Makale

Kur’an Okuyan ve Dinleyenlerin Bilmesi Gereken Bazı Hususlar

Kur’an Okuyan ve Dinleyenlerin Bilmesi Gereken Bazı Hususlar

— V —

Tayyar ALTIKULAÇ Diyanet İş. Bşk. Yrd.

VII. Ramazan ayı ve Kur’an tilâveti:

Bilindiği üzere Ramazan ayı, Kur’ân-ı Kerim’in ilk önce inmeğe ve insan­lığı kaplayan karanlık bulutların sıyrılmaya başladığı bir aydır. Bu ay için­de bin aydan hayırlı olan kadir gecesi vardır. Hiç şüphesiz bu gecenin bin aya bedel üstünlüğü ve hatta daha da hayırlı oluşu, Kur’an’ın kendisinde inzal edilmiş olmasından ileri gelmiştir. Cihan tarihinin en büyük inkılâbını getiren ve insanlığın kopkoyu karanlıklardan aydınlığa kavuşmasını sağlayan «Kelâmullah» hürmetine ramazan ayına ve onun içindeki kadir gecesine izâfe olunan bu şeref ve üstünlük pek tabiîdir.

Yine bilinen bir gerçektir ki, Kur’ân-ı Kerim Hz. Peygambere toptan in­dirilmemiş; onun nüzûlü, 23 yıllık nübüvveti boyunca Rasûl-i Ekrem’e pey­derpey ve âyet âyet indirilmek suretiyle tamamlanmıştır. Ayetlerin çeşitli olaylar, ihtiyaçlar ve problemler üzerinde peyderpey nüzûlüne paralel ola­rak Hz. Peygamberin bir sünnetinin gelişip yerleştiğini görüyoruz: Cebrâil aleyhisselâm her ramazan ayında özel olarak gelir, Rasûl-i Ekrem o güne ka­dar nâzil olan âyetleri kendisine okur, Cebrâil de O’na tekrar ederdi. Böylece mevcut âyetler hatmedilmiş olurdu. Her ramazan ayı cereyân eden bu olaya ashâb da şâhit olurlardı. Bu olay Hz. Peygamber’in vefatına tekaddüm eden ramazanda iki defa tekrarlanmıştı (80).

Rasûlüllah’ın bu sünnetine binâendir ki mü’minler ramazan aylarında Kur’ân okuma işine her zamankinden daha çok önem verirler. Hatim indi­rirler, hatimle terâvih kılarlar, mukabeleler dinlerler. Aynı sünnet bizzat Rasûlüllâh’ın ashabı tarafından yaşanmış, nesiller boyunca yaşatılmış ve ni­hayet günümüze kadar uygulanagelmiştir. Ancak, ashabın ve İslâmı iyi anla­mış büyüklerin bu sünneti uygulamaları ve Kur’ân okumaları ile bizim tatbikatımız arasında maalesef büyük farklar vardır. Bu hususu hiç olmazsa bir iki yönüyle belirtmeye çalışalım:

1) Onlar Kur’an-ı anlıyorlar, okurken onun yüce manaları üzerinde de­rin derin düşünüyorlardı. Hatta bazan okudukları âyetin cezbesine kapıla­rak aynı âyeti defalarca tekrarladıkları oluyordu. Bu çeşit Kur’an okuma örneğini, zaten bizzat Rasûlüllah’ta görmüşlerdi. Ebû Zerr (r.a.) anlatıyor:

— «Bir gece Rasûlüllah namaza kalkmıştı. Sabaha kadar devam eden bu namazda O, gece boyunca hep aynı âyeti okuyor, aynı âyetle kıyamda oluyor, aynı âyetle rükûa ve secdeye varıyordu: Allah’ım, eğer onlara azab edersen, şüphe yok ki onlar senin kullarındır. Onları bağışlarsan, mutlak galip ve yegâne hüküm ve hikmet sahibi olan da gerçekten sensin» (81).

