Makale

KAYNAYAN BALKANLAR

1991’ İN ARDINDAN

Süleyman BALABAN

BİR YIL BÖYLE GEÇTİ

KAYNAYAN BALKANLAR
Dünya istikrarsız bir dönemden geçiyor. Uluslararası politikalarda meydana gelen değişikliklerden kaynaklanan istikrarsızlık, özellikle Balkanlarda göze çarpıyor. Bu karakter Balkan ülkelerinde geçtiğimiz yıl ihtilalvâri değişikliklere neden oldu. Doğu Avrupa’daki siyasî, ekonomik ve stratejik yapının yıkılmasının yanısıra (Varşova, Comecon) SSCB’nin de gerilemesi istikrarı ve güvenliği olumsuz yönde etkiliyor.
Balkanlardaki durum tam anlamıyla bir krizi andırdı. Bütün Balkan Ülkeleri kontrolsüz ekonomik sorunlarla içice yaşadı. Milliyetçi hareketler, bu çok yönlü krizin uluslararası siyaseti de etkilemesine neden oldu.
Yugoslavya hâlâ bölünme sonucunu sağlayacak sancılan çekerken, Arnavutluk sosyal patlamaların eşiğine geldi. Romanya ve Bulgaristan’da yeni ekonomik ve siyasi yapılar başarısızlığa uğradı.
Balkan yarımadası geride bıraktığımız yılın sonunda ve yeni bir yılın eşiğinde patlamaya hazır bir yanardağ görünümü taşıyor.

SOVYETLER BİRLİĞİNİN DAĞILIŞI VE GORBAÇOV’UN SONU...
Sovyetler Birliğinde yaşanan "çözülme", dünyayı tarihi nitelikli sonuçlarla yüz yüze getirdi. Hızla akan zaman, daha dün imkânsız olan olay ve olguları inanılmaz ölçülerde imkân dairesine sokuvermişti. Bu sonuç Sovyetlere yönelik politikalarımızda değişikliği zorunlu hale getirirken, Türk Dışişlerinin yeniden yapılanma sürecinin temposuna ayak uyduramamasının neden olduğu eleştirileri de beraberinde getirdi.
Ancak bu çerçevede yukarıdaki gözlemin aksine bazı gelişmeler de olmadı değil. Türk SSCB Dostluk Derneğinin kurulması, Karadeniz Ekonomik İşbirliği Bölgesinin kurulması projesi, Sovyet Cumhuriyetinin Türkiye öncelikli dışa açılma talepleri, Türkiye’nin Azerbaycan’ı bağımsız bir ülke olarak tanıması ve başta Azerbaycan olmak üzere Birliğe dahil diğer Müslüman Türk Cumhuriyetlerle ticari, ekonomik, siyasi ve kültürel ilişkilerin geliştirilmesi yönündeki çabalan sıralamak mümkündür. Bütün bu gelişmelere Avrupa nasıl yaklaştı? Bugün Batı, "hasta adam" diye nitelediği Sovyetlerdeki olan bitene Türkiye’nin ihtiyat ve itidalle yaklaştığını vurguluyor. Oysa bu düşünce ne kadar doğru? Türkiye’nin bugüne kadar Sovyetlerden soydaştan adına hiç bir talepte bulunmamış olması, Kuzey sınırlan ötesinde yedi Sovyet Cumhuriyeti bünyesinde çoğunluğu Müslüman 60 milyon soydaşımızın yaşadığı sıkıntıları unutur göründüğü şeklindeki yorumların gerçek dışı olusu, bu yaklaşıma en güzel cevaptır. Sovyetlerdeki durum için bugüne kadar izlenen politikayı "oraları daima düşünmek, ama bundan hiç söz etmemek" şeklinde nitelemek yanlıştır. Zira dünya şahittir ki, Türkiye bundan bir kaç yıl öncesine kadar, soydaşlarımızın, dindaşlarımızın yaşadıkları ızdırabı, meşakkati ve sıkıntıyı maşerî vicdanında duymuştur. Bu bağlamda söylenmesi lazım gelen şeylerin bir kısmı da yukarıda ifade edilmişti. Nitekim yeniden yapılanma ve açıklık politikalarının gerçekliği, Türkiye’nin samimiyet, gayret, işbirliği ve bilinç çabalarının ziyadeleşmesine sebep olmuştur. Geride bıraktığımız yıl içinde de bu düşünceyi ve yargıyı destekleyen olumlu çabalar içinde bulunulmuştur.
