Makale

TERÖR

TERÖR

Hazırlayanlar:
Abdulbaki İŞCAN
Ahmet ARSLAN

HİÇ BİR ŞEYDEN ÇEKMEDİK
TERÖRDEN ÇEKTİĞİMİZ KADAR

İnsanoğlu yaratıldığı günden beri gelecek hususunda hep merak içerisinde olmuş, bu merakını gidermenin yolunu da inceleyerek, araştırarak elde ettiği sonuçları değerlendirmede bulmuştur.
Yeni bir yüzyıla adım atmaya hazırlandığımız bu günlerde de durum geçmişten pek farklı değil. Günümüzde hemen hemen tüm ülkeler imkanları ölçüsünde insanlığın ve dünyanın geleceği ile ilgili araştırmalar yapıyorlar. Tabii ki bu araştırmaların ortak ve odak noktasını da insan oluşturuyor.
İnsanlığın bugünkü durumu nedir; daha rahat, daha huzurlu, daha kolay bir hayat için insanlığın istifadesine neler sunulabilir? Gerek bireysel, gerekse çeşitli gruplar marifetiyle gerçekleştirilen şiddet olaylarının önüne nasıl geçilebilir?
Bu ve benzeri sorulara teknolojideki gelişmelerin katkısıyla çözümler aranırken, geleceğin mirasçıları olan gençlerin içinde bulundukları durum, yetişme şekilleri, eğitimleri, çevre ile ilişkileri ortaya konmakla birlikte, yapıcı çözümlerin yeterince ortaya konmadığı bir gerçek olarak önümüzde duruyor.
Teknoloji çağı, uzay çağı gibi madde öncelikli yaklaşımlar her zaman muhtaç olduğumuz sevgiden, saygıdan, barıştan, gerçek anlamda insanlığın erdeminden, bu duygularla besili, destekli medeniyet kavramından bizi adeta uzaklaştırıyor. Kendi ellerimizle oluşturduğumuz, buz gibi soğuk, taş gibi sert bir hayatla bizleri baş başa bırakıyor.
Günün her saatinde, toplumun hemen her kesiminde şiddet olayları meydana geliyor.
Terör can almaya devam ediyor.
Televizyonlar oynattığı dizi ve filmlerle şiddeti körüklüyor.
Gazeteler şiddeti içeren haberlere ağırlık veriyor.
Sinemalarda teknoloji ile şiddeti birleştiren senaryolar, tamamen şiddete ve savaşa dayalı yapımlar gösterimce.
İnsanî ilişkiler, aile bağları, küçük-büyük arasındaki iletişim, toplumda huzur hiç ama hiç önemsenmiyor.
İnsanın aklına ister istemez şu soru geliyor:
“Bize ne oluyor?”
Biz biliyoruz ki sevgi, şefkat, barış, huzur insan hayatında gıda ve su kadar önemli.
Biz biliyoruz ki bebekler dünyaya gözlerini sevgi ile açıyorlar.
Yine biz biliyoruz ki sevgi oldukça dünya var, ülkeler var, insanlar var.
Dünyanın ve Türkiye’nin gündemini uzun yıllar meşgul eden terör, uluslararası platformda, devletlerin menfaat çatışmaları olduğu müddetçe devam edeceğe benziyor. Devam ettiği müddetçe de devlet ve millet farkı olmaksızın insanlar ölüyor, ocaklar sönüyor. Yani insanlık acı çekiyor, zor günler yaşıyor. Türk halkı da zaten terör yüzünden oldukça acı günler yaşadı; hala da yaşamaya devam ediyor.
Planlı hareket, beynelmilel bir organizasyon olarak düşünebileceğimiz terör, hedefini gerçekleştirme noktasında hemen her türlü olumlu-olumsuz durumu silah olarak kullanabiliyor. Nerede bir farklılık varsa, nerede bu farklılığı algılayan insanlar, guruplar varsa oraya yöneliyor.
Sağcı-solcu diyor, gençleri birbirine düşürüyor.
Etnik farklılık diyor, yüzyıllardır beraber yaşayan insanları cepheleştiriyor. Din ve mezhep farklılığı diyor, komşuyu komşuya vurduruyor.
Bölge ve bölgeler arası geri kalmışlık diyor, yetersiz eğitim diyor, kötü ekonomi diyor... Diyecek bir şeyler bulamayınca da yeni şeyler icat ediyor. Mutlaka bir şeyler bulup istismar edebiliyor, her türlü ortamı zemin olarak kullanabiliyor.
Aslında ne insanların dilini, dinini düşünüyorlar, ne ırkını, ne de ekonomiyi...
İdeolojik tasaları da yok aslında.
Sadece, gül bahçelerindeki gülleri kurutmak ve bu bahçelere nifak tohumları ekerek cennet Türki- yemizi kurak bir iklime sürüklemek...
Bütün gayeleri bu.

TERÖR

On binlerce insanın ölmesine, yaralanmasına; yüz binlerce insanın göç etmesine neden olan terör...
Aynı zamanda trilyonlarca masrafa; bütün insanlarımızın hayatım şu veya bu şekilde etkilemesine sebep olan terör...
Anaları-babaları gözü yaşlı, kundaktaki bebekleri yetim bırakan terör...
Ülkemizde yarım asra yakın süredir görülen terörü, bireylerin ya da azınlıkların şiddete dayanan ve kişilere, mallara ya da kurumlara yönelik siyasal eylemi; bu şiddet eylemlerinin tümü şeklinde tanımlamak mümkün olmakla birlikte, kısaca örgütlü ve kuralsız şiddet hareketi şeklinde de ifade edebiliriz.
Terörle Mücadele Kanunu’nda terör şu şekilde tanımlanmaktadır: “Madde 1. Terör: Baskı, cebir ve şiddet, korkutma, yıldırma, sindirme veya tehdit yöntemlerinden biriyle anayasada belirtilen Cumhuriyetin niteliklerini, siyasî, hukukî, sosyal, laik, ekonomik düzenini değiştirmek, devletin ülkesi ve milleti ile bölünmez bütünlüğünü bozmak, Türk devletinin ve Cumhuriyetin varlığını tehlikeye düşürmek, devletin otoritesini zaafa uğratmak veya yıkmak veya ele geçirmek, temel hak ve hürriyetleri yok etmek, devletin iç ve dış güvenliğini, kamu düzenini veya genel sağlığı bozmak amacıyla bir örgüte mensup kişi veya kişiler tarafından gerçekleştirilecek her türlü eylemlerdir.”
Terörün, anarşinin oluşturduğu boşluklardan, buhranın sebep olduğu zafiyetten yararlanarak ortaya çıktığı bir gerçektir.
Terör, anarşinin doğal bir sonucudur. Çünkü anarşi, otoritenin ve hukuk düzeninin yitirilmesi halidir. Böyle bir ortamda mikrobu olmasa da terör üre- mektedir. Teröristler yönetimi zayıflatıp, güvenlik güçlerini suçlu gibi göstererek, toplumun onları dışlamasına, etkilerinin azaltılmasına çalışırlar. İnsanları bezdirir, umutlarını kırar, psikolojik olarak çökertmeye çalışırlar.
Terörün genellikle siyasî bir amacı vardır. Devlet otoritesini reddeder, örgütlü bir harekettir. Terör dış destek olmadan yaşayamaz. Malî destek terörde vazgeçilmez bir ihtiyaçtır. Tahrip, öldürme, adam kaçırma, işkence, tehdit, şantaj vb. gibi yöntemler kullanılır. Şiddete başvurur, dehşet, korku salarak halkın üzerinde yılgınlık, bıkkınlık meydana getirir. Acımasız ve zorbadır. İstismarcıdır, kuralsızdır. Soygun, silah ve uyuşturucu kaçakçılığı yapar. Terör genellikle başka güç veya güçlerin taşeronudur, propaganda ile gelişir ve hatta propaganda ile ölür. Terörün kendisi zaten bir propaganda aracıdır.

PKK

Özellikle 1984 yılından sonra ülkemizin başına bela olan bir terör örgütüdür.
Propaganda aracı olarak kullandıkları malzemelerden biri olan Kürtlükle hiçbir ilgisi olmayan lider kadrosunun kişisel çıkarlarını tatmin için, ülkemizin üzerinde hain emelleri bulunan ve Türkiye düşmanı dış güçler tarafından kiralanmış, halkımızın huzur ve güvenini sarsarak, güçlenmemizi, gelişmemizi engellemeye çalışmışlardır.
Yaş ve cinsiyet farkı gözetmeden genç, ihtiyar, kadın, erkek, çocuk, bebek ayırımı yapmadan insanlarımızı öldürmüşlerdir.
Yörede yaşayan vatandaşlarımızın çocuklarını kaçırarak örgüte eleman temin etmeye çalışmışlar ve elde ettiklerini köle gibi kullanmışlardır.






