Makale

İSLÂM TARİHİNDE ÂLİMLERİN MEVKİİ

İSLÂM TARİHİNDE ÂLİMLERİN MEVKİİ

CELAL YILDIRIM
Afyon Müftüsü

İslâm’ın ilim ve medeniyet alanlarında ikbal grafiği yükselme kaydeder­ken ilim adamlarına müstesnâ bir yer verildiğini görmekteyiz. Devrin halîfe­leri kendilerinden sonra mevki-i iktidara geçecek olan devlet ricaline ilmin ve âlimin korunması, hürmet ve takdir görmesi hususunda tavsiyelerde bu­lunmuşlardır. Bu tavsiyelerde bilhassa şu noktalar üzerinde durulmuştur: Memleketin ilerlemesinde, dîn-ü devletin ayakta durmasında, halkın eğitil­mesinde, kültürlü bir neslin yetiştirilmesinde ilim adamlarına olan ihtiyaç, havaya ve suya olan ihtiyaç kadar lüzumludur; bu lüzum hiç bir zaman kaabil-i red değildir.

Hazret-i Peygamber (A.S.)ın «İlim İslâm’ın hayatıdır.» (1) buyurması bu lüzumun şahididir. Tarihin her devrinden buna örnekler bulup çıkarmak mümkündür.

Emevî halîfelerinden (İkinci Ömer) diye anılan Ömer bin Abdulaziz ka­leme aldığı bir risâlesinde bu mümtaz sınıfa temas ederek diyor ki: «Bilmiş olunuz ki bir memlekette ilim adamlarının mevcudiyeti güneş kadar lüzumlu sayılmadıkça o memleket kalkınamaz; kısa bir müddet içinde kalkınsa bile ze­vali yakındır. Bir çıraya ne kadar çok yağ konulur, fitili ne kadar geniş ve uzun tutulursa çıra o nisbette fazla ışık verir. Böylece bir beldede ilim ada­mına ne kadar çok takdir sunulur, kadr-u kıymetleri ne kadar fazla bilinirse orada ilmin parlak ziyası o nisbette artar ve ilme karşı rağbet çoğalır.»

Büyük Alman fikir adamı ve yazarı Goethe’nin dediği gibi, «Bir mem­lekette ilim adamına takdir sunulmazsa o memlekette ilim adamı yetişmez.»

Abbasî halifelerinden Mansûr’a sorulmuş:

— Şu dünyada arzu edip de nâil olamadığın bir şey kaldı mı?

Halîfe cevap vermiş:

— Bence önemli olarak tek bir şey kaldı ki nâil olduğum her şeyden da­ha azîz, daha yüksek ve başladığım her işten daha büyük bir mâna taşır, o da âlimlerin meclisine gidip oturmak, onların ilm-u fazlından istifade etmek, feyizli pınarlarından yeteri kadar nasîb almaktı, işte buna nâil olamadım!. (2)

Kur’ân-ı Kerim’e ilk noktalama işâretleri koyan meşhur âlim Ebû Esved ed-Düelî diyor ki: «İlimden daha azîz bir şey yoktur. Krallar halka hükme­derler, âlimler de krallara hükmeder.» (3).

Medine’nin meşhur fakîh ve müfessirlerinden «Saîd bin el-Müseyyeb, ıs­rarla istenildiği halde kızını devrin halîfesi «Abdülmelik bin Mervan’ın oğlu­na vermemiş, fakat âlimlerden birine vermeyi tercih etmiş; rivâyete göre Ab­dülmelik’in meclisinde sık sık bulunan mütevazi bir din âlimini damad edin­mek suretiyle âlimin kadrini yüceltmiştir.

Tabiîn-i Kiram’dan büyük âlim Hasan el-Basrî Hazretleri vefat ettiği gün Basra bir ana-baba günü olmuş, halkın hepsi sokaklara dökülmüş, cenazeyi teşyi etmiyen tek kimse kalmamış, o kadar ki halk kabristana gittiğinden ikindi namazında camilerde tek cemaat bulunmamıştır. Bu manzara, o dev­rin insanlarının ilme ve din adamlarına verdiği değerin örneklerinden ancak biridir.

