Makale

OSMANLI ŞEYHÜLİSLAMLARI

OSMANLI ŞEYHÜLİSLAMLARI

İsmail ERÜNSAL
Edebiyat Öğretmeni

Dr. Abdülkadir Altunsu, Osmanlı Şeyhülislâmları, Ankara, 1972 XLVIII - 280 sayfa.

Sayın A. Altunsu’nun Osmanlı Şeyhülislamlarının hayatlarını inceleyen, eserleri hakkında bilgi veren eseri, bu sahadaki büyük bir boşluğu doldura­bileceği ümidini verdiğinden büyük bir önem taşımaktadır. Müellif de eseri­nin «okuyucularıma» başlığını taşıyan bölümünde bu konuda kendisini çalış­maya sevkeden âmilin «Büyük Türk Hukuk Ansiklopedisi» ismiyle hazırladık­ları esere koymak için yaptıkları araştırmalar sırasında Osmanlı Şeyhülis­lamları hakkında derli-toplu bir eser bulamamaları, şimdiye kadar yapılan çalışmaların kifayetsiz ve araştırma yönünden sathi kaldığını görmeleri ol­duğunu, Şeyhülislamlık gibi Osmanlı tarihini müsbet ve menfi yönden etkile­yen bir müesseseyi tanıtmaya yardımcı olmak ve bu sahadaki boşluğu dol­durmak için bu eseri hazırladıklarını belirtmektedir (s. VII-VIII)

Eser gerçekten bu sahaya merakı olan okuyucuları alakadar edecek ma­hiyettedir. Teknik bakımından da eserin meydana gelmesinde büyük bir titiz­lik gösterilmiş ve eserden kolaylıkla faydalanabilmek için son kısma Şeyhü­lislamların hayatları, meşihat süreleri ve hangi padişah zamanında meşihat­ta bulunduklarını gösteren üç cetvel eklenmiştir.

İçindekiler, okuyucularıma, önsöz (Vasfi R. Seviğ tarafından yazılmış) bölümlerinden sonra eser giriş başlıklı bölümle başlamaktadır. Bu bölümde müellif Şeyhülislamlık hakkında gerekli gördüğü bilgileri vermektedir. Gi­rişten sonra bibliyografya verilmekte, bunu müteakip Şeyhülislamlar müs­takil olarak incelenmektedir.

Eseri bu sahadaki bilgilerimi artırmak için büyük bir dikkat ve alaka ile okumaya başladım. Fakat daha giriş kısmında rastladığım iddialı cüm­leler (I) şüpheli bilgiler bu dikkat ve alakamı sürdürmeye mani oldu. Eserde verilen bilgilerin doğruluklarını araştırmak için yaptığım çalışmalar sonucu elimde biriken malzemeyle bu tanıtma yazışım yazmaya karar verdim.

Eserin giriş bölümünden sonra verilen iki sayfalık bibliyografya esere karşı beslenen müsbet kanaatleri sarsmaya ve bizi eserin ciddiyeti hakkında şüpheye düşürmeye kafi geliyor. Çünkü bibliyografya bu konuda bir eser