Halktan zorla malzeme, para ve yiyecek toplamış, vermeyenleri ise canından etmiş, bölge halkının malına mülküne ve parasına zorla el koymak sureti ile halkı bıkkınlığa sevk etmişlerdir.
Devletin bölgeye götürdüğü hizmetler bu örgüt tarafından engellenmeye çalışılmakta, okullar yakılmakta, öğretmenler kurşunlanmakta, eğitim, öğretim babalanmakta, yöre halkı cahil bırakılarak halk üzerinde daha kolay egemenlik kurmaya gayret edilmektedir.
Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nin hızla kalkınması için bölgede ihtiyaç duyulan yatırımlar bir yandan devlet eliyle yapılırken, bir yandan da çeşitli teşvik tedbirleri uygulanarak özel sektör bölgede yatırım yapmaya özendirilmektedir. Ancak kendi varlığının devamını bölgenin geri kalmasında gören PKK, bu yatırımları engellemek için şantiyeleri yakmakta, petrol kuyularına sabotajlar düzenlemekte, ulaşımı engellemek için yolcu otobüslerini yakmaktadır. Bölge halkının sözde özgürlük ve refahını sağlamak için savaştığını propaganda ederken, öte yandan da bölgeye yatırım yapılmaması için elinden gelen bütün engellemeleri yapmaktadır.
PKK örgütünün asıl hedefinin ülkemizde Marksist-Leninist antidemokratik bir devlet olduğunu söylememiz mümkün. Örgüt kuruluşunun ilk yıllarında (1970-1980) Türkiye’de Marksist-Leninist ideoloji gençliği hedef seçmiş, Marksist-Leninist deklarasyonlarla bu düşüncedeki kimseleri kendi örgütüne kazandırmayı hedeflemiş, bu amacına az da olsa ulaşmış, bazı gençleri örgüte kazandırmıştır.
PKK terör örgütü bölge halkının üzerinde baskı kurarak genç kızları ve erkekleri dağa kaldırmakta, onları uyuşturucu bağımlısı yapmakta ve kendi kötü amaçlarına alet etmektedir. Bu amaçlara alet olmayıp, kaçıp kurtulmak isteyen gençleri de kurşuna dizmektedir. Kasaba ve şehirlerde vatandaşlarımızı devlete karşı tavır almaya zorlamakta, direnenleri silah tehdidi ile devlete karşı gelmeye zorlamaktadır. Kendince halk mahkemeleri kurarak örgüte hizmet etmeyenleri ölüm cezasına çarptırarak kurşuna dizdirmektedir.
PKK terör örgütünün başı Abdullah Öcalan, halkın dinî inançlarına saygılı olduğunu söylemekte. Oysaki verdiği direktifleri uygulayan örgüt elemanları, Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgesinde örgütün dediklerini yapmadıkları için imamlarımızı, Kur’an okumakta olan çocuklarımızı öldürmekte, camileri kurşunlayıp, dinî kitapları yakmaktadır. Bölgede baskı ve şiddet yoluyla korku saçmaya çalışan örgüt, dinî inançlara saygılı olduğu aldatmacası ile halkın desteğini kazanmaya ve din düşmanı olan gerçek yüzünü maskelemeyi amaçlamaktadır. Ancak gün gibi açıktır ki PKK terör örgütü, Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde, örgütün propagandasını yapmadıkları, örgüte hizmet etmedikleri için bir çok din adamımızı şehit etmiştir.
PKK terör örgütünün lider kadrosunda çok sayıda ermeni teröristlerin olduğu bugün bilinen bir gerçektir. Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgesinde, Ermenistan devleti kurmaya çalışan Ermeniler, bu emellerine kavuşabilmek için bölgedeki vatandaşlarımızı kullanmaya, kötü emellerine alet etmeye çalışmışlar, ancak vatandaşlarımız buna alet olmaya yanaşmayınca kadın, çoluk çocuk demeden on binlerce vatandaşımızı öldürmüşlerdir.
Örgüt baskı, yıldırma ve toplu katliamlar yoluyla Güneydoğu Anadolu Bölgesindeki vatandaşlarımızı göçe zorlamakta ve sözde kurulması düşünülen Ermenistan için zemin hazırlamaktadırlar.
PKK terör örgütü devletin Güneydoğu’ya yaptığı yatırımları tahrip ederek, buraya yatırım yapmak isteyen iş adamlarını tehdit ederek bölgenin gelişmesini ve güçlenmesini engellemeye çalışmakta, yöre halkının refah seviyesini düşürmektedir. Ulaşım yollarında yaptığı eylemler ile bölgedeki taşımacılığı engellemeye çalışmaktadır. Bu kadar engellemeye rağmen devlet, büyük kararlılıkla yatırımların planlandığı şekilde yürütülmesini sağlamak için gerekli tüm tedbirleri almaktadır.
Devletimiz, Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde yaşayan vatandaşlarımızı PKK terör örgütünün baskısından ve vahşetinden korumak, bölgedeki ülke kaynaklarını örgütün saldırılarına karşı savunmak, terör ateşini söndürmek, üniter yapısına sahip çıkmak için kararlı bir biçimde meşru bir mücadele sürdürmektedir.
Terör örgütünün vur kaç taktikleri karşısında yılmayan güvenlik güçlerimiz dağ, taş demeden peşlerine düşmekte, onları birer birer saklandıkları inlerinden çıkarmakta ve tesirsiz hale getirmektedir. Bu mücadele esnasında cepheye giden gençlerimizden bazıları terör örgütünün sinsice ve kalleşçe kurdukları pusular sonucunda şehit olmaktadır.
Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nin bir çok köyünde yaşayan ve terör örgütünün asıl maksadını anlamış olan vatandaşlarımız devletin yanında yer almış, gönüllü köy koruyucusu olarak PKK terör örgütüne karşı güvenlik kuvvetleriyle birlikte mücadele vermektedirler

TERÖR VE TÜRKİYE’NİN JEOPOLİTİK KONUMU
Ükemiz geçmişte olduğu gibi, günümüzde de üzerinde ve yakın çevresinde dünyanın güç dengelerini etkileyebilecek hassas bir coğrafi konuma sahiptir. Bu konumu ile Avrupa, Asya ve Afrika kıtalarının düğüm noktası olarak nitelendirilen Akdeniz ve Orta Doğu’nun Doğu-Batı, Kuzey-Güney mihveri üzerinde bir köprü konumundadır. Bundan dolayıdır ki farklı özelliklere sahip Avrupa, Asya ve Afrika ülkelerinin fiziki, sosyal-kültürel ve ekonomik eksenleri ülkemiz üzerinde çakışmaktadır. Ayrıca bütün kara, deniz ve hava sahası Avrupa ve Asya’dan, Orta Doğu, Basra Körfezi ve Afrika’ya kadar stratejik düzeyde kuvvet intikali için önemli bir bölgedir. Aynı zamanda bu bölgeleri, kontrolü altında bulundurmaktadır. Ülkemizin bütün bu özellikleri, ona dünya güç merkezleri için mutlak kontrol ve elde bulundurulması gerekli bir hedef olma niteliği kazandırmaktadır.
Yetmiş milyonu bulan nüfus potansiyeli, zengin yer altı ve yer üstü kaynakları, her geçen gün gelişmekte olan ekonomik ve teknolojik gücü ile ülkemiz bölgede politik, askeri ve ekonomik yönden de ağırlıklı bir milli güce ve coğrafyaya sahiptir. Türkiye’nin bu potansiyeli ona ayrı bir jeopolitik değer sağlamaktadır. Öte yandan dünya güç merkezleri arasındaki ekonomik ve ticari ilişkileri irtibatlandıran ulaşım yolları üzerinde bulunması ve bu yolları kontrol etmesi, dünya güç merkezlerinin ekonomik ilişkilerini etkilemektedir. Türkiye’nin bu özelliklere sahip olması, gerek süper güçlerin ve gerekse komşu ülkelerin neden güçlü bir Türkiye’yi arzu etmediklerini açıkça ortaya koymaktadır.
Türkiye’nin de içerisinde bulunduğu bölge çok renklilik ve çeşitliliği içeren bir yapıya sahip bulunmaktadır.
Tarih boyunca süregelen sinsi dostlukların, politik ve ekonomik baskıların günümüzde de aynen devam edegeldiğini görüyoruz. Sıcak savaş stratejisi son yıllarda şekil değiştirerek yerini, soğuk savaş dediğimiz, ülkeleri içeriden çökertmeyi hedefleyen anarşi ve teröre terk etmiş durumdadır. Bu alandaki yoğun çalışmalar çeşitli taktik, teknik ve stratejilerin gelişmesine sebep olmuştur. Günümüz ülke ve top- lumları, sıcak harpler sebebi ile doğacak büyük kayıpları göze alamamakta, yerine fikir savaşlarını tercih etmektedirler.
Türkiye üzerinde menfaat ve hedeflerine uygun emeller taşımakta olan ülkeler, gelişmeler doğrultusunda, ancak Türkiye’nin içerisinde bulunduğu politik, ekonomik ve sosyal şartları da hesaba katan bir politika izlemektedirler. Bu politika duruma göre zaman zaman Türkiye’nin yanında veya karşısında bulunma şeklinde kendini göstermektedir.
Türkiye komşu ülkelerin açık ve gizli menfaat ve hedefleri ile karşı karşıyadır. Bu hedefleri de; ya Anadolu’nun tamamına veya bir kısmına sahip olmak veyahutta onun üzerinde yaşayanları o toprakları, savunamayacak derecede güçsüz düşürmek olarak oıtaya koyabiliriz.
Türk yurdu ve Türk milleti tarih boyunca bazı dış ülkelerin, özellikle de komşularımızın kötü emellerine hedef olmuştur. Bu ülkeler Türkiye’yi istila etmek, son bağımsız Türk devletini ortadan kaldırmak için ellerine geçen her fırsattan faydalanmaya çalışmışlardır. Türkiye ile sıcak bir savaşa girmeyi kendileri açısından faydalı görmeyen bu ülkeler, Ülkemizde bölücü ve yıkıcı unsurları bularak, oluşturarak, onları besleyip eğiterek perde arkasından ‘soğuk savaş’ yolu ile Türkiye’yi bölmeyi ve milletimizi içten çökertmeyi hedef edinmişlerdir.
Yakalanan teröristlerin üzerinde ve barınaklarında ele geçirilen gelişmiş çeşitli silahlar, cephane, bölücü yayın, para ile, teröristlerin itirafları, dış ülkelerin Türkiye’deki terörist eylemleri perde arkasından, büyük ölçüde destekledikleri ve bu desteğin mali portresinin ne kadar büyük boyutlara ulaştığını açık seçik bir şekilde ortaya koymaktadır.
Komşu Ülkelerin Türkiye Üzerindeki Tarihi Emelleri
RUSYA: Türkiye boğazlar vasıtasıyla Rusya’nın güneye açılan ulaşımını kontrol etmektedir. Ayrıca Ortadoğu petrollerinden Sovyet Rusya’yı ayıran iki ülkeden birisidir. Bu nedenlerden dolayı güneydeki sıcak denizlere ulaşmak arzusunda olan Rusya’nın Türkiye üzerinde emelleri vardır.
BULGARİSTAN: Bulgaristan’ın milli hedefi; Karadeniz’den Adriyatik’e, Tuna’dan Ege’ye ulaşan (9. asırda kurulmuş olan Bulgar İmparatorluğu) İstanbul ve Trakya dahil ele geçirmektir.
SURİYE: Suriye, Hatay dahil olmak üzere, Doğu Toroslar’a kadar uzanan topraklan elde etmek istemektedir.
IRAK: Irak, gerek etnik yapısının özelliği (Irak’ta iki milyona yakın Türk yaşamaktadır) ve gerekse tarihten kaynaklanan birtakım düşüncelerden dolayı Türkiye’nin hiçbir zaman güçlü olmasını istememiştir.
İRAN: İran etnik yapısından dolayı (İran’da on beş milyonu aşkın Türk yaşamaktadır) Türkiye’ye karşı hiçbir zaman samimi bir politika izlememiştir.
YUNANİSTAN: Yunanistan’ın genel politikası ‘Magali İdea’yı gerçekleştirmektir. Bunun için Kıbrıs’ı boğazları, İstanbul’u, tüm Batı ve Orta Anadolu’yu alarak büyük Yunanistan’ı kurmak istemektedir. Girit’in işgali. Batı Anadolu’yu işgal teşebbüsü, Ege adalarının alınması, Kıbrıs’ta Enosis teşebbüsleri ve son olarak Ege Denizi’nin bir Yunan denizi haline getirilme arzusu bu genel politikanın aşamalarıdır.
ANARŞİ
Anarşinin tarihi çok eskilere dayanmaktadır. Milattan önce 342-270 yılları arasında yaşayan Yunanlı filozof Zeno, anarşist felsefenin ilk mümessilidir. Her çağda kendine taraftar bulan bu felsefe, tarih boyunca toplumları ve devletleri tehdit etmiştir. Anarşizm, devlete yönelik bir hareket olduğundan hedef olarak özellikle devlet başkanlarını ve birinci derecedeki idarecileri seçer.
Anarşi bilhassa 18 ve 19. yüzyıllarda Avrupa ve Amerika’da yayılmış ve bir fikir akımı haline gelmiştir. 19. yüzyılda siyasi bir sistem olarak, otoriteye karşı oluş şeklinde doğan ve gelişen anarşi sözlükte, “Siyasi ve idari kuramlardaki çözülme sonucu olarak devlet denetiminin kalmaması durumu, başsızlık” anlamına gelmektedir. Anarşi, yasaların uygulanmaması, yasa egemenliğinin (Kanun hakimiyetinin) olmaması, otorite yokluğu, otoriteye karşı oluş, fiili durumun hukuki durumu aşması sonucunda hasıl olan yasa tanımamazlık, karışıklık, kargaşa ve başsızlık halidir. Terörün oluşmasına zemin hazırlayan anarşi, terörden farklı olması ile birlikte onunla iç içedir. Anarşizm, hükümet idaresi bulunmayan, ferdiyetçi bir toplum kurmayı hedef alan bir teoridir. Anarşizm, devletin lüzumunu inkar eder. Beşeri münasebetlerde devlet otoritesini tamamen veya kısmen ortadan kaldırmayı gaye edinir. Anarşik unsurlar başvurdukları eylemlerle devlet otoritesini sarsmak ve teröre kargaşa ortamı hazırlayarak, ülkeyi yönetilmez hale getirmek için çalışıp, mevcut düzenin değişmesine zemin hazırlarlar. Bu duruma düş müş bir ülke üzerinde menfaati bulunanlar, birbirleri ile kıyasıya çarpışmaktadırlar. Bu hal ise o ülkenin iç savaşa sürüklenerek parçalanmasına sebep olmaktadır.
İngiliz William Godwin,
Fransız J. P. Proudhon bu akımın güçlü savunucularıdır. 19. Yüzyıl sonlarında Rus Bakunin, fiili önderlik yaparak şiddet hareketlerini başlatmıştır. Özellikle II. Dünya Savaşı sonrası nükleer dengenin kurulması ile sıcak harbi göze alamayan büyük devletler, ekonomik ve politik isteklerini gerçekleştirmek için anarşiyi silah olarak seçmişler ve bir çok ülkeyi iç savaşa sürükleyerek anarşiye uluslararası bir nitelik kazandırmışlardır. Uluslararası anarşi, 1950-1960 yılları arasında planlı bir hazırlık dönemi geçirmiş, bilhassa 70’li yıllarda bir çok devletin başına bela olmuş, 1980 yılında da doruk noktasına ulaşmıştır.
Bu dönemler içerisinde anarşinin, Güney Amerika, Ortadoğu, Batı Avrupa, Afrika ve Asya ülkelerine yayıldığını görmekteyiz. Anarşinin bu kadar yaygınlaşmasında bazı devletlerin rolü ve desteği olduğu gibi, uluslar arası gelişim ve haberleşmenin gelişmesi, teknolojik gelişmelerin yeni cihaz ve silahların yapımında kolaylıklar sağlaması, silah ve uyuşturucu madde kaçakçılığında bazı devletlerin destek olmasının da katkısı vardır. Ayrıca uluslar arası terör örgütleri arasındaki istihbarat, eğitim, malzeme sağlanması ve eylem konularında işbirliğinin gelişmesi, kendi ülkelerini zarara sokmadıkça anarşi karşısında hükümetlerin ve halkın hareketsiz kalmalarının da anarşinin yaygınlaşmasında büyük etkisi vardır.

