Makale

TEMEL HAK VE HÜRRİYETLER ANLAYIŞI AÇISINDAN İSLAM

CAĞIMIZDA
TEMEL HAK VE HÜRRİYETLER
ANLAYIŞI AÇISINDAN
İSLAM

Dr. Yaşar YIGIT
Din İsleri Yüksek Kurulu Uzmanı

"Hak" ve "Hukuk" kavramları geçmişte olduğu gibi günümüzde de sıkça gündeme gelen ve çeşitli boyutları ile tartışmalara konu olan iki terimdir. Bu iki terimin insanla ilgili oluşu, tartışmalara ayrı bir boyut kazandırmaktadır.
Hak, "hukukun koruduğu menfaat"; insan hakları da, "insana insan olduğu için, diline, dinine, ırkına, cinsiyetine, milliyetine, sosyal statüsüne ve rengine bakılmaksızın tanınan haklar" şeklinde tanımlanabilir. Ayrıca "insan hakları, insanın sahip olduğu özgürlüklerin belirgin ve kullanılabilir hale gelmesi" şeklinde tanımlamak da mümkündür.
Kur’an-ı Kerim’de, hadislerde ve diğer İslâmî kaynaklarda hak kavramı, "doğru, gerçek, görev, sorumluluk, borç" gibi öteki anlamları yanında "korunması, gözetilmesi ya da sahibine ödenmesi gerekli olan maddî ve manevî imkan, değer, pay, eşya ve menfaatler" için de kullanılmıştır."’
"Temel insan haklan" denilen ve çağımızda büyük önem atfedilen hakların, zamanımızın bir keşfiymiş gibi ortaya konması yanlış ve de yanıltıcıdır. Zira insanlık tarihi kadar eski ve de köklü bir geçmişi olan İlâhî dinlerin içerdiği mesajlarda, günümüzde dile getirilen insan haklarının temelini bulmak mümkündür. Orijinalitesi bozulmamış, herhangi bir İlâhî dinde, insan haklarına aykırı bir ilke veya hüküm bulmak mümkün müdür? Bu soruya verilecek cevap elbette "hayır" olacaktır. Çünkü insanı yaratan Allah, onun insanca yaşaması için gerekli her türlü hakkı ona vermiş ve de bu hakları kutsal (dokunulmaz) kabul etmiştir.
Bazı çevrelerce zaman zaman kasıtlı veya bilinçsiz olarak İslâm’ın insan haklarına gerekli değeri vermediği şeklinde iddialar gündeme getirilmektedir. Gerek geçmişte gerekse günümüzde bazı İslâm ülkelerinde vaki olan insanlık onur, şeref ve haysiyetine yakışmayan uygulamaları baz alarak böyle bir iddiada bulunmak ve bunu İslâm’a mal etmek doğru değildir. Zira İslâm, bu tür uygulamaları hiçbir zaman tasvip etmemiş, insana en üst düzeyde değeri vermiştir. Ancak şunu itiraf etmek gerekir ki, İslâm ülkelerinin tarihi seyrine baktığımızda, o yüce dinimiz ile bağdaşmayacak türden uygulamalara diğer ülkelere nispetle az da olsa rastlamak mümkündür. Üzülerek ifade edelim ki, bu tür uygulamalara Kur’an ve Sünnette zemin arama, böylece bunları meşrulaştırma bedbahtlığına da düşülmüştür. Ancak yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, bu tür lokal (mevzii) ya da kişisel sapmaların genellenerek İslâm’ın görüşü şeklinde sunulması, insafa sığmaz. Zira İslâm ve onun ana kaynakları Kur’an ve Sünnet’te bu uygulamaları onaylayacak herhangi bir delil ya da dayanak bulmak mümkün değildir. Önyargılardan uzak, objektif düşünebilen herkes, İslâm’ın insana ne derece değer verdiğini takdir eder. İnsanlık, ortaçağ karanlıklarında cehalet, vahşet içerisinde yüzerken, onun getirdiği ilkeler ve ahlâkî değerler bu takdiri haklı çıkaracak güçtedir. Nitekim Kur’an-ı Kerim ve onu tebliğ eden Hz. Muhammed (s.a.s.) hep insana saygıyı tavsiye etmişler, objesi ve niceliği dikkate alınmaksızın zulmü yasaklamışlardır. Bu noktada insanlık alemi, farkında olmayanlar olsa da gerçekten İslâm’a çok şeyler borçludur.
