1951 yılında Anbet (Rize)’ de doğdu. 1960 yılında Güneyce Merkez İlkokulunu, 1963’te hafızlığını, 1970’te İstanbul İmam-Hatip Okulunu, 1974’te Kayseri Yüksek İslâm Enstitüsünü bitirdi. Bir müddet Şebinkarahisar’da öğretmenlik yaptıktan sonra askere gitti. 1976 yılında terhis olduktan sonra İspir Lisesi’nde öğretmen oldu. 1977’de Bursa Yüksek İslâm Enstitüsü Tasavvuf Tarihi asistanlığını kazandı. “İbn Teymiyeye Göre İbn Arabî” adlı tezle doktorasını tamamladı. 1984’te Yardımcı Doçent, 19897 da Doçent oldu. Branşı ile ilgili birçok makalenin yanında neşredilen eserleri şunlardır: Tekkeler ve Zaviyeler (2.bs. İst.1980), Tasavvuf ve Tarikatlar Tarihi {İst.1985), Tasavvufî Hayat (Necmüddin Kübra’dan tercüme) (İst.1980).
Hazreti Peygamber’in Tasavvufî Düşüncedeki Yeri
GİRİŞ
Konuya girmeden önce bir hususu tesbit etmekte yarar vardır. Hz. Peygamber’in hayatını çeşitli cephelerden incelemek, O’nun değişik yönlerini müstakil bir konu olarak ele alıp tedkik etmek güzel bir faaliyet olmakla beraber, kanaatimizce bir mahzuru da beraberinde getirmektedir: O’nun hayatını bölüp parçalamak. O, ne kadar değişik cephelerden incelenirse incelensin, netice itibariyle hepsinin O’nda birleştiğini düşünmek ve detayları ona göre değerlendirmek gerekir.
Aksi halde onun bir yönünü alıp diğer yönlerinin ihmal edilmesi veya öyle gösterilmesi, bizi çıkmaza götürür.
Hz. Peygamber’in Tasavvufî düşüncedeki yeri iki bölümde ele alınacaktır. Birinci bölümde, O’nun konu ile ilgili hadisleri, tutum ve davranışları, bu hadislere sufîlerin getirdikleri tasavvuf boyutlarla zayıf ve mevzu hadis meselesine temas edilecektir. İkinci bölümde ise Hz. Peygamber’in şahsiyeti ile yakından ilişkili olan bazı tasavvufî ıstılahlar ele alınarak kısaca izah edilecektir.
I. HADİS VE TASAVVUFÎ DÜŞÜNCE
1. Sünnete Bağlılık:
Asırlar içinde tasavvufî düşünceye dâhil olan bazı tartışmalı konular ve tasavvufî hayatta yaygınlık kazanan bazı zayıf hattâ mevzu hadisler sebebiyle ister istemez şu soru gündeme gelmiştir: Sufîler, hadislere saygı duymuyorlar mı? Sufîlerin sünnete bağlılıkları yok mu? Aslında İslâm’a en uzak kabul edilen sufîlerde bile sünnete saygısızlık, sünneti hesaba katmama diye bir şey sözkonusu değildir. Bu sahada cereyan eden tartışmaların temelinde aynı metni farklı anlamak, aynı ifadeyi farklı tarzda tevil etmek veya aynı hadisten değişik neticelere gitmek gibi hususlar vardır.
İlk asırlarda yaşayan bazı sufîlerin konumuzla ilgili görüş ve tesbitleriyle meseleye biraz daha yakından bakılabilir.
Gönül dünyasında yakaladığı hikmet ve nüktelerin geçerli olabilmesi için Ebû Süleyman Daranî’nin hükmü şöyledir:“Bu nükteler iki âdil şahit olan Kur’ân ve Hadis’ce doğrulanmıyorsa, hiç bir değeri yoktur.” Tasavvufî yolla Allah’a ulaşmaya çalışan sufîler, bu yolun önderinin de farkındadırlar. “Allah’ı seven, Allah’ın sevgilisine tâbi olur.” diyen Zunnûn Mısrî ile “Allah’a giden yolda hâl, davranış ve sözlerde; Rasûlüllah’a tâbi olmaktan başka delil yoktur.” diyen Ebu Hamza Bağdadî aynı gerçeğe işaret etmişlerdir. Nasrabâ’zî’nin tesbiti ise şöyledir: “Tasavvufun aslı Kitap ve Sünnet’e yapışmak, hevâ, heves ve bidatlara tâbi olmamak, şeyhlere hürmet etmeye önem vermek, halkın özürlerini hoş karşılamak, vird ve zikre devam etmek, ruhsat ve tevillere göre değil de azimet yolunu tercih etmektir.”
Ebû Ali Cuzcanî, Allah’a ulaşan yollar hakkında şöyle düşünüyor:“Bu yolların en doğrusu, en onarıcısı ve şüphelerden en uzak olanı; azim, niyet, akit, söz ve davranış olarak sünnete tâbi olmaktır.”
Ebû Osman Hirî, söz ve davranış olarak kendisine sünneti şiar edinen kişi hikmetle konuşur derken, Kitabu’z-Zühd sahibi Abdullah b. Mübarek şöyle diyor: “Bir kimsede iman nuru, sünnete tâbi olmasıyla ve bidattan sakınmasıyla görülür. Nursuz, zahirî bir çalışma gördüğün yerde, bil ki gizli bir bid’at vardır.”
2. Zühd Hadisleri:
Tasavvufî hayat ve düşüncenin İslâmî ve Muhammedî olmadığını savunan düşünceye göre; Hz. Peygamber’in zühd ve tasavvufla ilgili bir yönü yoktur. Aksi tezi savunanlara göre ise O’nun hayatı baştan sona tasavvufî ahlâkın canlı misâlidir. Bu tezi savunanlar birçok hadisi de delil olarak kullanırlar.
