Makale

30 AĞUSTOS ZAFERİ

30 AĞUSTOS ZAFERİ

Ahmet OKUTAN
Diyanet İşleri Başkan Yrd.

Milletlerin tarihinde öyle zaferler vardır ki, ülkeler kazandırır devirler açar, kaybedilmek üzere olan hürriyetine yeniden kavuşturur. Türk Tarihi işte böyle zaferlerle doludur. 901. yıldönümünü kutladığımız Malazgirt Za­feri Anadolu’yu Türklerin Yurdu yaptı. 519. yılını kutladığımız İstanbul’un fethi dünya tarihinde yeni çağ’ın açılmasına sebep oldu. Tarihimizde daha bunun gibi nice nice zafer destanları yazdırdıktan sonra 50. yılını zafer şen­likleriyle kutladığımız işte 30 Ağustos Zaferi.

30 Ağustos Zaferi Türk topraklarının asla işgâl edilemiyeceğini dünya­ya ilân etmiştir.

30 Ağustos Zaferi Türk’ün hürriyete olan aşkını ispatlamıştır.

30 Ağustos Zaferi İslâmiyeti, namusumuzu ve her türlü manevî değer­lerimizi düşman saldırısından kesin olarak korumuştur.

30 Ağustos Zaferinin Tarihi Sebepleri:

1071 Malazgirt Zaferinden sonra Türkler, Anadolu’ya mutlak hakim ol­muşlardır. Türklerin bu hakimiyetine karşı 1095’den 1270 yılına kadar bü­tün Avrupa devletleri birleşerek çeşitli tarihlerde Haçlı Seferleri yapmışlar­dır. Bu haçlı akınlarına sebep, Türklerin Avrupa kapılarını tehdit etmesi, Ortadoğu’nun zengin ekonomik kaynaklarına sahip olması tek sebep değil, din ayrılığı da bunlar arasındadır. Zira Hristiyanlarca kutsal sayılan bel­deleri almak, Ortadoğu’nun zenginliklerine kavuşmak için bütün Avrupa devletlerinin mücadelesi Osmanlı İmparatorluğu’nun sonuna kadar devam etmiştir. İmparatorluğun çökmesi ile sonuçlanan Birinci Dünya Savaşın­dan sonra Mondros Mütarekesi ve Sevr Antlaşması yapılmış, İmparatorlu­ğun ülkeleri Avrupa devletleri tarafından bölüşülmüştür. Fakat Türkler esir edilemezdi. İşte bu nedenle 1071 yılından bu yana Türkler, yaptığı savaşla­rın devamı mahiyetinde olan yeni bir mücadeleye atılmak zorunda kaldı. Türk İstiklâl harbi diye tarihe geçen bu büyük mücadelenin hedefi, Türk­lerin bağımsızlığının korunması, adlî ve ekonomik hürriyetine kavuşma­sıdır. İstiklâl mücadelesi, Türklerin millî ve ölüm kalım davası olmuştur.

Türkler Batı’da Yunan Ordusuna, Güney’de Fransız ve Ermenilere, Doğu’da yine Ermenilere karşı cepheler açarak savaşmak zorunda kalmışlardır.

Böylece Türkler, asırlardan beri devam edip gelen Haçlı zihniyetine kar­şı çarpışıyordu. (30 Ağustos Zaferi: Genel Kurmay Harp Tarihi Başkanlığı, Sahife, 2)

Savaşın Başlaması:

Osmanlı İmparatorluğunca imzalanan Sevr Antlaşmasını (10 Ağustos 1920) Büyük Millet Meclisi tanımadı. Antlaşmadaki hükümler, Türk Milleti­nin İstiklâl Savaşını sürdürmek azmini daha da kuvvetlendirecek niteliktey­di. Böylece Yunanlılar ile Türkler arasında 1921 yılı başlarından itibaren Or­ta Anadolu’nun Batı kesimlerinde muharebeler başladı. İnönü, Eskişehir, Kütahya, Sakarya, Afyon Muharebeleri.

Batı’da Yunanlılar geçici olarak başarı kazanmışlardır:

Bundan cesaret alan Ermeniler, doğu’da harekete geçtiler. Doğu Ana­dolu’yu almak istiyen Ermenilerle Kars ve Sarıkamış Cephelerinde yapılan savaşlarda Türkler büyük kahramanlık destanları göstermiş ve Ermenileri yenilgiye uğratmıştır. (30 Ekim 1920) Batum, Kars ve Ardahan geri alındı. Doğu Anadolu’da böylece güvenlik sağlandı. Ve vatanın bu bölgesi düşmanlardan temizlendi.

