Makale

KURULUŞUNUN 700. YILINDA OSMANLI DEVLETİ VE BALKANLAR ÜZERİNE BİR DEĞERLENDİRME

KURULUŞUNUN 700. YILINDA OSMANLI DEVLETİ VE BALKANLAR ÜZERİNE BİR DEĞERLENDİRME

Ramazan ÖZALPDEMİR

Osmanlı İmparatorluğu’nu kurarak bir dünya devleti haline getiren, altı aşıra yakın bir süre cihanda söz sahibi yapan, üç kıta-dört iklime barış ve adaleti hakim kılan Osmanlı soyu, Oğuz Türklerinin Bozok kolunun Kayı boyuna mensuptur. Başlangıçta dört yüz çadırdan müteşekkil Ka- yı aşiretini Selçuklu Sultanı Alaaddin Keykubat, devletinin batı sınırlarını güvence altına almak maksadıyla Söğüt ve Domaniç civarına yerleştirdi. Fazla zaman geçmeden aşiretin başında bulunan Ertuğrul Gazi, Bizans’a bağlı “Tekfur” adıyla anılan Rum beyliklerinin topraklarını kendi arazisine katarak meskun bulundukları alanı genişletmesini bildi. Kayı aşiretine, Selçuklu Sultanı II. Gıyasettin tarafından “Beylik” ünvanı verilirken, başına da Osman Bey geçti (1281).
Milletimizin tarih sahnesinde devlet olarak varlığının devamlılığı ve kalıcılığı anlamında geçmişten gelen misyonu Selçuklu’dan devr alan Beylik, barış ve adaletin temin ve temsilcisi olma görevini hakkıyla yerine getirmiş ve hızla gelişmeye başlamıştır.
Osmanlı Beyliği’nin kök salıp genişlemeye başladığı bu dönemde, Anadolu’da siyasi birlik parçalanmış, kendi başına hareket eden Beylikler ortaya çıkmıştı. Selçuklu Devleti’nin güç kaybedip zayıfladığı, çeşitli beyliklerin ortaya çıktığı, Osmanlı Beyliği’nin devlete dönüştüğü bu devreye bir bakıma geçiş dönemi denilebilir. Bu dönemde, İlhanlı tahakkümü altında ezilen Selçuklu Devleti, var olan beylikleri birleştirerek bir araya getirmek şöyle dursun, bağımsız devlet olma hüvviyetini devam ettirmek hususunda acz içine düşmüştü. Anadolu’da bağımsız bir devlet olarak bulunma adına bu görüntü tam bir zaaf arz etmekteydi. İşte böyle kritik bir zamanda Anadolu’da ortaya çıkan otorite boşluğunu (devlet anlamında) dolduracak, Türkler arasında birlik ve düzeni tesis edecek yeni bir Türk devleti olarak Osmanlı Devleti’nin ortaya çıktığını görmekteyiz (1299).
Osman Bey Bursa’yı fethedip, devletini sağlam temeller üzerine oturttuktan sonra hızlı bir imar faaliyetine girişti. Aldığı yerleşim yerlerine evler, dükkanlar, çarşılar ve hamamlar inşa ettirdi. Eğitim ve öğretim kurumlarına önem ve öncelik vererek çoğalmasını sağladı .Maneviyat önderleri Osmanlı Devlet idaresinde görev alanlarla yakın temas kurarak onları manevi yönden eğitiyor, gelecekte muhteşem İmparatorluğ’un çatılarını tesis ettiriyordu.
Bu alandaki çalışmalar kısa zaman içinde meyvelerini veriyor, Osmanlı cihan devleti sağlam temeller üzerinde gelişiyordu. Bu güzel ortamı hazırlayan, kendisi de manevi bir talim ve terbiyeden geçen Osman Bey, daha sonra gelenlere örnek oldu. Osman Bey, Anadolu’da baş gösteren yönetim boşluğunu kurduğu devletle doldurmuş olması bakımından Türklük dünyasında birlik ve bütünlüğün sembolü olarak yeri ve önemi büyüktür.
Osman Bey’in ardından devletin başına geçerek düzenli bir ordu kuran Orhan Gazi döneminde, Avrupa kıtasındaki hakimiyetin adımı olan Rumeli’ye geçiş harekatı başlar. 1354’te Süleyman Paşa’nm Gelibolu’yu fethi ile başlayan zaferler serisi, Edime (1361). Sırpsındığı (1364) ve Çirmen (1374) ile devam etmiş; daha sonra sırasıyla Kosova (1389), Niğ- bolu (1396) ve Varna (1444) ile haçlı orduları hezimete uğratılarak Osmanlı ’nin Balkanlar’daki hakimiyeti kalıcı hale getirilmiştir. İstanbul’un fethi ile Fatih Sultan Mehmed Han, Osmanlı varlığını Dal- maçya kıyılarına kadar ulaştırmıştır. Fatih’in ölümünden sonra bir süre duran fetihler, Kanuni Sultan Süleyman’ın 1521’de Belgrad kalesini fethetmesiyle yön değiştirmiş; Katolikliğin etki alanındaki Kuzey dalmaçya, Kuzey batı Hırvatistan ve Slovenya bölgeleri Osmanlı hakimiyeti dışında kalmıştır.

