Makale

İslam'da Çalışma Tevekkül İlişkisi

İslam da Çalışma Tevekkül İlişkisi

Abdullah ŞAHİN
Musahhih

İnsan diğer canlılara göre farklı yeteneklere ve üstün meziyetlere sahip olarak yaratılmıştır. Bu yetenekleri, akıl yürütme, fikir üretme, konuşma- yazma kabiliyeti, muhakeme ve mukayese yapabilme yetenekleri olarak sıralayabiliriz:
Kur’an’daki; “Andolsun biz insanı en güzel biçimde yarat- tık”(1) ifadesiyle de bu önemli husus belirtilmektedir.
İnsan hür iradesiyle bu kabiliyetlerini iyi ya da kötü şekilde değerlendirme yetkisine sahiptir. Bunu da ancak çalışma yoluyla sağlayacağı açıktır. Yüce Allah insanı, yaptığı hertürlü iş ve eylemlerinden sorumlu tutarak hesaba çekeceğini de özellikle bildirmektedir. O, “Yaptıklarınızdan mutlaka sorumlu tutulacaksınız”® buyurarak hesap gününü hatırlatmış, böylece bir takım haksızlıklara tevessül edilmesini istemiştir.
Bu kısa açıklamadan sonra asıl konumuza girebiliriz.

İslâm’da Çalışma

İslâm, başarının sırrını çalışmak olarak açıklar. Başarıyı yakalamak için de yukarıda sayılan meziyet ve yeteneklerin atıl olarak bırakılmayıp, harekete geçirilmesini ister. Nitekim Kur’an; “Bilsin ki insan için kendi çalışmasından başka bir şey yoktur”(3) ihtarında bulunur.
Her toplumda eski tabirle mustahsil ve müstehlek kelimeleri ile ifade edilen, bir üretenler, bir de tüketenler sınıfı vardır. Üretenler denince sadece tarlada ve fabrikada çalışanlar akla gelmemelidir. Her türlü bilgi, beceri, fikir ve proje üretenler de çalışanlar ve üretenler kapsamında yer alır. Özellikle günümüzde bilgi, fikir ve proje üretenler, daha etkili bir konuma yerleşmişlerdir. Şu da bir gerçek ki, kalite ve verimliliğin sağlanması ve sürekliliği açısından, iş ve görev, ehline teslim edilmelidir.
Sağlam ve sıhhatli bir şekilde oluşturulacak bu altyapıdan sonra insana düşen, hiç ölmeyecekmiş gibi bu dünya, yarın ölecekmiş gibi de ahiret için çalışmak olmalıdır. Çünkü insanın yaradılış amacı, sadece dünyasını mamur etmek değildir. O, hem dünyadaki aslî ihtiyaçlarını en mükemmel şekliyle karşılamak için çalışacak, hem de ahirete ait kemâlâtın elde edilmesi İçin son derece gayret gösterecektir. Bu, İslam’ın dünyada huzur, ahi- rette ebedî saadet parolasıdır. “Ey Rabbimiz! Bize dünyada da iyilik ver, ahirette de iyilik ver (4)
“Bize, bu dünyada da iyilik yaz, ahirette de!”(5) ayetlerinde verilen mesaj da budur.