İlim tahsil etmek, ayni zamanda «İmam-i Dari’l-Hicre» ünvaniyle şöhret bulan İmâm Mâlik’in halka-i tedrisine girmek maksadiyle Medine’ye gelen Muhammed bin İdris eş-Şâfiî, beraberinde getirmiş olduğu tavsiye mektubu­nu Medine valisine takdim ettiğinde vâlinin rengi değişmiş, İmâm Şâfiî’yi îmâm Mâlik’e nasıl götürüp tavsiye edeceğini şaşırmış ve bir ara hissiyatını gizleyemiyerek demiş ki: «İmâm Mâlik’in huzuruna çıkmaktansa Medine’den Mekke’ye baş açık, yalın ayak yürümek bana daha kolay gelir!» (4)

Şüphesiz ki bu da o devrin ilme açmış olduğu geniş kapıyı ve o asırdaki İslâm âlimlerine verilen değeri, ayni zamanda onların devlet adamları üze­rindeki mehabet ve te’sirini gösteren belgelerden biridir.

Dünyanın yaklaşık olarak beşte birine hükmeden ve Bizans İmparatoru­na kafa tutan Abbasî halîfelerinden Harun Reşîd’in halîfe olduktan sonra yazmış olduğu mektuba, bir zalimin eli dokunmuştur diye elini sürmeyen devrin büyük âlimlerinden Süfyân-i Sevrî (Rahmetü’llahi aleyh) ona verdiği cevapta: «Allah’ın günahkâr kulu Süfyân-i Sevrî’den imân lezzetinden mah­rum, bomboş emellerin vermiş olduğu gurur ile sarhoş olan Harun Reşîd’e!» diye başladığı ve nasihat yollu yazmış olduğu mektup Harun Reşîd’e ulaşın­ca derhal te’sirini gösteriyor; Halîfe hem mektubu okuyor, hem göz yaşları döküyor ve ölünceye kadar her namazdan sonra, Allah rızası için yazılmış ivaz ve garazdan uzak mektubu okumaya devam ediyor. (5).

Böylece koca bir İslâm İmparatorluğunun başında bulunan muhteşem hükümdar, bir âlimin mektubu karşısında küçülüp kalıyor ve bir çocuk gibi göz yaşı döküyor.

Dünya tarihinde Müslümanlardan başka hiç bir milletin ilme ilim ada­mına bunca hürmet beslediğini görmek mümkün değildir. Hiç şüphe yok ki, Kur’ân-ı Kerîm’in ilimle sarmaş-dolaş gelmesi, her asrın ilmine ışık tutan ma­hiyette ilmî veriler taşıması bu şuurun uyanmasına ve bu ruhun hâkim ol­masına yol açmış, ilim devletine erişen bilginlerin karşısında hükümdarların baş eğmesini sağlamıştır. İkinci bir sebep ise, İslâm’ın yükselme devirlerinde ilim adamları ilmi Allah rızasını talep ederek tahsil etmiş ve onu yine rıza-yi Bâriy’e erişmek için okutmuş; maddî menfaat, dünyevî maksad gibi şâibelerden mümkün olduğu nisbette uzak tutmuşlardır. Çünkü onlar biliyorlardı ki maddî menfaatlere şahsî çıkarlara alet edilen ilim, hem değerini, hem de te’sirini kaybeder. Bu bakımdan büyük ilim adamları kendilerinin vefatından sonra yerleri boş kalmasın, kafalarındaki ilim onlarla birlikte kabre girme­sin diye ilme istekli olan çok zeki talebeyi seçer, yıllarca onlara ilim ve irfan vermeye çalışır, ayni zamanda ibâte ve iâşelerini de te’min ederlerdi. İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe bunun müstesna örneklerini vermiştir.

Gerek halkın, gerekse devlet ricalinin alime olduğu kadar medreseye de büyük hürmetleri vardı. Medrese kutsal bir yer sayılır, oraya gelişigüzel, lâubâlî bir tavırla girilmezdi. Talebenin müderrise karşı hudutsuz sevgi ve saygıları vardı. Hiç bir talebe hocasının karşısında edep dışı bir harekette bulunmaz, soracağı bir şey olursa, onu kemal-i edeple sorardı. İslâm eğitimi bütün ruh ve mânasiyle orada hâkimdi.