Güney Cephesinde Fransızlara ve Ermenilere karşı girişilen kanlı savaş­lardan sonra, 1920 Martında ilk def’a Fransızlarla bir mütareke yapıldı.

3 Aralık 1920’de Ermenilerle Gümrü Antlaşması imza edildi. Bu antlaş­ma ile yalnız Ermeniler yenilmemişti. Müttefiklerin ve Hristiyan toplumların Ermenilere söz verdiği «Büyük Ermenistan» hayali yıkılmıştı. Türk Or­duları, 1877-1878 savaşında kaybettiği üç ilini de geri almıştı. (30 Ağustos Zaferi Genel Kurmay Harp Tarihi Başkanlığı Sahife, 3)

Doğu’da kazanılan bu başarılardan sonra Türk Ordusu, Yunan saldırıla­rına karşı Batı cephesinde yığınak yapmağa başladı.

Yunan ordusu, 9 Ocak 1921 de Batı’da üstün kuvvetlerle İnönü mevzi­lerine taarruza geçti.

Millî orduya katılmak istemiyen Çerkez Ethem gibi çetelerle uğraşma za­rureti Yunan birliklerinin ilerlemesine yardımcı oluyordu. Bu durumdan ya­rarlanmak istiyen Yunan birlikleri, bir baskınla Eskişehir’i elde etmek ama­cıyla taarruza geçti. Fakat Türk Ordusunun mukavemeti arttıkça güçlerini tamamen kaybettiler. Bursa istikametine çekilmek zorunda kaldılar. (11 Ocak 1921) Üç ay geçmeden daha büyük kuvvetlerle ikinci saldırıya ge­çen Yunan birlikleri Uşak-Eskişehir-Afyon hattında Türk ordusu karşısın­da kesin bir yenilgiye uğradılar. (28-31 Mart 1921)

Bu yenilgiden sonra Yunan Hükümeti, yeniden saldırıya geçmek üzere büyük bir ordu kurdu. Bilhassa İngiltere’nin yardımı ile ele geçirdikleri böl­gelerdeki kuvvetlerini onbir tümene çıkardılar. Yunan Ordusu, Türk kuvvet­lerinden insan ve top bakımından iki, makineli tüfek bakımından on kat üstün durumdaydı. Aynı zamanda Millî Türk Ordusu, henüz teşkilâtını da tamamlıyamamıştır. Türk genelkurmayı mevzi çatışmalarla oyalama mu­harebeleri yerine kesin sonuç almak kararındaydı Bunun için Batı Cephe­si diğer birliklerle takviye edildi.

10 Temmuz 1921 günü ileri harekete başlayan Yunan Ordusu, Türk Or­dusunu kuşatarak tam imha gayesini güdüyordu. Üstün bir kuvvete karşı, Eskişehir’de bulunan kuvvetlerimiz, ancak adım adım geri çekilmekten baş­ka bir karar veremezdi. Türk ordusunun başarılı çekilme manevrası kar­şısında Yunan Ordusu, 17 Temmuz’da Kütahya’yı ve 19 Temmuz’da da Es­kişehir’i aldı.

Yukarıda belirtilen gâyesini gerçekleştirmek için durmadan Türk kuv­vetlerini takip eden Yunan Ordusu, Sakarya’ya kadar ilerledi. Yunan ordu­sunun bu ilerleyişi, bundan 850 yıl önce Alpaslan ordularına karşı yürüyen Romens Diyogenos’un ordularını hatırlatıyordu. Gâyesi de aynı idi. Fakat Türk ordusu, bu savaşa 100 kilometrelik cephe ve 40 kilometrelik bir derin­lik içerisinde 23 Ağustos-13 Eylül 1921 tarihleri arasında 22 gün ve gece aralıksız ve adım adım devam eden Türk ordusunun sarsılmayan imanı, manevî gücü ve Atatürk’ün kuvvetli sevk ve idaresi bu zaferi kazandırdı. Çünkü maddî açıdan bakılınca Türk ordusunun, Sakarya Meydan Muharebe­sini kazanması imkânsızdır.