Büyük müfessir Muhammed Hamdi YAZIR bu hususu şu şekilde dile getirmektedir: Dünya yaşamından başka bir şey düşünmemek, nefsin zevk ve eğlencelerine zebun ve esir olmak demektir. İslam dini bunu reddeder. Şahsi ve İçtimaî hayata ait hazla- ra ve fıtrî (yaradılış gereği) olan İhtiyaçlara da duyarsız kalmak, ruhanî bir varlık gibi yaşam şeklini benimsemek olur ki, İslam’a göre bu da makbul değildir. İnsan bedeninde oluşan uzuvların her birinde, yaratılış gereği bir gaye vardır. Binaenaleyh her uzvu kendi gayesi İstikametinde kullanmak, kulluğun ve insanlığın kemal mertebesidir. Şükür için asıl olan bu olduğu gibi, esas İtibariyle zühd de budur. Örneğin, küfürsüz, yalansız, doğruları söylemek dilin hakkı, meşru yollardan kazanmak, meşru yollarda harcamak, meşru evlilik vs. de diğer uzuvların hakkıdır. O halde her hak sahibine teslim edilmelidir.(6)
Bundan şu sonucu çıkarırız. İnsana düşen görev, çalışıp çabalayıp hem dünyası, hem de ahireti için en iyi olanı elde etmektir. Bunu yakalayabilmek İçin de Yüce Allah (c.c) müsait ortamları yaratmıştır.
Ancak sebeplere sarılmak, fırşatları değerlendirmek koşulunu da getirmiştir. Kur’an’da, yeryüzünün insana boyun eğdiği ve insanın emrine âmâde kılındığı(7) bildirilmiştir. Yine gökyüzünün, denizlerin, nehirlerin, güneşin, ayın, gecenin ve gündüzün ve sayısız nimetlerin İnsanın emir ve istifadesine sunulduğu bildirilmektedir.(8)
Bu nimetlerden bir kısmı da Kur’an’ın 110 küsür ayetinde İsimlendirilerek zikredilmektedir. Binaenaleyh yeryüzü, gökyüzü ve denizlerde İnsan için hazırlanan bütün bu nimetlerden yararlanmanın tek ve tartışılmaz bir yolu vardır. O da insanın aklını, fikrini ve diğer bütün güç ve yeteneklerini seferber edip çalışmasıdır. Yukarıda zikri geçen Necm sûresi 39. ayette verilen mesaj da budur. Ayrıca adı geçen ayetle hemen bir sonraki ayette’9’ çalışan istisnasız herkesin, bu nimetlerden yararlanacağı gibi çalışmasının karşılığını da mutlaka göreceği bildirilmiştir.
İşin doğrusu bu iken, meseleyi yozlaştırarak, geleceği falcılara danışmanın veya meşru yollardan çalışıp kazanmayı riskli bulup, kumar oyunlarına bel bağlamanın bir anlamı yoktur. Zaten bunlar dinin yasaklamış olduğu şeylerdir. Kutsal ve kısıtlanamaz olan hak, emek karşılığı olanıdır. Kısmetse gelir bulur felsefesinin de kuru bir temenniden öteye bir anlamı yoktur. Müslüman böyle kısır bir görüşe takılıp kalmaz. Tedbirini alır, takdiri ise Allah’a bırakır. Bu noktadan hareketle de İslam’ın tevekkül anlayışına geçebiliriz.

