Makale

İSLAM'DA İMAN ESASLARININ TEMELÎ ALLAH'A İMANDIR

İSLAM’DA İMAN ESASLARININ TEMELÎ

ALLAH’A İMANDIR

Dr. Ali Arslan AYDIN

Bu yazımızda, İslâm’da îman esaslarının temeli ve en önemlisi olan "Allâh’a îman” konusunu ele alacağız. Daha doğrusu, genel bilgiler vermek şeklinde özetle­meyi düşündüğümüz bu çok geniş ve pek önemli konunun bir yönünü, bu yazımızda aydınlatmaya çalışacağız.

Görülen ve görülmeyen, her şeyin bir yaratıcısı olduğuna, yâni kâinâtı yaratan ve yöneten Yüce Allâh’ın varlığına ve birliğine îman, İslâm inançlarının ve bütün hak dinlerin temelidir, çünkü önce Allâh’ın varlığına inanmadan; O’nun Kitapları­na, Peygamberlerine, Meleklerine, Ahirete, Hayrın, Şerrin, her şeyin O’ndan geldiğine ve sonunda O’na dönüleceğine inanmak, düşünülemez. O halde, önce Allâh’ın varlığını, O’nun eşsiz ve ortaksız tek bir Allah olduğunu isbat etmek, en mantıkî ve kaçınıl­maz bir zarurettir. Çünkü Allah, her şeyin aslı, var oluşunun sebebi ve dînî inançların temelidir. O, her varlığın tek Yaratıcısı, her şeyin yöneldiği tek gayedir. Bütün dinler, bu inanca dayanır, iman dolu gönüller bu inançla aydınlanır. Her türlü gü­zellik, iyilik ve doğruluk O’ndandır. Hayır, adâlet ve fazilet duygusu her insanda fıtrî olan bu derin inançtan, Allâh’a îman esâsından doğmuştur. Bu bakımdan; her şeyi bilen, gören, duyan ve her şeyi yaratmaya kaadir Yüceler Yücesi tek Allâh’a îman, erginlik çağına gelen ve âkil olan her insana farzdır. Yaratan Rabb’e karşı, vic­danî ilk kulluk borcudur. Bu yüzden, birçok İslâm Kelâmcılarına göre; İlâhî dinlerin kesildiği “Fetret Devri’’nde yaşayan insanlar dahi, kendilerine verilen akıl aîmeti sâyesinde Allâh’ın varlığını bulacak ve kavrayacak durumda olduklarından, Allâh’a îmanla mükelleftirler. Kutuplarda ve dağ başlarında yaşayan ve hiçbir dinden ha­beri olmayan kişiler de, —dînî hükümlerden, emir ve yasaklardan sorumlu olmadık­ları halde— Allâh’a îman etmek sorumluluğu içindedirler.[1]

Bu sözlerden ve Kelâm bilginlerinin fikirlerinden anlaşılan şudur ki; Allâh’ın varlığını isbât etmek, dînî delillerle değil, aklî ve vicdânî delillerle veya her ikisi île olur. Çünkü hak bir dîne inanmak, önce, onun kurucusu olan Allâh’a inanmaya bağ­lıdır. O halde, Allâh’ı isbat ederken, Allâh’ın kurduğu dînin bildirdiği naklî delilleri kullanmak, mantıkî ve inandırıcı bir yol değildir. Allah Kelâmı olan dînî delillerle Allâh’ı isbât etmek, ancak inananların îmânını kuvvetlendirir. Ama Allâh’ı inkâr eden bir kimse, hiçbir dîne, kutsal hiçbir kitaba inanmıyor demektir. Bu sebeple, böylelerini Allâh’a inandırmak İçin, akla ve vicdâna hitap eden aklî veya vicdânî delillere başvurmak gerekir. İşte bunun içindir ki, mukaddes kitabımız Kur’ân-ı Kerîm İnsanları, Allâh’ın varlığı konusunda dâimâ düşünmeye ve akla başvurmağa çağırır. Nitekim, Mekke’de indirilen âyetlerde, müşriklerin dalma akıllarına hitap edilmiş, onlar, nereden geldikleri, nereye gidecekleri, niçin ve nasıl yaratıldıkları ko­nularında düşünmeye, yere, göğe ve kâinâta bakarak, bu âlemin bir yaratıcısı olduğunu akıl yolu ile bulmaya çağırılmışlardır. Allâhu Teâlâ, bu konuda şöyle buyu­ruyor:

Göklerin ve yerin yaratılmasında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelme­sinde, insanlara yararlı şeylerle denizde yüzen gemilerde, Allâh’ın gökten indirip, onunla, öldükten sonra yeri dirilttiği suda, her türlü canlıyı orada yaymasında, rüz­gârları ve yerle gök arasında emre âmâde duran bulutlan döndürmesinde, düşünen (ve akleden) kimseler için deliller vardır…”[2]

Bu ve daha birçok âyetlerde gayet açık olarak görüldüğü gibi insanlar, kendile­rine, yaratılışlarına, İçinde yaşadıkları dünyâya, göğe, yere ve her türlü yaratıklara bakarak, bunlar üzerinde düşünmeye, hiçbir varlığın kendiliğinden vücût bulamıyacağını, kuvvet ve kudret sâhibi Yüce bir Yaratıcı olmadan bu güzel nizam ve mü­kemmel düzenin kurulamıyacağını düşünerek, Yüce Allâh’ın varlığına imâna dâvet ediliyorlar.

İslâm bilgin ve düşünürleri ile Garp fikir ve müsbet ilimcileri, Allâh’ın varlığı­nı isbat koçusuna büyük önem vererek pek çok deliller getirmişlerdir. Biz bu yazı­mızda, büyük İslâm düşünürü İbn-i Rüşt’ün de beğenerek, Kur’ân’ın gösterdiği delil­lerden saydığı ve “înâyet delili” adını verdiği bir delili özetlemekle yetineceğiz. Bu delil, ta Sokrates’ten bu yana, bütün ilâhiyatçı filozofların önem verdiği, “İlleti gâiye” adı ile şöhret bulan "Nizâm-ı Alem" delöidir. Din dilinde, "Eserden müessire geçme" denilen yolla kurulan bu delili şöylece özetliyebiliriz:

Görüp durduğumuz bu âleme dikkat edersek, onun, çok güzel ve pek mükem­mel olarak yaratıldığını anlarız. Dünyamız ve ondaki her varlık, gökyüzü ve onda görülen güneş, ay ve yıldızlar ve bu âlemdeki her şey, daha önce bir benzeri olma­dan vücûda getirilmiş ve her biri bir maksat İçin yaratılmıştır. Hiçbir şey rastgele, sebepsiz, faydasız ve maksatsız olarak yaratılmamıştır. Bu âlem bir güzellik, gâyeler ve vesileler mecmûasıdır.

Meselâ insan: O, canlı varlıkların en güzeli ve en mükemmelidir. Bu üstün ve ol­gun varlık, kendi kendine vücûda gelmiş, sebepsiz ve gâyesîz bir varlık değildir. O, her organı ile güzel, olgun, faydalı ve maksatlıdır. Meselâ göz; görünüşü ile güzel, bütün inceliği ile mükemmel ve câzip; görmek de onun gâyesidir. "işitmek" kulağın, "koklamak” burnun, "tatmak” dilin gâye ve faydası değil midir? Bunun gibi, kal­bin de, midenin de, beynin ve aklın da bir gâyesi, var oluğunun hikmet ve faydası vardır. İnsan’ın olduğu gibi, canlı ve cansız her şeyin varlığının bir maksadı, fayda ve hikmeti bulunduğunda şüphe yoktur. Bu gerçeği, her idrâk sâhibi bilir ve kavrar.