hazırlarken başvurulması gerekli birçok kaynağı ihtiva etmemekte, buna kar­şılık konuyla çok az alakası olan bazı eserleri içine almaktadır. Meselâ, Şey­hinin Atayiye Zeyl olarak yazdığı, 1633-1730 yılları arasında Osmanlı ülkesin­de yetişen ülema ve meşayihden bahseden Vekayi-ül Füzelası, Hüseyin Ayvansarayınin İstanbuldaki camilerden ve banilerinden bahseden Hadikat-ül-Cevâmisi, Bursadan yetişen ve Bursada mezarı bulunan meşhur kimselerin hayatlarını anlatan Bursalı Beliğin Güldeste-i Riyâz-ı İrfâm, (Birçok Şeyhü­lislamın Bursadan yetişmiş olması. Bursada vazife görmeleri ve ölmeleri göz önüne alınacak olursa eserin bu konudaki önemi anlaşılır), Şemseddin Efendinin Bursadaki tekke ve zaviyelerden, burada medfun bulunan meşayih ve ulemadan bahseden Yadigâr-ı Şemsisi, Ekrem Hakkı Ayverdinin ilk devir mimarisi ve tarihi için büyük önem taşıyan Osmanlı Mimarisinin İlk Devri ve Osmanlı Mimarisinde Çelebi ve II. Sultan Murad Devri adlı eserleri, Gelibolulu Alinin Künh-ül-Ahbâr adlı eserinin basılmamış ciltleri bibliyografya­da ilk bakışta göze çarpar eksikliklerden birkaç tanesidir bibliyografya­da, biyografi sahasında büyük bir önem taşıyan Tezkireler ve Osmanlı Tarih­leri de görülmemektedir. Ayrıca, bibliyografyadan genel kaynakların yanın­da, bu konuda yapılan çalışmaların bilinmediğini de anlamaktayız. İlim yo­lunda sefere çıkan kimse herşeyden önce kendisinden evvel bu yoldan geçen­lerin yaptıklarını bilmek zorundadır. Eski mecmualardaki makalelerin bu­lunmasının çok güç bir iş olduğu söylenebilir. Fakat son yıllarda yapılan ça­lışmaların bilinmemesi, yapılan çalışmanın yanlış olmasa bile eksik olması­na sebeb olur. Müellif Dürri-zâde ve Çivi-zâde ailelerinden, Maktul Şeyhü­lislamlardan bahseden tezlere de müracaat etmemiştir. Bu tezler Üniversite kütüphanesinde görülebilirdi (Güner Akyürek, XVII. Asır Osmanlı Şeyhül­islamları —Üniversite ktp. Tez nu. 3225—, Hamidiye Oğuz, XVIII. Asır Şey­hülislamları, —Üniversite ktp, Tez nu. 3623—, Bayhan Kırmız, Osmanlı Ta­rihinde Maktul Şeyhülislamlar, —Üniversite ktp. Tez nu. 2729—)

Bibliyografyada eksikliklerin yanında büyük bir düzensizlik ve laubali­lik göze çarpmaktadır. Meselâ Hammer’in Tarihinin A. Karahan tarafından yapılan 2 ciltlik özetlemesi bibliyografyada bir kere Osmanlı Devleti Tarihi, bir kere de Osmanlı Tarihi diye verilmiş. Bazı eserlerin basılış tarihleri, bazı eserlerin de hazırlayıcıları yok. Eserlerin kaç cilt olduğu müellifin insafına kalmış. Dört ciltlik kitaplar çok kere iki cilde inmekte. Osmanlı Müellifleri­nin künyesi verilirken Matbaa-ı Amire 1333’ün yanına eski yazı cümlesi ek­lenmiş, sanki Matbaa-ı Amirede 1333 yılında yeni yazı kitap basılıyormuş gi­bi (!) İslâm Mecmuasının eski mi, yeni mi olduğu belirtilmemiş, sadece (İs­lâm Mecmuası) diye yazılmakla yetinilmiş. Bibliyografya üzerinde daha faz­la durmayı, verdiğimiz misallerin okuyucuya kafi geleceği düşüncesiyle ge­reksiz buluyoruz.