İdeolojik Tahrik ve Menfi Propaganda
Psikolojik hareket içerisinde hedef alman fert, grup ve toplumları kesin hatlarla birbirinden ayırmak mümkün değildir. Ancak var olan etkileme güçleri göz önüne alınarak belli gurupların diğer kesimlere nazaran daha fazla hedef olduğu, bu kesimlere psikolojik baskıların daha etkin uygulandığı görülmektedir. Üniversite, gençlik, idareci ve öğretim görevlilerinin iç ve dış tehditlerin yoğun psikolojik baskılarına daha fazla muhatap oldukları bir gerçektir. Gerçekten de gelişmenin sağlanması açısından önemli bir konuma sahip olan üniversite gençleri, istismar odaklan tarafından saptırılmaktadırlar.
Ekonomik ve sosyal hayattaki hızlı gelişmeler bir çok müspet sonuçlar doğurmakla birlikte, gençlik kesiminde uyumsuzluk ve dengesizliklere de yol açabilmektedir. Mevcut bilgi boşluğu ve bu boşluktan kaynaklanan kavram kargaşası, bilimsel fikirler yerine siyasi tartışmaların doğmasına sağ-sol, ilerici-ge- rici, komünist-faşist gibi ithamların oluşmasına neden olmaktadır. Bunun sonucunda da milli fikir ve ülkülerden mahrum bırakılan gençler, dış ve iç tehdit mihraklarının ideolojik kirlenmesine maruz kalabilmektedirler. Milli hedef ve menfaatlerle şuurlandırılmayan gençler, başıboş kalmakta, sağlam bir psikolojik ve sosyal yapı oluşturulmadığından bu başıboşluk ve otorite tanımama, önce sokağa sonra üniversitelere ve neticede de ülke sathına yayılabilmektedir.
Gençliğin ve bütün kesimlerin değer yargıları, inanç ve düşünce sistemleri, planlı bir şekilde tahrip edilmek sureti ile ülke genelinde kural tanımama belirgin bir davranış haline gelebilmektedir. Bu ortam içerisinde yetişen gençler çevrelerinde güvenilmeyen kişiler haline gelmekte, mevcut olan düzene ve rejime karşı çıkarak ideolojilerini tartışmasız ve tek çözüm yolu olarak topluma kabul ettirmeye çalışmaktadırlar.
İdeolojik tahrik ve yoğun menfi propagandanın yanı sıra, ülke gençliğinin bir takım problemleri de vardır. İlgisizlik, sahipsizlik, uyumsuzluk, istikbal endişesi ve boş zamanları değerlendirememe gibi hususlar da hoşnutsuzluklara dönüşebilmektedir. Bütün bu olumsuzluklarla karşı karşıya olan gençlik istemeyerek de olsa tahrikçilerin yoğun propagandası sonunda anarşik olayların kucağına düşebilmektedirler.
Sağlam ve güçlü bir toplum oluşturulması gençlere sunulan eğitim ile doğru orantılıdır. Eğitim, öğrencilere yalnızca kuru kuruya bilgilerin aktarılması değil, aynı zamanda onların ruhlarının da eğitilmesidir. Zihnen, bedenen ve ruhen sağlıklı nesillerin yetiştirilmesi ancak devlet menfaatleri ve ülke hedeflerinin gençliğe verilmesi ile mümkündür.

Kaynaklar:
- Uluslararası Terör ve Uyuşturucu Madde Kaçakçılığı. Ankara Üniv. Rektörlüğü Yayınları.
- Uluslararası Terörizm ve Gençlik, Milli Eğitim Gençlik ve Spor Bakanlığı. Gençlik Hizmetleri Genel Müdürlüğü.
Türkiye’de Anarşi ve Terörün Sebepleri ve Hedefleri. Konferans Metni.
- Terör. Neden Türkiye. Suat İlhan.
- Terör Örgütü PKKnın Gerçek Yüzü. Gazeteciler Cemiyeti Yayını.
RÖPORTAJ:

“Terör, sistematik korku ve yıldırmayı bir mekanizma olarak seçer.”
Doç. Dr. Ümit ÖZDAĞ

