Makale

ENDÜLÜS’TE YENİDEN DOĞAN İSLAM GÜNEŞİ

İNCELEME ARAŞTIRMA

Yazı ve Fotoğraflar: Alişen BAŞGÖNÜL


ENDÜLÜS’TE YENİDEN DOĞAN İSLAM GÜNEŞİ

Endülüs, İspanya’nın güneyinde 8 yüzyıl yaşamış bir medeniyet, coğrafya ve imparatorluğun adıdır. Önceleri bir devletin adıydı, sonraları bir davanın adı oldu. Kuruluşundaki azim ve karar-lılığın, yaşayışındaki medeniyet ve ihtişamın, yıkılışındaki tefrika ve hüznün adıdır o... Muhammed İkbal, Salih bin Şerif, Yahya Kemal ve Mehmet Akif gibi, Müslümanların dertlerini kendisine dert edinmiş nice bağn yanıklar ağıtlar yakmış onun için... Fethinden yıkılışına kadar her safhasında bin bir ibret levhası taşıyan bir semboldür Endülüs...
Dilerseniz zaman tünelinden geriye doğru bir yolculuk yaparak, Endülüs’ü fetheden ruhu ve İslâm mefkuresinin engin medeniyetini birlikte seyretmeye çıkalım...

ENDÜLÜS’ÜN FETHİ
Yedi yüz on bir yılının ilk baharlarıydı. Çiçeği burnunda bir delikanlı 19 yaşındaki İslâm ordusu komutanı Tank bin Ziyad, 12.000 kişilik bir kuvvetle Septe (Cebeli Tank) boğazını geçip Vizigotların hakim olduğu Endülüs’e ulaştı.
Düşman kuvvetleri sayı, silâh ve cephane bakımından kat kat üstündü. Tank bin Ziyad emir vererek, askerlerini taşıyan gemilerin hepsini yaktırdı. Böylece geri dönme ümidini ortadan kaldırmıştı. Sonra da askerlerine dönerek seslendi:
"Askerlerim!.. Karşımızda düşman, arkamızda deniz var. Bizim için geriye dönüş imkânı kalmadı Önümüzde bulunan düşmandan kaçarsak bizi deniz yutar, yok yere ölürüz. Tek çare düşmanla kahramanca savaşıp kazanmak ve İslâm bayrağını şerefle dalgalandırmak... Ya başarır zafere ulaşırız; ya da şehid düşer cennete gideriz. Ya şehadet. ya zafer. İnanıyorum ki. Allah’ın izniyle zafer bizim olacaktır."
Askerler hep bir ağızdan:
"Zafer bizimdir" diye haykırdılar. Günlerce süren mücadeleden sonra Vizigotların Kralı Roderick ve yüz bin kişilik ordusu bozguna uğratıldı ve İslâm sancağı İspanya burçlarına dikildi.

MEDENİYET ŞAHİKASI
Müslümanlar, kısa zaman içerisinde İspanya’da muhteşem bir medeniyet kurdular. İki yüz bin hanelik ve bir milyon nüfuslu Kur-tuba şehrinde 80.000 saray ve konak, 600 cami, 80 mektep, 50 hastane, 900 hamam, 600 han yapılmıştı. Yalnız Kurtuba Kütüphanesinde 600.000 cilt kitap toplandı. Bunların katalogu ise 44 cilt tutuyordu. İlmi gelişmeler öylesine ilerlemişti ki, dünyanın her tarafından, öğrenim yapmak için Endülüs’e talebeler geliyordu. Pek çok Fransız, İngiliz, Alman ve İtalyan asıllı öğrenciler Endülüs Üniversitelerinde eğitim görmüşlerdir. Bu öğrenciler ülkelerine dön-düklerinde yeni kumlan üniversitelerde hoca oluyorlardı. Endülüs ve Sicilya’da gördükleri İslâm medreselerin-deki mimarî, ders programları, öğretim metodlarına uygun olarak bu üniversiteleri genişletip sayılarını çoğalttılar. Fransa’da Bologne, Montpellier ve Paris Üniversitesi; İngiltere’de Oxford, Almanya’da Köln Üniversiteleri İslâm medreselerini takli-den; İslâm ilim,kültür ve medeniyetinin Batıya aktarılması gayesiyle kurulmuş okullardır.
Endülüs’te yetişen âlimler, İbni Sina ve İbni Rüştün eserlerinin tesirleriyle kilisenin dünyaya bakışını etkiledi. Bunun üzerine Papa IX. Gergoire 1231 yılında bir kararla İbni Sina ve İbni Rüştün eserlerinin okutulmasını yasakladı.