Kur’ân-ı Kerim ve Hadislerde tasavvuf kelimesi geçmezse de zühdle ilgili Kütüb-i Sitte’de -bizzat bu kelimeyi ihtiva eden- hadisler vardır. Bunlardan bir kaç tanesini şöyle sıralamak mümkündür:
1. Dünyada zâhid ol ki Allah seni sevsin. İnsanların elinde bulunan şeylere karşı da zâhidçe davran ki, onlar da seni sevsin. (İbn Mâce, Zühd, 1)
2. Dünyaya karşı zâhid olan ve zühd konusunda kendisine vaaz etme meziyeti ihsan edilen bir kimse gördüğünüzde, ona yaklaşınız. Çünkü o hikmet telkin eder. (İbn Mâce, Zühd, 1)
3. Dünyada bir garip veya bir yolcu gibi ol, kendini kabirlerde olanlardan say. (Buharî, Rikak, 3)
4. Her ümmet için bir fitne sebebi vardır. Ümmetimin fitnesi de maldır. (Tirmizî, Zühd, 26)
5. Vallahi, eğer benim bildiklerimi bilseydiniz az güler, çok ağlardınız. Yataklarda kadınlarla telezzüz edemez, Allah’a doğru feryat ederek yollara, sahralara düşerdiniz. (Buharî, Kusûf, 2; Müslim, Salât, 112)
Tasavvufun temel ıstılahları olan; zikir, tevbe, sabır, mücahede, tevekkül, haşyetullah, inziva-itikâf gibi konularda pek çok hadis sıralamak mümkündür.
3. Tasavvufî Kültür ve Hadis:
İslâmî ilimlerde zayıf veya mevzu hadis denince akla gelen ilk saha, tasavvuf ve tarikat sahasıdır. Gerçekten tasavvufî düşüncede kullanılan hadislerin bir kısmı zayıf, bir bölümü de mevzu’dur, uydurmadır. Fakat ilâve etmek gerekir ki, zayıf hadisleri tefsir kitaplarında bulmak, fıkıh külliyatında görmek, kelâm ve felsefe sahasında tesbit etmek zor bir iş değildir. Bu konu bütün İslâmî ilimlerin bir çıkmazıdır. Burada mevzu hadislerin çıkış sebeplerini tahlil edecek değiliz. Ancak hadis uydurma işinde Hz. Peygamberin otoritesinden istifade etme psikolojisi herhalde en önemlisidir.
Bazı sufîler, ehl-i sünnet muhaddislerinin koyduğu şart ve esaslara uymayan hadislerin sıhhatini savunurken mânâ âleminde bizzat Hz. Peygamberle ilişki kurduklarını söylerler. Bu yol, “Elimizde objektif ölçülerin olması gerekir.” denilerek anlamsız bulunabilir. Ancak zayıf hadislere bir izah yolu bulmak sadece sufîlerin başvurduğu bir yol değildir. Meseleye bu açıdan bakınca, “Tasavvuf kitaplarında zayıf hadis olamaz. Sufîler mana âleminde senedini ve sıhhatini öğrenmeden bir hadisi rivayet etmezler.” gibi çok idealist ve tartışmaya açık görüşlerle birlikte, bütün sufîleri bu kategoriye sokmak ve hadis bilmediklerini iddia etmek de aynı derecede tartışmaya açıktır. Çeşitli mezheplerin görüşlerini destekleyen hadisler, nasıl mezheplerin oluşmasıyla birlikte ortaya çıkmışsa; tasavvufî muhitlerde görülen zayıf ve mevzu hadisler de özellikle hicrî 6. asırdan sonra, tarikatların oluşmasıyla yaygınlık kazanmıştır. Meselâ hicrî 5. yüzyılda kaleme alınan Kuşeyrî Risâlesi’nde benzer zayıf hadisler hemen hemen hiç yer almazken, sonraki yıllarda meselâ İsmail Hakkı Bursevî, “Ben gizli bir hazine idim, bilinmek istedim ve kâinatı yarattım.” diye kudsî hadis olarak rivayet edilen metin için Kenz-i Mahfî diye müstakil bir eser kaleme almıştır.
Bu hadisler nasıl ortaya çıkıyor, nasıl oluşuyor. Bu konuda “Tasavvuf ve Hadis" adlı araştırmanın sahibi Doç. Dr. Abdullah Aydınlı’yı dinleyelim.
“Hadis olmayan fakat bazı zâhid ve sufîlerin sözleri arasında rastlanan bir cümle, sonradan hadis olarak dillerde dolaşıyor. Bu nasıl olmaktadır? Meselâ müteahhir sufîler arasında vird-i zeban olan, “Küntü kenzen...” hadisinin ne sahih, ne de zaif hiçbir senedi bilinmiyor. Buna rağmen hadis olarak yayılmış bulunmaktadır.
Senedi bilinmeyen söz konusu haberin muhtevasını bazı sufîlerin sözlerinde görmekteyiz. El-Hârisu’l-Muhâsibi’de şu cümleleri okuruz: "Allah mahlûkâtını, oyalanmak için yaratmadı, onları başıboş da bırakmadı. Fakat açık âyetleri ve vâzıh delilleriyle kullarına kendini tanıtmak istedi. Ta ki, itaatlerine muhtaç olmaksızın hakkının gereğini yerine getirsin ve O’nun hoşlanmayacağı şeylerden kaçınsınlar.”
Sehlu’t-Tusterî ise, Rasûlüllah’a nisbet etmeksizin hadis-i kudsî olarak aynı mânâyı sunar: “Allah buyurdu ki; Beni bilen olmadığı halde Ben vardım. Mülkümü kudretimi, ilmimi, hükmümü bilinmem için ihzar etmeyi arzu ettim.” Bu Allah Teâlâ’nın şu âyetinde anlatılan mânâdır: “Cinni ve insi yalnız bana ibadet etsinler yani beni tanısınlar diye yarattım.” Mevzû kabûl edilip senedi bilinmeyen bazı hadislerin şahsî bir görüş, bir âyetin tasavvufî tefsiri olarak karşımıza çıktığı hallerde bir-iki ihtimal üzerinde durabileceğimizi sanıyoruz.
Muhtemelen bu gibi sözler, “Fulanin hadisi (sözü)” olarak naklediliyordu. (“Hadis” kelimesinin, her çeşit söz ve haber hakkında kullanılışı önceleri çok yaygındı.) Sonra “Fulan” kaldırıldı, “hadis (söz)” olarak nakledilmeye başladı. Müteakiben bu “hadis (söz)” “Peygamber hadisi” anlaşıldı. Veya böylesi hadisler‘muhaddisûn’un bildirdiği şey mânâsına “hadis” olarak telakki edilirken, sonraları “Peygamber hadisi” hâline dönüştüler.