Terörizmin tanımını yapar mısınız?
Terör irrasyonel bir hareketler dizisi değil, zayıf olan bir politik örgütlenmenin kendinden daha güçlü politikörgütlenmeye taleplerini dayatmak için, bir mantık silsilesi çerçevesinde geliştirdiği şiddet olaylarının bütününe verdiğimiz addır. Bu anlamda terör, politik-militer hareketlerin iktidara geliş için kullandığı metotlar bütünü olarak da adlandırılabilir. Burada bu ifadelerle terörü etik boyutunun dışına taşımak istemiyorum. Tabi ki terör etik bir çerçevede değerlendirilebilir. Ancak teknik anlamda ifade edersek terör, bir iktidar fetih metodu veya iktidarı ele geçirme metodu olarak da izah edilebilir. Özetle terör, zayıf olan politik hareketin demokratik çözüm yollarını dışlayarak, şiddet uygulamasıyla toplumsal korkuyu ve yılgınlığı, rakibin politik/askeri mağlubiyetini hedefleyen bir stratejidir.
Her halde bunu değişik kollara ayrılarak yapıyordur?
Evet. Terörün kendi içerisinde değişik kollan vardır. Marksist-Leninist terör bir iktidar metodu olarak karşımıza çıkar. Anarşist terör, iktidarı tasfiye metodu olarak kendisini ortaya koyar. Veya bir din adına yapılabilecek terör eylemleri ile karşı karşıya gelinebilir. Bir başka terör metodu bölücü terör olarak karşımıza çıkar.
Anarşiyi nasıl tarif ediyorsunuz, terörle ne gibi bir bağlantısı var?
Anarşizm, devletsizlik ideolojisini savunan bir ideolojik yaklaşımdır. Yani anarşizmle terörizmi eş anlamlı tutamayız, bunlar farklı konseptlerdir. Anarşizmin fikri ve felsefi temeli vardır. Devleti kötülüklerin ve şiddetin anası olarak kabul eder. Bütün kötülüklerin ortadan kaldırılmasını da anarşist felsefe, devletin ortadan kaldırılmasına bağlar. Yani burada geçici bir şiddet kullanımı söz konusudur. Bu şiddet de kötülüğün anası yani şiddetin kendisi olan devleti ortadan kaldırmak için bir şiddettir. Oysa terörizm farklı. Terörizmi bütün ideolojilere uygulayabilirsiniz. Bütün ideolojiler terörizmi bir araç olarak kullanabilirler.
Bu açıklamalarınızdan sonra akla ister istemez şu soru geliyor. İnsanlar niçin terörist olurlar?
Kimse ben terörist olacağım diyerek terörist olmaz. Yaptığını da terörizm diye tanımlamaz. Devrimcilik, proleteryanın öncü savaşçılığı gibi isimler verilir ve tabi bir ideal için terörist olunur. Çünkü terörist ölmeye ve öldürmeye hazırdır. Ancak, terörist aynı zamanda normal düşünme ve normal insani duygulara dayanarak tahlil yetkisini de yitirmiş insandır. Bu hareketleri ve eylemleri yaparken de terörist kendi kendisini vicdanen haklı çıkarmak durumundadır. Mesela terörist sivil insanların, kadınların ve çocukların kurban gidecekleri bir eylemi tasarlarken şöyle düşünür. Evet bu insanlar suçsuzdurlar, ancak bu insanların ölmeleri ile birlikte çok daha fazla sayıda insan gelecekte çok daha iyi mutluluğa kavuşacaktır. Bundan dolayı bu insanlar da hayatlarını yitirmektedirler. Üstelik terörist der ki; ben ölmeyi göze aldıktan sonra o insanlar da ölebilirler. Tabi ölmeyi göze alma bir süre sonra teröristin kendisini toplumdan daha üstün, daha ayrıcalıklı, daha seçkin görme psikolojisini de meydana getirir ve diğer insanları aşağılayarak bakmaya başlar.
Belirttiğiniz gibi bu eylemler esnasında bir "çok suçsuz insan ölmekte. Kundaktaki bebekten tutun da yürüyemeyecek derecede olan ihtiyarlar katledilmekte. Olaya terörizm açısından dahi bakacak olursak gerçekten bu katliamlar gerekli mi? Yani terörizmin ahlakı yok mu?
Hayır, terörizmin ahlâkı yoktur. Yani bir terör örgütünün kadın ve çocukları öldürmekten kaçınması politik gerekçelerle söz konusu olabilir. Ancak terör eyleminin cinsi, bu ayırımı yapmayı imkansız hale getirir. Çünkü terör sistematik korku ve yıldırmayı bir mekanizma olarak seçer ve hele bombalama gibi intihar eylemlerinde terörist mümkün olduğu kadar suçsuz insanı da beraberinde götürür ki genel bir psikolojik yıldırmaya neden olsun, toplum, teröristin mücadele ettiği devlet üzerinde artık ‘bu gurupla mücadele etmeyi bırak, ne istiyorlarsa ver.” şeklinde bir baskı kursun. Terör bütün toplumsal yapıya, ‘nerede olursan ol, bu işle ilgin olsun olmasın seni vururum.” mesajı verir. Bu anlamda ahlaki yaklaşımı yoktur, ayrıca böyle bir kaygısı da yoktur.
-Terör Türkiye’nin gündemine ne zaman girdi?
Türkiye terörle uzun bir süreden beri tanışık ve iç içedir. 1968’de öğrenci olaylarının başlamasından hemen sonra Türkiye anarşi ile tanıştı. Avrupa’da anarşi üniversitelerde lokalize oldu ve daha sonra çok radikal örgütler toplumdan koparak yer altına indi. Kitleden kopuk terörist guruplar oluştu. Oysa Türkiye’de üniversitelerdeki örgütlenmeler kitleden kopmadan terörist guruplar haline dönüştüler ve kitle tabanı Avrupa ile karşılaştırıldığında çok daha geniş yapıya sahipti. Terörü Marksist-Leninist ihtilal için bir metot olarak deklare ettiler. Kent gerilla savaşı, kır gerilla savaşı, Latin Amerika tarzı eylem. Bütün bunlar bu dönemin literatüründe Marksist-Leninist örgütler tarafından tartışılıyordu. Bunların en önemlilerinden iki tanesi, Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu ki. Deniz Gezmiş tarafından yönetiliyordu. Bir diğeri de Mahir Çayan tarafından yönetilen Türkiye Halk Kurtuluş Partisi Cephesi idi. 1971 askeri müdahalesi ile bu örgütlerin beli kırıldı. 1974’de çıkan yerel aftan sonra bu örgütlerin yetişmiş elemanlarının tekrar toplumsal yaşama döndürüldüklerini gördük. Zeminin de müsait olmasından faydalanarak 1975-1976 yılından itibaren Türkiye tekrar terör konusu içerisine çekilmeye başlandı. Ancak Türkiye’deki hadisenin diğer batı ülkelerinden farklı bir boyutu daha var. Batıda kitle tabanı alanları çok geniş değildir. Oysa Türkiye’de üniversite gençliği, daha sonra da lise gençliğine kadar inen bir kitle tabanına sahip oldu. Marksist-Leninist terör örgütleri. Batıda terör örgütlerinin muhatabı doğrudan devlet güçleri oldu ve devlet güçleri ile çarpışmaya girdiler. Oysa Türkiye’de bu örgütlerin geniş bir kitle tabanına sahip olması karşılarına geniş bir kitle tabanına sahip bir yapılanmayı çıkardı ve böylece terör devletle çarpışma sürecine girmeden karşıt fikirlerle çarpışma sürecine girdi. Bu da ülkede devletin doğrudan hedef alınmadığı genel bir anarşi ortamını beraberinde getirdi ki batıdaki örneklerinden çok farklı bir süreci Türkiye 1980’e kadar yaşadı ve 12 Eylül müdahalesi oldu.
Yani 12 Eylül’de teröre büyük bir darbe vuruldu.
Bu doğru. Ancak 12 Eylül müdahalesinden sonra terörün bittiğini, hemen bu teröre son verildiğini söylemek pek mümkün değil. 12 Eylülden hemen sonra birkaç ay daha terör eylemleri ciddi bir şekilde devam etti. Ancak bu basında yer almadı. Ordunun sıkı bir sansür mekanizması kurduğunu gördük. Bu sıkı sansür mekanizması terörün devam ettiği izlenimini ortadan kaldırdı. Tabi bunun terör örgütleri üzerinde psikolojik bir etkisi oldu. Düşünün, bir askeri yönetim gelmiş, siz diğer eylem guruplarından kopmuşsunuz. Onların ne yaptığını bilmiyorsunuz basında da onlarla ilgili bir haber çıkmıyor ve yaptığınız her eylemin yalnız başınıza gerçekleştirdiğiniz bir eylem olduğunu düşünüyorsunuz. Zaten terörün beslenme kaynaklarından bir tanesi ve en önemlisi, basında ve kamuoyunda bulduğu yankıdır. Basında bunun tepkisini gördüğümüz zaman terör ve terörist yavaş yavaş yalnızlığa düşer ve kendisini daha önemsiz hissetmeye başlar. İşte 12 Eylülden sonra olan da buydu. Belirli bir süre kendisini daha yalnız ve daha önemsiz, terkedilmiş hisseden terör örgütleri ve teröristler devre dışı kalmaya başladılar. Tabi alman önlemlerle Türkiye bölünmüş, kurtarılmış bölgeler olmaktan çıkarıldı ve normal kanun düzeninin tesis edildiği bir ülke haline geldi. Ama 1984’ten itibaren Türkiye bir başka terör biçimiyle karşılaştı. Bu da bizim bölücü terör dediğimiz PKK terörüdür.
Peki PKK birdenbire mi ortaya çıktı? Nasıl bu £3 kadar büyüdü ve gelişti?
Şimdi efendim. PKK 1960 sonrasında gelişen Kürtçü, bölücü bilinci 1970’li yılların ikinci yarısında kendisini Türk Marksist-Leninist örgütlerden kopartarak yeniden yapılanması olarak karşımıza çıkıyor. Ancak bu ilk Kürtçü Marksist-Leninist örgüt değil, diğerlerinden bir tanesi. Hatta ve en önemsizi ve yapı olarak da en köylüsü ve en feodali. Yani daha şehirli ve üniversite gençliğinin kurduğu örgütler var. Bunlar Ankara ve İstanbul’da faaliyet gösteriyorlar. PKK ise daha ilginç bir strateji benimsiyor. Ankara’da örgütleniyor. Bilindiği gibi Tuzluçayır’da kurulmuştur ve daha sonra eylem alanı olarak Güneydoğu Anadolu’yu seçmiştir. PKK çarpışma hedefi olarak önce diğer Kürtçü örgütleri alıyor ondan sonra bölge feodal ve devlet yapısı olarak nitelendirdiği aşiretleri alıyor, bunlara karşı çok acımasız davranıyor; 1980 öncesi sürdürdüğü mücadelede PKK’nın, diğer sol Marksist-Leninist örgütler ve Kürtçü örgütler tarafından da aşağılanan, feodal bir örgüt olduğu görülüyor. Abdullah Öcalan’a feodal bir ağa gibi davrandığı suçlaması yapılıyor. Hakikaten Abdullah Öcalan’ın o dönemde örgüt elemanlarına ayaklarını yıkattığını biliyoruz. Bir başka PKK’lı ile nişanlı olan bir kızı Nesire Öcalan’ı nişanlısından ayırıyor ve kendisi onunla evleniyor. Örgüt elemanlarına soygunlar yaptırtıyor, bunları da devrimci eylem olarak nitelendiriyor. 1980 öncesinde PKK’nın ciddi bir gücü yok. PKK’yı kurtaran 1980 öncesi kadrolarının yurt dışına çıkmış olmasıdır. Daha sonra PKK’nın gelişmesine iki temel eksenin sebep olduğu ifade edilmektedir. Bunlardan bir tanesi Diyarbakır cezaevinde askeri yönetim döneminde ciddi direniş gösterenlerin PKK’lı olması. Bunun PKK’lılar tarafından da abartıldığını biliyoruz. Aslında PKK’ya ivme kazandıran, Suriye istihbaratının yoğun olarak PKK’ya destek vermesidir. Suriye istihbaratı, hem Suriye içindeki PKK’ya destek veriyor, hem de onların sınır bölgesindeki KDP kamplarına yerleşmesine yardımcı oluyor. Daha sonra 1984’ün 15 Ağustosunda bilindiği gibi Eruh ve Şemdinli baskınları gerçekleştiriliyor. Bu baskınlar Türkiye açısından şok eylemler. PKK’nın varlığından herkesin haberi var ama PKK’nın böyle bir eylem yapacağı tahmin edilmiyor. Ancak istihbarat birimlerinin ciddi şüpheleri var. PKK’nın 1984-1985-1986 yıllarında çok başarılı olmadığını söyleyebiliriz. Ordu terörle mücadeleyi çok iyi bilmemesine rağmen oldukça mesafe kaydediyor. PKK’nın da bu dönemde terör faaliyetlerini bölgenin coğrafi yapısını çok iyi bilmediğini görüyoruz. Bundan faydalanan silahlı kuvvetler PKK’yı, 1986’da imha noktasına kadar getiriyor. Fakat 1986’da PKK’nın aldığı yeni kararlar ve dış desteğin artması PKK’ya yeni bir ivme kazandırıyor.
Elemanlarını nasıl temin etti?