Âyet ve hadislerde insana büyük değer verildiği değişik vesilelerle dile getirilmektedir. Allah Teâlâ, herşeyden önce insanı yeryüzünde iradesini temsil etmek üzere yarattığını, "Hatırla ki Rabbin meleklere: Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım, dedi..."121 âyetiyle ifade etmektedir. Böy- lesine ağır ve de şerefli bir misyon sadece insana yüklenmiştir. Evrende başka bir yaratığın bu tür bir fonksiyonu tesbit edilmiş değildir. Yine "Biz insanı en güzel biçimde yarattık." 131 âyetiyle, insanın yaratılışında bir güzelliğin hedeflendiği vurgulanmıştır. Kur’ân-ı Kerimin hep insanı muhatap alması ona verilen değerin bir başka ifadesidir. İnsana böylesi bir sorumluluk yükleyen İslâm, ona haklar da tanımış ve bu hakların korunması için birtakım maddî ve manevî yaptırımlar getirmeyi de ihmal etmemiştir.
İnsan denilen varlığın hayatını onurlu bir şekilde sürdürebilmesi için vazgeçilmez kabul edilen temel hakları vardır. Din, can, akıl, namûs ve mal güvenliği bu hakların en önde gelenleridir. Söz konusu haklar, İslâm hukuk doktrininde zarûrât-ı diniyye (Dinin vazgeçilmez temel değerleri) şeklinde nitelendirilmiştir.4 İnsanlara sağlanan bu haklar dokunulmazdır. 151 Belirtilen hakların dokunulmazlığı, din, cinsiyet ve ırk gibi kriterlere bağlı değildir. İnsanın sahip olduğu bu haklar, kişinin sırf insan olduğu için doğuştan kazandığı, vazgeçilmez, devredilmez haklardır. Bu haklara yöneltilen haksız saldırılara karşı nitelik ve niceliği değişse de çeşitli türden yaptırımlar konulma gereği duyulmuş ve hemen hemen her hukuk sistemi tarafından tarih boyunca bu doğrultuda düzenlemeler yapılmıştır. Ancak şunu belirtelim ki, günümüz dünyasında bu haklar, teorik olarak dokunulmaz kabul edilmekle beraber, pratikte söz konusu hakların dokunulmazlığını ihlal eden nice örnekler müşahede etmekteyiz. Din güvenliği, inanç özgürlüğü, mal güvenliği, ırz güvenliği, ihlale, saldırı ve sataşmalara her zaman açık bir ülkenin vatandaşlarının dünyadan ne derece zevk aldıklarını sormaya ve düşünmeye gerek var mı? Belirtilen haklar, insanı insan yapan değerlerdir. Bu yüzden insanlık alemi, tarih boyunca bu değerleri muhafaza etmek ya da elde etmek için en çok sevdikleri canlarını dahi feda etmişlerdir. Onurlu bir yaşam için tarihsel süreç içinde insanlık hakikaten ağır bedeller ödemiştir, ödemeye devam etmektedir de. Bugün sloganik bir şekilde yüksek sesle telaffuz edilen insan haklarının herbirine ulaşmak için en tabii hayat haklarını adeta diğer insanlara feda eden hak, adalet sembolü kahramanları unutmamak gerekir. Ne garip bir olgudur ki, insanlar onurlu bir hayat için vazgeçilmez değerler bütününü teşkil eden haklarını, ağır bedeller karşılığında hemcinslerinden satın almak zorunda kalmışlardır. Hak, adalet, eşitlik düşmanı insanlar, malik olmadıkları adeta gasp ettikleri bu kutsal hakları, satma cürmünü işleme bedbahtlığına düşmüşlerdir ve halen düşmektedirler de. Bu iğrenç olgu ve anlayış nedeniyle gözyaşı, işkence, kan ve acı hakkın, adaletin bedeli olagelmiştir.
Öte yandan insan haklarının tanınmasının ve yazılı metinlerle tespit edilmesinin tek başına yeterli olmadığı, bunun yanında uygun bir sosyal yapılanma çerçevesinde toplumun bütün bireyleri, özellikle de hakim güçleri tarafından özümsenmiş, adeta bir yaşam biçimi haline getirilmiş olmasının hayati bir önem taşıdığı da açıktır. Diğer birçok insanı ve hukukî değer gibi insan hakları da ancak insan unsurunun yetkinliğiyle sağlam bir inanç ve ahlâk zemininde, hukukun üstünlüğünün ve adaletin bulunduğu toplumlarda gerçekleşip gelişebilir. Kur’an-ı Kerim ve Hz. Peygamberin sünnetinde adalete ve hakkın üstünlüğüne sürekli vurgu yapılıp keyfiliğin, nasların çizdiği sınırların çiğnenmesinin yasaklanması, meşruiyetin ve hukuk düzeninin korunmasının emredilmesi, bu sağlam zemini kurmaya yönelik tedbirler olarak ayrı bir anlam taşır.