Ya Sovyetlerde son durum nasıldır?
Bugün. Sovyetler Birliği, Rusya, Ukrayna ve Beyaz Rusya’nın da ayrılmasıyla "birlik" olma vasfını yitirmiş bulunuyor. 1985 yılında başlatılan perestroyka süreci, o kadar hızlı gelişmeleri beraberinde getirdi ki, son yılların gündemden inmeyen dış politika konusu Sovyetler ve bağlı Cumhuriyetlerle bunların geçirdiği dönüşüm oldu.
Letonya’nın bağımsızlık ilan etmesi, Gorbaçov’un önerdiği yeni birlik anlaşmasının kabulü, SSCB’nin "eşit, egemen cumhuriyetlerin yenilenmiş federasyonu", biçiminde himayesi ardından gelen ekonomik çöküntü ve kriz, Boris Yeltsin’in Devlet Başkanı seçilmesi, Estonya’nın bağımsızlığını ilan etmesi, Ağustos ortalarında başarısız darbe girişiminin gerçekleşmemiş olması, Ukrayna, Kazakistan, Özbekistan, Azerbaycan, Ermenistan ve diğer Cumhuriyetlerin bağımsızlıkları ve bir dizi olay daha.
İşte Gorbaçov’un sonunu hazırlayan ve dağılmış bulunan Sovyetlerin geldiği nokta budur. Artık SSCB fiilen yoktur. Zaman Sovyetlerdeki sancılı gelişmeleri izlemeye durmuştur.

KÖRFEZ SAVAŞININ TÜRKİYE VE DÜNYAYA ETKİLERİ
Körfez’de yaşanan kriz ve ardından baş gösteren savaş, Türk ekonomisi üzerinde olumsuz etkiler u-yandırdı. Daha krizin başladığı aylarda bile bu etki iyiden iyiye hissedilmeye başlanmıştı.
Körfez krizinin başladığı günden bu yana, 1990 yılı sonuna kadar Türk ekonomisi, ambargo nedeniyle yaklaşık 3,5 milyon dolarlık zarar gördü. Bu sebeple Türkiye, Irak’a yapmış olduğu 500 milyon dolarlık ihracattan mahrum kalmanın yaraşıra, yılda 130 milyon varil petrol ithal eden bir ülke olarak, petrol fiyatlarının artmasından dolayı 500 milyon dolarlık zarara uğradı. Ayrıca ülkemiz Irak’taki inşaat şirketlerinin projelerinin askıda kalması nedeniyle de yaklaşık 400 milyon dolar zarara uğradı. Tarım ürünleri ihracatımızın azalması ve turizm sektöründe yaşanan talep yetersizliğinden doğan bunalımlı ve ekonomik kayıp ta söz konusu zararlar kapsamında değerlendirilebilir.
Ekonomik bakış bir yana, ilerleyen zaman diliminde askeri açıdan Türkiye’nin ikinci bir cephe olması ihtimali belirmişti. Gerginlikler arttı, Sivil savunma tedbirleri almaya girişildi, insanımız savaşın soluğunu her an ensesinde hissetti. Adeta savaşla yattık, savaşla kalktık.