Hz. Ebû Bekir’in kızı Esmâ hakkında da Hamza b. Abdullah’ın şu rivâyetini görüyoruz:

— «Ebû Bekir’in kızı Esmâ (r.a.) bir gün Tûr sûresini okumaya başladı. Derken: İşte Allah bize mağfiret ve rahmetini lütfetti. Bizi samyeli azabın­dan korudu (82), âyetine gelmişti. Ben bu arada bir işim için çarşıya kadar gittim ve döndüm. Bir de baktım ki o hâlâ aynı âyeti tekrar ediyordu. (Râvî, bu olayın namazda cereyan ettiğini de sözlerine ilâve etmiştir) (83),

Kur’ân-ı ve İslâmı iyi anlamış büyüklerle ilgili olarak bu çeşit rivâyetler pek çoktur. Şüphesiz aynı âyetler üzerinde görülen bu tekrarlamalar, onla­rın manaya vukufları ve bu manalar üzerindeki tedebbür ve tefekkürleri so­nucudur. Âyetlerin cezbesine kapılmış olmalarındandır. Herkes için böylesine Kur’ân okumak mümkün olmamakla beraber, asıl gaye onun yüce ma­nalarına ermek olduğuna göre, hatim ve tilâvetlerimizi dilimize yapılmış terceme ve tefsirlerin parelelinde sürdürmek herhalde mümkündür ye şüp­hesiz çok daha faydalı olacaktır.

Manasını anlamadığı ve meallerden de yararlanmadığı halde Kur’ân oku­yanlar ve bunun manevî hazzına erenler de yok değildir. Bunları görüp du­rurken ve Kur’an tilâveti dinledikleri sırada gözleri nemlenen, gönülleri do­lup taşan mü’minler her gün seyredebileceğimiz mana yüklü tabloları teşkil ettikleri müddetçe «manası anlaşılmadan okunan ve dinlenen Kur’ân’ın ne faydası var?» demeğe şüphesiz bizim dilimiz varmaz. Ancak bu gibiler, onun manaları ile de meşgul olurlarsa manevi zenginlikleri ve hazları daha da artacak, Kur’ân’ın özüne ve enginliğine dalmış olacaklardır.

İmam Gazâlî’nin (öl. 505/1111) daha önce bir başka vesile ile (84) yer verdiğimiz bir görüşünü burada tekrarlamakta fayda görüyoruz. Ona göre gerçek manada bir tilâvet için üç şeyin işbirliği halinde olması lâzımdır. Bu üç şey: Ağız, akıl ve kalptir. Bu işte ağzın görevi, ağır ağır ve doğru olarak Kur’an lafızlarını ifade etmek, aklın görevi manayı düşünüp anlamak, kalbinki ise bu manalardan gereken dersleri ve tesirleri almaktır. Bir başka deyişle: Ağız okuyacak, akıl terceme edip anlaşılır hale getirecek, kalp de kişinin, o manaların gösterdiği istikamete yönelmesini sağlamış olacaktır (85).

2) Gerek ashabın ve gerekse onların yolunda olanların Kur’ân okumada göze çarpan bir diğer tarafları da yukarıdaki açıklamanın da tabii bir gereği olarak tilâvetlerinde acele etmekten ve sür’atten sakınmalarıdır. Onlara gö­re ağır ağır ve sadece -meselâ- Bakara ve Âli İmran sûrelerini okumak, sür’atlice Kur’an’ın tamamını okumaktan efdaldir (86). Bu konuda Abdullah b. Mes’ud’un bir uyarısı, üzerinde düşünülmeğe değer. Buyurur ki:

— «...Kur’ân okurken gereken yerlerde durup düşününüz. Onunla kalplerinize canlılık kazandırmağa çalışınız. Hiçbirinizin gözü, bir an önce su­renin sonunu bulmakta olmasın» (87).

O halde mü’minler, gerek ramazan ayındaki hatimlerinde ve gerekse di­ğer zamanlarda Kur’an okurken fazla sür’atten sakınmalıdırlar. Çünkü asıl gaye; istekli-isteksiz bir an önce hatmi tamamlamak değil. İçten gelen bir arzu ile ve ağır ağır okumaktır. Ashabın ve onların yolunda olan büyüklerin Kur’an okumadaki ve hatim indirmedeki bu ölçüleri karşısında, 8-10 daki­kada bir cüzü tamamlayan, bir ramazan içinde 30-40 hatim indirenlerin işi­ne akıl erdirmek zordur. Böylesine okunan indirilen hatimlerden gerçek ha­tim sevabı beklemek, bilmem ne derece doğru olur (88).