Her halükârda burada, ilgili zâhid ve sufînin herhangi bir dahlinin olmadığı kesindir. L. Massignon’un iddia ettiği, “Sufî çevreleri, tepkilerden korktukları için dinî tecrübelerinden elde ettikleri sonuçları, hadis şeklinde veya önceki peygamberlere atfederek takdim ediyorlardı.” şeklindeki bir görüşe geçerlik kazandıracak hiçbir malzememiz yoktur. “Nitekim kendisi de bu iddiasını delillendirmek için ciddî hiçbir delil sunmuş değildir.”(Tasavvuf ve Hadis, 188-189).
4. Sufîlerin Hadis Uydurması Meselesi:
Sufîlerin hadis uydurma meselesi veya mevzu hadisleri kullanma konusuyla ilgili meseleyi biraz daha açmakta fayda var. Burada İzmirli İsmail Hakkı’ya karşı, “Tasavvuf kitaplarında zayıf ve mevzu hadis yoktur.” teziyle karşı çıkan Şeyh Safvet (Yetkin’i) değil de isterseniz Hadis Anabilimdalında öğretim üyesi olan Abdullah Aydınlı’yı dinleyelim:
“Zâhid ve sufîler hakkında bu görüşlerin, kısmen bir ifratın, kısmen de “recmen bi’l-ğayb” delilsiz bir hayal ürününün neticeleri olduğuna kaniyiz. Önce kısaca, müsteşriklerin ve yakın görüşte olanların görüşlerine dair bir şeyler söyledikten sonra, hadis usûlü esasları çerçevesinde görüşler beyan eden İslâm âlimlerinin görüşlerine -daha uzun olacağından- gelmek istiyoruz.
Zâhid ve süfîlerin kendi görüşlerini te’yid için hadis uydurdukları iddiasında olanlar, daha çok metin tenkidinden hareketle meseleye bakıyorlar. Herhalde Kur’ân’ı ve O’nun mütâlâlarına uygun hadisleri esas alarak buna uymayan hadisleri uydurma kabul ediyor ve bunların vebalini, uydurma kabul edilen hadislere yakın görüş sahiplerine yüklüyorlar. Bunlara göre böyle bir hadis, fıkhı ilgilendiriyorsa bunu fakihler; herhangi itikadî veya siyasî bir görüşü ilgi- lendiyorsa onu taraftarları; zühd ve tasavvufu ilgilendiriyorsa zâhid ve süfîler mi uydurmuş olmalıdır. Başkası niçin uydursun ki? Muhtemelen böyle bir muhakemeyle varılan bu görüşler, hiçbir şekilde kabul edilemeyecek kadar delilden mahrumdurlar. Bu durumda, tavatüren gelmiş olduğu hakkında bütün Müslümanların hiçbir şüphesi bulunmayan Kur’ân’ın bazı âyetlerinin de durumları mevzûbahis olacak demektir. “Attığın zaman sen atmadın fakat Allah attı.” âyetini Cebriyenin; “İnsana çalışmasından başka bir şey yoktur.” Kaderiyyenin; dünyanın geçiciliğini, önemsizliğini belirten pekçok âyet, zâhid ve süfîlerin —hâşâ— eseridir?
Diğer taraftan malûmdur ki, Kur’ân’a ve sahih hadislere uyan her hadisi, sırf bu benzerlik ve mutabakattan dolayı almak da kabil değildir. Şu halde sırf zâhid ve sufîlerin görüşlerine uygundur diye, en muteber kitaplardaki rivayetlere vaz, zâhid ve süfîlerin ‘hediyesi’ damgasını vurmak ne derece makûldur?
Bazı İslâm âlimlerinin bir kısım zâhid ve sufîlerin hadis vaz ettiklerine dair görüşleri daha makûl ve müdelleldir. Fakat bunda da ifratların, yanlış yorumların olduğunu söylemeliyiz.
Evvelâ zâhid ve sufîler arasında vaz hareketi, onların umûmuna şâmil olacak kadar büyük boyutlara ulaşmamıştır. Hadis vâzıı olarak zikredilen zâhid ve sufîlerin hem azlığı, hem de meslektaşları arasında meşhur olmamaları bunun en basit delilidir.” (Tasavvuf ve Hadis, 168-169).
5. Hadis İlmine Tavır:
Tasavvufî eser ve Tabakat kitapları bize Hadis ilmine karşı tavır alan sufîlerden de bahsetmektedir. Aslında bu tavrı sadece Hadis ilmine değil, tasavvuf dışındaki İslâmî ilimlere karşı anlamak gerekir. Tasavvufî hayata intisab ettikten sonra kitaplarını, başkasına veren nehre atan hattâ yakan sufîler de bilinmektedir. Bu tavrın esas sebebi, ‘işe yaramayan bilgi’den kaçıştır. İlmi bir üstünlük vesilesi yapıp amel ve ibâdete gerekli önemi vermeyen anlayışa bir reddiyedir. Hasan Basrî’nin şu cümlesi bu hakikati belgelemektedir: “Dilediğiniz kadar öğrenin... Vallahi, onunla amel edinceye kadar Allah, size ecrini ve karşılığını vermeyecektir. Sefihlerin himmeti rivayettir, âlimlerin himmeti riayettir.”
6. Kûtu’l-Kulûb’un Hadisleri:
Bu genel değerlendirmelerden sonra konumuzu biraz daha daraltalım ve meselâ hadisleri hakkında çok şey söylenen Kûtu’l-Kulûb isimli tasavvuf klasiğine bakalım. Bu konuda Konya İlâhiyat Fakültesinde bir doktara çalışması yapan Bilâl Saklan’ın ulaştığı netice şöyledir:
“Arzetmeye çalıştığımız hadislerin % 52’ si Kütüb-i Sitte ile Dârimî’nin “Sünen”i, Mâlik b. Enes’in “Muvaatta”ı ve Ahmed b. Hanbel’in “Müsned”inin oluşturduğu dokuz ana hadis mecmuasında mevcut iken; %21,3’lük bölümü bu dokuz ana hadis kitabında olmadığı halde, Kûtu’l-Kulûb’dan önce derlenmiş hadis mecmualarında yer almıştır. % 10’luk kısmı ise Kûtu’l-Kulûb’den sonraki dönemlerde te’lif edilmiş hadis mecmualarında bulunurken; % 16,4 oranındaki habere de başvurulan kaynaklarda tesadüf edilememiştir.”