En yetkili ağızlardan yapıları güven telkinlerine rağmen Türk halkı gıda stokları yapmaya yönelmişti. Ambargo nedeniyle fakirleşen sınır bölgesindeki vatandaşlarımız, ateş içinde kalma ihtimalinin verdiği korkuyla da yaşadıktan köyleri terkederek, batıya göç etti. Muhtemel bir savaşa karşı insanımız, alınabilecek her türlü tedbiri almıştı. İşte bu atmosferdeki ülkemiz insanı, savaş öncesi ve devamında Türkiye’nin de savaşa girip girmeyeceği noktasında edirgin edici belirsizlikler yaşamıştı.
Türkiye, savunma bakımından Güneydoğuya 100 bin, Irak ise 120 bin asker yığmıştı. Aynı zamanda Ankara, NATO’dan Çevik Kuvvet talep etmişti. NATO da ittifakın bütün olarak Körfeze ilk askeri müdahalesi niteliği taşıyan uçak gönderme eylemini üstlenmişti. Türkiye aktif politika diye nitelediği cüratkâr tutumuyla acaba Sovyet tehdidinin ortadan kalkmasından sonra, Türkiye’nin NATO’nun Güneydoğu kanadındaki stratejik öneminin hala devam ettiğini ispata mı çalışıyordu?
Ya da Türkiye 1926da kaybettiği Musul ve Kerkük petrol bölgelerini yeniden ele geçirmeyi mi planlıyordu?
Hayır, Türkiye o dönemde "hiç kimsenin toprağı üzerinde gözünün olmadığını" açıklıkla vurgulamıştı. Ancak şurası da muhakkak doğruluk payı içeriyordu: Geride bıraktığımız yılda gelişen olaylar da ortaya koymuştur ki, Türkiye Batıya yönelmiş, Balkanlardan Sovyet Cumhuriyetlerine kadar uzanan "Bölgesel bir güç" haline gelme arzusu içindedir. Bu, geçen dönemde Türkiye’de ve dünyada oldukça fazla işlenen bir tema olmuştu.
Körfez savaşı ABD ve müttefik güçlerin teknolojik savaş üstünlükleri ve Türkiye’nin de sağladığı lojistik destekle kısa sürede sonuçlandı. Yenilen Saddam Hüseyin’di. Kazanan ise, Batı ve Ortadoğu petrolleri üzerinde çıkarları olan müttefik güçlerdi. Ateş hattında Amerika vardı. Bugün bir kez daha anlaşılmıştır ki, adına "yeni dünya düzeni" denilen bir oyunda, batı toplumları için hayat kaynağı olan Körfez petrolünün tam anlamıyla Amerika’nın kontrolüne girmesi için Saddam Hüseyin’e verilen rol, başarıyla ifa edilmiştir. Daha son ana kadar "ye-nilmez" olduğuna inanan Irak yönetimi herc-ü merc olmuş, Kuveyt’te Amerika’nın himaye ettiği Şeyh ailesi yeniden iş başına gelmişti.
Harap olan kentlerin yeniden iman ve petrol kuyularında çıkan yangının söndürülmesi için Batı, tüm gücüyle Kuveyt’e yeniden akın etmişti. Bu gelişme bu kez meşru idi.
Bölge üzerine yapılan planlar bununla da kalmamış, savaşın sona ermesinin ardından Kuzey Irak’ta yönetime bağlı birliklerle muhalif kürt birlikleri arasında nasıl olduysa çatışmalar başlamış ve bu süreç kısa sürede bir iç savaşa dönüşüvermişti. Irak’taki iç savaşın galibi Saddam idi.
Ardından çok güç şartlar altında Türkiye’ye sığınmacı akını olmuştu. Geri dönenler için Kuzey Irak’ta Güvenlik Bölgesinin oluşturulmasında yine Amerika’nın fiili müdahalesi olmuş ve Amerika Saddam’a karşı bu kez de yöre halkını himayesi altına almıştı.
Bugün Amerikan gücü tüm teçhizat ve donanımıyla Güvenlik Bölgesine yerleşmiş durumdadır. Ve artık planın uzun vadede parçaları üzerine siyaset geliştirilmektedir.