HAZİN SON
107I ’de Anadolu’nun Türkler tarafından fethinden sonra, 1453’te İstanbul’un fethi, Hıristiyanları çileden çıkartmıştı.
İslâm dünyasının aralarındaki siyasi mücadelelerle zayıf duruma düşmesi, Endülüs’ü yeniden Hıristiyanlaştırmak isteyen Avrupalılara cesaret verdi.
9 aylık bir muhasaradan sonra, "1492 Ocak’ının ikinci günü sabahı Kardinal Don Pedro de Mendoza, El-Hamra Sarayının Alcazaba denilen baş kulesine gümüş haçı dikerek İspanya’da Müslüman egemenliğinin sona erdiğini ilân etti." (1)
"Papanın müsaadesiyle, Engizisyon Mahkemesi kuruldu. Hıristiyanlığı kabul etmeyenler yakıldı; malları yağma edildi. Kısa zamanda İspanya’da tek bir Müslüman bırakılmadı. Engizisyon Mahkemesi, 18 sene içinde 24.000 den fazla Müslüman’a idam karan vermiştir. "(2)
"Endülüs sadece insanı ile değil; tarihi, sanat ve ilmî eserleriyle, zengin kütüphaneleriyle, cami ve medreseleriyle beraber tarihten siliniyordu. Engizisyon Mahkemesinin kararıyla Gırnata’da 1 milyon cilt kitap yakılmıştı. Kardinal Ximenes, 80 bin el yazması eseri bizzat eliyle yakmıştı." (3)
Tarih, vazifelerini yapmayanların acı ve ibretli sonlarını göstermektedir. Endülüs Emevilerinin son devleti olan Gırnatanın son hükümdarı Ebû Abdullah Muhammed ez-Zogoybî (*) şehri bırakıp giderken mazi ile hâl’in muhasebesini belki de hayatında ilk defa yaparak, manzaradan hüzünlenir ve ağlamaya başlar. Olayı M.Akif şöyle dile getiriyor:
"Endülüs tacı elinden alınan
bahtı kara,
Savuşurken o güzel mülkü
veripte ağyara,
Tırmanır bir kayanın sırtına
etrafa bakar;
Bırakıp çıktığı Cennet gibi
zümrüt ovalar,
Başlar ağlatmaya bîçâreyi
hüngür hüngür!
Karşıdan Valide Sultan bunu
pek haklı görür,
Der ki: "Çarpışmadın erkek gibi
düşmanlarla;
Şimdi, hiç yoksa, kadınlar gibi
ağla!"

"Endülüs’ün yıkılışında en büyük faktör tefrika olmuştur. Çünkü yeşil yarımadanın fethiyle birlikte Arabistan’ın muhtelif bölgelerinden getirilen Araplar değişik bölgelere yerleştirilmişlerdi. Yemenliler, Şamlılar ve değişik Arap kabileleri arasında sürekli bir rekabet yaygındı. Güçlü Emevi hakimiyetiyle birlikte bu rekabet İs-lâmın yayılması için bir unsur olarak kullanılırken, daha sonra çö-küş döneminde bu rekabet İslâm devletinin yıkılması i-çin bir vasıta olmuştur." (4)
Emevi prenslerinden Abdurrahman,756’da "Endülüs Emiri" ilan edildi. İslâm Hilafet İmparatorluğundan ayrılan ilk devlet Endülüs Emevi Devletidir. 929 yılında II. Abdurrahman za-manında "emir" unvanı bırakılarak "halife" unvanı kullanıldı. 1031 yılında ’Tevaif-i Mülûk" denen 14 küçük krallık kuruldu. Her eyalette ayrı bir Arap kralı ortaya çıkmıştı. Daha sonra Murabıtlar ve Muvahhidler işbaşına geçti. Ama. devleti yönetenlerin lüks ve sefahata dalmaları, aralarındaki taht kavgaları devletin gücünü günden güne azaltıyordu.
Nihayet 2 Ocak 1492’de 500 bin nüfusu ile Avrupa kıtasının en büyük şehri olan Gırnata İspanyollara teslim oldu. Kaçanlar kurtuldu, kaçamayan Müslümanlar da kitle halinde öldürüldü. Hâlbuki taraflar arasında imzalanan ahitname gereği Müslümanların can ve malına dokunulmayacaktı. Ama Kral şehre girdiği gün, daha ahidnâmenin mürekkebi kurumadan sözünü çiğnemişti.
Endülüs Medeniyeti tarihe karışırken, bir bağrı yanık Endülüs Şairi, İstanbul’a geldiğinde, II. Beyazıt’a takdim ettiği meşhur şiirinde diyordu ki:
"Felaket çöktü amansız,
mustarip Endülüs’e
Yıkıldı Şehlân, Uhud yandı
garip Endülüs’e
Bugün camilere haç
koymuşlar, olmuş kilise,
Bugün çan sesleri dolmakta
garip Endülüs’e (XX)