İslâm’da "zarürât-ı diniyye (Dinin vazgeçilmezleri)" şeklinde ifade edilen temel değerler, belirli ölçütler göz önünde bulundurularak bir sıralamaya tâbi tutulmuştur. Bu sıralamada hangi hakkın diğer haklara nispetle korunmasının daha öncelikli olduğu çeşitli kriterler baz alınarak tespit edilmeye çalışılmıştır. Genel anlayışa göre dinin korunması başka bir deyimle din güvenliği, haklar hiyerarşisinde ilk maddeyi teşkil etmektedir. Ancak bu sıralamada, aşağıda da belirtileceği üzere "canın muhafazası" da önemli bir yer tutmaktadır.’6
Çağımızda temel insan hak ve hürriyetleri bağlamında ele alınan din ve vicdan hürriyeti, hayat hakkı, mal güvenliği, kişilerin haysiyet ve onurlarının (ırzın) korunması gibi haklar üzerinde kısaca duracağız.
a) Din ve vicdan Hürriyeti: Yaygın tanımına göre din ve vicdan hürriyeti, kişileri istedikleri dini serbestçe seçmeleri, seçtikleri dinin kurallarını hiçbir müdahele ve sınırlamaya maruz kalmadan uygulamaları, bu konuda eğitim alma, eğitme, başkalarına anlatma ve telkin etme, bunu sağlayacak ölçüde sivil örgütlenme haklarını ifade eder.
İman, herşeyden önce içten benimseme ve gönüllü inanma meselesidir. İslâm’da, insanlara inanma ya da inanmama özgürlüğü tanınmıştır. Nitekim, " De ki: "Gerçek Rabbi- nizdendir." Dileyen inansın dileyen inkâr "171 âyeti bu gerçeği dile getirmektedir. Herkes, dilediği gibi inanabilir. Kişilerin iradelerine bu noktada müdahele edilmemiştir. İnsanlar, kendi iradeleri doğrultusunda inanma ya da inanmama özgürlüğüne sahiptir. Şunu belirtelim ki, kişinin küfrü benimsemesi dünyevî bakımdan bir cezayı gerektirmez. Başka bir ifadeyle, kişilerin İslâm dini dışında herhangi bir inancı benimsemeleri, hukuki anlamda suç değildir. Ancak Allah Teâlâ, başta akıl gibi bir nimet vermekle diğer yaratılanlara üstün kıldığı insanı, kendisine ibadet için yarattığım18’ ifade buyurmaktadır. Dolayısıyla insanın kendi iradesiyle hak yolu (İslâm) seçmesi onun yaratılışının temel hedefidir. İnsanın bu hedefe ulaşması için tarihi süreç içinde Allah (c.c.), onu doğru ve yanlışı seçmede etkin olmakla beraber yeterli olmayan akılla başba- şa bırakmamış, aynı zamanda doğru ve yanlışı (hak-batıl) ona öğretecek, bildirecek peygamberleri de göndermiştir.
İslâm, her zaman, din ve inanç özgürlüğünü savunmuş, dinde zorlama yapılamayacağı ilkesini191 titizlikle korumuştur. Başka dine mensup çocuklarını İslâm’a girmeleri için zorlayan kişilerin ikaz edilmeleri,1,01 müslümanların mescidinde bile diğer din mensuplarının ibadetine Hz. Peygamberin izin vermesi örnekleri,’"1 İslâm’da inanç özgürlüğünün boyutu konusunda bize ışık tutmaktadır. Ancak İslâm’da, yanlış ya da batıl inanca sahip kimselere, ikna ve güzellikle bu inançlarının hatalı olduğunun anlatılması da bir görevdir. Bu anlatımın (tebliğ), inanç özgürlüğüne müdahele şeklinde algılanmaması gerekir. Çünkü tebliğ, zor kullanma değil güzellikle ikna temeli üzerine oturtulmuştur. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de "Ey Muhammedi Rabbinin yoluna hikmetle, güzel öğütle çağır, onlarla en güzel şekilde mücadele et; doğrusu Rabbin kendi yolundan sapanları daha iyi bilir.""31 âyeti belirttiğimiz bu hususu ifade etmek suretiyle İslâm’ın tebliğ metodunun temelini de bizle- re yansıtmaktadır. Bu anlatım ya da tebliğ misyonunu üstlenen kişi, asla zor kullanamaz. Çünkü Kur’an-ı Kerim’de, bu durum "Dinde zorlama yoktur-, artık hak ile batıl iyice ayrılmıştır...." "3|, âyetiyle dile getirilmektedir. Tarihsel sürece baktığımızda, bu misyonun öncüleri olan peygamberlerin hiçbirisinin tebliğde zor kullandığını görmemekteyiz. İnsanlık âleminin seçkin ve örnek üyeleri olan peygamberlerin, tebliğ metodunda zor, tehdit yerine temenni ve öğüt verme hakim olmuştur. Öyle ki, tarihe zulüm ve küfür sembolü olarak damgasını vuran azılı düşmanların bile, Allah’ın yoluna davet edilmesinde yumuşak ifadelerin seçilmesi öğütlenmektedin "Fir’avun’a gidin, doğrusu o azmıştır. Ona yumuşak söz söyleyin, belki öğüt dinler veya korkar." 14
Bunun yanında mü’minle- rin, inanmayan kimselerin kutsalına sövmemeleri ve hakaret etmemelerinin emredil- mesi de İslâm’da inanç özgürlüğüne verilen önem konusunda bizlere bir fikir vermektedir. "Allah’tan başkasına tapanlara (ve putlarına) sövmeyin; sonra onlar da bilmeyerek Allah’a söverler..." 15
b) Hayat hakkı (Can Dokunulmazlığı): Zarûrât-ı Diniyye şeklinde nitelendirilen değerlerin hemen hemen hepsinin temelde dolaylı ya da dolaysız olarak, canın korunması ile bir ilgisinin bulunduğunu ifade edebiliriz. Bu değerler sıralamasında can güvenliği, bazı durumlarda, ilk sırada yer alan dinin muhafazasından daha önce gelmektedir. Nitekim canın muhafazası için, zaruret halinde dinin kesin olarak yasakladığı bazı haramların yapılmasına izin verilmesi, hatta bazı durumlarda, bu tür yasakların işlenmesinin vacip kabul edilişi, insan hayatına diğer bir deyişle insana verilen önemi vurgulayacak nitelikteki uygulamalardır. Allah’ı inkara zorlanan şahsın, Allah’ı inkarına izin verilmesi,"16 zorda kalan ve yiyecek bulamayan kişinin ölmemek için dinin haram kıldığı domuz eti vb. şeyleri yemesi,"71 hatta yemediği takdirde açlık sebebiyle ölmesi durumunda, dinen sorumlu tutuluşu,"8’ canın muhafazasına verilen değeri ifade edecek nitelikteki örneklerdir. Canın muhafazasına bu derece önem verilmesinin elbette temel bir esprisi vardır. Her şeyden önce, söz konusu değerlerin buluştuğu ve önem kazandığı merkez ya da suje, hayat sahibi insandır. Din, akıl, mal, nesil, namus gibi temel değerler, ancak hayat sahibi insan için bir önem ifade eder ve bu değerler de, hayat sahibi insanın şahsında bir önem kazanır. Din ve onun hükümleri, hayat sahibi insanı muhatap kabul etmektedir. Akıl, mal, namus ve nesil gibi değerlerin muhafazasının da canın muhafazasına bağlı olmadığı iddia edilebilir mi? İşte bu ve benzeri gerekçelerle İslâm’da insan hayatına başka bir ifadeyle insana büyük önem verilmiştir.
"Bir cana karşılık veya yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya karşılık olmaksızın bir cana kıyan kimse sanki bütün insanları öldürmüş gibidir. Birine hayat veren kimse de bütün insanlara hayat vermiş gibidir."1,91 âyeti İslâm’da, insan hayatına diğer bir ifadeyle yaşam hakkına ne derece değer verildiğini ifade etmeye yeterlidir. İslâm’da kişilerin hayat hakkına kastedenlere en ağır ceza (kısas) getirilmiştir. Burada maktulün toplumdaki statüsü ve sahip olduğu inanç uygulanacak cezaya etki etmez.