Evet biz, çok defa bu hikmet ve faydaları görür, aklımızla buluruz. Fakat bazan da, birçok şeylerin varlığındaki maksat ve hikmeti bilemez ve anlıyamayız. Onların varlığının hikmeti çok kere anlayış ve kavrayışımızın dışında kalabilir. Çünkü görevi, düşünmek ve anlamak olan akün, bu kudreti de, her varlık ve organ gibi sınırlıdır. Fakat bu hikmetleri anlıyamayışımızın, o şeylerde bir hikmet ve maksat bulunmamasını gerektirmez. Zirâ biz, buna rağmen, gözün görmek, kulağın işitmek, midenin yenileni hazmetmek, kanadın uçmak, saatin vakti bildirmek için olduğunu bilir ve inanırız.

İşte bu âlemde görülen canlı ve cansız varlıklardaki ibdâ’ ve gâyeler manzûmesi, bütün bunları îcâd edip, yaratan bir yaratıcının varlığım, aynı zamanda, o var­lığın ilim ve kudret sâhibi Yüce bir Zât olduğunu isbât eder. Her şeyi bir maksada göre yaratan bu varlık din dilinde “Vâcibu’l-Vücûd” denilen, yâni vücûdu kendi zâ­tından olan Allah’dır.[3]

İbn-i Rüşd bu delili şöyle ifâde eder:

Bu dünyâda bulunan varlıkların karakter ve tabiatını tetkik edince, onların ya­ratılışının, sanki insan için, insanın varlığını devam ettirmek için yaratılmış oldu­ğunu görürüz. Bu alâka, maksat ve muvafakati gelişigüzel, bir tesadüfe bağlamak akla ve mantığa uymaz. Belki bu, insana verilen kıymet ve önemi ve her şeyin ona hizmet ve faydalı olma amacına uygun olarak, hür, irâde ve kudret sâhibi bir fâil tarafından yaratılmış olduğunu gösterir. Gece ile gündüz, ay ile güneş, gelip geçen zamanlar, değişen mevsimler, göklerin yaratılışı, yağmurların yağışı, denizler ve karalar, ağaçlar ve hayvanlar, toprak, su, hava, ateş ve dünyâdaki her şey, İnsanın yaşamasına, rahat ve mutluluğuna hizmet için yaratılmıştır. Bu, şüphe götürmez bir gerçektir.

Bundan başka; insan ve hayvanın bütün organları, kendilerini ve nefislerini yaşatmak ve devam ettirmek maksadına uygun bir şekilde yaratılmıştır.

İşte bunun içindir ki, Yüce Allâh’ın varlığını anlamak ve bu konuda tam bir bilgi sâhibi olmak isteyenler için yeryüzündeki varlıkları incelemeleri gereklidir, in­sanı, Allâh’ı bilmeye ve O’na inanmaya götüren en doğru yol da budur.[4]

Güzel bir bina, nasıl ki plân ve mühendis, usta ve işçi, arsa ve inşaat malzemesi olmadan kendi kendine vücûda gelmezse, nizam ve düzeni akıllan durduran bir âlemin, ilim ve hikmet, irâde ve kudret sâhibi Yüce bir Yaratıcısı olmadan, tesadüf­lerle ve kendi kendine vücûda gelmesi aslâ mümkün değildir.

Şimdi, Yüce Allâh’ın varlığı konusunda bâzı Garp düşünür ve bilginlerinin akla ve vicdâna hitap eden delillerinden kısa örnekler vereceğiz.

İnsanlık târihi bize gösteriyor ki; en eski devirlerden bu yana her asırda ya­şayan insanlarda, din inancı, Allah fikri ve tapma meyli, vardır. Bütün insanlar her asırda, ilâhı bir kudretin varlığına fıtratan inanagelmişler ve bir dîne sâhip olmuş­lardır. Mutlak anlamda dinsiz bir toplum, dinsiz bir millet görülmemiştir. Nereye gidilmişse, orada basit ve bâtıl da olsa, bir dine, bir ilâh fikrine rastlanmıştır. Geçmiş devirlerde çeşitli şekillerdeki putlara tapanlar, ateşi, güneşi ve yıldızlan takdis eden­ler dahi, bütün bunların üstünde büyük bir kudretin bulunduğuna, her şeyi yaratan, terbiye eden, onları esirgeyen öncesiz ve sonsuz Yüce bir Varlığın var olduğuna inanmışlardır. Ancak bunlar, dış âlemde takdis ederek taptıkları şeyleri, inandıkları o Yüce Varlığa yaklaşmak için bir vesile olarak kabûl etmişlerdir.