Kurtuba Cordoba, Gırnata Granada, Cebel-i Tank Cibraltar, Endülüs de İspanya olmuş. Aslında hadise, sadece bir vatanın işgali değil, bîr milletin ve medeniyetin top yekun imhası idi.
Endülüs. Hristiyan Avrupa’nın kıyamete kadar silinmeyecek yüzkarasıdır. Hâlbuki Avrupa. Endülüs’e çok şey borçludur. İlmi ve sanatı orada tanımıştı. Tıp. kimya, astronomi, biyoloji, coğrafya vb. ilimleri Kurtuba ve Gırnata medreselerinde tahsil eden binlerce Avrupalı talebe, bu ilimleri kendi ülkelerine aktarmışlardı. O meşhur Rönesansın, dolayısıyla bu günkü Avrupa ilim ve tekniğinin te-melinde, Endülüs Medeniyeti yatmaktadır. (5)

YÜZYILLARIN BASKISI ALTINDA KAYBOLMAYAN ENDÜLÜS
Lise yıllarımda, Endülüs İslâm Medeniyetinin parlak ihtişamını anlatan Mehmed Akif’in "Tank bin Ziyad" destanını okuduğumda, buralan görmek nasib olur mu acaba diye kendi kendime’ hayıflanmıştım. Yıllar sonra bu imkânı. "Avrupa ülkeleri radyo-televizyonlannda dinî yayıncılık" konusunu araştırırken, merkezi Madrid’te bulunan COPE radyosunu ziyaretim dolayısıyla elde ettim.
Donkişot, "Granada’ya gidilmez o sizi kendisine çeker" diyor. Madrid’e kadar vanpta El-Hamra’yı görmeden dönmek ne mümkün!.. Sıcak bir yaz sabahı vardığım Granada’da ilk işim bir otele gidip yerleşmek oluyor. Sonra İngiltere’de birkaç dosttan aldığım adresleri bulmaya çalışıyorum. Ön görüşmelerden sonra gönlümdeki iştiyakı dindirebilmek için El-Hamra’nın yolunu tuttum. Bizim Bursa’yı veya Ha-lep’in arka sokaklarını andıran daracık sokaklardan geçtikten sonra birden kendimi kavurucu cehennemi sıcaktan, serin yeşillikler ummanında buldum.
Şehre hakim bir tepede inşa edilmiş olan saray, kalesi, müştemilatı ve İspanyolların "Generalife" dedikleri, bahçe mimarisinin en muhteşem örneği, "Cenettül-Arif" bahçesiyle Endülüs İslâm Medeniyetinin ihtişamını sergiliyor. Yazıyla anlatmak veya resimle canlandırmak imkânsız gibi bir şey.. Kırmızı (hamrâ) kil kullanılarak yapıldığı için bu kaleye "El-Hamrâ" denilmiş.
"Eyvanları, sarayın köşe bucağını, "serayyo" denilen bölümün haşmet ve lüks dekorasyonlarını seyredenler, bir yandan seccade gibi işlenmiş bir mimari zenginlik, bir yandan da havalarda uçarmış gibi bir incelik, zerafet ve hafiflik intibaı alıyor." Sarayın hayranlık veren mimari harikası yanında insanı asıl cezbeden şey, sihirli havası, koyu kadife yeşil ağaçların gölgesindeki renk ve koku cümbüşü bahçeleri, şadırvandan büyüleyici şıkırtılarıyla akan sulan...
İslâm zevkinin inceliği ve zenginliğinden duyduğum huzur, saray içerisin de camiden kiliseye çevrilmiş bir yapıyı, yani "Santa Maria" kiliesini gördükten sonra hüzne dönüşüyor. Caminin orjinal yapısına dokunulmamış ama içerisi heykellerle ve haça gerilmiş İsa tasvirleriyle doldurulmuş. Hele köşede aslî ihtişamıyla dimdik duran kürsünün alnına takılmış kocaman haçı görünce yüreğimden vurulmuştum.
