Makale

MESLEKTAŞLARINIZIN ÖNEMLİ VAZİFELERİ

MESLEKTAŞLARINIZIN ÖNEMLİ VAZİFELERİ

Aziz PARTANOZ

Nazimiye Müftüsü

Diyanet İşleri Başkanlığına bağlı bulunan din adamlarımızın ve meslekdaşlarımızın, mesleğimizin ulvîyyet ve kudsiyyetini bilerek dinî, ahlâkî ve ictimâî mevzularda müslüman toplumu aydınlatmağa çalışır­ken, verilecek hükümlerin kendi düşünce ve mütalâalarımıza dayanarak değil, Ayet ve Hadislerin vermiş oldukları esaslar üzerinden fikir ve düşüncelerimizi bildirmemiz gerekir.

Dinî, İlmî ve millî yönlerden sorumlu bulunduğumuz, mübârek ve mukaddes bildiğimiz mesleğimizin gerçek amacı, müslümanlığa ve in­sanlığa hizmet olduğuna göre, verilecek karar ve hükümler de Dinî (İs­lâmî) kaynaklardan mülhem olmalıdır. Âyet ve Hadîslerin vermiş oldukları ölçülere gözlerimizi kapıyarak kendi düşüncelerimizle hayâl mer­kezinde toplamağa çalıştığımız ham maddelerle inşa edeceğimiz manevî bir binanın temelleri her zaman için sarsılıp yıkılmağa mahkûmdur. Ancak istihsâl edeceğimiz taptaze fikirlerin kaynak ve menşeleri iti­bariyle, ilâhî vahyin tecellisine merbut olması lâzımdır.

İkinci olarak da, mevzularımızı iyice işliyerek o konu üzerinde müslüman bir toplumu İkna edip inandırabilmek için, İlmî esasları hâiz eserlerden de istifade etmek mümkündür.

Bununla beraber bir binanın inşası mutlak olan bir temele dayanır. Temelsiz ve mesnetsiz bir bina tasavvur edilemediği gibi, böyle bir bina da çabucak yıkılıp yok olmağa mahkûmdur. Buna göre dinî, ahlâkî ve İçtimaî mevzularımızın temeli Kitap ve Sünnet’e dayanmalıdır. Müşte­milatı da icma-i ümmet, kıyas-ı fukahâ ve diğer ilim dalları olmalıdır.

Üçüncü olarak, Dinî evâmir ile en çok sorumlu bulunduğumuz bizler, vazifemizin Önem ve ehemmiyetini idrak ederek bağlı bulunduğumuz topluma her bakımdan örnek, her bakımdan rehber ve her bakımdan dâvamıza inanmış gerçek bir insan olarak vicdanımızla başbaşa kalma­lıyız. Yaptığımız ve yapmakta devam ettiğimiz Dinî işleri taklitle değil tahkikle yapmalıyız. Yapacağımız şeyleri evvelâ kendi öz nefsimize yap­tıracağız. “Yapmadığın şeyi niçin söyler durursun” diye, dedirtmeme­ğe çalışacağız. Böyle yaparsak itimat ve inanılır kimse oluruz. Peygam­berimiz Efendimiz’e, müslümanlığı yaymağa çalıştığı sıralarda O’na neler demediler? Fakat asla yalancı diyemediler. Çünkü O, Arabistan yarımadasında emniyeti sağlamış, itimadı telkin etmiş ve inanılır kim­se idi. EI-Emin denilmesinin sebebi de bu değil miydi?

Hiç bir kimsenin vicdanına ve dinsel duygularına taarruz ederek fiillerinden dolayı, kâfir, cehennemlik ve cennetlik damgasını vurarak tahakküm etmek hakkımız değildir. Çünkü oraya kadar el uzatmak bi­zim vazifemiz haricinde kalır. Bizim vazifemiz ancak tebliğ, irşad ve bu hususlarda öğretmenlik yapmaktır. Peygamberimiz Efendimiz vazife­lerini bu yönden uygulamış ve dâvasında da böylece muvaffak olmuştur. Çünkü Cenâb-ı Allah’tan böyle emir almıştı. Bizler de böyle yapıyor ve böyle yapacağız. Hepimiz biliriz ki, İslâm dini, İslâm’a susamış ve ona teslimiyet arzedenlerin dinidir. Yine İslâm dini, samimî insanların dini­dir. Ve yine İslâm dini, kaynayan bir gönülden doğmuştur. Bunun hari­cinde kalan muannitlere karşı susmaktan başka bir çare düşünülemez.

Bu hususları Cenâb-ı Allah, İlâhî kanunu olan Kur’ân-ı Kerîminde Peygamberimiz Efendimiz’e hitaben nekadar güzel ve açık olarak tebliğ etmiştir:

“İnsanların çoğu, sen istesen de mü’min olamazlar” (Yûsuf: 108).

“Hatırlat - Ey Muhammed - Sen ancak hatırlatıcısın. Sen onlar üze­rinde tasallutcu (istilâcı) değilsin” (Gaşiye: 21-22).

“Siz Allah’ın dalâlete götürdüğünü hidayete mi getirmek istersiniz? Halbuki Allâh’ın dalâlete götürdüğü kimseye sen - Ey Muhammet - hiç bir yol bulamayacaksın.” (Nisâ: 88).

“Eğer dönerlerse, biz seni - Ey Muhammet - üzerlerine muhafız ola­rak göndermedik, Senin üzerinde tebliğden başka bir şey yoktur” (Şû­ra: 48).

İşte bu âyetlerden kesin olarak anlaşılıyor ki, Peygamberimiz’in an­cak tebliğci olduğunu ve Allah’ın hidayet ihsan etmediği bir kimseyi de hidayete getiremiyeceğini görmüş oluyoruz. Peygamber Efendimiz’e verilmiyen böyle bir yetki, bizlere de verilememesi aşikârdır.

Bu hususta ehliyetli âlim ve üstadımız olan merhum Ahmet Hamdi Akseki’nin “Ebedî Risalet” adındaki eserin mukaddimesinde yazmış ol­duğu bir yazısı ile son vermek isterim:

“Müslümanlıkta bir insanı tekfir ve afaroz yoktur. Hatta bir adam yüzde doksan dokuzu küfrüne, yüzde biri îmânına delâlet eden bir söz söylese yine o adamın küfrüne hükmolunamaz. Binaenaleyh” Şöyle söy­lediği için dinden çıktı, yan baktın kâfir oldun” gibi sözler, İslâm’ın ge­niş esaslarını ve onun yüksek nîmet ve gayelerini bilmemektir.

İslâm’ın akla verdiği büyük kıymet, ferdî düşünüşlerde değil âmmeye taallûk eden işlerde de böyledir. İslâm dini, sabit esaslarla hiç te­aruz etmeksizin âmme maslahatlarına uygun gelen kayfiyetle de tasar­ruf kabiliyetlerini hâizdir.

Müslümanlıkta ruhânî bir tahakküm de yoktur. İslâmda mâbede dayanan bir kudret ve ruhânî bir hükümet yoktur. Bir müslüman Allah huzurunda mutlak kul, Allah’tan başkasına karşı ise mutlak hürdür. Din âliminin vazifesi ancak tebliğ, irşad ve tâlimdir; Kitap ve Sünnet’ten ve Ümmetin icmâından dışarıya çıkmaz, kimsenin vicdanına tahakküm ve günahını affedemez, Allah ile kullan arasında vasıta olamaz”.