İslam’da Tevekkül

Tevekkül, insanın İş ve eylemlerinde Allah’a İtimat etmesi ve O’na güvenip bağlanmasıdır,(10)
Muhammed Hamdi YAZIR, tevekkülü; "En özlü İfade olarak Yüce emre itimat İle beraber vazife aşkıdır” diye tarif etmiştir. Allah’a dayanıp güvenmeyen, fanilere bağlanan aldanır. Çünkü fâni bir nefsin, itimada şayan hiçbir değeri yoktur. O bir serab-ı batıl (boş hayal) dan ibarettir... açıklamasını getirmiştir.’11 ”
Nitekim Nuh (a.s)’un oğlu, ben dağa sığınırım, dag beni korur iddiasında bulunmuştu. Ancak bu iddia netice vermemiş, hayatına maloimuştur.12’
Babanzâde Ahmet Naim de tevekkül konusunda şu açıklamayı yapmaktadır: Kâinatta meydana gelen olaylar, belli bir kanuna yani sünnetullah’a (tabiat kanunları) göre ve devamlı bir sebep sonuçlar zincirine göre oluşur... Sebeplere yapışmadıkça hiçbir şey elde etmeye imkân yoktur. Tohum atılmadıkça ürün almanın imkânsızlığı gibi. Devesini mescid-i Şerif’in dışına başıboş salıverip Hz. Peygamberin huzuruna gelerek, devemi bagiayıp- ta mı, yoksa salıveripte mi Allah’a tevekkül edeyim? diye soran çöl arabına Allah Rasülü, “Deveyi bağla da öyle tevekkül et” buyurmuşlardır.13’
Boş gezen Yemenlilere, siz necisiniz, ne iş yaparsınız? diye soran Hz. Ömer, karşı taraftan "biz tevekkül edenleriz" cevabına alınca, "hayır siz tevekkül eden değil yalancısınız. Tevekkül eden kişi, önce tohumunu yere atar, sonra tevekkül eder" karşılığını vermiştir.14’
O halde insan önce kendi üzerine düşen görevlerini, gücü nisbetinde eksiksiz yerine getirecek, neticeyi de sağlam bir inançla Allah’a havale edecektir. Nitekim Kur’an’da; “Kararını verdiğin zaman da artık Allah’a dayanıp güven. Çünkü Allah, kendisine dayanıp güvenenleri sever”15’ buyurulmuştur.
Kur’an’da zikri geçen her peygamberin sadece Allah’a güvenip dayandığı görülmektedir. Ancak onlar kendi üzerlerine düşen görevleri de asla ihmal etmemişlerdir. Onlar bizim en güvenilir rehberimiz olduklarına göre, bizim de onların yolunu takip etmemiz gerekir.
Muhammed Hamdi YAZIR, A’raf 160. ayete yaptığı yorumda, Hz. Musa çölde yağmur duasına çıkınca, Allah’tan asasını taşa vurma emrini almıştır. Taşa vurmuş ve oniki pınar fışkırmıştır. Bu bir mucizedir. Ancak şöyle bir uyarının olduğu da unutulmamalıdır. Her halükârda yağmur duası ile iktifa edilmeyip, gerektiğinde taşları kırarak, dağları delerek, barajlar yaparak, artezyenler açarak, vs. su temin etmenin çaresine başvurulması da ihtar edilmiştir. Ümmet ve idareciler bu hususta duyarlı olmalıdır.06’
Sonuç olarak, İslam’da çalışma esastır. Tembelliğin ve kuru temenninin ise yeri yoktur. Yüce Allah insanın yararına olan her şey için bir sebep hal- ketmiştir.17)
İnsana düşen, o sebeplere sıkı sarılmak gereğini yapıp, neticenin hayırlı olmasını Allah’tan beklemektir. Nitekim Zülkarneyn (a.s.) bu sebeplere sımsıkı sarılarak doğuyu batıyı dolaşmıştır. 08>
Allah’a olan bu sonsuz güvenin, insana büyük bir moral gücü ve çalışma azmi kazandırdığı da hiçbir zaman unutulmamalıdır. Bu moral ve iman gücü ile küçük sayıda toplulukların nice büyük zaferler elde ettiği de tarihi bir gerçektir. Nitekim Kuran’da da bu gerçek açık olarak dile gelmektedir. ”... Nice az topluluk, Allah’ın izniyle çok topluluğa üstün gelmiştir”(19)
Şairin şu veciz beyiti de bu konuyu ne güzel özetlemektedir:
Allah’a güven sa’ye sarıl hikmete râm ol
Yol varsa budur, bilmiyorum başka çıkar yol.
Son söz: "Kim Allah’a güvenirse, O, ona kâfidir...” (20). ♦

(1) et-Tîn,95/4
(2) Nahl, 16/93
(3) Necm, 53/39
(4) Bakara, 2/201
(5) A’raf, 7/156
(6) Hak Dini Kur’an Dili, 4/13 Eser neşr. 1979
(7) Mülk, 67/15
(8) İbrahim, 14/32-34
(9) Necm, 53/40
(10) Kamus Tercemesi, Tevekkül mad. 4/143, Cemali Ef. Mat. 1st. 1305, Diy. Y. isi. Ilm. s. 60
(11) M. Hamdi Yazır, a.g.e, 4/256667
(12) Hud, 11/42-43
(13) İslam Ahkamının Esasları, Ahmed Naim, D.İ.Y Vak. Yay., s.51
(14) Ahmet Naim , a.g.e., s.51
(15) Al-i Imrân, 3/159
(16) Hamdi Yazır, a.g.e. 4/2309
(17) Kehf, 18/84
(18) Kehf, 18/84-97
(19) Bakara. 2/249
(20) Talak, 65/3