Esasen PKK’ya katılımların kitleselleşmesi 1989-1990 yıllarına rastlar. Ama 1990 yılına kadar PKK’ya katılımların günbegün arttığını biliyoruz. PKK bir dönem köylere baskınlar düzenlemiş, baskınlar yapmıştır. Bu baskınlarda devlet otoritesi, ağa otoritesi kırılmaya çalışılmış, yapılan propagandalarla adam devşirilmiştir. Yani bu baskınlarda yapılan propagandalara inanan bazı kimseler PKK’ya katılmışlardır. İkinci olarak PKK’ya katılma bir süre sonra sosyal prestij sağlama şeklinde kendini göstermiştir. Üçüncüsü ise 1980’lerde PKK kendisine katılmayan bazı genç insanları zorlamayla taban oluşturma gayreti içerisinde olmuştur. 1990’ın başlarında PKK biiyük bir ivme kazanmıştır. Bu bir realitedir. PKK. bütün bu insanlara silah veremeyeceğini düşünerek bunları dağ kadrolarına çekme konusunda tereddüt göstermiştir. Bu aşamada PKK’nın esasen stratejik savunmadan çıkıp stratejik dengeye ulaşmaya çalıştığı aşamaya geldiği 1991-1992 aşaması. Bu dönem artık PKK Türkiye içerisinde 200 veya 500 kişilik gruplarla dolaşmakta, günlerce hiçbir güvenlik görevlisi ile karşılaşmadan ve çatışmadan hakimiyetini sürdürmekte, yanlarında binlerce hayvandan oluşan sürüler dolaştırmakta, beş yüz kişilik guruplarla sınırlardaki karakollarımıza saldırılar düzenlemekte ve ne yazık ki buralardaki askerlerimizi son neferine kadar öldürebilmektedir.
PKK’nın bu hale gelmesinde özellikle sınır komşumuz olan bazı devletlerin destekleri de oldıı mu?
12 Eylül öncesinde ve sonrasında meydana gelen terör örgütlerinin oluşmasında elbette dış ülkelerin destekleri olmuştur. Bir terör uzmanının "Terör örgütlerini kontrol eden dünyayı kontrol eder" diye meşhur bir sözü vardır. Hakikaten terör en önemli savaş biçimlerinden birisidir. Bir teröristle hakikaten bir mahalleyi ya da bir şehri tedirgin hale getirebilirsiniz. Şimdi bakın 19 Mayıs törenlerinden önce bir teröristin bombalı intihar saldırısı yapacağı söylentisi basın organlarında yer aldı. Bu bütün vatandaşlarımızı tedirgin etti. Düşünün bundan daha ucuz maliyetli bir savaş biçimi olabilir mi? 12 Eylül’den önceki Türkiye’nin durumunu düşünün; üniversitelerinin eğitimi durmuş, fabrikaları işgal altında, kendi işçisi tarafından imha edilen, sokaklarında gençlerin birbirini öldürdüğü bir Türkiye. Yunan Genel Kurmay Başkanlığı bundan mutlu olmaz mı? Tabi 1974 yılında yenilen dayaktan sonra Türkiye’yi asker planında yenemeyeceğinizi bilirseniz. Yunan milletine yapabileceğiniz en büyük hizmet, Türkiye’deki sağda ve solda çarpışan örgütlere destek olmaktır. Bu örgütler kendileri ne düşünürse düşünsünler yabancı istihbarat servisleri tarafından kullanılmışlardır. Yani Türkiye’deki Marksist-Leninist örgütler. Yunan istihbaratı. Bulgar istihbaratı, Suriye istihbaratı tarafından, bıı istihbaratları kontrol eden KGB tarafından çok ciddi bir şekilde kullanılmıştır. Bıı çerçevede Türkiye’ye karşı 12 Eylül öncesinde örtülü harp metodu izlenmiştir Türk Silahlı Kuvvetleri ve Tiirk devleti terör sürecinde bıı mücadeleye angaje edilmiştir
Ülkelerin terörü uygulama nedeni nedir, başka bir ifade ile terörü hangi ülkeler uygular?
Terörü genellikle askeri ve ekonomik kapasitelerinin üzerinde askeri ve siyasi hedefleri olan ülkeler uygular. Türkiye’nin üzerinde Suriye, Bulgaristan ve Yunanistan’ın askeri ve siyasi hedefleri vardır. Yunanistan’ın 1974 yılında yediği dayaktan sonra Cumhurbaşkanının ağzıyla Selanik’te 1978’te ilan ettiği bir hedef vardır. Karamannis, “Biz Türkiye ile açık bir savaşa giremeyiz ama biz Türkiye’nin yumuşak kamını bulacağız ve Türkiye’yi yumuşak karnından vuracağız” demiştir. Türkiye’deki çatışmanın içerisinde Yunan istihbaratını görüyoruz. Rus istihbaratı zaten global mücadele vermektedir. Dünya üzerinde bir sosyalist hakimiyet kurma mücadelesi vermektedir. Onların, bir Nato ülkesi olan Türkiye’de yaptıkları bu faaliyetlerin çok normal olduğu durumunu bilmek zorundayız. Bir defa hedefi olan ülkeler bu hedeflerine ulaşmada en ucuz metot olan terörizmden faydalanabilirler. Hele Türkiye gibi stratejik bir konuma sahipseniz yani Avrasya ülkeleri arasında üç kıtanın birleştiği yerde güçlü olduğunuz zaman anahtar, güçsüz olduğunuz zaman kilit olan bir coğrafyanın üzerinde iseniz ve başkentinizde bir medeniyetler müzesi, diğer bir ifade ile bir medeniyetler mezarlığı varsa, o coğrafyaya karşı tabi ki terör uygulanır, i PKK mali yönden nasıl bu kadar güçlendi, yani sadece bahsettiğiniz ülkelerin yardımıyla mı bu duruma geldi?
PKK mali desteğini değişik yollardan temin etmektedir. PKK için haraç bir kaynaktır. Kendileri buna vergi diyorlar Güneydoğu da köylerden, iş adamlarından ayni ve nakdi olarak değişik oranlarda para toplamışlardır. Türkiye’nin değişik bölgelerinde çalışan Güneydoğulu iş adamlarından haraç almaktadırlar. Zaman zaman bazı sanatçıların da PKK’ya mali yardımda bulundukları yönünde basında değişik haberler yer aldı. PKK’nın esas para kaynağı uyuşturucu kaçakçılığıdır. Avrupa’da toplanan haraçlar da ciddi bir para kaynağı oluşturmaktadır.
PKK’nın elindeki paranın yekun olarak milyarlarca dolar olduğu tahmin edilmektedir.
Kendilerini insan hakları savunucuları ilan eden bir takını devletlerin PKK’yı desteklediklerine şahit oluyoruz.
Hem insan haklan savunucusu olmak hem de binlerce masum insanın kanına giren bir örgütü desteklemek nasıl bir anlayış?
İnsan hakları esasen politikleştiril- miştir. İnsan hakları hepimizin ihtiyaç duyduğu ve saygı gösterilmesi gereken haklardır. Fakat 20. yüzyılın son döneminde insan haklarının etnikleştirildiğini görüyoruz. Buradan en çok faydalanan örgütlerden bir tanesi de PKK’dır. İnsan haklarım etnikleştirenlerin başında da Avrupalılar geliyor. PKK’yı Türkiye’ye karşı psikolojik ve poli- tık bir baskı aracı olarak kullanıyorlar. Ancak burada suçu sadece Avrupalılann üzerine atarak da kurtulamayız. Biz PKK ile gereken entellektüel mücadeleyi dünya platformunda veremedik. PKK’nın ürettiği argümanlara karşı kendi argümanlarımızı sunamadık. PKK ile etkili bir mücadele yapmıyoruz. Dağda öldürdüğümüz PKK’lılarla bu işin bittiğini zannediyoruz. Halbuki esas mücadele Güneydoğudaki insanların f vicdanlarında ve akıllarında verilecek mücadele ile batı entelektüellerinin kafalarında verilecek mücadeledir. PKK’nın, ne yaptığı, ne yapmak istediği, nasıl bir örgüt olduğu çok net bir şekilde izah edilmelidir. Abdullah Ocalan’ı otuz bin kişinin katili olarak adlandırıyoruz. Bunun bir de şu boyutu var. PKK terör ya} parken ölenlerde Abdullah Öcalan’ın sorumluluğun: dadırlar. Ancak otuz binli rakamlardan bahsettiğiniz zaman bunun artık bir terör olmadığı, ulusal kurtuluş savaşı olduğu şeklinde batıda ortaya çıkmaktadır ve kendi kavramlarıyla terörü algılamakta, düşünmektedirler. Yani bir şehir teröründen bahsetmekte, birkaç kişiyi öldüren örgütleri anlamaktadırlar. ETA veya İrlanda Cumhuriyet Ordusu’nu anlamaktadırlar. Bu tür taktik yanlışlıklar da Türkiye aleyhinde süreci geliştirmektedir.
PKK’nın söyledikleri ile yaptıkları çelişiyor. Bu çelişki bazen bölgeye devlet tarafından yapılan yatırımlara, bazen vatandaşlarımızın bizzat kendisine, bazen de çeşitli şekillerde dine saldırı şeklinde kendini gösteriyor. Bu çelişkiler yumağını nasıl yorumluyorsunuz?
PKK kendisini değişik dönemlerde, değişik şekillerde tanımlamıştır. PKK kendisini 1970’li yıllarda bir ulusal kurtuluş savaşı veren Marksist-Leninist bir sol örgüt olarak tanıtmış ve bu tanımı dünya sosyalizminin çöküşüne kadar da ön planda olmuştur. PKK’nın bayrağına Marksist-Leninist simgeler konmuştur. Bu dönemde PKK, dine karşı aşağılayıcı bir tavır almıştır. Dini, güneydoğu halkını geri bırakan bir sosyal müessese olarak görmüştür. PKK içerisin de ateizm eğitimi yapılmıştır ve PKK kendisini bu dönemde net olarak Kürt milliyetçisi değil ama ulusal kurtuluş savaşı veren sosyalist örgüt olarak tanımlamıştır. Daha sonra 1990 yılı sonrasında aldığı darbelerle birlikte PKK Marksist-Leninist çizgiyi ter- keder görünmüş, sosyalist bir çizgiye doğru kaymış, ancak gerek Kürt milliyetçisi imajları gerekse dini imajlı semboller kullanır hale gelmiştir. Bu da halk tabanında daha rahat kabul görmek için attığı taktik adımlarından biridir. PKK’nın Güneydoğu’da katlettiği insanların çoğu Kürt kökenli insanlarımızdır. PKK Kürt halkının bağımsızlığı için çarpıştığım söylemekte ve esas hedef olarak da bu bölgenin insanlarını devlete yakın olduğu için veya devletle işbirliği yaptığı için öldürmektedir.
Güneydoğu Anadolu’da 1984’ten 1999’a kadar PKK’ya katılan insan sayısı otuz bin civarındadır. Oysa bu gün aynı bölgede devlet için eline silah almış, devletin çatısı altında yaşamak için savaşmaya ve öldürmeye hazır olan insan sayısı yani geçici koruyucu sayısı yetmiş binin üzerindedir. PKK’nın Güneydoğu insanını Türkiye’den ayrılmamak için direnmesini kırmak için bir metodu da bu insanlara karşı kitlesel terör uygulayarak, bu şiddet sonucunda onları devletten koparma noktasına getirmektir. Bu metodun Abdullah Öcalan tarafından bulunmadığını da biz biliyoruz. Bir zamanlar Osmanlı Dev- leti’nde sadık millet olarak adlandırılan Ermenilere karşı da Taşnakların 19. Yüzyılın sonu, 20. Yüzyılın başında uyguladıkları metot aynı metottur. Er- meniler bu terör süreci sonunda Osmanlı Devle- ti’ne yabancılaşmışlardır. Keza Molla Barzani 1930’lu yıllarda ilk saldırısını Kuzey Irak’taki Kürt aşiretlerine karşı yapmıştır. PKK’da bu metodu j 1984 yılından beri kullanmaktadır. Yalnız burada bir şeyi itiraf etmeliyiz. PKK bu konuda ciddi bir yol kat etmiştir. 1999 senesine geldiğimizde PKK askeri ve politik anlamda mağlup edilmesine rağmen, psikolojik olarak mağlup edilmiş değildir. Güneydoğu Anadolu’da bir kısım insanımızda ayrı bir millet bilincinin oluşmasında ciddi bir katkıda bulunmuştur. Terörle mücadeleyi sadece askeri boyut çerçevesinde gören Türk politikacısı bu işi tamamen Türk Silahlı Kuvvetlerine ihale etmiş, devretmiş fakat meselenin sosyal, ekonomik, psikolojik boyutlarını anlamak için kafa yormamış ve çözmek için de herhangi bir yaklaşım geliştirmemiştir.
Örgüt elebaşısı Abdullah Öcalan’ın bazı ermeni din adamdarı ile çekilmiş resimleri hasında yer aldı. Bununla beraber yine bazı ölü yada yaralı ele geçirilen teröristlerin sünnetsiz oldukları tesbit edildi. Bunu nasıl yorumluyorsunuz?
PKK ile ASALA (Ermeni Örgütü) arasında 1980 yıllarının başına gelindiğinde işbirliği protokolünün olduğunu öğreniyoruz. Yine PKK kadrolarının içerisinde Kürtleşmiş Ermenilerden çok ciddi j bir şekilde faydalanıldığım biliyoruz. Bunlar da bu kimliklerini zaten gizlemiyorlar. PKK bunu ezilen halkların bir ortak mücadelesi olarak savunuyor ve gündeme getiriyor. Tabii ki meselenin bir boyutu I
da Abdullah Öcalan’ın Kürt olmadığı. Ermeni kim ligine sahip olduğu hakkında elde çok ciddi veriler var. Abdullah Öcalan’ın yaptığı açıklamalara bakar sanız zaten Güneydoğu halkına karşı bir sevgi ve şefkat değil, nefret, kin ve iğrenme görürsünüz. Bunun çeşitli izahları yapılabilir Ben bıınıı esasen Abdullah Öcalan’ın Kürt kimliğini taşımamasında ve etnik kimlik olarak Türk’e ve Türkiye’ye karşı hınç dolu olan bir Ermeni alt kimliğini ve psikolojisini taşımasında yattığını düşünüyorum.
RÖPORTAJ:

İslam’ın Olduğu Yerde Şiddet ve Terör Olmaz.”
Prof. Dr. Haşatı ONA T

Söyleşimize başlarken geçmişte ve günümüzde hatta gelecekte toplumların içinde bulundukları, bulunacakları durumu ortaya koymada, açıklamada bir hareket noktası olarak yaratılıştan insanda var olan özelliklere göz atmak isabetli olur kanaatindeyim. Dilerseniz konumuz olan şiddet ve teröre geçmeden insanın varlık yapısını ve yaratılış gayesini izaha çalışalım.

Sizin de söylediğiniz gibi insanla ilgili sorunları anlayabilmek için önce insanın varlık yapısına bakmak gerekir. İnsan oluş halindeki bir varlıktır. İnsanın ilk hücrelerinin teşekkülü ile birlikte başlayan bu oluşumun ilk aşaması insanın son nefesini vermesiyle birlikte tamamlanmış olur. İnsanoğlu kendisi fark etmese bıie hem birey hem de toplum olarak sürekli değişen ve madde üzerindeki tasarruf gücü sayesinde çevresini dünya haline getiren bir varlıktır. Sadece insan kültür üretir. Sadece insan uygarlıklar meydana getirebilir.
Kur’an’a baktığımızda Kur’an insanın en güzel şekilde yaratıldığına dikkati çeker. Yine Kuı’an’da Casiye suresinde göklerde olanların yerde olanların hepsinin insanın emrine verildiğinden, insana boyun eğdirildiğinden söz edilir. Bu ayetler akıl ve hür irade sahibi olan insanoğlunun yaratıcılık yönüne dikkat çekmektedir. İnsan maddeyi anlar, maddenin varlığının arka planındaki kanunları ya da yaratılış kanunlarım keşfeder, bu kanunları matematik diline çevirir ve böylece maddenin niteliklerini kendisine göre daha farklı bir şekilde anlamış olur.
Buna bilimsel faaliyet diyebilir miyiz?
Gayet tabii. Aslında insanın tabiatta var olanları keşfetmesi, açığa çıkartması, o yasaların farkına varması. tabiat bilimleri alanını oluşturur. Aynı şekilde bir de insanın bu bilimsel faaliyetini yürüttüğü insani olan beşeri bilimler alanı vardır. Toplumla, tarihle ve dinle alakalı tarihe mal olmuş her şey beşeri bilimler alanındadır. İnsanoğlu bu alanda kendi yaptıklarının bir anlamda anlamım yakalamaya çalışmaktadır Bütün bilimsel faaliyetler ister tabiat, ister insan bilimleri alanında olsun insan ürünü olan faaliyetlerdir
İnsanın madde üzerindeki tasarruf gücü, maddenin sırlarını çözme imkanı da sağlamıştır insana. Mesela atomun parçalanmasını düşünelim. İnsan dışında hiçbir varlık atomu parçalama gücüne sahip değildir. İnsanoğlu aklı ile iradesi ile atomu parçalayabil- mekte ve atomu parçaladıktan sonra ortaya çıkan gücü, enerjiyi hem iyi hem de kötü yolda kullanabilmektedir. Kötü yolda kullanılmasına Hiroşima’yı örnek verebiliriz. Tabii orada da insanın aklına ister istemez şiddet, terör geliyor. İyi yolda kullanılması dediğimiz zaman da atom santralleri ve bir atomun parçalanmasından meydana gelen enerji geliyor akla.
Buradan insanoğlu sağlıklı düşünür, fıtratını “ iyi anlarsa, madde üzerindeki gücü sayesinde kendisini mutlu edebilecek uygarlıklar meydana getirebilir sonucunu çıkarabiliriz herhalde?
Evet ama bunun tersi de olabilir. İnsanoğlu eğer sahip olduğu gücü insani amaçlarla kullanmazsa bu insanlığın sonunu hazırlayabilecek niteliktedir. Konuyu güncelleştirerek düşünürsek, dünyamız şu anda sanki barut fıçısı gibidir. İnsanlığın geleceğini tehdit eden nükleer silahlar vardır. Gerçekten nükleer silahlar, onun ötesinde nükleer atıklar bile insanlığın geleceğini tehdit eder niteliktedir. Buradan çıkan sonuç, insanoğlu teknoloji sayesinde muazzam bir güç elde etmiştir. Ancak gücün kontrolü gündemimi/dedir. Bu güç nasıl kontrol edilebilecektir? Bu gücün insanlığın yararına kontrolü nasıl sağlanacaktır? Yani bu güç, şiddet ve terör sayesinde insanlığın geleceğini tehdit edebilir mi?
Toynbee gibi büyük düşünürler insanların dikkatini bu noktaya doğru çekmektedirler. Toyimbi, insanoğlunun yeni bir bakış açısına ihtiyacı olduğunu çok sık vurgulamaktadır. İnsanoğlunun aç gözlülüğünü giderecek ve insanoğlunun teknoloji sayesinde ulaştığı gücü kontrol edebilecek bir değerler sistemine ihtiyacı olduğunu çok sık vurgular. Aynı vurguyu ünlü Brezinski’de de görmekteyiz. Amerika ölçeğinde meseleye bakan Brezinski, Amerika’nın gelecekte süper güç olabilmesi için yeni bir ahlaki ve felsefi bir takım değerler sistemine ihtiyaç duyduğunu sık sık vurgular. İnsanoğlu bu gücün kötüye kullanılması sonucu gerçekten mutluluğunu kaybetme riski ile karşı karşıyadır. Büyük kentlerde, dünyanın modern gelişmiş ülkelerinde bile gecenin belirli saatlerinden sonra insanlar bazı kentlere mesela Londra, New York, gibi kentlere girememektedir. Buralarda terör korkusu vardır. Şiddet ve terör korkusu, sadece oralarda değil, az gelişmiş ülkelerde daha da fazladır. İnsanlar güven içerisinde yaşamak isterler. Güvenli ortam kaybolduğu zaman sıkıntılar başgösterir. O zaman insanlığın ihtiyacı güvenli bir ortam noktasında yoğunlaşıyor. İnsanoğlu mutlu olabilmek, insanca yaşayabilmek istemektedir.
Bunu sağlayacak olan değerler nelerdir?
İslâm dini, bunalan insanlığın ihtiyacına cevap verebilecek nitelikte bir dindir. Ancak Kur’an’a, İslâm’ın geldiği döneme gidilmeli. O dönemi iyi anlayacak olursak, günümüz insanına şiddet ve terör noktasında verilecek mesajları da çok iyi yakalayabiliriz.
İsterseniz İslâm’ın geldiği döneme, Arapların ~ içinde bulunduğu duruma bir göz atalım.
İslâm’dan önce Araplar putperestliği hayat tarzı haline getirmişlerdi. Kâbe’nin içi yüzlerce putla doluydu ve bu da yetmezmiş gibi her kabilenin özel putu vardı. Ayrıca her ailenin de kendilerine mahsus putları vardı. Sabahleyin evinden çıkan bir insan putunun yanına uğruyor, vedalaşıp gidiyor, akşam evine döndüğünde de çoluk çocuğundan önce putuna saygılarım, şükranlarını arz ediyordu, bu putperestlik aslında insan özgürlüğünün adım adım yok edilmesi demektir. Şiddet, terör ve özgüllük arasında ciddi bir bağlantı vardır. Özgürlüğün tadına varan, özgürlüğün fıtrat ile bağlantısını yakalayan insanlar kesinlikle insan fıtratını zorlayan şiddetten, terörden asla medet ummazlar. O yüzden inanç alanının aydınlık olmaması, insanı şiddete yönelten en önemli sebeplerden birisidir. İslâm dini Hz. Peygambere gelen ilk vahiy ile birlikte önce insanların inanç duygularını aydınlatmıştır. İnanç dünyası aydınlanan insan, tek tanrı inancına ulaşan insan, özgürlüğün farkına varır. İşte bu özgürlük noktasında yaratan yaratılan ilişkisi düzenlenir. İnsanoğlu diğer varlıklar içerisinde kendi yerini, konumunu fark eder. Kendisinin Allah’ın yarattığı şerefli bir varlık olduğuna inanan bir insan, bütün insanların özü itibarı ile saygıya layık olduklarını görür. O yüzden de İslâm’ın geldiği dönemde Kur’an önce insanların inanç dünyalarım aydınlatmış, arkasından insanın konumunu net bir şekilde belirtmiştir. Öyleyse bu insan yaratılışı gereği saygıya ve sevgiye layıktır. Kur’an’ın geldiği dönemde inanç dünyası aydınlık hale gelen insanlar, insanın şerefini kavradıktan sonra, bu insanların insanca yaşayabilecekleri bir toplum içerisinde yaşamaları gerektiğini fark etmişlerdir. Peygamberimizin çabası, Mekke dönemindeki sıkıntılardan sonra Medine döneminde insanların huzur ve mutluluk içerisinde yaşayabilecekleri bir toplumu oluşturmaya yöneliktir. Nitekim bunun en ciddi örneğini kardeşleş- tirme hadisesiyle gerçekleştirmiştir. Belki bu Peygamber (s.a.s.) Efendimizin gözardı edilen en büyük mucizesidir. Putperest bir toplumdan, insana saygının olmadığı bir toplumdan, sadece güçlünün, zenginin yaşayabildiği bir toplumdan insanların, mü’min- lerin kardeş ilan edildiği, insanlar arasında üstünlük ölçüsünün bilim ve takvada olduğu bir toplumu yaratabilmesi, böyle bir toplumu oluşturabilmesidir. Gerçekten Peygamberimizin Kur’an’dan sonra en büyük mucizesi bu olmalıdır, diye düşünüyorum. Ne var ki kardeşlik hadisesi daha sonra, özü ön plana çıkartılarak anlatılmamıştır.
O kardeşlik nasıl gerçekleştirilmiştir. Medine’de, Mekke’den gelen insanlar arasında ünsiyet, onlar arasındaki birlik beraberlik, Mediııelilerle onların kaynaştırılması nasıl sağlanmıştır?
Mekke’de şimdiki manada şiddet ve terör olmasa bile, şiddet ve terörden uzak bir hayat da yoktu. Bedevi bir hayat. Çölde yaşayan insanlar yağma ile geçiniyorlardı. Kim güçlü ise diğerinin elindeki malı, serveti alabiliyor ve hakimiyetini sağlıyordu. Böyle- sine devlet geleneğinden yoksun güvenliğin son derece sınırlı olduğu bir toplumdan Medine’de daha güvenli bir topluma geçiliyor, birlik sağlanıyor. Dikkat edecek olursak Medine’deki birliğin temelinde Medine’de düşman kardeşler olarak bilinen Evs ve Hazreç’in kardeşleştirilmesi vardır. Daha önce birbirleri ile sürekli kavga eden bu iki kabile Müslüman olduktan sonra Mekke’den gelenlere kucak açmada, îslâm’a hizmette birbirleri ile yarış eder hale gelmişlerdir. Dolayısıyla İslâm’ın insanlara ilk kazandırdığı barış, güven ve sulh ortamı olmuştur.