Eserde göze çarpan ikinci önemli husus, müellifin kaynaklardan fayda­lanırken okuduklarını doğru anlayamaması yüzünden birçok vahim hataya düşmesidir. Meselâ, İslâm Ansiklopedisinin 116. cüzündeki Şeyhülislam mad­desinde geçen «Muahhar rivayet, daha devletin kurucusu Osmanın kayınpe­deri meşhur Şeyh Edebali’yi Osmanlı ülkelerinin ilk müftisi addetmiştir (s. 486 a) cümlesini sayın Abdulkadir Altunsu eserine «Nakledildiğine göre ilk İstanbul müftüsü Şeyh Edebalidir (XLIII) şeklinde aktarmıştır. (Müellife göre Şeyh Edebali, herhalde, zamanından birbuçuk asır sonra fethedilecek İstanbula müfti olmakla keramet göstermişler) Devhat-ül-Meşâyihdeki «Fünun-u adideye müteallik nazmen ve neşren ... müellifatı kesire tesvid eyledi (s. 5) cümlesi «Fenni bilgilere ait nesir ve şiirler yazmış ise de... (s. 3) şeklinde alınmış. (Fünunun Türkçeye aktarılmasında düşülen bu yanlışlık eserin sonuna kadar devam etmekte ve Şeyhülislamların birçoğu fenni bil­gilerde birkaç eser vermektedir). Yine Devhat-ül-Meşayindeki «Mevlana müşarün-ileyh Gayet-ül-Emâni fi Tefsiri’s-Seb’i’l-Mesâni ismiyle bir Tefsir-i Şe­rif te’lif eyleyüp ve alâmeteyn Zamahşeri ve Beyzâvi hakkında muâhâzat-ı kesîreyi irâd (s. II) cümlesi, Molla Güranînin eserleri bölümünde «Gayet-ül- Emâni fi Tefsîri’s-Seba’l-Mesâni, Zemahşeri ve Beyzavi hakkında muahazat, şeklinde (s. 9), yine Devhat-ül-Meşâyihteki «Ve kaside-i Şatıbiyenin şürûhundan Şerh-i Ca’biri’ye havaşi-i latife (s. II) cümlesi de «Kaside-i Şatibiyyenin şurubundan, Şerh-i Ca’biriye Havaşi (s. 9) şeklinde aktarılarak Molla Güraniye yeni eserler isnad edilmiştir (Yazar açıklama cümlelerini ayrı bir eser gibi anlamış). Efdalzâde Molla Hamidüddin Efendinin hocaları sayılırken Devha’nın verdiği malumat yanlış anlaşıldığından, Efdalzâdenin babası Efdalüddin Efendi hocalarından biri gibi gösterilmiş, (s. 12). Aynı Zatın ölüm tarihinin Devhat-ül-Meşâyihde 903 olarak gösterildiği, bu tarihin yanlış ol­duğu belirtilmekte, doğrusunun 908 olabileceği ileri sürülmektedir. Devhayı açıp da ölüm tarihi olarak 908 Şabanında tarihini görünce müellifin sözü niçin bu kadar uzattığı ve Devha müellifine neden hata isnad ettiğini anla­makta acze düşüyoruz. Eserdeki yanlış anlamalar temenni edelim ki bu kadar, olsun. Zira bizim tetkik ettiğimiz eserin oniki sayfalık bir bölümüdür.

(1) «Esasen XIV. Yüzyıldan sonra İslâm Ülkelerinde bilim ve felsefe sönmeye başlamış din karşısında ne pozitif bilimler ve ne de felsefe yaşayabilmiştır». (s. XXXVIII) «Batıdan geri kalmamızın başlıca nedenlerinden birisi çok kez yeniliği alama­makta direnen bazı Şeyhülislamların ve din adamlarının bulunuşudur» (XXXVIII) «Dini taassub ayrıca tabiat kuvvetlerinin araştırılmasını da önlemiş ve her ola­yın Kutsal Kitapta gösterilen yolda izahına bilginleri zorunlu tutmuştur (s. XXXVIII)

Eserde yer yer okuma hataları da göze çarpmakta. Bu yanlışlardan bir kaçını göstererek geçelim: Küllü men aliha fan (XI) ayetindeki aliha aleyha, lâyen-azil (XL) lâ-yen’azil, İbn-i Hacer Askalan, İbn-i Hacer Askalanî, En Muzecü’l-Ulûm (s. 72) Enmûzecü’l-Ulüm şeklinde okunmalıdır. Ayrıca bazı terkiblerin okunuşunda bir birlik yoktur. Aynı terkib Müftü-al-anâm (XLIII), Müftü’l-Enâm (XLIV), ve Müfti’l-Enâm (s. I) şekillerinde geçebilmektedir. Arapça kelimelerin transkribe edilmesinde de bir esasa sadık kalınmadığın­dan terkiblerin istendiği veya alındığı kaynaklarda olduğu gibi okunduğu görülmektedir.