Asrımız müslümanlarının ramazan ayında Kur’ân okuma, hatim indir­me, mukabeleler dinleme... gibi konulara gösterdikleri ilgi şüphesiz mem­nuniyet vericidir. Ancak, Kur’an’ın özü ve sözü ile irtibatını tamamen kopar­mış kişilerin, ramazan aylarında mukabele ve mevlid okutmak şeklindeki bu çeşit ilgilerine de bir mana vermek güçtür.

Aslında bizim görevimiz, en küçük ölçüsü ile de olsa dini ilgileri alkış­lamaktır. Ancak, konumuz Kur’an okumak olduğuna göre meseleye en azın­dan bu açıdan bakınca, bazı uygulamalar ve onların teşvikçisi olanlar hak­kında ne kadar acı söylenip yazılsa kanaatimizce azdır. Mevlâ hepimize tevfîkini lütfetsin...

VIII. KUR’AN HÂMİLLERİNE BAZI NOTLAR:

Gurur duyarak söyleyebiliriz ki, müslüman ulusumuz, Kur’ân okuma ve ezberleme konusuna en çok ilgi gösteren milletlerin başında gelir. Eriştirdiği bu mes’ud sonuç için yüce Rabbımıza hamdederiz. Devletimizin himayesinde üçbinin üstünde Kur’ân öğreten kurslar, Kur’ân tilâveti ve tecvidi ile (hatta tefsiri ile) meşgul olan lise-yüksekokul-fakülte seviyesinde kuruluşlarımız mevcuttur. Bu kursların ve kuruluşların kendilerinden beklenen eğitim ve öğretimi yapıp yapamadığı hususu konumuzun dışında kalır. Belirtmek is­tediğimiz gerçek, müslüman Türkiye’nin Kur’an’a gösterdiği ilgi ve ona olan bağlılığıdır.

Bu güzel sonuç bir tarafa, Kur’ân hâmillerinin dikkatine sunulacak pek çok hususlar vardır. Bunlardan bazılarına burada işaret etmek isteriz:

1) Kur’ân hâmilleri tecvid ilmine önem vermelidirler. Bir âyet-i celile­nin meâli şöyledir: «Kur’an-ı tertil üzere (açık açık ve tane tane) oku» (89). Kısaca belirtmek gerekirse burada tertil den maksat, tecvid kaidelerine uy­gun olarak okumaktır. «Cevvede»nin masdarı olan «Tecvid» kelimesi lügat­te bir şeyi güzel ve iyi yapmak, süslemek manasınadır. Istılahta ise, Kur’ân okurken harflerin mahreçlerine dikkat etmek suretiyle her harfin hakkını vermek, vasıl (geçmek), vakıf (durmak), med (uzatma), kasır (kısa yapma)... gibi tilâvet kaidelerine riâyet etmektir (90). Daha sonra bu kelime, mezkûr konularla ilgili kaide ve bilgileri öğreten ilmin adı olmuştur. Bu ilimden gaye: Kur’ân lafızlarının, Peygamber (s.a.v.) den öğrenildiği gibi okunabilmesidir. Bir başka deyişle: Allah’ın kitabını okurken lisanın hatadan korunması, okuyanların bu konuda manevi sorumluluktan kurtarılmasıdır (91).