Medreselerde bir baş müderris (Şeyhü’l-medrese) bulunur ve sonra sıra ile müderris (profeasör) ve muîd (asistan)ler gelirdi. Baş müderris dersleri kontrol eder, müderrisler kendi ihtisaslarına göre ders okutur, muîdler de okutulan dersleri talebenin hafızasına iyice yerleşsin diye tekrar ederlerdi. Böyle okutulan bir ders unutulmaz, talebenin kafasında yer eder, meleke haline gelirdi. İmâm-ı Şa’rânî, medreselerde müderrislerden okuduk­ları derslerden hiç birini unutmadıklarını, okudukları kitaplardan fire ver­mediklerini mükerreren kaydeder.

Müslüman halkın ilme ve medreseye olan bağlılığını gösteren belgeler­den biri de yapılan bunca vakıflardır. Arşivlerdeki vakfiyelerden medreselere yapılan vakıfların büyük rakamlara ulaştığını görmekteyiz. Meselâ, müder­rise yılda 800 dinar (yaklaşık olarak bugünkü parayla 120.000 TL.), muide yılda 240 dinar verildiğini, Konya’daki İplikçi (Altun-aba) Medresesinin 599 H. (1202) yılında tanzim edilmişolan vakfiyesinden öğreniyoruz.

«Medresede öğretim üyesi -profesör- «müderris» tir. Medreselerde genel­likle bir müderris bulunur, bu şahıs hem eğitimi yürütür, hem de idari işleri yapardı. (Zira bir medresede en çok 40 kadar talebe bulunurdu.) Diğer yan­dan, büyük medreselerde birden fazla öğretim üyesinin görevlendirildiği bi­linmektedir. Bu durumda bunlardan birine müderris ünvanı verilir ve med­resenin yöneticisi o olurdu. Müderrisler toplum içerisinde mûtenâ bir yer iş­gal ederdi. Bağdat Nizamiye Medresesi’nde yeni bir müderris ilk dersini me­rasimle verir, merasime devrin devlet adamları, bilgin ve şairleri ve bayan bizzat Halîfe katılırdı. Dersi takiben yeni müderris şerefine ve onu öven ko­nuşmalar yapılırdı.» (6).

İmâm Sübkî diyor ki:

— «Muîdler talebe ile birlikte oturur, takrir edilen dersleri takip ederler­di. Onlar bu hususta yani dersi kavramada diğer talebeye nisbetle daha isti’datlı idiler. Müşkil meseleleri, girift noktaları daha çabuk anlarlardı»

Medreselerde bu tarz tedris usûlü H. V. asırda medreselerin inşa edilmesiyle beraber başlar ve asırlarca Müslümanların tek ilim ve irfan yu­vası olarak yaşar, her sınıf insandan büyük rağbet görür. Nizamiye Medre­sesi’nde bunun daha açık ve gelişmiş şeklini görmekteyiz.

İslâm’ın bu mutlu devirlerinde ilme istekli olan talebeye ders vermek çok zor bir iş idi. Çünkü talebe ilmin zevkini tadma aşkı içinde okuyacağı derse önceden hazırlanır ve bir çok sorular tesbit ederdi. Bu bakımdan gerek mü­derris, gerekse muidin çok iyi hazırlanması gerekiyordu. Soruları cevaplan­dıracak seviyeye gelemiyen hiç bir talebeye muîdlik veya müderrislik payesi ve müsaadesi verilmezdi. Talebenin gayesi sınıf geçmek değil, ilim elde etmekti. Eğitimin ruhu bu olunca, her hoca medresenin başına geçip müderrislik yapamazdı. Nitekim imâm Ebû Hanîfe, devrin büyük hukukçu­su Hammad bin Ebî Süleyman’ın halka-i tedrisine devam ederdi. Yıllar geç­tikten sonra Ebû Hanîfe müstakil bir halka kurup ders vermeyi düşündü ve öyle yaptı. Fakat ilk derste bir çok halli müşkil sorularla karşılaştı ve tek­rar üstadı Hammad’ın halka-i tedrisine dönmek zorunda kaldı.

İmâm Ebû Yusuf hastalandığı zaman hocası Ebû Hanîfe onu ziyarete geldi, hal hatır sorup ona iltifatta bulundu ve bir ara cesaretini artırmak için dedi ki: «Kendimden sonra sizi Müslümanlara imam nasbetmek istiyo­rum!» Ebû Yusuf şifâ bulunca muhterem hocasının bu iltifatından cesaret alarak ve gurura kapılarak kendine has bir halka-i tedris koruyor. Bunun üzerine İmâm Ebû Hanîfe bu zeki talebesini tecrübe etmek için kendine hal­li müşkil birkaç soru soracak zeki talebe gönderiyor. Ebû Yusuf tedris esna­sında bu sorularla karşılaşınca müderrisliğe acele ettiğinin farkına varıyor ve hocasının: «Kim ilim öğrenmekten müstağni kaldığını zannederse kendi ha­line ağlasın.» sözünü hatırlıyarak tekrar İmâm Ebû Hanîfe’nin meclisine dö­nüyor, birkaç yıl daha tahsile devam ediyor.