Öyle ise şiddeti yok eden unsurlar nelerdi?
Bir kere Kur’an’ı, İslâm’ı bilen. Peygamberimizi örnek alan insanın şiddetten yana olması mümkün değildir. Çünkü şiddet insan fıtratına aykırıdır. Şiddet daima şiddet doğurur. Oysa İslâm dini normal, sağlıklı düşünen insanlar istemektedir. İslâm’ın nihai hedefi ahlâklı ve adaletin hakim olduğu bir toplum oluşturmaktır. Bu yüzden de böylesi bir toplumda şiddet pek olmaz.
(Fakat Hz. Peygamberin vefatını müteakiben o toplumda da şiddet ve terörün yavaş yavaş ortaya çıkmaya başladığını görüyoruz.
Evet, öyle. Meselâ Hz. Ömer’in şehit edilmesi. Hz. Osman, ilk altı yılından sonra şiddet ve terör olayları ile mücadele etmek durumunda kalmıştır. Bir müddet sonra bu olaylar Mısır, Kufe ve Basra’dan gelen insanlar tarafından Hz. Osman’ın şehit edilmesine kadar devam etmiştir. Hz. Osman’ın şehit edilmesinden sonıa olaylar devam etmiş, Hz. Ali döneminde Müslünıanlar adeta paramparça olmuş, arkasından Hz. Ali zamanında Cemel Vakası, Sıffm savaşı ciddi bir şekilde otoritesinin sarsılmasına yol açmış, Sıffın savaşından sonra Müslümanların birliği artık sağlanamaz hale gelmiştir.
İslâm tarihinde şiddet olaylarının sistemli hale gelmesi bu döneme mi rastlıyor?
Öyle diyebiliriz. İslâm tarihinde ciddi manada terör olaylarını sistematik hale getiren gurupların başında Hariciler gelmektedir. Hariciler kendileri gibi düşünmeyenleri, Müslüman kabul etmemişlerdir.
Haricilere göre amel imandan bir parçadır. Bunlara göre Hz. Osman ilk altı yıldan sonra. Hz. Ali de Tahkim hadisesinden sonra küfre gitmişlerdir. Hariciler kendileri gibi düşünmeyenleri İslâm dairesi dışına aldıkları için, kendileri gibi düşünmeyenlerin canlarını, mallarını, kanlarını helal saymışlardır. Öyle ki Harici guruplardan Ezarika, Harici olmayanların çocuklarının bile öldürülmesi gerektiğini ileri sürebil- miştir. Bu olayı çok ciddi bir şekilde analiz etmek gerekmektedir. Çünkü günümüzde her ne kadar herhangi bir harici fırkası yoksa da, Hariciler gibi düşünen Müslüman sayısının az olmadığını belirtmekte fayda vardır.
Haricilerin böyle düşünmelerinin sebepleri nelerdir? Niçin böyle bir fanatik gurup oluşturmuşlardı?
Haricilerin önemli bir kısmının Bedevi Araplar olduğu, bunların İslâm’a uyumda, İslâm’ı hazmetmekte, İslâm’la bütünleşmekte sıkıntı çektiklerini görüyoruz. Hz. Osman dönemindeki kaos ortamının ve Hz. Ali dönemindeki Müslümanların parçalanmasının sebeplerini, birtakım insanların gösterdiği tepkilerde bulmak mümkün. Anarşi ve terörün var olduğu, güvenin var olmadığı ortamlarda insanlarda dikta ve şiddet özlemleri artar. Şiddet bir çözüm yolu olarak düşünülebilir. Hz. Osman dönemindeki kaos, Hz. Ali dönemindeki savaşlar bir takım insanlarda sorunun şiddet yolu ile çözülebileceği fikrinin oluşmasına yol açmıştır. Aslında işin gerçeğini söylemek gerekirse şiddet ve terörü besleyen en önemli kaynaklardan birisi insan özgürlüklerinin yok edilmesidir. Özgürlüklerin olmadığı yerlerde şiddet ve terör insanları özgürlüğe götüren yol, araç olarak düşünülebilmektedir. İşte İslâm’ı anlamakta sıkıntı çeken bedevi Araplar, Hz. Osman ve Hz. Ali dönemindeki kaos ortamının da etkisiyle şiddete daha yatkın hale gelmişlerdir. Kendilerinin farklı olduklarım düşünmüşler ve sadece kendilerinin Müslüman olduklarını açıkça ifade eder hak- gelmişlerdir. HaricLolup da Haricilerle birlikte hareket etmeyenleri de İslâm dairesi dışında mütalaa edip, onların da kanlarının, mallarının, canlarının helal olduğunu söyleyebilmişlerdir. Bu hadiselerden çıkartılacak çok ciddi dersler vardır. İnsanlar iyiyi, güzeli, doğruyu gerçekleştirebilecekleri gibi kötüyü de gerçekleştirebilmektedirler. Potansiyel olarak insanda iyiyi gerçekleştirme yeteneği olduğu gib: kötüyü de gerçekleştirme gücü vardır.
Haricilerin bu düşüncelerine karşı başka fıkirler ileri sürülmedi mi, başka akımlar ortaya çıkmadı mı?
Tabi ki çıktı. Meselâ Haricilerin arayışının karşısında daha mutedil, daha birlik ve beraberlikten yana Mürciye arayışın] görüyoruz. Mürciler Haricilerin tekfir mekanizmasına karşılık inanan insanların tekfir edilemeyeceğini ileri sürmüşlerdir. Haricilerin Hz. Osman ve Hz. Ali ile ilgili o katı tavırlarına karşılık, o konuda karar vermemeyi tercih etmişler, onların durumunu Allah’a bırakmayı benimsemişlerdir. Haricilerin amel ve iman bütünlüğüne karşılık amel ve imanın ayıı olduğunu ileri sürmüşlerdir. Buna yönelik haricilerin katı tavrı. Ümeyye iktidarı çizgisinde fikir üreten Cebriye fırkasını doğurmuştur. Cebıiye’ye göre; insanın hiçbir iradesi yoktur. İnsan ilahi iradenin önünde bit tüy gibi savrulur. Bu iddia Ümeyye oğullarının işine gelmiştir ve Ümeyye oğulları bu iddiayı kullanarak kendilerini toplumun başına Allah’ın getirdiğini iddia eder duruma gelmişlerdir. İnsanlar arayış içerisinde sorunlara çözüm arıyor. Sağlıklı düşünen insanlar fıtrata uygun çözümler ararken, sağlıklı düşünmeyen, kolaycı çözüm arayan insanlar şiddetten medet umabiliyor. İnsanoğlu eğer ruh hastası değilse, sağlıklı düşünebiliyorsa, şiddetten ve terörden asla medet ummaz.
Haricilerin, kendi anlayışlarına aykırı düşen a insanları tekfir ettiğini, onlara eziyet ettiğini belirttiniz. Buna örnek verebilir misiniz?
Hariciler kendi anlayışlarını benimsemeyen insanlara son derece katı davranıyor, onlara zulmediyorlardı. Mesela Abdullah b. Hattab b. Eret, yanında hamile eşi olduğu halde bir gün Haricilerin içine düşer. Hariciler bunu sorguya çekerler. Hz. Osman hak- kındaki düşüncelerini sorarlar, o da “Babamdan onun hakkında hiçbir kötü söz duymadım, Allah rahmet eylesin.” der. “Hz. Ali hakkında ne düşünüyorsun?” diye sorarlar, aynı şekilde cevap verir. Bunun üzerine onu, hamile eşinin gözleri önünde acımasız bir şekilde öldürürler. Sebep şudur: Hz. Osman ilk altı yıldan sonra küfre girmiştir. Hz. Ali de Siftin savaşından sonra hakem olayından itibaren kafir olmuştur. Hariciler bu konuda kendileri gibi düşünmeyen Abdullah b. Hattab b. Eret’i ve daha sonra hamile hanımını öldürmekten çekinmemişlerdir. Bu tür örneklere dünyanın her yerinde rastlamak mümkündür. Önemli olan bu tür olaylardan ders almaktır. Bir örnek daha aklıma geldi: Selçuklular döneminde şiddet ve terör denince Haşan Sabbah’ın estirdiği olaylar gelir insanın aklına. O kadar ki Bâtıniler aleyhinde konuşan alim Fahrettin Razi, bir gün susmak zorunda kalır. Çünkü sabahleyin uyandığında yastığının altında bir hançer ve bu harçerin yanında bir not bulur. Bir gün Selçuklu sultanı, Haşan Sabbah’a bir elçi gönderir. Elçi der ki, “Sultanımız, artık terör olaylarını bırakmanı istiyor." Bunun üzerine Haşan Sabbah güler. “Bak” der. “Sana şimdi bir gösteri yapacağım, padişahına bunları anlat.”
Yanındaki adamlarına seslenir, der ki “Hadi bakalım cennete.” Peşpeşe 10-15 kişi kendilerini kayalıklardan aşağı bırakır. Bu hadise şiddetin, terörün boyutlarını görmemiz açısından önemli bir hadisedir.
Böyle bir durumun arkasında yatan etkenler ^ nelerdi?
Hasan Sabbah, o dönemde çevredeki gürbüz delikanlıları seçer, bunları özel olarak yetiştirir. Onun cennetleri vardır. Afyonla uyuşturduğu gençleri özel mekanlara taşır. Bu ortamlarda onların her türlü arzularını karşılayacak mekanlar vardır. Buralar Haşan Sab- bah’ın cennetleridir. Bu gençler burada bir müddet kaldıktan sonra tekrar afyonla uyuşturularak dışarı çıkarılır, gerçek hayatla yüz yüze getirilir. Bunlara denilir ki “Haşan Sabbah’ın sözlerine uyarsanız ebedi olarak böyle cennetlerde yaşayacaksınız.” Buna inanan gençler gözlerini kırpmadan kendilerini ölümün kuca ğıııa atmaktadırlar
Geçmişten verdiğiniz örnekler bir anlamda günümüzde ortaya çıkan şiddet ve terör olaylarını da aydınlatıyor. Bir genelleme yapacak olursak hangi durumlarda şiddet ve terör hareketleri ortaya çıkıyor?
Toplumda otorite boşluğu olduğu zaman, müesseselere güven sarsıldığı zaman, hukuk işlemediği zaman, insanların adalet müessesine güveni sarsıldığı zaman kitlesel terör olayları ortaya çıkıyor.
İnsanoğlu sosyal, içtimai bir varlıktır. Toplum içerisinde kendi varlığını, kişiliğini kabul ettirmek zorundadır. İnsanın toplum içerisinde insanca yaşayabilmesi için her şeyden önce temel hak ve özgürlüklerin teminat altına alınması lazım. Her şeyden önce adaletin egemen olması ve kollektif bilinçte yer tutması lazım. Böylesi durumlarda sağlıklı insanların şiddet ve teröre itilmesi önlenir, şiddet ve terörü besleyen kaynaklar kurutulmuş olur. Ancak toplumlarda sürekli değişmektedir. Her zaman toplumlardan güzel şeylerin oluşmasını beklemek doğru değildir. Ama müesseseler kendilerini korumak için bu güzellikleri kalıcı kılabilecek birtakım oluşum süreçlerini de başlatmak durumundadırlar. Bir başka ifade ile özgürlüklerin önünün kapatılması ciddi problemler doğuruyor.