Sakarya zaferinden sonra Türk milletinin, hükümetine ve ordusuna gü­veni artmış, beklenen kurtuluş gününün uzak olmadığına inancı kuvvetlen­miştir. Yunan ordusu ise geri çekilmek zorunda kalmıştı. O günün imkânla­rına göre esaslı bir şekilde takip edilemediğinden Yunanlılar imha edileme­mişti.

Türk milleti, dışardan hiçbir malî yardım beklemeksizin düşmana karşı hazırlıklar yaptı. 1922 yılı Ağustos ortalarına kadar personel, silâh ve cep­hane hazırlıkları yapıldı. Buna rağmen Yunan tümenleri, % 25 fazla bir per­sonel gücüne sahipti. Yunan ordusu, kendilerine yardımcı olan Batılı dev­letlerin savaş endüstrisine dayandığı için makineli tüfek top, uçak, taşıt, cep­hane, teknik gereç bakımından bize nazaran çok üstün durumda idi. Bizim ordumuzun ise süvari üstünlüğü vardı. (30 Ağustos Zaferi: Genel Kurmay Harp Tarihi Başkanlığı Sahife: 23)

Dünya devletleri, bu şartlar altında Türklerin karşı bir taarruza geçe­bileceğine inanmıyorlardı. Fakat topyekûn Türk milletinin kesin kararı, düş­man ordularını Anadolu’dan söküp atmak, vatan toprağını düşmandan te­mizlemekti. Bu nedenle geniş bir taarruz plânı hazırlandı.

26 Ağustos 1922 sabahı, Başkomutan Gazi Mustafa Kemal Paşa, Genel­kurmay Başkanı Fevzi Paşa, Cephe Komutanı İsmet Paşa Kocatepe’de bu­lunuyorlardı. Aynı gün güneş ışıkları etrafa yayılırken Türk topçu ateşi ile birlikte Büyük Taarruz başlamış oldu. Bu ve bunu takip eden taarruzlarla düşman kuvvetleri büyük kayıplar verdi. Bir kısmı yok edildi. 30 Ağustos 1922 akşamı general Trikopis ve general Diyenis ile birlikte sağ kalanlar, Türk çemberinden güçlükle sıyrılarak Murat Dağına kaçtılar ve bilâhere de esir edildiler. Artık düşman kuvvetlerinin hiçbir yerde tutunacak güçleri kalmamıştı. Türk yenilmezliğinin, Türk imanının ne demek olduğunu bir daha öğrendiler.

Gazi dedelerimizden ve babalarımızdan işittiğimiz sayısız kahramanlık destanları bu mücadelenin ne kadar güçlü olduğunu gösteren örneklerdir. Hürriyetlere ancak savaş meydanlarında kazanılan zaferlerle sahip olunur. Bunun içindir ki, Yüce Rabbımız vatan ve hürriyet yolunda mücadele etme­mizi Kutsal Kitabımız Kur’ân-ı Kerim’in birçok âyetlerinde buyurmuştur. Bunlardan bazılarını aşağıda sunuyorum:

«(Ey mü’minler) sizinle çarpışan (düşman) larla (korunmak için) va­tan yolunda siz de çarpışın. (Fakat) haksız taarruz etmeyin. Çünkü Allah haksız taarruz edenleri sevmez.» (Bakara/19Ü)

..... Hürmetler karşılıklıdır. O halde kim size tecavüz ettiyse siz de ona ettiği tecavüzün misli ile tecavüz edin...» (Bakara/194)

.......Harp (yaratılışınız bakımından) hoşunuza gitmediği halde uhdeni­ze kıtal (düşmanlarla savaş) yazıldı (farz edildi). Olur ki birşey hoşunuza gitmezken o, sizin için hayırlı olur, bir şeyide sevdiğiniz halde o da hakkı­nızda şer olur. Allah bilir, siz bilmezsiniz (Bakara: 216).