Bu ilmin öğrenilmesinin «farz-ı kifâye» olduğu hususunda alimlerin itti­fakı vardır. Okuduğu kadarı ile tecvide riâyet ederek (lahn-ı celi yapmadan) okumak her müslüman kadın ve erkeğe «farz-ı ayın»dır (92). Şüphesiz, Kur’an okuyanlardan ve özellikle hâfızlardan bu ilme önem vermeleri bek­lenir. Bir başka deyişle «Tilâvetin süsü ve kırâetin zineti» anlamına gelen tecvid ilmine, bilhassa hâfızların ilgi göstermemeleri, affedilmez hata olur. Gerçek Kur’an hâmilleri, edâ ve sadâlarmı ölçü olarak ele alan halkın ken­dilerine iltifat edip değer vermelerine aldanmamak, Allah’ın kelâmını en doğru bir şekilde okumanın hevesini taşımalıdır. Meseleye bu açıdan baka­cak olursak, -maalesef- günümüzde ve bu meyanda toplumumuzda Kur’an okuma konusuna lâyık olduğu önemin verilmediği görülecektir. Yaşları hayli ilerlemiş birkaç üstâdın dışında, içimize, sine sine Kur’an tilâvetlerini din­leyebildiğimiz hâfızların sayısı çok değildir. Şöhret-i kâzibesi olan hânendelerin gazel üslûbundaki tilâvetlerini ise dinlemeğe hiç imkân yoktur, ve zâ­ten böylelerinin okuyuşlarını dinlemenin günah olduğunu söyleyen âlimler vardır (93).

2) Kur’an hâmilleri, Kur’anın dilini de öğrenmelidirler. Bilindiği üzere Kur’an’ın, zaman zaman yüksek sesle ve kulağa hoş gelen bir tarzda okun­ması söz konusudur. Okuyanın karşısında da topluluklar vardır. Onlara en yüce varlığın eseri, belagat ve fesâhatın en yüksek noktasında bulunan İlâhî kelâm tebliğ edilmektedir. O halde bu belâgat ve fesâhat şâheserinin yüce manalarına göre ses tonunun ayarlanması, yerine göre yükseltilmesi ve alçaltılması gereklidir. Topluluk huzurunda bir şâirin şiiri okunurken dahi aranan bu şartın, Kur’an okuyanlarca yerine getirilmesi kadar tabiî bir şey olamaz. Ama gel gör ki, cahil hânendelerin istilâsına ve inhisarına mahkûm olan Kur’ân tilâveti konusu, bu çok lüzumlu ve hatta zorunlu seviyesinden hayli uzaklaştırılmıştır. Gerçek Kur’an hâmilleri, dudaklarından dökülen Kur’an âyetlerinin manasını da öğrenmeğe heves etmeli, okurken ses ton­larını bu manalara uygun şekilde ayarlamalıdırlar.

Diğer taraftan, biraz olsun Arapça bilmeyen birçok hâfızların, en basi­tinden vasi ve vakf konularında dahi garip hatalara düştükleri bilinen ger­çeklerdendir. «Bismillâhirrahmânirrahîmi er-rahmânu...» şeklinde okuyanla­rı, radyolarımızda bile dinledik. Bu ve benzeri hatalara düşmemenin yolu, manaya paralel bir ses ve perde dizisini gerçekleştirebilmenin bir çaresi de hiç şüphesiz Kur’an dilini öğrenmektir.

3) Kur’an hâmilleri, Kur’an ahlâkının yaşayan örnekleri olmalıdırlar. Onun yüce lafızlarını zihinlerine yerleştiren insanlardan bu sonucu bekle­mek kadar tabiî bir şey olamaz. Onların herbirini, toplumun parlayan yıl­dızları olarak görmek, mü’minlerin hakkıdır. Her zaman Kur’an’ın buyruk­larını halka tilâvet edenlerin bu buyruklara aykırı yaşaması, açık bir çelişki olur ve hiç şüphesiz bu çelişkinin hesabı pahalı ödenir. Daha dünya hayatın­da iken, bu çelişik yaşantısının faturasını çok yüksek bir rakamla ödeyenler, bir mecliste Kur’an okuyup bir başka mecliste asıl ve çirkin hayatını sür­dürmenin cezasını ağır bir şekilde çeken örnekler pek çoktur. O halde Kur’an hâmili Kur’ân ahlâkı ile ahlâklanmış, özü temiz, sözü temiz bir kişidir. Onu okurken Cenab-ı Hakk’ın huzurunda olmanın dehşetini duyar. O, Kur’an’ın eseri, onun sûret haline gelmiş yaşayan örneğidir. Değilse, böyle olmak zo­rundadır.

(80) Bk. Sahîhu’l-Buhârî, VI, 101-102, İstanbul, 1315; Ebû Şame, el-Murşidu’l-vecîz, ll/a-12/a, Lâleli ktp. 3625.

