Makale

İSLAMDA MUAŞERET

İSLAMDA MUAŞERET

Abdullah GÜVENÇ

İnsanlar yaşamak için pek çok ve çeşitli şeylere muhtaç oldukların­dan bir arada bulunmak ve toplu yaşamak zorundadırlar. Bundan dola­yıdır ki, insanlar, en küçük topluluk olan aileden başlayarak mahalle, köy, kasaba ve şehitler kurmuşlar, bunlardan da millet topluluğunu mey­dana getirmişlerdir. Nitekim Hucurât Sûresinin 13. âyetinde şöyle buyurulmaktadır: “Sizleri kabileler, milletler haline getirdik ki birbirinizle tanışıp anlaşasınız, sizin Allah (C.C.) katında en değerliniz sakınıp korunanızdır.” İnsanlar büyüklü küçüklü birtakım topluluklar halinde ya­şamak zorunda olduklarına göre bu yaşayışın bir nizâmı bir düzeni ol­ması da zaruridir. Toplu yaşamak, yardımlaşma esasına dayanır; Yar­dımlaşmak ise, ihtiyaçları kolayca elde etmeyi, dolayısiyle dünyada hu­zurlu bir hayata kavuşmayı Âhirette de ebedî saâdet ve selâmete ermeyi sağlar.

İnsanın çok arzu ettiği maddî ve mânevî refahı temin için, bir düzen içinde bulunması, kimseyi rahatsız etmeden haklara riâyetkâr olarak yaşaması lâzımdır.

İşte her şeye asil ve devamlı nizâm ve düzenini veren ve Rabbi’lâlemi’n olan ALLAH, insanların yaşayışı için gerekli esasları bir bir vaz etmiş. Bu esaslara riâyet ettikçe de rahat yaşamanın ve böylece ebedî saâdetin sağlanacağını bildirmiştir.

Beşeriyet, ilk insan Hazret-i Âdem’den itibaren çeşitli hayat safha­larına uğradıktan ve nurlu merhaleler aştıktan, artık hayatın sırlı ka­pılarını açmağa gücü yeter, tatbikatçı bir unsur haline geldikten sonra Cenâb-ı Hak onlara mükemmel bir düstur olan son kitap Kur’an-ı Kerîm’i göndermiş ve onda her türlü lüzumlu esaslara işaret etmiştir.

İnsanları insanca, pâk ve selim fıtratına uygun bir çeki ide yaşa­maya çağıran hükümlerle dopdolu plan mukaddes kitabın maddelerinden de toplu yaşama kuralları demek olan muâşerat âdâbı ve ahlâk kaideleri doğmuş bulunmaktadır.

Hemen şu hususa işaret etmek yerinde olur ki: Şimdiye kadar hangi milletten olursa olsun bir çok yazarlar tarafından yazılıp toplumlara su­nulan muaşeret kitaplarının ana kaynağı mukaddes kitaplar ve bunların hükümlerini içine alan ve bu fâni âlemin devamı müddetince hayat şart­lan ne kadar değişirse değişsin her türlü ihtiyaca cevap verecek olan, Kur’ân-ı Kerîm olduğu şüphe götürmez bir hakikattir. Bu hakîkatlari sırasiyle birer birer sayıp dökecek ve bu suretle İnşâ-Allah dâvamızı kesin olarak isbata çalışacağız.

Bu hususlara böylece işâret ettikten sonra esas konuya gelmiş olu­yoruz. Muaşeret; karışmak kaynaşmak, hoş görmek, hoş geçinmek mâ­nâlarına geldiği gibi bir bakıma (görgü) demekdir. İslâm’da görgü ise, dâima ahlâk kaidelerine dayanır. Meselâ! İslâm göreneğine göre “bü­yüklere saygı” başta gelen bir muaşeret âdabıdır. Bu ayni zamanda millî bir muaşerettir. Binaenaleyh her milletde muaşeret ayrı ayrıdır. An’ane birliği demek olan muâşeretin, milletler arası bir kaide olarak kabul ve mütalâası hiç bir zaman doğru olamaz. Muâşeretin kaynağı ya millîdir, ya dinîdir. Bu kaynaklardan hangisini kabul edersek edelim Garb’ın muâşereti hiç bir zaman bizim muâşeretimizle bağdaşamaz.

Bizim muâşeretimizle bağdaşamadığı gibi milletlerin muâşereti de (bazı noktalarda birleşse bile) birbirleriyle birleşemez. Nitekim: Bir Fransız için patatesi bıçakla kesmek normal görüldüğü halde bir Alman için ayıp sayılan bir gelenek ve görenekdir. Bu misal, buna benzeyen bir Çok misallerle çoğaltılabilir. Bundan da anlaşılıyor ki Garb’lı milletler arasında bile görgü ve an’ane birliği olamayınca Şark ile Garb’ı bu ba­kımdan birbiriyle birleştirmeğe Özenmek, boş ve muvakkat bir çaba­dan ibaret kalacağı pek tabiidir. Bu çaba, yekdiğeriyle tabiatı îcâbı bir­leştirilmesi kâbil olmayan iki maddeyi terkip etmeye Özenmekten başka bir şey değildir.

Bugünün anlayışına göre muâşeret kâideleri milletlerarası bir dav­ranıştır. Halbuki milletlerarası zannettiğimiz muâşeret kâideleri, Fran­sız millî muâşeretinden başka bir şey değildir. Yukarıda temas ettiğimiz gibi “Muâşeret” esas itibariyle ahlâk kâidelerinin ta kendisidir. Ahlâk kaidelerinin kaynağı ise mukaddes kitaplar ve onların mütemmimi ve mükemmeli olan Kur’ân-ı Kerim’dir, Avrupa reform ve rönesans maksadiyle mukaddes kitapları günün modasına, çabasına göre tahrif ederken İbadet esaslarını değiştirdiği gibi toplumu ilgilendiren ahlâk kâidelerini ve dolayısıyle muâşeret kurallarını da işine geldiği şekilde değiştirmiş bulunmaktadır.

Bir Müslüman sevdiğini Allah için sever, yerdiğini de Allah için yerer. Ve yine “bir Müslüman, kenisi için sevdiğini diğer bir Müslüman kardeşi için de sevmedikçe tam ve olgun bir Müslüman olamaz.” hadîsine Sadakat göstermek esası, İslâm umdelerinden olduğu halde Hristiyan Di­nine mensup bir Garb’lıda böyle bir duygu ve düşünce aramak mümkün değildir.

Bununla beraber herhangi bir Garb’lıda güzel ahlak esaslarına da­yanan bir muâşeret kâidesine rastlanmış ise, bu mutlaka İslâm görenek ve geleneğinden alınmış bir davranıştır. Ve İslâm’ın öz malıdır. Bu hakîkatları bundan sonra vereceğimiz misallerle isbatlamağa çalışacağız.