(13) Müslim, Sahih, sıyam, 204, (II/822).

(14) Konuyla ilgili geniş bir inceleme için bkz. Muhammad Hamidullah, Pourquoi

Jeûner, Editions Tougui, Paris, 1983.

(*) Bu yazı, "La symbolique en İslâm, Paris, Decembre 1986, p. 26.” başlığı altında yayınlanmış olup, notlar tarafımızdan ilâve edilmiştir. Bu vesiley­le, Muhterem Muhammed Hamidiullah Bey’i şükranla anar, kendisine be­reket dolu nice yıllar dileriz.

(15) Kâbe’nin tarihiyle ilgili olarak üç görüş dikkati çekmektedir:

a — Kabe’yi semadan Cenab-ı Hak indirmiştir. Yeryüzüne indirilmiş olan Âdem’e Cenab-ı Hak şöyle seslenir: “Ey Âdem, yeryüzüne seninle beraber bir ev indirdim. Arşımın etrafında nasıl tavaf ediliyorsa, ay­nı şekilde Kâbe’nin etrafında, da tavaf edilir. Onun yanına git!”. Bu­nun üzerine Hz. Âdem Kâbe’nin yanına gelir; O ve O’ndan sonraki peygamberler Kâbe’yi tavaf ederler (Ezrakî, (v. 223), Ahbaru Mek­ke, I/42). Bu, Tufan’a kadar sürer, Tufan olunca da Allah Kâbe’yi semaya yükseltir. Ta ki, İbrahim’ (a.s.) i, Kâbe’nin bulunduğu yere yerleştirinceye kadar. İbrahim de, beş dağdan topladığı taş ile Kâbe’yi inşa eder.

b — Kabe’yi ilk önce Hz. Âdem bina etmiştir. İbn Abbas, Atâ ve Katade’nin benimsediği bu görüşe göre, sonradan Kâbe’nin izi silinince, Hz. İbrahim eski temelleri üzerine Kâbe’yi yeniden inşa eder (Ahbaru Mekke, 1/16, 62; Tabersî, (v. 548), Mecmeu’l-beyan, 1/207).

c — Kabe’yi ilk defa bina eden Hz. İbrahim ve oğlu Hz. İsmail’dir. “Eğer, insanlar Kâbe’yi haccetmemiş olsalardı, Allah gökyüzünü yerin üze­rine kapardı. Bu evin şerefi ise, önce, O’nu inşa edenin şerefinden kaynaklanır kİ o da, Halilu’r-Rahman’dır” (İbn Kesir (v. 774), Tefsiru’l-Kur’ani’l-Azîm, 1/68).

(16) Geniş açıklamalar için bkz. Muhammed Hamidullah, el-Vesâiku’ssiyasiyye, 4, bkz. Beyrut, s. 360-368).

(17) “Yaratılmış olan şeylerin en muhteşemi, zaman ile mekândır. Mekân sonu olmayan bir feza ve ucu olmayan bir boşluktur. Zamansa, ezel âleminin karanlıklarının diplerinden ebed âleminin karanlıklarına aktığı vehmedilen, bir süreklilik ve kesintisizliktir. Adeta o, ezel dağı dibinden çıkıp, ebed da­ğının diplerine doğru seyreden bir nehir gibidir. Ne, ne zaman fışkırdığı bilinir ne de nerede duracağı… İlklik ve sonluk, zamanın sıfatıdır; zahir ve batınsa, mekânın, Hak Teâlâ ise, Zahir ve Batın olarak mekânı; Evvel ve Ahir olarak da zamanı kuşatmıştır. O, zamanın ve mekânın müdebbiri olunca da, zaman ve mekândan münezzeh olmuştur” (Razî et-Tefsiru’l-kebir, 1/279).