KIBRIS
Türk halkının Kuzey’deki egemenliğinin tanınması çerçevesinde düğümlenen Kıbrıs sorunu, yılların biriktirdiği çözümsüzlük halkasına, geride bıraktığımız yıl içindeki sonuçsuz girişimlerle yeni sorunlar ekledi. Kısaca 1991’de neler oldu?
Birleşmiş Milletlerin Kıbrıs konusunda aldığı bir kararda her iki toplumda eşit haklara dayalı, taraflar arasındaki toplumsal, federal bir çözümün amaçlandığı vurgulanmaktaydı. Bu süreçte Kıbrıs Rum kesimi BM Güvenlik Konseyinin kararını kabul etmedi. Kabul edilseydi sorunun siyasi yönü çözümlenmiş olacaktı.
İzleyen tarihlerde KKTC Cumhurbaşkanı Denktaş, Kıbrıs Rum liderliğine bir saldırmazlık paktının imzalanması önerisinde bulundu. Bu anlaşmayla iki toplum arasındaki çatışmanın azalması amaçlanıyordu.
Ne var ki, bu girişimlerden de olumlu bir sonuç alınamamıştı. Kıbrıs sorunuyla ilgili olarak geçtiğimiz yıl, Türkiye - AT ilişkileri açısından şu noktada bir kesişme gözlendi. Geçen yıl, Avrupa Konseyi Parlamenterler Asamblesinin Siyasi Komitesinde Türkiye-AT 4. Mali Protokolü görüşmeleri sırasında, Topluluk Türkiye’ye yapmayı planladığı yardımı dondurmuştu.
Yunanistan bu yardımın dondurulması konusunda çaba sarf etmiş ve başarılı da olmuştu. Yani bir anlamda bu konuda sağlanacak sonuçlar Yunanistan’ın referansına bağlı bulunuyor. Yunanistan ise, bu yardımın buzdolabından çıkartılmasının Türkiye’nin Kıbrıs’taki askerlerini geri çekmesine bağlı olduğunu vurgulamıştı. Kıbrıs konusundaki çözüm arayışları içinde Türkiye böylelikle kıskaca alınmak istenmişti. Öte yandan Kıbrıs sorunu içinde bulunulan dönemde birbiriyle ilintili iki ayrı olaya da konu edilmişti:
Hâla etkilerini sürdüren Körfez savaşının güncel olduğu sıralarda Kuveyt’in stratejik durumuyla mukayese edilerek yapılan spekülasyonlarda Kıbrıs meselesi ile Kuveyt’in geleceği arasında benzerlikler de kurulmuştu. Bunun yanı-sıra Kuzey Irak’ta yaşayan sivil halkın can güvenliğinin sağlanması yönünde, BM çatısındaki arayışlar, İngilizleri bölgeye, "BM Sivil Polis Gücü" yerleştirilmesi düşüncesine sürüklemişti. Bu proje, Kıbrıs’ta 27 yıldır görev yapan Sivil Polis Gücünün statüsünden esinlenmişti.
Bunlardan başka, geçtiğimiz yıl Ekim aylarında BM Genel Sekreteri D.Cuellar, bir rapor hazırlamıştı. Hazırlanan bu rapora Güvenlik Konseyi de destek vermişti. Bu raporda, KKTC Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş açıkça suçlanıyordu. Söz konusu raporun 17. maddesinde "Sa-yın Denktaş, her iki tarafın da federasyonun kurulmasından sonra bile ayrılma hakkı dahil olmak üzere egemenlik hakkına sahip olduğunu belirtti ve tartışılmış olan fikirlerin metninde çok temel değişiklikler yapılmasını istedi." deniliyordu. Karara Türkiye ve Kıbrıs tepki gösterirken, söz konusu maddeye ilişkin olarak Denktaş da tepkisini şöyle dile getirmişti: BM ve Rumları kastederek, "Eğer siyasal eşitliğimizi kabul etselerdi, egemenlikte de eşit oldu-ğumuzu kabul ederlerdi. Bunu kabul etmeden eşitsiniz demek bir aldatmacadır."