Şimdi, bu bilgiler ışığı altında şunlar söylenebilir:
Kûtu’l-Kulûb’daki hadislerin büyük bir çoğunluğu (% 73,4) kendisinden önce derlenmiş hadis mecmualarında bulunmaktadır. Bu durum, eserin yazılı kaynaklara dayandığının ayrı bir göstergesidir, Ayrıca, eserdeki hadislerin yarısından fazlasının (% 52,1) dokuz ana hadis mecmuasında yer alması da kitabın kıymetini artırmaktadır. Hadislerin % 26,4’ünün daha sonra yaşamış âlimlerin kitaplarında bulunmuş olması veya kaynaklarda tesadüf edilememesi, bu hadislerin Kûtu’l-Kûlûb’a gelinceye kadar hiçbir yazılı kaynakta yoktu da ilk defa olarak Ebû Tâlib el-Mekkî tarafından yazıya geçirilmiş olması anlamına gelmemelidir.
Çünkü Ebû Tâlip el-Mekkî’den önce yaşamış âlimlerin bütün eserleri gün yüzüne çıkmış değildir. Ne var ki, bunda kendisinden sonra pek çok İslâm âlimlerinin bu kitaptan etkilendiği ve rivâyet ettiği hadisleri kitaplarına aldığı sonucunu çıkarabiliriz. Buna göre en çok Beyhakî (% 26,3), Deylemî (%21,0) ve Ebû Nuaym (% 12,2) Kûtu’l-Kulûb’dan etkilenmişlerdir. Üstelik mukayese yapmaya çalışılan eserlerin çoğu câmî ve sünen türü hadis mecmualarıdır. Bunlar ise genelde ahkâma dair hadisleri ihtiva ederler. Hâlbuki incelemeye esas alınan Kûtû’l-Kulûb, tasavvuf ve zühd hayatının meselelerini ele alması hasebiyle teknik ifadesiyle fedâil hadislerini muhtevidir. Hâl böyle olunca, Kûtu’l- Kulûb’daki hadislerin daha çok sûfî meşrepli âlimlerce derlenen eserlerde olması gerekir. Nitekim bu durum, ufak bir mukayesede kendini göstermektedir. Meselâ, zühd bölümü bulunmayan Ebû Dâvûd (% 7,8) ve Neseî’nin (%6,7) “Sünen”lerinde daha az müştereklik bulunmasına karşı, zühd ve âdâb bölümleri daha zengin olan Tirmizî (% 17,2) ve İbn Mâce’nin (% 13,8) “Sünen”lerinde daha çok beraberlik söz konusudur. Bu durum, konu tahdidi olmayan Ahmed b. Hanbel’in “Müsned”inde (% 24,0) daha da artmaktadır. Taberânî’nin “Mu’cem”leri titizlikle tarandığında, bu nisbetin Ahmed b. Hanbel’in “Müsned”ine yaklaştığı tahmin edilmektedir. Ayrıca bu durum, Taberânî’nin de Kûtu’l-Kulûb’un temel kaynakları arasında olduğunu gösterebilir.”
7. Hadis Şerhleri:
Mutasavvıfların genellikle kendi çağlarında tahsil edilen medrese ilimlerini tahsil ettiklerini biliyoruz. Bazı âlimlerin ise yaşlılık dönemlerinde tasavvufî hayata intisab ettikleri görülmektedir. Hadisle ilgili bu genel kültürün dışında bizzat hadisle ilgili eser veren, hadisleri şerheden müellif sufîler de vardır. Bunlardan biri de et-Taarruf Li Mezhebi Ehli’t-Tasavvuf adlı bu ilmin temel eserlerinden birini kaleme alan Kelabazî’dir. (öl. 380/990) O, Bahru’l-Fevâid adlı eserinde 223 hadisin izah ve açıklamasını tasavvufî bir zaviyeden yapmıştır.(Süleymaniye Ktp. Carullah Kit. No. 995) Bu eserden iki hadisin metin ve şerhini naklederek konumuza devam edelim. (Geniş bilgi için bk. S. Uludağ, Taarruf Tercümesi, Doğuş Devrinde Tasavvuf, İst. 1979).
1. Enes (r.a.)’ den: Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuşlardır: “Kolaylaştırınız, zorlaştırmayınız, (muhatabınıza huzur, itminan ve); sükûn veriniz, nefret ettirmeyiniz.” (Buharî, Rekâik, 8).
Üstad Kelâbâzî (r.a.) der ki: “Kolaylaştırınız” sözü, “gönüllü olan insanların yüzlerini ve yönlerini Allah’a çeviriniz; onları bütün ihtiyaçlarını Allah’tan ister hâle getiriniz. Her nevî hâllerinde Hakk üzere olmaları için kendilerine rehber olunuz.” manâsına gelir. Zira kolaylığın her çeşidi Allah Teâlâ’nın nezdindedir. Hakk Taâlâ şöyle buyurur: "Allah sizin için kolaylık ister, güçlük istemez." (Bakara, 2/185); “Allah, aleyhinize olacak şekilde bir güçlük içinde olmanızı istemez.” (Maide,5/6); “Allah farz kıldığı hususlarda Peygamber için bir güçlük çıkarmamıştır.” (Ahzab, 33/38); “Allah sizin için dinde zorluk çıkarmamıştır.” (Hac, 22/78).
“Güçleştirmeyiniz” sözü ise şu manâya gelmektedir: “İnsanı, insana muhtaç hâle getirmeyiniz. Bir kimseyi, ihtiyaçları halk tarafından görülür duruma sokmayınız. Zira ihtiyaçları karşılama durumunda olan kimseler de ihtiyaçları karşılanma hâlinde bulunan kimseler gibi muhtaç vaziyettedirler. Bu sebeple, belli bir şeyin kendisine ait olması için birbiriyle uğraşır duruma gelirler. Bundan dolayı kendinize ait olmasını istediğiniz ve bunun için çabaladığınız hususu elde etmeniz güçleşir.”