Irkları, devirleri ve ülkeleri ayrı, birbirini tanımayan milletlerde görülen bu mutlak İnanç birliği, din fikrinin genel, Allah inancının da fıtri olduğunu isbât et­mektedir, Çünkü bütün insanlar arasında görülen bu fikir ve şuur birliği, yersiz ve asılsız bir şey, yanlış ve bâtıl bir fikir olamaz. O halde, târihin tanıklık ettiği bu or­tak fikir, şüphe götürmez bir gerçeğe delâlet etmekte ve Allâh’m varlığına kuvvetli bir delil sayılmaktadır.[5]

Allâh’ın varlığını isbât eden aklî deliller arasında, Fransız filozofu Descartes’in delillerinin seçkin bir yeri vardır.

Modem felsefenin kurucusu Descartes’in bu konudaki düşünüşü şöyle özetlene­bilir:

“... Düşünüyorum. O halde varım. Fakat düşününce anlıyorum ki, ben eksik bir varlığım. Çünkü biliyorum ki, şüphe ederim. Şüphe etmek ise, gerçeği bilmemekten doğan bir eksikliğin sonucudur. Bu eksikliğime rağmen bende bir (sonsuzluk) ve (mutlak kemâl) fikri ve bunu tasavvur ediş var. İşte bu sonsuzluk tasavvuru, benim eksik ve sonu olan bir varlık olduğumu bana öğretiyor. Bu fikir bana nereden gel­di? Şüphe yok ki, eksik ve sonu olan bir varlık olarak bu fikrin kaynağı ben de­ğilim. Çünkü eksik ve sonlu bir varlık, kâmil ve sonsuz bir varlık fikrinin kaynağı olamaz. O halde, her eser ve ma’lül gibi, bu fikrin de bir fâili ve nedeni vardır. Bu fâil ben olamıyacağım gibi, dış âlemde görülen herhangi bir varlık da olamaz. Çün­kü onlar da benim gibi sonlu ve eksik. Sonlu ve eksik olan bir varlığın eseri, sonsuz olamaz. O halde, bana bu sonsuzluk fikrini telkin eden ve tasavvur ettiğim kemâl sıfatlarına sâhip sonsuz bir varlık var. O da, bütün kemâllerin ve sonsuzluğun sâhibi olan Yüce Allah’tır.”

Descartes, kendi varlığının nedenini düşünerek de şöyle diyor:

“... Düşününce nefsimi, kendi varlığımın nedeni ve yaratıcısı olarak tasavvur etmeme İmkân göremiyorum. Çünkü bende, kendimi yaratma gücü olsa idi, şüphe yok ki kendimi böyle eksik olarak değil, bütün kemâl sıfatlarına sâhip olarak ya­ratırdım. Evet, bende bu güç olsaydı, bütün olgunluk ve üstünlükleri kendime ve­receğimde şüphe yoktu. Çünkü var olmak gücüne sâhip olan kudret, bütün olgunluk­ları kendine vermek husûsunda da güçlüdür. Fakat ben, bu güce sâhip değilim. O halde ben vücûdumun yaratıcısı değilim.

Kâinatta bulunan Öteki varlıklar da aynı nedenle, benim ve kendi varlıklarının yaratıcısı olsalardı, kendilerini bütün olgunluk ve üstünlüklere sahip olarak yaratır­lardı. O halde, mutlak kemâl sâhibi olmayan bütün varlıklar benim yaratıcım ola­mazlar. Annem babam ise, bedenimin var oluşuna bir vesileden başka bir şey de­ğillerdir,