(81) El-Mâide, 118; Bu rivayet için bk, sunenu’n-Nesâî, II, 177, Kahire, 1348h/1930 m.; Gazâlî, el-İhyâ, I, 290, Kahire, tarihsiz; el-Murşidu’l-vecîz 77/b.

(82) Et-Tûr, 27

(83) El-Murşidu’l-vecîz, 78/a

(84) Bk. Diyânet Dergisi, sayı: 108-109, s. 172

(85) Bk. el-İhyâ, I, 295

(86) Bk. el-İhyâ, I, 285

(87) Beyhakî, Şuabu’l-îman, I, 344/b, Nuruosmaniye ktp. 1123.

(88) «Hatim indirme» başlıklı bir makalemiz için bk. Diyanet Dergisi sayı: 108-109, s. 169-176.

(89) El-Muzzemmil, 4

(90) Daha geniş tarif ve açıklamalar için bk. İbnu’I-Cezerî, en-Neşr, I, 210, Kahire, ta­rihsiz; Suyûtî, el-îtkan, I, 100, Kahire, 1318.

(91) Bk. Ebû Reyme, Hidâyetu’l-mustefîd, s. 5, Halep, tarihsiz. Bu konudaki sorumlu­luk yönünden insanlar üç gurupta mütalea edilmelidir: 1) İstenileni başarıp Al­lah katında mükâfata erenler. 2) Günahkâr olanlar: Kur’an’ı gereği gibi okuyabil­me imkân ve yeteneğine sahip oldukları halde önemsememeleri, tembellik ve gu­rurları nedeniyle fasih Arap lafızından yabancı tarz ve ağızlara sapanlar. 3) Mazûr olanlar: Bunlar da çalıştıkları halde doğru okumayı başaramayanlar veya işin doğ­rusunu kendisine öğretecek imkânlardan mahrum bulunanlardır. Kur’an-ı Kerim’de 2:286) «Allah hiç kimseye gücünün yetmeyeceğini yüklemez.» buyurulduğu malum­dur (bk. en-Neşr, I, 210-211).

(92) Bk. en-Neşr, I, 211-212; Aliyyu’l-Karî, el-Minehu’l-fikriyye, s. 28, 1308 h.

Burada «Lahn» terimi üzerinde biraz bilgi vermemiz uygun olacaktır: Çeşitli ma­naları olan bu kelimeden burada maksat, tecvide riayet etmeden Kur’ân okumak­tır. Celî (açık) ve hafî (gizli) olmak üzere iki çeşit «lahn» vardır:

a) Lahn-ı celî: Kaynaklar, gerek bu işin mütehassıslarının ve gerekse avamın anlayacağı derecede hatalı okuyuş olarak tanımlarlar. Harflerin aslî sıfatlarının değiştirilmesi, kelimelerin yapı ve iraplarının bozulması... gibi. Bu konuda kay­naklar, her ne kadar avâmın farkedebilmesini ölçü olarak almışlarsa da (bk. en - Neşr, I, 211; el-îtkan, I, 100), bu ölçünün günümüz için -mutlak anlamda- geçerli olmayacağı tabiîdir. O halde günümüz ve toplumumuz için «avamdan bir kısmı­nın da farkedebileceği » şeklinde bir ifade kullanmak daha doğru olsa gerektir. Lahn’ın bu çeşidi caiz değildir. Ve bu lahn’dan sakınarak okumak, her müslü­man kadın ve erkeğe farz-ı ayındır.

b) Lahn-ı hafî: Ancak kırâet konusunda ehil olan kişilerin anlayabileceği ha­talardır ki, ihfâ, iklâb, gunnelerin belirtilmesi gibi hususların terk edilmesidir. Bu ve benzeri tecvid kaidelerini uygulayarak okumak farz-ı ayın değil ise de (bk. el-Minehu’I-fikriyye, s. 28), daha ehil kişiler varken bu kaidelere riâyet ederek okuyamayanlar imamete geçmemelidirler.

(93) Misâl olarak bk. Ali Salim el-Menûfî. İrşâdu’l enâm fî hükmi kırâeti’l-Kur’an, s, 76-77, Mısır, 1324.