Eldeki malzemenin nasıl kullanıldığını ve verilen bilgilerin güvenilir olup olmadığını anlamak için eserde birinci Osmanlı Şeyhülislamı olarak takdim edilen Molla Fenâriye ait bölümü (s. 1-3) gözden geçirdiğimizde üç sayfa için­de birçok büyük hatanın işlendiğini gördük. Bunları sıralamadan önce, bu vesile ile İlmî araştırmalarda bibliyografik malumatın ne derece önemli olduğunu ve bir konuda çalışmaya başlamadan önce eserin sağlam temeller üzerine oturabilmesi için araştırma sahasının iyi bilinmesi gerektiğini tekrar­lamak faydalı olur kanaatindeyim. Nitekim eserin müellifi, Molla Fenari hak­kında yapılan bir-iki çalışmayı görebilseydi, bu derece büyük hatalar işle­mezdi. Meselâ İ. Hakkı Uzunçarşılının Osmanlı Tarihinin ikinci cildinde (s. 648-650) Molla Fenari hakkında verilen bilgiler tam ve mükemmel olmasa bile doğrudur. Amasya Tarihi müellifi Hüseyin Hüsameddinin Türk Tarih Encü­meni Mecmuasında yazdığı Molla Fenari adlı makale bugün bile ilmi kıyme­tini muhafaza etmektedir. (TTEM. s. 18-19 (95-96), sh. 368-385, 148-158) Molla Fenari hakkında A. Altunsunun verdiği bilgiler büyük bir yanlışla başlıyor. Molla Fenariden 110 yıl önce ölen Muhyiddin Arabi (1165-1240) Molla Fenarinin hocası olarak gösteriliyor. Tarihen buna imkan olmadığına göre, yazar Molla Fenarinin babasının Sadreddin Koneviden okuduğuna dâir rivayetleri yanlış değerlendirmiş olmalıdır.

Molla Fenarinin, hocası Kara Alaaddinin cesedinin çürüyüp-çürümediğini görünce gözlerinin kör olması için dua etmiş ve o nedenle gözleri görmez olmuştur (s. 2) denilmektedir. Yazar bu olaya kaynak olarak A. Adıvarın Osmanlı Türklerinde İlim adlı eserinin 14. sayfasını göstermektedir. Mezkur esere müracaat ettiğimizde yazarın bu olayı da yanlış naklettiği doğrusunun «Ölü vücudu bozulmamış halde görmüş ve hatta bu sırada gözlerinin kör olması için gaipten bir dua bile işitmiştir» şeklinde olması gerektiğini gördük. Yazarın Türkçe basit bir metni de yanlış anlayarak gaipten gelen duayı Molla Fenariye yaptırmıştır. Yine yazar, Alinin Künh-ül-Ahbarının basılma­mış ciltlerinden İ. Hakkı Uzunçarşılının Osmanlı Devletinin İlmiye Teşkilâtı adlı eserine aldığı bir parçayı aynen almış fakat her ne sebebten bilinmez bu bilgilerin Şekayık zeylinden alındığını belitmiştir (s. 2)