“Sükûn veriniz” (bir rivayette müjdeleyiniz) sözü, söylediklerimizi teyid eder. Zira sükûn itminan ve tatmin manâsına gelir. Hakk Taâlâ Kur’an’da, “Dikkat! Kalbler sadece Allah’ı zikretmek suretiyle tatmin edilir.” (Ra’d, 13/28) buyurmuştur. Umduğunu elde etmek için müminin kalbi devamlı olarak ızdırap ve sıkıntı içindedir. Allah’a yöneltilip ızdırabı, zarurî ve ihtiyarî olarak sükûn hâline gelinceye kadar, umduğunu arzu etme hâli devam eder.
“Nefret ettirmeyiniz” sözü de böyledir. “Onları Allah’dan başkasına çevirerek ve diğer şeylere yönelterek dağınık hâle getirmeyiniz, dağılmanın neticesinde yolları ayrılır, meslekleri değişir, maksatlarına ulaşmak için takib ettikleri yollar kendilerini parçalar.” Şu halde, insanların birbirinden nefret etmeleri dağılma ve ayrılma; sükûn (müjdeleme ve sevdirme) ise toplama ve birleştirme manâsına gelir.
Bu açıklamalardan anlaşıldığı gibi “kolaylaştırınız” sözü, “halkı kolaylığa yöneltiniz”; “güçleştirmeyiniz” sözü, “insanları zor duruma düşürmeyiniz”; “sükûn veriniz, teskin ediniz” sözü, “halkı birleştiriniz”; “nefret ettirmeyiniz” sözü, “insanların arasına tefrika ve ayrılık sokmayınız” manâsına gelir.
Peygamberimiz buyurur ki: “Bir kimsenin kaygısı madde ve dünya olursa, Allah onun iki yakasını bir araya getirmez. Bir kimsenin kaygısı âhiret olursa, Hakk Teâlâ onu perişan etmez, kendisine huzur verir. (Biri dağınık, diğeri toplu olarak bulunur). Muradı ve maksadı dünya veya âhiret olanın hâli budur. Muradı ve maksadı Rabbi olan kimsenin hâlini buna göre düşünün! Hz. Âişe’nin, “Rasûlullah (s.a.s.) hiçbir zaman iki iş arasında muhayyer bırakılmamıştır ki, haramlık söz konusu olmadıkça en kolayını tercih etmiş olmasın.” şeklinde rivayet ettiği hadisin en sıhhatli izahı da budur.
Bu hadis, “Rasûlüllah daima Allah için olanı tercih ederdi.” manâsına gelir. Zira Peygamber (s,a.s.), Allah’ın muradı olan şeyi tercih edince, kolaylığı tercih etmiş olacaktır. Çünkü Allah Teâlâ’nın irâde ettiği ve istediği şey kolaylıktır.
2. “Ebû Hureyre (r.a.) den naklen, Rasûlüllah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Allah Teâlâ (bir hadis-i kudsî’de) buyuruyor ki: Ben, kulumun hakkımdaki zannı gibiyim. Beni zikrettiği zaman onun yanındayım, kulum Beni (içinden ve) kendi kendine anar ve zikrederse, Ben de onu kendi kendime zikrederim. Kulum Beni bir topluluk içinde zikrederse, Ben onu o topluluktan daha hayırlı (meleklerden meydana gelen) bir topluluk içinde zikrederim. Eğer o Bana bir karış yaklaşırsa, Ben ona bir arşın yaklaşırım. O bana bir arşın yaklaşırsa, Ben ona bir kulaç yaklaşırım. O bana yürüyerek gelirse, Ben ona koşarak giderim.” (Buharî, Tevhid, 50; Müslim, Zikir, 1).
Allah’ın rahmeti üzerine olsun, üstad Kelâbâzi der ki: “Ben kulumun hakkımdaki zannı üzereyim.” sözünün manâsının şu olması caizdir: "Kul, Benim kendisi için kâfi olduğumu bilirse, Ben öyleyim.”, “Kulum, Benim kendisini korumamı isterse Ben öyleyim. O (tevbe ederek) Bana dönerse, Ben de ona yönelirim; dua ederse icabet ederim; Benim için bir amel yaparsa onu kabul ederim; af dilerse kendisini affederim.”
Mevlâsı hakkında hüsn-i zan sahibi olmayan ve yakini kuvvetli hâle gelmeyen kimselerden, bu gibi sıfatlar zuhûr etmez.
“O, Beni içinden (anar ve) zikrederse, Ben de onu içimden zikrederim.” sözünün manâsı şu olabilir: “Kulum, Benim zikrimle başbaşa kalırsa, onun sırrını ve kalbini Benden başka olan şeylerden arındırırım. Kulum, Benim kadrimin yüceliğini, hakkımın büyüklüğünü düşünerek Beni zikretme işini gizli tutar ve zikir konusunda kıskanması sebebiyle Beni anma fiilini saklı tutarsa, Ben de ona gelen bir kıskanma sebebiyle dostlarımdan başka kimse ona vâkıf olamaz, onu bilemez.
Hattâ gaybımın gaybından da onu gâib kılarım da onun Benimle meşgul olmasını engellemeye hiç bir şey yol bulamaz. Böylece, mahlûklarım arasındaki sırrım o olur. Nitekim mahlûklarımdan, sırrı Ben olan da o olur.”
Bazı rivayetlerde, “Eğer o, Beni içinden zikrederse...” yerine, “Kim Beni içinden zikrederse, Ben de onu içimden zikrederim...” denilmiştir. Buna göre manânın şu olması da caizdir: Bir kimse Beni içinden zikrederse, içimden zikrettiğim kimse işte o’dur.
Allah Teâlâ, “Bir kimse Beni içinden zikrederse, içimden zikrettiğim kimse işte o’dur.” sözü ile sanki şöyle demiş oluyor: "Onu yaratmadan evvel, onun beni zikretmesinden önce, her nevi öncenin öncesinde, ezelin ezelinde, özelliği kıdem olan ilmimde ve gaybımda onu zikretmişimdir...”
“Kulum, Benimle iftihar ederek insanlar arasında sevinç ile ve (benim böyle bir Mevlâm var, diye) övünerek Beni zikrederse, Ben de onunla övünerek ve kadrini yücelterek daha hayırlı bir topluluk içinde, onun Beni zikrettiği mümin cemaattan daha üstün olan meleklerim arasında kendisini zikrederim.”