c) Kişilerin ırz (haysiyet ve nâmus) dokunulmazlığı: Bu da temel bir hak olup İslâm dini, müslümanlara birbirlerinin ırz, namus, şeref ve haysiyetlerine saygılı olmalarını emretmiştir. İslâm ahlâkında, insanlarla alay etmek, küfür ve hakaret, gıybet, haset, iftira, işkence, baskı gibi onur ve haysiyet kırıcı tutum ve davranışların yasak olduğunu gösteren pek çok âyet ve hadis vardır.’201 Bu konuda kişilerin iffetine yapılan iftirada (kazf), ceza uygulanması öngörülmüştür.12,1 Örnek olarak şu hadisi nakledebiliriz. " ...Her müslümana, diğer müslümanın kanı (canı), namusu ve malı haramdır. Takva işte buradadır (kalptedir). Bir kimsenin müslüman kardeşini hor görmesi kendisine yapacağı kötülük olarak yeter."22
d) Mal güvenliği: İslâm’da kişilerin mal güvenliğine de büyük ehemmiyet verilmiş, onların mallarına karşı yapılacak haksız saldırılarda çeşitli müeyyideler öngörülmüştür. Bu müeyyidelerin başında, hırsızlık suçuna karşı uygulanan el kesme cezası gelmektedir. "Hırsızlık eden erkek ve kadının yaptıklarına karşılık Allah tarafından ibret verici bir ceza olarak ellerini kesin. Allah güçlüdür, hüküm ve hikmet sahibidir."1231 Bu âyet, hırsızlık yapan kimselere el kesme cezasının uygulanması gerektiğini beyan etmektedir. Belirtilen ceza, ağır bir ceza şeklidir. Ancak çağımızda uygulanan cezaların caydırıcı olmaması nedeniyle hırsızlığın hangi boyutlara ulaştığını görmekteyiz. Hırsızlar, insanların nice emeklerle sahip oldukları mal ve mülklerini pervasız ve kaygısızca çalmaktadırlar.

1- Örnek olarak bkz. ez-Zâriyât, 19; el-Meâric, 24; el-İs- râ, 26; er-Rûm, 38.
2- Bakara,30.
3- Tîn, 4.
4- Bkz. Şâtıbî, el-Muvâfakât, Beyrut 1994, II, 324; Gaz- zâlî, el-Mustafâ, Bulak, ty., I, 288; İbn Âşûr, Islâm Hukuk Felsefesi (trc. Vecdi Akyüz-Mehmet Erdoğan), İstanbul 1988, s. 151.
5- Bkz. Armağan, Servet, İslâm Hukukunda Temel Hak ve Hürriyetler, Ankara 1987, s. 82 vd.
6- Bkz. Şâtıbî, el-Muvâfakât, 11, 324;Gazzâlî, el-Mustas- fâ, I, 288; İbn Âşûr, s. 151.
7- Kehf, 29.
8- zâriyât, 56.
9- Bakara, 256.
10- Ebû Davud, Cihâd, 116; Kurtubî, el-Câmi’, Beyrut 1985, III, 280; Elmah’lı, Hak Dini Kur’an Dili, İstanbul, ty., II, 886.
11-Hamidullah, İslâm Peygamberi, İstanbul 1990, I, 620.
12- Nahl.125.
13- Bakara, 256.
14- Tâ-Hâ, 43-44.
15- En’âm,108.
16-“Gönlü imanla dolu olduğu halde inkara zorlanan hariç, kim iman ettikten sonra, Allah’ı inkar eder, kalbini inkara açık tutarsa, Allah’ın gazabı onların üzerindedir. Bunlara büyük bir azap da vardır." (en-Nahl, 106.) Bu âyet, Allah’ı inkara zorlanan şahsın, gönülden olmamak kaydıyla Allah’ı inkar etmesinin, geçersiz olacağını ifade etmektedir. Bu yönüyle de canın muhafazası, dinin muhafazasına tercih edilmiştir.
17-“Şüphesiz ki Allah, size leşi, kanı, domuz etini, bir de Allah’tan başkası adına kesilenleri haram kıldı. Bir kimse mecbur kalır zaruret haddini aşmadan ve başkalarının hakkına tecavüz etmeden bunlardan yer ise, ona günah yoktur. Şüphesiz ki Allah, çok bağışlayan ve merhamet edendir.” (el-Bakara, 173) âyeti zorda kalan şahsın canının muhafazası için, normal şartlarda yasak olan şeyleri yiyebileceğini ifade etmektedir.
18-Serahsı, el-Mebsût, Beyrut 1978, XXIV, 48; Kâsânî, Bedâiu’s-Sanâi’, Beyrut 1986, VII, 176.
19- Mâide, 32.
20- Örnek olarak bkz. Buhâri, Mezâlim, 3; Tirmizi, Birr, 18; Diyât, 8.
21-“İffetli kadınlara zina isnad edip de, sonra bu iddialarını doğrulayacak dört şahit getiremeyenlere seksener sopa vurun ve artık onların şahitliğini asla kabul etmeyin. İşte onlar fasıkların ta kendileridir." Nûr, 4.
22- Buhâri, Mezâlim, 3; Tirmizi, Birr, 18; Diyât, 8.
23- Mâide, 38.