Yüce Allah, gerektiği vakit savaşmanın ne kadar kutsal bir görev oldu­ğunu bizlere duyurduktan sonra bu mücadelenin nasıl yapılacağını da şöylece beyan buyurmaktadır:

«(Düşmanla mücadelenizde) gevşeklik göstermeyin. Siz, (düşmanlarınız­dan) daha üstünsünüz. Eğer (Allah’ın yardımına candan) inanmışsanız.» (Âli îmran/139)

«Ey iman edenler, kâfir olanlara karşı (savaşta) yavaş yavaş yürüyerek kavuştuğunuz vakit arkanızı dönmeyin (onlardan kaçmayın). Tekrar muha­rebe için bir tarafa çekilenin yahut diğer bir fırkaya ulaşarak mevki tutanın hali, müstesna olmak üzere kim, öyle bir günde onlara arka çevirirse mu­hakkak ki o, Allah tarafından gazaba uğrar ve onun yurdu (ahirette) ce­hennemdir. O, ne kötü bir âkibettir.» ((Enfal/15-16)

Müslüman Türk askeri, Yüce Rabbimizin buyruklarına uyduğunu, savaş alanlarında çok sayıdaki düşmanlarına karşı kazandığı sayısız zaferlerle is­patlamıştır. Şehitlik ve gazilik mertebeleri, onun en büyük ideali, ve son rütbesidir. 30 Ağustos Zaferini bize kazandıran büyük Komutan Mustafa Kemal Atatürk, Çanakkale’deki savaş anılarını anlatırken Türk Askerinin imanını, tanığı olduğu şu olayla bizlere tanıtmaktadır:

«Biz, ferdî kahramanlık sahneleriyle meşgul olmuyoruz. Yalnız size Bomba Sırtı Vak’asını anlatmadan geçemiyeceğim. Karşılıklı siperler ara­sında mesafemiz, sekiz metre, yani ölüm muhakkak, birinci siperdekiler, hiç biri kurtulmamacasına kâmilen düşüyor. İkinciler, onların yerine gidi­yor. Fakat ne kadar imrenilecek bir itidal ve tevekkülle biliyor musunuz? Öleni görüyor, üç dakikaya kadar öleceğini biliyor, hiç ufak bir fütur bile getirmiyor. Sarsılmak yok. Okumak bilenler, ellerinde Kur’ân-ı Kerim, cen­nete girmeye hazırlanıyorlar. Bilmeyenler Kelime-i Şehâdet getirerek yürü­yorlar. Bu, Türk askerindeki iman ve ruh kuvvetini gösteren şayân-ı hayret ve tebrik bir misâldir. Emin olmalısınız ki, Çanakkale Muharebesini kazan­dıran bu yüksek ruhtur, imandır.»

İşte Türk’ün bu imanı elli sene önceki 30 Ağustos günü dünyanın ye­gâne müslüman kalesi güzel Türkiyemizi düşman işgâlinden kurtarmıştır. Böylece İslâmiyeti de korumuş ve Kur’ân-ı Kerim’deki şu âyet-i kerimede tanımlanan milletin Türk Milleti olduğunu tarihteki zaferleriyle ispatlamıştır.

«Ey iman edenler, sizden kim dinden dönerse Allah, (onlara bedel ola­rak) bir kavim getirecek ki Allah onları sever, onlar da Allah’ı sever. Mü’minlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı onurlu ve zorludurlar. Allah yo­lunda savaşırlar, ayıplayanların ayıplamasından korkmazlar. Bu, Allah’ın ihsanıdır ki onu dilediği kimseye verir. Allah (ihsanı) bol olandır, (ona lâyık olanı) bilendir.» (Maide/54)

Biz müslüman Türkler, kendi aramızdaki ilişkilerimizde dâima alçak gönüllüyüz. Fakat savaş alanlarında düşmana karşı dâima onurlu ve güçlüyüzdür. Çünkü yüce Rabbimizin, «... sabreder ve hezimetten, firardan sakı­nırsanız onlar, ansızın üzerinize geliverirlerse de Rabbinize size beş bin nişanlı (özel işaretlerle diğerlerinden ayrılan meleke yardım eder.» âyet-i kerime­leri ile va’dettiği yardımın mutlak gerçekleşeceğine inanmaktayız. Savaş alanlarında kahraman Türk Mehmetçiğin Allah, Allah sesleriyle dağları ve ovaları inletmesi, bu inancın sonucu değil mi? İşte bütün zaferler, ancak böylesine Yüce bir iman ve güce sahip askerin hakkıdır. 30 Ağustos Türk neslinin kazandığı zaferlerden bir tanesidir. Bundan sonra da gerektiğinde nice 30 Ağustos kazanma gücüne ve imanına her zaman sahip olacağız.