“Daha hayırlı bir topluluk arasında...” ifadesinin manâsı, “Hâl yönünden onlardan daha üstün olan...” olabilir. Zira meleklerin hâlleri tek bir hâldir. Bu hâl, İzzet ve Celâl sahibi Allah’ın, “Onlar hiç fütûr getirmeden, gece gündüz tesbih ederler...” (Enbiya, 21/20) âyeti ile belirttiği gibi Hakk’ın rızasına uygun olan hâldir. “Melekler, Allah’ın kendilerine verdiği emirler konusunda isyan etmezler. Memur edildikleri işleri yaparlar.” (Tahrim, 66/6). Hâlbuki müminlerin hâlleri birbirinden farklı ve değişiktir. Zamanlarının bir kısmını taat, bir kısmını bunun zıddı ile bazı amelleri eksik, bazılarını tam yaparak; bazen çalışarak bazen gevşeklik yaparak geçirirler. Bundan ötürü bahis konusu melekler topluluğu, hâlleri itibariyle mümin olan insan topluluğundan daha hayırlıdır. Her ne kadar melekler bütün müminlerden daha hayırlı değiller ise de.
“Kulum Bana bir karış yaklaşırsa...” yani kasd ve niyetle Bana bir karış yaklaşırsa, Ben onu kendime bir arşın yaklaştırır, buna onu muvaffak ve müyesser kılarım.”
Kulum Bana azmi ve cehdi ile bir arşın yaklaşırsa, Ben onu hidayet ve himayemle kendime bir kulaç yaklaştırırım.
Benim dışımdaki varlıklardan yüz çevirerek Bana gelen kulumu, nezdime alırım. Böylece Benden başkasının onda bir eser ve tesiri kalmaz, hiç bir şey ona yol bulamaz.
Burada Allah Teâlâ sanki şöyle demiş oluyor: Mâsivâdan yüz çevirerek hızlı bir şekilde Allah’a yönelen, bir şeyin önüne çıkıp Allah’a giden yolunu kesmesinden ve ona yönelmesini engellemesinden endişe eden kimseyi yanıma ulaştırırım. Bana gelen yolunu kesen her nevi engelleri önünden kaldırırım. Bana gelmesine mâni olacak yoldaki arızaları düzeltirim. Allah hakikati daha iyi bilir.
Başka bir rivayette bu hadis: “Kim Bana bir karış yaklaşırsa...”, “Kim Bana bir arşın yaklaşırsa...", “Kim bana yürüyerek gelirse...”, şeklinde nakledilmiştir. Allah daha iyi bilir ama buna göre hadisin manâsı şudur: “Kim Bana ibadet ve taatla bir karış yaklaşırsa, tevfik ile kendisine bir arşın yaklaştığım kimse işte o’dur. O kimse ki, ihlasla Bana bir arşın yaklaşır, cezbetmek suretiyle kendisini Bana bir kulaç yaklaştırdığım kimse işde o’dur.” “Temâşa ve müşâhede etmek için Bana yürüyerek gelen bir kimse için, hemen koşarak aramızdaki gayb perdelerini kadırırım.”
Bu duruma göre burada geçen ve “kim” manâsına gelen “men” kelimesinin, “ellezi” manâsına gelmesi mümkündür. Bu takdirde, “Ona yaklaşırım” cümlesi haber olur.
“Ona yaklaşırım” cümlesi de böyledir. Yani bu söz, “Kendisine yaklaştığım kimseler, Bana yaklaşmış olurlar.” manâsına gelmektedir.
Hadiste geçen ibarelerin soru-cevap şeklinde düşünülmesi de mümkündür. Nitekim “Bugün mülk kimindir? Tek ve Kahhâr olan Allah’ındır.” (Ğâfir, 40/16) âyetinde böyle bir durum vardır. Bu duruma göre,-Kulum, Bana bir karış yaklaşır mısın? O halde Ben de sana bir arşın yaklaştım, şeklinde- cevap, soruyu soran tarafından verilmiş olmaktadır.
II. HADİS VE SÜNNETİN TASAVVUF ISTILAHLARINA TESİRİ
Tasavvufî hayat ve düşüncenin kaynağı Kur’ân ve Sünnet midir, değil midir? Tartışmasına girmeden şunu söyleyelim ki, bu hayatın fikir ve müesseselerinde ıstılah ve teşkilatlarında, Hz. Peygamber mihver şahsiyettir.
Tesbit ve fikirleri en tartışmalı olan bir sufînin bile gündeminin ilk sırası, Kur’ân ve Sünnete ayrılmıştır. Su- fîler tasavvufî düşüncelerini hadislere dayandırmakta titizlik göstermişler, bunun için konuya ışık tutan hadisleri delil olarak kullanmışlardır. Bu gruba giren ıstılahlar pek çok ise de burada 10 tanesine kısaca temas edilecektir.
1. Ashab-ı Suffa:
Hz. Peygamberin kurduğu ilk müesseselerden biri Suffa’dır. Çok gayeli bir müessese olması sebebiyle daha sonraki asırlarda, İslâm kültür ve medeniyetinde ortaya çıkan birçok müessesenin ilk örneği olarak Suffa görülmüştür. Kimine göre İlk İslâm üniversitesi burasıdır. Kimine göre ilk medrese budur.
Sufîlere göre ise ilk tekke burasıdır. Hatta sufî ve tasavvuf kelimesinin menşei meselesi tartışılırken bu kelimenin, ‘Suffa’dan türetildiğini iddia edenler de olmuştur. Suffanın ilk tekke sayılması şüphesiz orada barınan insanların ibadet ve taat hayatlarına, zikir ve tefekkürlerine zemin teşkil etmesi sebebiyledir.
2. Silsile:
Zincir anlamına gelen silsile, bilgi aktarma işleminde bulunan insanların, tarih sırasına göre tesbit edilmesi demektir. Aktarılan bilgi bir hadis-i şerif olabileceği gibi herhangi bir insanın söz ve tesbiti de olabilir. Özellikle Hz. Peygamber’in sözlerini nakletme konusunda önem kazanan silsile meselesi, daha sonraki yıllarda hadis sahasından tasavvuf alanına da geçmiş, özellikle XII. asırdan sonra yayılmaya başlayan büyük tarikatların vazgeçilmez unsurlarından biri hâline gelmiştir.