Şiddet ve terörün oluşmasında başka sebepler de var. Dünyada çok hızlı bir sosyal değişme olgusu var. İnsan yeni hayata uyum sağlamakta zorlanıyor. Bu küçük olumsuzlukların büyütülmesi gibi sonuçlar doğuruyor.
Türkiye’de şu anda çok şükür şiddet ve terör yok denecek kadar az. Ama 12 Eylül öncesinde ileri seviyede şiddet ve terör vardı. Sağ, sol adı altında binlerce insan öldürüldü. Bunlardan sol kaynaklı şiddet ve terörde dikkatimizi çeken en önemli unsur, insanlarımızın sağlıklı tarih bilincinden yoksun oluşlarıdır.
Aslında bu sadece sol şiddet ve terörle değil, şu anda Türkiye’deki birtakım gerçeklerin, olumsuz hadiselerin anlaşılmasında da bize ip ucu sağlayacak bir durumdur. Geçmişini iyi bilmeyen, iyi anlayamayan toplumlar kolayca dışarıdaki birtakım görüşlere, düşüncelere, oluşumlara kayabilmekte, kapabilmektedirler.
Türkiye çok enteresan bir ülke. Sol açıdan bakıyorsunuz Marks, Lenin, Stalin, Mao; sağ açıdan bakıyorsunuz, Humeyni, Kaddafi, Fas, Cezair, Tunus’ta olan hadiseler, Suudi Arabistan’ın empoze etmek istediği Vahhabilik anlayışı. Yani iki tarafta da ithal fikirlere, ithal görüşlere açık olma eğilimi var. O zaman burada terörü besleyen ana damarlardan birisinin, insanlarda tarih bilincinin olmayışı olarak karşımıza çıktığını görüyoruz. Tarih bilincinden yoksun olan birey ve toplumlar bir takım tuzaklara kayabilmekte, birtakım propagandaların etkisinde kolayca kalabilmektedirler. Türkiye’de 12 Eylül öncesinde çıkan o terör ortamını iyi algılamak lazım. Burada sol ve sağ farketmiyor. Her iki gurupta da sağlıklı tarih bilincinin olmadığını görürsünüz. Bilgi boşluğu maksimum düzeyde. Dinini bilmeyen dindar insanların terör olaylarının içerisine sürüklenmesi çok kolay olduğu gibi, dini bilmeyen, dindar olmayan insanların da her türlü terör olaylarının içerisine sürüklenmesi fevkalade kolaydır. Dikkatle incelenirse 12 Eylül öncesindeki insan tipinde şiddet, yakınlığın arkasında kentleşme sürecinin hızlanmasıyla birlikte başlayan uyumsuzluğu görürüz. Bilgi boşluğu, iktisadi, ekonomik sıkıntılar, kültürel değişmeye ayak uydu- ramamak, değerler alanındaki kaos, insanları yeni arayışlara itiyor. Bu arayış süresi içerisinde iyi niyetler, kötü niyetli insanlar tarafından kullanılabiliyor. Gençlerin idealizmi kötüye kullanılıyor.
Türkiye’de şu anda bir Güneydoğu problemi var. Bu bölgede terör olayları azalsa da hala devam etmekte.
Evet. Bunun sebebini araştırdığımızda yine karşımıza çok ciddi bir takım açmazlar çıkıyor. Düşünün bir kere. Yıllarca Türkiye’nin Doğusu, Güneydoğusu memurlar açısından sürgün yeri olarak algılanmış. Bu yöreye yatırım yapılmadığı şeklindeki iddialara ben katılmıyorum. Aslında Doğu ve Güneydoğu’ya yapılan yatırım, devletin oraya götürdüğü hizmetin belki de onda biri İç Anadolu’ya yapılmamıştır. Bu yörelere devletin birtakım yanlış politikaları da olmuştur. Doğu ve Güneydoğu’da devletin Türkiye genelinde aydınların Tanzimattan bu yana gelen din konusundaki olumsuz tavırları söz konusudur. 1970’lere gelinceye kadar Türkiye’de aydın olmak demek, adeta dindar olmamakla eş anlamlıydı. İyi aydın olmak, din düşmanı olmakla mümkündü.
Sizce bu anlayış hala devam ediyor mu? Türkiye genelinde halkımız aydınlarla hala daha sağlıklı bir şekilde barışmış değildir. Aydınlar halka sürekli üstten bakmıştır. Bunun izlerini Doğu ve Güneydoğu’da daha da iyi görebilmekteyiz. Bu bölgelerden yetişen aydınların çoğu kendi bölgelerine pek hizmet götürmüş değillerdir. Aydınların din konusundaki bu olumsuz tavırları, din alanının; ya kendi kaderine terk edilmesi veya yer altına çekilmesine yol açmıştır. Bunun izlerini Türkiye genelinde görmek mümkün olduğu gibi, özellikle Doğu ve Güneydoğu’da görmek çok daha mümkündür. 1924’te tekke ve zaviyeler kapatıldı ama bugün Türkiye tarikatlar cenneti haline dönüştü. Tarikatların en etkin olduğu yerler, Doğu ve Güneydoğu’dur. Ama çok enteresandır, Doğu ve Güneydoğu’daki şeyhlerin çoğu Batı’ya göç ettiler. Oradaki kaybettikleri itibarlarını Batı’da buldular. Üzülerek belirtmeliyim ki bunlarla alakalı sosyolojik çalışmalar yok denecek kadar azdır.
Bu bölgelerde devam eden şiddet ve terörü ne besliyor?
Doğu ve Güneydoğu’da şiddet ve terörü besleyen en önemli sebep, yöredeki bilgi boşluğu ve o yörenin uzun yıllar sürgün alanı olarak algılanması, Türkiye genelindeki din ile alakalı aydınların olumsuz tavrının o yörede kendisini daha şiddetli göstermesidir. Dinin şiddet ve terörü önleme hususundaki görüşleri anlatmadı mı ya da anlatıldı da yeterince anlaşılmadı mı?
Bakınız şu bir gerçektir ki din toplumları birleştirir, bütünleştirir, sağlam bir doku oluşturur. Ama din konusundaki bilgisizlik, toplumun atomlarına ayrılmasına yol açabilir, toplumları parçalayabilir. Dinin aydınlar tarafından en azından sosyolojik bir realite olarak görülemeyişi, Türkiye’de şiddet olaylarının bir kısmının arkasında yatan sebeplerdir. Bizim insanımız Kuzeylisiyle, Güneylisiyle, Batılısıyla, Doğulusuyla hepsi etnik farklılıklarına rağmen dindardır. İslâm’ın bilinmemesine rağmen dindardır. İslâm’ın bu özelliği Türkiye’nin geleceği açısından da çok iyi değerlendirilmelidir. Samimi dindar insanlara İslâm’ın güzellikleri anlatıldığı zaman Doğu ve Güneydoğu’daki bu etnik ilkelere doğru kaydırılmak istenen o ayrılıkçı hareketlerin tabanı da kurutulmuş olacaktır.
İslâm dini insanın en iyi şekilde insanlığını gerçekleştirmesi için gelmiş olan bir dindir. Din insan için bir araçtır. Genelde insanın yaratıcı yeteneklerinin fonksiyonel olduğu toplumlar bir hedefe doğru yöneldikleri zaman birbirleri ile uğraşmazlar. O bireyler birbirleri ile ilgilenecek zaman bulamazlar. Daha açık bir ifade ile; koşan insanlar; birbirleri ile ilgilenmek ihtiyacı hissetmezler. İslâm dini günümüz şartlarında Müslümana yeni bir uygarlık, diri bir hedef koymaktadır. Bu uygarlığı oluşturabilecek yegane ülke de Türkiye’dir. Yeni bir uygarlık için her türlü imkanımız vardır. Ancak bu uygarlığın gerçekleşebilmesi, her şeyden önce problem çözmek için var olan İslâm dininin; problem olmaktan çıkarılmasına bağlıdır. İslâm maalesef hem dindar insan hem de dindar olmayan insan tarafından problem haline getirilmektedir. Bunun çözüm yolu, İslâm’ın bilimsel yöntemlerle anlaşılması, aydınlatılmasıdır. İslâm dini insanın insanlığını gerçekleştirmesine katkıda bulunmak için var olan bir dindir. Böyle bir dinin şiddet ve teröre çanak tutması, cevaz vermesi, kaynaklık etmesi kesinlikle mümkün değildir. Ancak unutulmamalıdır ki din çift yönlü kesen bir kılıç gibidir. Dinamik boyutu insanlara kazandırılırsa, din toplumu bütünleştirir, toplumu uygarlık yolunda fevkalade ciddi bir yarışın içine sürükler, bireyin yaratıcı yeteneklerini maksimum düzeyde motive eder. Bunun dersi de doğrudur. İslâm’ın dinamik boyutu insanlara kazandırılmazsa çarpık din anlayışı toplumu atomlarına ayırır, insanları birbirine düşürebilir, hatta şiddet ve terörün kaynağı olabilir. Bu yüzden diyoruz ki bilgiden, ilimden, bilimden korkmamak lazım.
Türk insanı olarak çok çabuk öfkelenen, çok çabuk kızan, şiddete yakın bir toplum haline geldik. Tüm dünyada şiddet olayları var ama Türkiye’de de insanlar adeta şiddete yakın hale getirildi ya da geldi. Bunun sebepleri nelerdir?
Hızlı kültür değişimi, kentleşme sürecinin artması, değerler arasındaki erozyon gibi birçok şeyler olabilir. Siyasi açıdan ortaya çıkan boşluklar da bunların sebepleri olabilir. Ama bu insanımızın bu gerili- minin bir şekilde yok edilmesi gerekir. Sağlıklı din anlayışı, insanlardaki bu olumsuz patlamalara yol açacak gerilimi yok edebilir. Bunun gerçekleşebilmesi için, İslâm’ın bilimsel yöntemlerle anlaşılması gerekir.
İslâm’ın bilimsel yöntemlerle anlaşılması ve halka anlatılması şiddet ve teröre açılan kapıların önemli bir kısmının kapanmasını gerektirir.
Şiddet ve terörün her türlüsü kötüdür, hiçbir şekilde hoş karşılanamaz. Ancak dini bilmeyen cahil dindar insanın, içine yuvarlandığı şiddet ve terör en kötü olanıdır. Çünkü bu batağa saplanan insanlar, eylemlerini din için, Allah için yaptıklarına inanırlar. Bu durum işlenen olumsuzlukların meşru olup olmadığı şeklindeki bir sorgulama sürecinin baştan engellenmesi anlamına gelmektedir. İslâm dini neye, niçin inandığını çok iyi bilen, neyi, niçin çok iyi bilen insan tipini gerçekleştirmek istemektedir. Yüce Allah İsra suresi 36. Ayetinde, “Bilmediğin şeyin ardına düşme, doğrusu kulak, göz ve kalp bunların hepsi o şeyden sorumlu olur” buyurmaktadır. Her insan Allah’ın en güzel şekilde yaratmış olduğu bir varlık olarak özel bir sevgi ve saygıya layıktır. İslâm’ın olduğu yerde şiddet ve terör olamaz. Şiddet ve teröre her ne sebeple olursa olsun bulaşanlar, destek verenler ve onu besleyenler bir gün onun kurbanı olmak durumunda kalırlar.