OSMANLI’NIN BALKANLAR’A
GETİRDİĞİ HUZUR VE ADALET
Balkanlar’ı hızlı fetihlerle etki alanına alan Osmanlı Devleti, buranın etnik, kültürel ve sosyal yapısına uygun olarak geliştirdiği ve uyguladığı sistem sayesinde bu coğrafyada ciddi muhalefetle karşılaşmadan uzun yıllar varlığını sürdürmesini bilmiştir. Bu yeni sistem hangi esaslar üzerinde kendini devam ettirebilmişti? En başta Osmanlı idaresi bura halkını bıktıran ve bezdiren toprak sistemini (feodal işleyiş şeklini) bütünüyle yürürlükten kaldırmış; onun yerine mirî arazi (*) diye bilinen yeni bir uygulamaya gitmiştir. Bizans’ın halkı ezen feodal toprak rejimine göre köylü senenin yarısını toprak sahiplerinin yararına ücretsiz olarak çalışmak zorundaydı. Ama OsmanlI uygulamasına göre toprak devlet kontrolünde, uç beyleri ve sipahiler eliyle işletilmiş; köylünün ağır yükü ortadan kaldırılmıştır (1).
Böylece Ortodoks Hristiyanlar yalnız vergi (haraç) vermekle yükümlü tutulmuştur. Hristiyanlar, OsmanlI’nın âdil ve İnsanî uygulamaları sayesinde köle muamelesi görmekten kurtulmuştur. İki yüzyılı aşan bir süre barış ve huzurun hakim olduğu bölgede siyasi birlik sağlanmış, ticari saha canlanmıştır. Bu dönemde Balkanlar’a Anadolu’dan göç eden Türkler özellikle ziraatin gelişmesinde öncülük ettiler. İnsanların maddi refah düzeyleri yükselirken, Osmanlı’mn uygulamaları sonucu oldukça mütecanis Balkan toplumuna barış egemen oldu. Din, kültür, milliyet ve etnik farklılıklara rağmen Balkan toplumlarını gönüllü olarak birlikte tutan yegane unsur, ecdadımızın derin hoş görüsüdür.