Öyle ise beni yaratan kudret, ancak, mutlak kemâl sâhibi bir varlıktır. Ve bu varlıkta en az bende olanların bulunması şarttır. Çünkü eserde olan her kemâlin, onun fiilinde de bulunması zorunludur. O halde beni yaratan o kâmil varlık da, en az benim gibi vardır, işte o varlık, mutlak kemâl sâhibi olan Yüce Allah’tır.”[6]

Descartes’in Allâh’ın varlığını isbât eden delillerini özetledikten sonra, her çağ­da az da olsa bulunduğu gibi, çağımızda da bulunan inkarcılara susturucu cevaplar veren müsbet ilimci tabiat bilginlerinden birinin sözlerinden bâzı pasajlar naklede­rek yazıma son vereceğim.

New York ilimler Akademisi eski Başkanı Prof. A. Gressy Morrison, kâinâtın eşsiz düzenine ve ondaki varlıkların özelliklerine bakarak şöyle diyor:

“1 — ... Hiç değişmeyen o riyâzi kanunla isbât edebiliriz ki, Âlemimizin plânını yapan ve onu plâna göre meydana getiren büyük bir yaratıcı var. Çünkü:

Dünyâ, mihveri etrâfında saatte bin (1000) mil yapar. Eğer böyle olmayıp da saatte yüz (100) mil yapacak kadar dönseydi, gündüz ve gece şimdi olduğundan çok daba uzun olacak, öyle olunca da, her gün nebat cinsinden ne varsa hepsini yakıp kavuracak, uzun geceler de, —eğer kalırsa— geri kalanını dondurup yok edecekti.

Hayâtımızın kaynağı olan güneşin dış tabakasında harâret, 12.000 fahrenheit’tir. Dünyâmızın güneşten uzaklığı o şekilde ayarlanmıştır ki, sönmek bilmeyen bu ateş, bizi tam karar ısıtıyor. Eğer güneşin bu ısısı yan yarıya azalacak olsa, soğuktan donardık. Yarısı kadar fazla olsa hepimiz kavrulurduk.

Dünyamızın 23 derece bir meyil ile eğri olarak durması, mevsimleri meydana getirmektedir. Eğer dünyâya böyle bir meyil verilmeseydi, okyanuslarda yükselen buharlar kuzey ve güneye akın ederler, kıtaları birer buz parçası hâline getirirlerdi.

Ay da dünya’ya şimdiki uzaklıkta olacağına meselâ sadece elli bin mil ötede ol­saydı, yeryüzündeki med ve cezirler öyle şiddetli olurdu ki, bütün bu kıtalar günde iki defa su altında kalırdı. Dağlar bile kısa bir zamanda aşma aşına ortadan silinirdi.

Eğer arzın kabuğu 10 kademlik kalın olsaydı, karbondioksitle oksijeni emer, ne­bat denilen şeyden eser kalmazdı. Yâhut da dünyânın etrâfındaki atmosfer tabaka­sı daha İnce olsaydı, her gün bizden uzakta yanıp tutuşan binlerce meteor dünyamı­zın her tarafına çarpar ve her yeri ateşle tutuştururdu.

Bütün bunlardan ve daha birçok misallerden anlıyoruz ki, dünyâ üzerinde hayat tesâdüfî değildir. Buna milyonda bir bile İhtimal yoktur,

2 — Dünyâmızdaki canlı varlıklara bakarsak:

... Hayâtın, gayesine ulaşabilmek için, ne yapıp yapıp, bütün gücüyle imkânlar araştırması da, her şeyi içine alan o İlâhi hikmetin üstün bir sonucudur.

Meselâ; (can) denen şey nedir? Şimdiye kadar bunu kimse tamâmiyle anlıyamamıştır. Ne ağırlığı, ne boyu, ne eni var. Fakat bir kudret olduğu kesin bir gerçek.

Âdeta görülemiyecek kadar küçük olan bir protoplazma damlasını düşününüz. Şeffaf, pelte gibi, hareket kâbiliyeti olan ve güneşten kudret alan bir şey. Bu bir tek hücre, bu şeffaf, bulanık damlacık, hayat denen şeyin sırrını taşıyor; bu damlacıkta­ki kudret ve kuvvet, bütün nebat, hayvan ve insanın sâhip olduğu kuvvetten daha fazladır. Çünkü bütün hayâtın sırrı onda gizlidir. Protoplazmaya bu hayat kudretini veren kim?