Tasavvufî hayattaki silsile bir mürşidler silsilesidir. Aktardan ilim de batınî ilimdir, tasavvufî ilimdir, irfandır, marifettir. Bu silsilelerin hepsi Hz. Peygamberle başlar ve bugüne ulaşır. Bazı silsileler Hz. Peygamber’den sonra, Cebrail ile Allah’a ulaşır.
3. Zikir:
Asırlar içinde tasavvufî hayat içinde oluşan ve yerleşen geleneğe göre, Hz. Peygamber iki türlü zikir telkin etmiştir.
1. Hafî (gizli, sesizce yapılan) zikir.
2. Cehrî (sesli yapılan) zikir.
Yine sufîlere göre, Hz. Peygamber hafî zikri, Hz. Ebû Bekir’e talim etmiştir. Kelime-i Tevhid’i sessizce onun kulağına söylemiştir. Hz. Ali’ye ise sesli zikri telkin etmiştir. Bugün tarikatların da hafî ve cehrî tarikatlar diye ikiye ayrılması bu tesbite dayanmaktadır. Hz. Ebû Bekir kanalıyla Hz. Peygamber’e ulaşan tarikatlar (Nakşibendilik gibi) hafidir; Hz. Ali yoluyla Hz. Peygamber’e ulaşan tarikatlar (Kadirîlik, Rufaîlik gibi) cehrîdir.
4. Salât u Selâm:
Hz. Peygamber’e duyulan sevgi ve muhabbetin ifadesi olan salât u selâm, (en kısa şekliyle Allahümme salli alâ seyyidina Muhammed) her Müslümanın görevidir. “Şüphesiz Allah ve melekleri, Peygamber Muhammed’i överler. Ey inananlar! Siz de O’nu övün, O’na salât ve selâm getirin.” (Ahzab, 33/56).
Tasavvufî zikir meclislerinde, Allah ve O’nun diğer isimlerinden sonra en çok tekrar edilen zikir; salât u selâmdır. Bazan saatlerce süren zikir meclisleri çok değişik ve uzun salât u selâmlarla devam eder... Ayrıca toplumumuzda yaygın olan kitaplardan biri de Delâilu’l-hayrat’tır. Bir sufî tarafından kaleme alınan ve salât u selâmdan ibaret olan bu kitaba, tarih içinde pek çok şerh ve haşiye yazılması da yaygınlığı ve şöhretine işaret etmektedir. Pek çok sufînin benzer risaleleri vardır.
5. Tebettül:
Tebettül, hadislerde bekâr yaşamak, dünyayı tamamen terkederek inziva hayatı yaşamak gibi anlamlarda kullanılmış ve Peygamberimiz tarafından menedilmiştir. “İslâmiyette ruhbanlık yoktur.” sözü de bu anlamdadır. Fakat tebettül kelimesi Kur’ân-ı Kerim’de farklı anlamda kullanılmıştır. Müzzemmil Sûresi’nin ilk âyetlerinde, Peygamberimizin gece kalkıp namaz kılması, Kur’ân okuması, zikretmesi emredilirken, “tebettül” kelimesi de “Herşeyi bırakarak O’na yönelme” anlamında kullanılmıştır. “Ey örtünüp bürünen Muhammed! Gecenin yarısında, istersen biraz sonra, ister biraz önce, bir müddet için kalk ve ağır ağır Kur’ân oku. Doğrusu Biz sana taşıması ağır bir söz vahyedeceğiz. Şüphesiz gece kalkışı daha tesirli ve o zaman okumak daha elverişlidir. Çünkü gündüz seni uzun uzun alıkoyacak işler vardır. Rabbinin adını an, herşeyi bırakıp yalnız ona yönel.” (Müzzemmil,73/1-8).
Hz. Peygamber’in derunî hayatı için kullanılan ve Kur’ân-ı Kerim’de bir defa zikredilen tebettül kelimesi, bazı araştırıcılara göre tasavvufla eş anlamlıdır.
6. İhsan:
Buharî ve Müslim’in rivayet ettiği bir hadiste Hz. Peygamber bize, iman ve İslâm’ın esaslarını sıraladıktan sonra üçüncü merhalede ihsanı tarif etmektedir: İhsan, Allah’a, O’nu görüyormuşçasına ibadet etmektir. Her ne kadar sen O’nu görmüyorsan da o seni görüyor.
Buradaki ihsan ıstılahıyla tasavvuf ıstılahını eşdeğer gören bazı âlim ve sufîler, tasavvuf ıstılahını değil de bunu kullanmak gerektiği kanaatindedirler. Çünkü bu derece önemli bir ilim ve irfan merkezini “tasavvuf” gibi Kur’ân-ı Kerim ve Hadislerde bulunmayan bir kelime ile isimlendirmek yanlıştır. Bu tartışmalar bir tarafa tasavvufî ahlâkı ifade etmesi açısından bu, “ihsan psikolojisi”nin önemine işaret etmekle yetinelim.
7. Fena fi’r-rasûl:
Bütün eğitim sistemlerinde olduğu gibi tasavvufî terbiyede de tedricîlik vardır. Seyru sulûk basitten mürekkebe doğru bir yol izler. Tasavvufî hayattaki makamlar ile çok çeşitli tasnifler bu konuyla ilgilidir. Bunlardan biri de fena ile ilgili tasniftir. Bu tasnifin de sondan bir önceki basamağı Hz. Peygamberle ilgilidir:
1. fena f’iş-şeyh
2. fenafi’l-pir
3. fena fi’r-rasûl
4. fena fillâh.
Fena fi’r-rasûl makamı; Hz. Peygambere duyulan aşk, sevgi ve mahabbetin doruk noktasıdır. O’nun sevgisinde yok olmak, ümmeti olmanın verdiği gönül zenginliğini yaşamak, yolunda yürümenin iştiyakıyla yanıp tutuşmak, bu makamın en bariz özelliklerindendir. Kâinatın Efendisi için yazılan binlerce na’t, bu feryadın yankılarının sadece bir parçasıdır.