BALKANLAR DA KARGAŞA DÖNEMİ
VE KOSOVA
1789’da gerçekleşen Fransız ihtihalinin ardından bütün dünyada kendini gösteren yeni bir takım akımlar Osmanlı Devlet coğrafyasında da kendini göstermiş, akabinde devlete karşı ayaklanmalar olmuştur. Bunlardan ilki Osmanlı Devleti’nin “hasta adam” olarak görüldüğü 19. yüzyılın hemen başlarında Avusturya desteğiyle Sırplar tarafından yapılanıdır (1804). Sırp ihtilalini 1821’de Yunan ayaklanması izlemiş, 1829’a gelindiğinde bağımsız Yunan devleti ortaya çıkmıştır. Bazı yabancı devletlerin desteği ve kışkırtması sonucu, uzun yıllar Osmanlı idaresinde mutlu bir yaşantı süren Balkan milletleri 1878’de imzalanan Berlin Antlaşması sonrasında o eski huzur dolu günlere bir daha kavuşamamıştır. Osmanlı Devleti’nin çekilmesiyle ortaya çıkan boşluğun doldurulamaması sebebiyle farklı etnik çatışma içine girmek durumunda kalmıştır. Bu yıllarda Balkanlar’dan göç etmek zorunda bırakılan Müslüman dindaş ve soydaş sayısı bir milyon iken, yaklaşık yarım milyona yakın insan da toplu katliamlara maruz kalarak ölmüşlerdir.
Osmanlı Devleti, yüzyıllar boyu zor durumda kalan herkese din ve milliyet ayırımı yapmaksızın yardım edip İnsanî muamelede bulunurken, ne yazık ki, kendi dindaş ve soydaşlarına karşı zulüm gösterildiğine tanık olmuştur. Tarihte bunun örnekleri pek çoktur. Sekiz asır, Endülüs’te büyük bir medeniyet meydana getirip Avrupa’yı ışığıyla aydınlatan Müslümanlar, haçlı tecavüzüne maruz kaldıklarında toptan imha edilme durumunda kalmışlardır. Aynı durum yakın tarihlerde Bosna’da yaşanırken, şimdilerde ise Kosova’da yaşanmaktadır. Sevgiden uzak, kin ve nefret duygularıyla dolu bir milletin çocukları Bosna’da sahneledikleri vahşet tablolarının bir benzerini bugün Kosova’da icra ediyorlar. Milyonlarca insan yurdundan-yuvasından koparılıp dağlara, ormanlara ve başka ülkelere göçe zorlanırken, geride bıraktıkları mabedleri, evleri birer birer yakılıp yok edilmektedir. Osmanlı’ya ait cami, medrese, köprü ne varsa herşeyi ortadan kaldırmaya kararlı gözüken Sırp gözü dönmüşleri sanki, 1389’daki ağır hezimetin intikamını alıyorlar. Bosna’da üçyüz bin insanın canına kıyan; on binlerce kadına tecavüz eden Sırp katilleri şimdi Kosova’yı yakıp yıkıyor, insanları toplu mezarlara gömüyor, sağ kalanları da ülkeden dışarı atıyorlar. Yirmi birinci yüzyıla sayılı günler kala, Avrupa’nın ortasında işlenen bu insanlık suçu ümid ederiz bir an evvel son bulur. Farklı kültür ve dinlere mensup insanlar arasında diyalog temaslarının başlatılıp yürütüldüğü, geniş yankı bulan hoş görü toplantılarının düzenlendiği bir sırada, tv ekranlarından izleyen herkesi ürperten Kosovalı dindaş ve soydaşlarımızın dramı ümid ederiz son bulur. Kuruluşunun yediyüzüncü yılı kutlanan Osmanlı Devleti’nin asırlarca Balkanlar’a getirdiği huzur ve barışın değeri bugün daha iyi anlaşılmalı.
Balkanlar’da ve tüm dünyada kalıcı barış, huzur ve güvenin egemen kılındığı ortamlar kısa vadede hazırlanmalı, milyonlarca Kosovalı mültecinin emniyet içinde vatanlarına dönüşü bir an evvel sağlanmalıdır.

Kaynak:
1- İslam Ansiklopedisi, TDV Yay., Balkanlar Mad. C.5, S.29, İstanbul 1992.
* Mirî arazî: Mülkiyeti devlet hâzinesine ait olan, belli bir vergi karşılığı işletilen arazi türü. Bu sistemle, toprağın işletilmesi devlet kontrolünde sürekli hale gelmiş oluyordu.