Görülüyor ki Kıbrıs, BM ve Rumların anlamak istemeyen tutumlarının neden olduğu uzlaşmazlık içinde ö-nümüzdeki dönemde de sorun olmaya devam edecektir.


TÜRKİYE-AT İLİŞKİLERİ
1987 yılında yapılan resmi başvuruyla hareketlenen Türkiye’nin Avrupa Topluluğu gündemi, o tarihten bu yana halâ en güncel olay olma özelliğini koruyor. Türkiye’nin At’a üye olmasının ekonomik, siyasi ve kültürel anlamda, batılılaşma sonucunu sağlayarak kazandıracağı güç ve itibar bir yana, geleceğimiz açısından beraberinde getireceği olumsuz içerikli tarihsel, dinî. Milli, siyasi ve kültürel değişimi ve karşı karşıya kalınacak sonuç bizi daha çok tedirgin etmektedir.
Türkiye’nin Topluluk’ a yaptığı üyelik başvurusu, geçen yıl adeta sürüncemede kaldı. Türkiye’nin üyelik başvurusunun üzerinden 5 yıla yakın bir zaman geçtiği halde, iki taraf arasında sıkıntılar olduğu gibi duruyor. Bu alanda Türkiye AT ilişkilerinin ele alınabildiği tek kurum ise Avrupa Parlamentosu ile TBMM’nin ortaklaşa oluşturduğu Karma Parlamento Komisyonu idi.
Türkiye’nin üyeliğiyle ilgili geçtiğimiz yıl ilginç olay ve tespitler gözlendi. Bu durum aynı zamanda Topluluğun Türkiye’ye bakışı konusunda da ilginç ipuçları veriyordu. Örneğin, Fransız Sosyalist parlamenteri ve eski Dışişleri Bakanı Cheysson, ATa tam üyelik başvurusu meselesinde şunları söylemişti: "Şahsen ben, bu üyeliğe karşıyım. Çünkü Türkiye bir Asya ülkesi olarak görülmektedir. Bu nedenle Türkiye’nin her hangi bir zaman veya takvime bağlı olarak Topluluk’ a katılacağı yönünde bir ümit taşımamak gerekir."
Nitekim, Türkiye’nin ekonomik geleceğinin Avrupa’da olduğu tikri bir yana, Avrupa Topluluğunun Avusturyalılara, İsveç ve İsviçrelilere 2000 yılına kadar kimseyi üye olarak almayacakları, uyansında bulunmaları, Türkiye’nin durumu konusunda yaklaşık bir fikir vermektedir.
Avrupa Topluluğu her defasında bu belirsizlik ortamında, şu gerekçelere öncelik veriyor: Göç, (Batılı bir nitelemeyle) aşırı İslamcılık, Yunanlılarla mevcut düşmanlıklar vs... AT bunun yanı sıra tekstil ve sahte mal üretimi gibi meseleleri de sıralamaya katmaktadır.
Türkiye - AT ilişkilerindeki soğukluk üzerine geçtiğimiz yıl Paris’te yapılan bir toplantıda Cumhurbaşkanı Sayın Turgut Özal, şunları söylemişti: "Türkiye’nin AT ve BAB üyeliğinin reddedilmesi suretiyle bir kapalı "Hıristiyan Kulübü" oluşturulmaması konusunda dikkatli olmalıdır. "Bat; Avrupa Birliği Asamblesi’nde Cumhurbaşkanı Turgut Özal "NATO üyesi olan ülkesinin, yeni Avrupa’nın oluşumuna katılmaksızın yalnızca savunma sorumluluklarını kabul edemeyeceği" de söylemişti.