İşte bu devirlerdedir ki ilim ve âlim sevgisi evlere kadar girmiş, çarşı ve pazarlarda bu ikisinin havası teneffüs edilmiş, anneler çocuklarını medreseye gitmeye zorlamış, babalar evin bütün yükünü kendi omuzlarına yüklenerek evlatlarını tahsile sevketmiştir. «Hocanın vurduğu yer cehennemde yanmaz!», «Öğretmenin değneği cennetten çıkmıştır.» vecizeleri bu havanın mahsulü­dür.

İbni Haldun’un rivâyetine göre, Harun Reşîd, oğlu Emîn’i devrin ünlü terbiyecilerinden Ahmed’e gönderirken şu mealde bir de mektup yazmıştır. «Hocam, elinizden geldiği kadar yumuşak sözünüzle ve örnek hareketinizle Emin’i doğrultmaya çalışınız. Şayet yumuşak söz ve davranışınızdan anlamaz veya buna riâyet etmezse o zaman şiddet ve niddet göstermeniz gerekir!»

Medreselerin şa’şalı devirlerinde anne ve babaların tutumu işte böylesine şuurlu idi. Yapılan medreseler sadece kuru dört duvardan ibaret değildi. Her biri büyük bir külliye halinde ahlâk ve fazilet, ilim ve irfan havasiyle dolup taşardı. Nizamül-mülk’ün Bağdat’da, Nureddin Zengi’nin Suriye’de, Hâ­kim Bi-Emrillah’ın Kahire’de kurmuş oldukları medreseler bu evsafta tam bir külliye halinde hizmete açılmış idi. Demek ki sadece tahsil parasız değil­di, aynı zamanda talebenin maddî ve mânevi bütün ihtiyaçlarını da karşılar ölçüde idi. Böylece talib-i ilim olanlar bal arıları gibi çiçekten çiçeğe konar, birçok ilim adamlarına baş vurur, her birinden ayrı bir feyiz alırdı.

Ve yine bu asırlarda kadının durumu erkeğinkinden pek geri kalmazdı, ilim tahsili her iki sınıfa da farz kılındığı için dinî ilimlerde, hadîs rivâyetinde, edebî ve tıbbî konularda bir hayli kadın yetişmiştir. İbni Asakir kendi şeyhlerinden ve üstadlarından ilim telakki eden 81 kadından bahseder.

Gerek Selçuklular devrinde, gerekse Osmanlılar devrinde medreselerde yalnız dinî ilimler okutulmaz, bunun yanısıra umumî kültüre ve bugünkü ta­birle müsbet ilimlere de geniş yer verilirdi. Selçuklularda Nizamiye Medrese­leri, Osmanlılarda ilk kurulan İznik medresesi bu ölçüde idi. Aşık Paşa-zade tarihinde bundan bahseder. Hammer kısmen bu hususlara dokunur. İznik Medresesinde yetişen Molla Şemsüddin Fenarî’nin mantık ve aklî ilimlerle uğraştığı ve hattâ eser te’lif ettiği bilinmektedir.

Netice olarak diyebiliriz ki, hangi devirde ilme ve ilim adamına kıymet verilmiş, ehliyet ve liyakat değer ölçüsü olarak ele alınmışsa, o devirde bü­yük ilim adamları yetişmiş, halk hurafe ve bâtıl inançların kaydından kurtu­larak selâmet caddesini bulmuştur. Hangi devirlerde de buna kıymet veril­memişse, o devirlerde büyük ilim adamının yetişmesi şöyle dursun, ortalığı hurâfe ve bâtıl itikadlar doldurmuştur.

(1) Câmiu’s-Sağîr C. 2, S. 69/Mısır baskı.

(2) Ravzü’l-Ahyar.

(3) Minberü’l-İslâm. C. 6. s. 107, Kahire

(4) İslâm-Türk Tarihinin Altın Sahifeleri.

(5) Aynı eser.

(6) Anadolu Medreseleri S. 1-2