Susuz kalsam yanan çöllerde can versem elem duymam
Yanardağlar yanar bağrımda ummanlarda nem duymam
Alevler yağsa göklerden ve ben masseylesem duymam
Cemalinle ferahnak et ki yandım ya Rasûlallah
Ne devlettir yumup aşkınla göz rahında can vermek
Nasib olmaz mı sultanım Haremgâhında can vermek
Sönerken gözlerim asân olur âhında can vermek
Cemalinle ferahnak et ki yandım ya Rasûlallah
Yamandede (Abdülkadir Keçeoğlu)
8. Keramet:
Kerametin burada bizi ilgilendiren tarafı Hz. Peygamberle ilgisidir. O, hadislerinde önceki ümmetlere ait şahısların kerametlerinden de bahsetmiştir.
Mucize peygamberlere aittir, keramet ise salih kullara. Peki, kerametler ile mucizeler arasındaki ilişki nedir. Bu soruya Kuşeyrî şöyle cevap veriyor: “Bu nevi kerametler, Peygamberimizin mucizelerine ilhak edilir. (Keramet mucizenin lâhikasıdır). Çünkü Müslümanlığında sadık ve samimi olmayan hiçbir kimsede zuhur etmez. Ümmeti içinde biri vasıtasıyla kendisinden keramet zuhur eden bir velînin bu kerameti, aslında o Peygamberin mucizelerinden sayılır. Çünkü bu Peygamber sadık ve samimi olmasaydı, kendisine tâbi olanlardan keramet zuhur etmezdi. Şu muhakkak ki evliyanın rütbesi, hiçbir zaman enbiyanın derecesine ulaşamaz. Bu konuda ittifak vardır. İlgili bir soruya Bayezid Bistamî’nin verdiği şu cevapta bunu gösterir:
“Peygamberler için hâsıl olan (mucize ve füyûzatın) misali, içi bal ile dolu olan ve balı dışarı sızdıran tuluktur. Bu tuluktan sızan şeyler bütün velilerin sahip oldukları (keramet ve füyûzat) gibi şeylerdir. Tuluğun içinde bulunan ise Peygamberimize ait olan durumundadır.”
9. Hakikat-ı Muhammediye:
Özellikle İbn Arabî ile zirveye ulaşan Vahdet-i Vucûd düşüncesinde çok sık kullanılan ıstılahlardan biri olan Nûr-i Muhammedî veya Hakikat-ı Muhammedî, Hz. Peygamberin bütün iyi ve güzel vasıflara en üst seviyede sahip olması konusuyla ilgilidir. Hz. Peygamber’in nurunun yaratılışının, Hz. Âdem’den de önce olduğu konusundan ilham alan sufîler âdeta Hz. Peygamber’in çevresinde bir “nûr felsefesi” örmüşlerdir.
Vahdet-i vucûtçu sufîlerin izahlarıyla daha geniş ve farklı boyutlar kazanan Hakikat-ı Muhammediye’ye göre bütün varlıklar Kâinat’ın Efendisi’nden feyz ve nûr almaktadırlar. Hallaç ise şöyle diyor: Nübüvvet nûru O’nun nurundan doğmuştur, nurların aydınlığı bile O’ndandır.
Vahdet-i vucûtcu sufîler Hakikat-ı Muhammediye ile şu ıstılahları eşanlamlı olarak kullanırlar: Hakikatların hakikati, Muhammed’in ruhu, ilk akıl, Arş, en büyük ruh, en yüksek kelam, halife, kâmil insan, âlemin aslı, gerçek âlem, berzah, hayat feleği, heyulâ, ilk madde, ruh, kutub.
Sufî şairlerin de en güzel ilham kaynaklarından biri budur:
Nebî idin Âdem duruken mâu tîn içre
İmam-ı enbiya olsan revadır Ya Rasûlallah
A. M. Hudayî
10. Hatm-ı Velâyet:
Hz. Peygamber’in son peygamber oluşunu ifade eden “hatm-i nübüvvet” (bk. Ahzab, 33/40) zamanla tasavvufî düşünceye şöyle bir konu getirmiştir. Acaba peygamberlerin sonuncusu olduğu gibi velîlerin sonuncusu da var mıdır? Konu ile ilgili ilk eserin sahibi Hâkim Tirmizî (öl. 285/898) ise de (Hatmu’l-Evliya, Beyrut, 1965), bu meseleyi enine boyuna inceleyen ve tartışmalara sebep olan sufî, Muhyiddin İbn Arabî’dir (öl. 638/1240). Konunun tartışılması bu makalenin gayesi dışındadır. Ancak şu kadarı söylenmelidir ki, bu ıstılahın tasavvuf edebiyatına girişi, Hz. Peygamber’in son peygamber, oluşuyla ilgili olduğu gibi konuyu, Fusûsu’l-Hikem adlı meşhur eserinde gündeme getiren İbn Arabî de Hz. Peygamber’den bahsetmektedir.
NETİCE YERİNE
“Bu ilmimiz Kitab ve Sünnet’le mukayyettir. Seyr u sülûkundan önce Kur’ân okumayan, hadis yazmayan, fıkıh öğrenmeyen kimseye uymak doğru değildir.”
“Allah’a giden bütün yollar mahlûkata kapalıdır. Ancak Hz. Peygamber’in izinden giden, sünnetine uyan kimse müstesna. Bu kimseye bütün hayır yolları açıktır.”
Salâtullah Selâmullah
Salâtullah selâmullah Habîb-i Kibriyâ’sına
Bizi bahş eyleye Allah, Muhammed Mustafa’sına
Salâtullah selâmullah anın nûr-i dîdârına
Bizi bahş eyleye Mevlâ, Habîb’in Çâr-i Yârına
Salâtullah selâmullah ola Hayru’l-Verâsına
Bizi bahş eyleye Mevlâ, Aliyyü’l-Mürtezâ’sına
Salâtullah selâmullah anın evlâd ü âline
Bizi bahş eyleye Allah, Sahâbenin hisâline
Salâtullah selâmullah cemîi enbiyâsına
Bizi bahş eyleye Mevlâ, gürûh-i evliyasına
Salâtullah selâmullah anın ümmetine olsun
Bizi bahş eyleye Allah, anın hürmetine olsun
Salâtullah selâmullah bu Ümmet-i Muhammed’e
Bizi bahş eyleye Mevlâ, bu mevlûd-i Muhammed’e.
Erzurumlu Mehmet LÜTFİ