Belki de bu durumda bilinmesi gereken husus şudur: Avrupa Topluluğu tarihsel ideallerini gerçekleştirme yolundadır. Tek, Birleşmiş bir Avrupa ve dünya vatandaşlığı ideali. Ortak Pazar işte bu idealin bir yansımasıdır. Nitekim bu bağlamda AT son olarak ortak para kullanılmasını da tarihi bir adım olarak gerçekleştirme kararı almıştı. AT Parlamentosu ise Türkiye’nin konjonktürel statüsünü, kendi öncelikleri ve istekleri açısından değerlendirecek ve yorumlayacaktır. İşte bu aşamada bugüne kadar Türkiye’ye karşı izlediği tutumun ifade ettiği anlam devreye girmektedir: Avrupa bugünkü konumuyla Türkiye’yi 1992’den sonra da uzun bir süre Ortak Pazar’a almayacaktır. Türkiye ekonomik düşüncelerden de öte, Avrupa Birli-ğine, Tek Avrupa’ya kabul edilmek istenmediği için AT’a kabul edilmeyecek gözüküyor.
ACI, HÜZÜN VE ÖLÜMLE YOĞRULAN GÖÇ OLAYI
Körfez savaşı Ortadoğu ve dünyada gelecek bakımından önemli bir kilometre taşı olmuştur. Irak’ın yenilgisiyle sonuçlanan savaş, siyasi anlamda batı etkisi ve isteklerinin yoğunlaşarak "tayin edici" rol üstlenmesi sonucunu da beraberinde getirmişti.
Savaş sonrası Irak’taki stratejik olayların seyri, bu etkilerin varlığını açıkça ortaya koymuştu. İşte Irak’ın Kuzeyinde yaşayan Türkmen ve Kürtlerin Saddam Hüseyin’e karşı ayaklanmalarının ardından uğradıkları yenilgi sonucunda Türkiye’ye göç etmeleri de, sözü edilen gelişmelerin en canlı örneğini oluşturmuştu!..
Savaşla gelen sisli havada Irak’taki bunalımın doğurduğu güçsüzlük arasında Amerika’nın da açık tahrikleriyle ayaklanan ve özerklik elde etme ideallerini gerçekleştirmeye girişen Kuzey Iraklılar, bu aldanışın faturasını çok güç şartlar altında Türkiye’ye göç ederek ödemişlerdi. Aç, susuz, en zor tabiat şartlarıyla mücadele ederek, kara, kışa, sıcağa, soğuğa ve her türlü imkânsızlığa rağmen binlerce insan çareyi göçte bulmuştu.
Bu insanların ülkemizde kaldıkları süre içinde çektikleri sıkıntıyı, meşakkat ve ızdırabı, acıyı ve hüznü, ölümü ve huzuru canlı örnekleriyle iletişim araçlarından izledik. Kâh içimizde duyduk, kâh fedakârane gayretlerle yardımlar toplayarak onlara ulaşmaya çalıştık. Devlet ve Millet bu noktada el-ele gönül gönül’e birleşti.
Uzunca bir süre dağlarda, çorak iklimlerde, kaderlerinin çizdiği doğrultuda belki de hayatlarının en zor günlerini yaşayan bu insanlar, aradan geçen onca zamandan sonra yine güç şartlar altında ülkelerine dönebilmişlerdi.
Ülkemizin bu insanlara gösterdiği ilgi ve yakınlık hafızalarımızda hâlâ canlılığını korumaktadır. Tabii bu çerçevede. Batının tutumunu da hepimiz hatırlıyoruz. Kuveyt’in işgalinde -sözde bu ülkenin bağımsızlığı için- Ortadoğu’ya yerleşerek Kuveyt ve bölge petrolleri üzerinde tartışmasız üstünlüğünü kuran Batı. hemen ardından ayaklanmaya sevk ettiği bu insanların. Irak yönetimi karşısındaki acziyetlerinde ne derece yardımlarına koşabilmişti’;
Türkiye ise her türlü olumsuzluğa rağmen bu insanlara kucak açabilmiştir. Tarih tekerrür ediyor. Değişen sadece roller ve oyuncular.