Sadece burası değil elbet... Endülüs’ün her yerinde bu hazin manzarayı görmeniz ve içinizi çekerek sızlanmanız mümkün. Sadece Granada’da 365 adet cami kiliseye dönüştürülmüş. Malaga’da, Sevilla’da, Cordo-ba’da aynı ezikliği hissedersiniz.
Kurtuba zapt edildiğinde, papazlar ünlü caminin yıkılarak yerine büyük bir kilise yapılmasını istemişler. Katolik Krallar camiyi yıkmaktansa, olduğu gibi koruyup kiliseye tahvil etmenin Müslümanlardan intikam almak için daha uygun olacağını düşünmüşler ve kilise mensuplarını da ikna etmişler. Böylece caminin tam orta yerine bir ayin mahalli yapıp çeşitli eklerle kiliseye dönüştürmüşler. Gerçekten de bir Müslüman için böylesi daha ağır ve zor oluyor.
Bu duygularla bitkin bir şekilde sarayı terk ederken yolda bir gençle tanışıyorum. İsmini sorduğumda, "iki hafta önce Matthew idi, şimdi Tank’" dedi. Hayretle, "nasıl oldu bu iş" diye sordum. Anlattı:"İngiltere Norvvich’de üniversiteyi yeni bitirdim. Annem şöyle bir dinlen diye beni buraya gönderdi. Daha önce Müslümanların barbarlığına dair çok kitap okumuştum. El-Hamra’yı gezdikten sonra kendi kendime, böylesine bir muhteşem medeniyeti kurmuş ve sekiz asır yaşatmış insanlar kötü olamazlar, dedim. Sonra, şu ileride bir kitapçı dükkanı var, orada Salih’le tanıştım. O da İngiliz asıllı. Hidayetime O sebep oldu. Kendimi yeniden doğmuş gibi, bir kuş kadar hafif ve mutlu hissediyorum. Anneme telefon edip durumu bildirdim, yapamazsın diye feryat ediyordu telefonda. Tâ ki tamam kabul ediyoruz seni, gelebilirsin deyinceye kadar burada kalacağım."
Sonra Salih’in dükkanında akşam sekizde buluşmak üzere randevulaştıktan sonra ikinci durağım "Padul" tepesi oluyordu. Burası Gırnatanın dağ kısmında El-Hamra’nın arkasında yüksek bir tepe. İspanyollar bu tepeye "Ultimo Suspiro del Moro". yani "Arabm âh ettiği yer" adını koymuşlar. Hükümdar Ebû Abdullah, şehrin anahtarını Ferdinand ile İzabelle’ye teslim ettikten sonra, tepeden Gırnataya bakıp kalbinin derinliklerinden kopan hıçkırıklarını bu tepeye gömmüştü.
Sadece Ebû Abdullah değil, orayı ziyaret eden Müslümanlar için Padul Tepesi, hala bir ağlama duvarı... Nitekim daha sonra Filistinli olduğunu öğrendiğim Dr. Halid’i köşede mükedder şekilde gözyaşları içinde bulmuştum.
El-Hamra’nın sihirli palmiyelerini uzaktan seyrederken bir an dalmışım. Çağdaş Endülüslerdeki sahipsiz Müslümanların durumları gözümün ö-nünden bir film şeridi gibi geçti. Hangi birine yanmalı, hangi birine ağlamalı?..
Kızıl Çin’den Romanya’ya kadar uzanan topraklardaki yüz milyondan fazla Müslüman Türk’ün özyurtlarındaki esaretlerine mi? Cehennemi bir Endülüs faciası yaşayan Bulgaristan, Yugoslavya, Arnavutluk Müslümanlarına mı? Rus çizmesi altında ezilen Afganlıya mı? Musa (A.S.)’dan İsa