Her ağacın her yaprağına bir şekil veren, her çiçeği boyayan, her kuşa aşk şar­kısı, her böceğe binbir ses müziği İçinde nasıl anlaşacak]arını öğreten, meyvelere, sebzelere tat, güllere, çiçeklere koku ve renk veren kimdir? Hangi kuvvettir? Tabiat mı? Tesâdüf mü? Hayır. Bu, ilâhi bir kuvvetin akıl üstü, tecellîsi, hikmet dolu ese­ridir.

3 — Bâzı hayvanlarda görülen seziş ve anlayış kabiliyeti hayret vericidir. Me­selâ yılan balığı: Bu balıklar, neslini üretecek hâle geldiği zaman dünyânın her ta­rafındaki göl ve nehirlerden, Avrupa’dakiler de binlerce millik okyanusu aşarak, (Bermuda) yakınlarındaki sonsuz derinliklere gelip, orada yavrular ve ölürler. Sâ­dece, uçsuz bucaksız bir su içinde olduklarından başka bir şey bilmiyorlarmış sanı­lan minimini yavrular, gerisingeriye yola çıkarlar. Sonunda da, sadece kendi ana-babalarının yaşadığı nehre, gole yâhut da gölcüklere giderler. Şimdiye kadar Avrupa’­da hiçbir Amerika’lı yılan balığına, Amerikan sularında da Avrupa’lı yılan balığına rastlanmamıştır!.. Hattâ Allah, Avrupalı yılan balıklarının ömrünü —uzun yolcu­luklarına göre— bir sene kadar fazla uzatmıştır!.. Bu kadar kuvvetli bir istikamet hissinin menşei nedir?

Eşek ansının, çekirgeyi öldürmeyecek şekilde sokarak, bayıltması ve üzerine bı­raktığı yumurtalardan çıkacak yavruların gıdâsını sağlamak amacıyla, soktuğu çe­kirgeyi konserve edilmiş bir et hâline getirmesi, sonra da uzaklara uçup giderek, yavrusunu görmeden ölmesi, ne ibret verici bir olaydır.

Bal ansına bal yapma tekniğini ilhâm eden kimdir? Kâinatta, canlı ve cansız varlıklarda görülen bütün bu esrar ve hikmet dolu varlıklar ve olaylar, her şeyi bi­len, gören ve yaratan İlâhi kudret ve hikmet sahibi üstün bir varlığın, yâni Yüce Allâh’ın varlığını isbâta kâfidir.”[7]

Bütün bu ibret dolu gerçeklere rağmen, gaflette olan ve sapıklıkta kalanlara Allah akıl ve hidâyet versin.



[1] Tafsilât için bakınız: îslâm İnançları ve Felsefesi, S. 104-106, Dr. A. A. Aydın.

[2] Bakara: 164.

[3] Aynı eser, S. 116-117.

[4] İbn-i Rüşd: Menâhicü’l-Edille fi Akâidi’1-Mille. Kahire 1955, S. 150-151.

[5] Dr. A. A. Aydın: İslâm İnançları ve Felsefesi, S. 119-120.

[6] Descartes: Metafizik Düşünceler III. S. 143 ve devam; Metot Üzerine Konuşma, S. 162-165 (Çeviren: Prof. Mehmet Karasan).

[7] Rahmi Balaban: ilim-Ahlâk-îman, S. 248-255. Bu konuda genel olarak bakınız: İsmail Fenni: Maddiyyûn Mezhebinin İzmihlali; El-Unui Yed’û li’1-îmân: A. Gressy Morrison (Arapça’ya çeviren: Mahmud Salih el-Felekî); Allâhu Yetecellâ fi asri’l-Hadis (Arapça’ya çeviren: Prof. El-Demirdaş Abdu’l Hamîd Serhan, Kahire 1958).