A. Altunsu, Molla Fenari’nin, Bursa kadısı iken, Yıldırım Bayezidle arasın­da meydana gelen bir hadiseden (I) dolayı darılarak Karamana gittiğini nak­letmektedir. Bu yazarın kaynakları tenkitsiz kullanmasından dolayı düştüğü bir hatadır. Çünkü Yıldırım zamanında Karaman ülkesi tamamen Osmanlı Devletine ilhak edilmişti. Bu sırada Karaman beyi ve oğlu da Bursada hapiste bulunuyorlardı. Molla Fenarinin Karamanoğlu Mehmet Beyin yanına gitmesi Timur’un Anadoluyu istilasından sonradır ve Çelebi Mehmet zamanına rast­lar. Molla Fenarinin ölüm tarihi olarak gösterilen 834 (1431) yılı da yanlıştır. H. Hüsameddin adı geçen makalesinde (TTEM. s. 19 (96) Molla Fenarinin ölümünün bu tarihten 4-5 yıl sonra meydana geldiğini bazı vakfiyelerdeki imzalarına bakarak isbat etmiştir. (Meselâ, Vüzerâdan Efdalüddin Paşanın Gebzedeki hayratı için yaptırdığı 837 tarihli vakfiyede Molla Gürani’nin imza­sı vardır). Yazar Molla Fenarinin Füsûlu’l-Bedayi’ adlı eserini Füsûsu’l-Bedayi’ şeklinde göstermiş, Devhat-ül-Meşâyih müellifinin «Seyyit Şerifin» Şerh-i Mevâkifine Molla Fenarinin yaptığı ta’likatı belirtirken Farzı muhal olan ihtimalât-ı bâtılaya ziyade vücud vermekle diye itiraz eyledi» şeklindeki cümlesi­ni «Seyyit Şerifin Şerh-i Mevâkife Talikat isimli eserinde yazarın batıl itikat­lara yer verdiğini belirtmişti (s. 3) şeklinde naklederek bozmuştur.

Yazarın Molla Fenari’nin hayatından bahsederken tarihi bir sıraya yer vermediği, bazı olayları atladığı görülmektedir. Meselâ Molla Fenarinin ilk defa 829 (1424) yılında Bursa kadısı olduğu nakledilmekte, bir sayfa sonra da Bursa kadısı iken Yıldırımla aralarında geçen bir olay anlatılmaktadır. Yıldırım Bayezid 1403 yılında öldüğüne göre bu bir tenakuzdur. Fakat böyle bir hadisenin meydana gelmediği tarihten sabit olduğu gibi Molla Fenari’nin de Yıldırım devrinde Bursada kadı, olduğu bir gerçektir. Molla Fenari ilk defa 1392 yılında Bursa kadısı olmuş ve bu vazifesi on yıl sürmüştür. İkinci kere Bursa kadısı oluşu ise 1415 yılına rastlar. Bu gibi yanlışlıkların yanında yazarın tarihlere pek de önem vermediği 1421 yılında ölen Çelebi Mehmed’e 1424 tarihinde Molla Fenariyi çağırttırmasından anlaşılmaktadır. (s. I)

Üç sayfalık Molla Fenari bölümünde büyük bir karışıklık göze çarpmak­tadır, Yazar topladığı bilgileri bir tenkide ve sıralamaya tabi tutmadan ya­malı bohça gibi biribirine eklemiştir.

Son söz olarak, büyük bir boşluğu dolduracağını ümit ettiğimiz bu esere bu haliyle pek fazla güvenilemeyeceğini, verdiği bilgilerin ancak sıkı bir in­celemeye tabi tutulduktan sonra kullanılabileceğini söylemek gerekir.

(1) «Molla Fenari bir davada tanık olarak gösterilen Sultan Yıldırım Bayezitin tanıklı­ğını şu nedenle ve yüzüne karşı açıkça söyleyerek reddedmiştir: Hakka ibadette ku­sur eden Yıldırımın halk hukukunda da laubaliliğe kapılıp yalan yere tanıklık ede­bilme ihtimali vardır». Molla Fenari bu olaydan sonra Bursa’yı terkederek Kara­manca gitmişse de Yıldırım gönlünü alarak tekrar Bursa’ya getirtmiştir, (s. 2)