Peygambere kadar bütün Peygamberlerin buluşma yeri, Peygamberimizin Mirac’ta yol uğrağı Kudüs’e mi? Mahzun Ayasofya’ya, Mescid’ül-Aksayamı? İsrail zulmü altında Endülüs’tekinden bin beter bir hayat sürdüren Filistinliye mi? Muhammed İkbal’in ifadesiyle "Viraneye dönmüş gül bahçesi Hindistan"’ da Hindu ve Sih militanların zulmü altında inleyen altmış milyon Müslüman’a mı? Mehmed Akif’in ifadesiyle "Gaza namıyla dindaş öldüren" Ortadoğu’nun biçare Müslümanlarına mı? Hangisine?!..
Tek melceimiz Rabbi Zülcelâl’e sığınarak tekrar şehre geliyor ve doğruca Tankla randevulaştığım yere gidiyorum. Orada Salih’le tanışıp biraz Endülüs tarihi üzerine konuştuktan sonra, beni Endülüs’ün bir başka gül bahçesine götüreceğini söylüyor ve birlikte yola koyuluyoruz. Daracık sokaklardan ve sayısız taş merdivenlerden çıktıktan sonra karşı tepedeki "Ribat" adını verdikleri bir mescide ulaşıyoruz. Avrupa’nın değişik ülkelerinden buraya gelmiş, çoğunluğu İs-panyol gençlerden oluşan iki yüz civarında genç cemaat gerçekten insana yeni bir ümit ufku açıyor. Benzer bir canlılığa Cordoba’da da şahit olmuştum.
Son zamanlara kadar İspanyol hükümeti tarafından herhangi bir kısıtlama olmadığı için, pek çok Arap asıllı Müslüman geİip bu bölgeden mesken ve işyeri satın alarak buraya yerleşmiş. Kendi kültürlerini burada da yaşatma mücadelesi veriyorlar. "Takva Mescidi" yanında tamamen şark usulü tefriş edilmiş bir kahvehanede içeceğinizi bir fincan kahve ile günün yorgunluğunu atabilir, kendinizi Tunus veya Fas’ta hayal edebilirsiniz.
Hükümet ve halk tarafından yakın zamana kadar sürdürülen sistemli baskılara rağmen geçen beş asır, İspanya’da İslâm’ı yok edememiş. Mimari eserleri, su kanalları, camileri ve kültür kalıntılarıyla İslâm hala yaşıyor bu ülkede. "Mezar taşı" olsun diye bıraktıkları eserler, İslâm Medeniyetinin ihtişamını haykırıyor. İslâm halâ fanatik Hıristiyanların korkulu rüyası. Müslümanların İspanya’dan atılışı her yıl kilisenin en büyük bayramı olan "haç" bayramında kutlanıyor. Böylece Müslümanlar üzerindeki kamuoyu baskısı ve kini canlı tutulmaya çalışılıyor. Ayak topuklarını yere vurarak yaptıkları meşhur danslarında "Allah" kelimesinin tahrif edilmiş şekli "Ole" sözcüğünü kullanıyorlar.
Bir AT üyesi olan İspanyol Hükümetinin son dönemlerde Müslümanlara bakış tarzı yumuşamış. İslâm Dini bu ülkede 1987den beri resmî din olarak kabul ediliyor. Söylenildiğine göre hükümet şu anda oradaki Müslümanlara, "birliğinizi kurun, sayınızı öğrenelim ona göre eğitimimizde, radyo - televizyondaki dini yayınlarda sizlere de yer verelim" teklifinde bulunmuş. Halen İspanya’da 500 bin civarında Müslüman’ın olduğu sanılıyor. Müslümanlar Granada’da kendi kolejlerini kurmuşlar. İbn-ür Rüşd İslâm Kolejinde çocuklarına dinlerini öğretiyorlar.
Kurtuba Ulu Camiinin etrafı eğlence ve gece hayatının odaklaştığı merkez haline getirilmiş. Mescid kelimesini İspanyollaştırıp "Mazcita" dedikleri caminin etrafı küçük meyhaneler, lokanta ve eğlence merkezleriyle dolu. Yahya Kemal bu sıcak ülkenin sıcak insanlarını anlatırken "zil, şal ve gül" demişti. Herhalde bugün bu manzarayı görseydi "haç, şarap ve zevk " derdi. Şarabın sudan daha ucuz olduğu ülke sadece İspanya olsa gerektir.
Tıpkı diğer Batı ülkelerinde olduğu gibi, İslâm dini İspanya’da da hızla yayılıyor. Kilisenin muharref kitaplarının tatminsizliği yanında, Ortadoğu ve Afrika’nın bîçare insanlarının Hristiyanlarca sömürgeleştirilmesi, ezilmesi, vicdanlı batılı aydınları mazlumların yanında yer almaya zorluyor.
Müslümanlar bu ülkeden kanla, kılıçla, ateşle çıkarılmış ve yok edilmişti. İslâm bu gün İspanya’ya tekrar dönüyor. Ama sevgiyle, ilimle.barışla...

1) Milliyet, 28 Mcyıs 198S
2) M. ZekBi KONRAPA, Endülüs Mersiyesi Nizami leı-tümesi ye Endülüs Tarihine Bakış.
3) Yılmaz Öztuno, B. Türkiye Tarihi, CIV.
4) Endülüs Kültür ve Medeniyeti, Bekir KARllGA, Ilım ve Sonat, s.9, sh. 64
5) Sabahattin AUUNHIUI, Sızıntı, Aralık 1986, s.95
X) Biçare Adam
XX) Salih bin Şerif, Endülüs’e Ağıt’tarı