1939 yılında Trabzon’un Sürmene ilçesinde doğdu. İlkokulu bitirdikten sonra tanınmış âlimlerden Kur’ân-ı Kerim, Arap- ça, Farsça ve İslâmî ilimler tahsil etti. 1958’ de yapılan vaizlik imtihanını kazandı. 1961 yılında Karabük vaizliğine atandı. Bu görevde iken ortaokul ve liseyi dışardan bitirdi. 1966 yılında A.Ü. İlahiyat Fakültesini birincilikle bitiren YAZICI, İskenderun Müftülüğüne tayin edildi. Daha sonra sırayla Aydın, Giresun, Samsun, Balıkesir ve Kayseri müftülüklerinde bulundu. 1988 yılında Diyanet İşleri Başkan Yardımcılığına atandı.
VAHY MESELESİ
VAHY’IN LÜGAT MANÂSI
Bu makalenin giriş paragrafında Arapça bazı kelimeler yazılıp açıklamalar yapılmıştır. Aslını okumak için derginin bu sayfasına bakılmalıdır.
Vahiy, “İşaret etmek, yazı yazmak, elçi göndermek, ilham
etmek, gizlice söz söylemek, fısıldamak ve başkasına ilka olunan her şey, yazılmış kitap ve mektup”(1); emretmek, ses, acele etmek gibi çeşitli mânâları vardır. Vahy kelimesi Arap şiirlerinde bütün bu mânâlarda geçer.
Yazı yazmak mânâsına geldiği A’ver hadisinde zikrediliyor: Alkame demiştir ki: “Kur’ân’ı iki senede okudum.” Bunun üzerine Hars şöyle söyledi: “Kur’ân kolaydır, vahiy ondan daha zordur.” Hars, burada Kur’ân sözü ile kıraati, vahiy ile de yazı ve hattı murad etmiştir.” (2)
Vahiy, bildirmek maksadıyle başkalarına ilka olunan her şeye denildiği halde sonraları daha ziyade Allah’ın peygamberlerine ilka ettiği şey anlamında kullanılmıştır. Vahy, birisine kelâm söylerken, onu başkalarından gizli tutmaktır. İbnü’l Enbarî demiştir ki: “Peygamberlere ilka olunan şeye vahiy denildi. Çünkü vahyi getiren melek, onu başkalarından gizli tutmuş ve sadece gönderildiği peygambere tahsis etmiştir.” Ebû İshak der ki: “Vahy’in lisanda aslı, bir şeyi gizlice bildirmektir.”(3)
Rağıb diyor ki: “Vahy’in aslı; süratli işaret mânâsınadır. Bu mânâ bazen remz ve ta’riz yoluyla kelâm, bazen de terkipten mücerred sesle olur. Ve bazı âzâ ile işâretle olduğu gibi yazı yazmak suretiyle de olur.” Vahy’in bu muhtelif lügat mânâları arasındaki müşterek mefhumu, bir şeyi çabuk ve gizli olarak bildirmektir. Böylece vahiy, bir mânâyı diğerine söz söylemeden işaret, kitabet, ilham gibi şekillerden biriyle ilka etmek yahut söz söylenecekse, başkaları tarafından duyulmayacak derecede gizli ve çabuk söylemektir.
VAHY’İN ISTILÂH MÂNÂSI
Peygamberlere vakî olan vahiy, beşerî bilgilerimizin üstünde hususi bir keyfiyette tecellî ederek gerçek bir ilim telkin eder. Bu mânâda vahiy, nebî’nin kalbinde doğan bir ilham değil, Allah tarafından doğrudan doğruya veya elçi vasıtasıyla peygambere ilka olunan ve kesinlik ifade eden bir ilimdir.
Vahy’in çeşitli mânâları arasında dinî terim olarak tarifi, sadece peygamberlere mahsus olan ilâhî vahiy’dir.
Bu konuda M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’ân Dili, c. 2, s. 1527’de tefsirinde şunları kaydediyor: “Fakat enbiyaya mahsus olan bir tarz-ı vahy vardır. Bu mânâyı hâssiyle vahy-i nübüvvet, diğer ulûm-i beşeriyyenin fevkinde bir keyfiyyeti mahsusa ve zarûret-i kat’iyye ile hakke’l-yakîn bir ilim telkin eden tecellî-i hakkın ism-i mahsusudur. Şer’an vahy denildiği zaman bu mânâ kasdedilir.”
Vahy’in lügat mânâları ile ıstılâh mânâsı tetkik edildiği zaman bu kelimenin din ıstılâhındaki mânâsının lügat mânâsından pek ayrı olmadığı ve aralarında anlam bakımından bir irtibatın bulunduğu anlaşılmaktadır.
Bilhassa, “Allah’ın peygamberlerine olan vahy’inde kelimenin maddesinde iki asıl mânâ olan gizlilik ve sür’at mefhumlarına riayet olunmuştur.”(4)
Dinî terim olarak vahy’in mefhum itibariyle birbirine yakın birçok tarifleri yapılmıştır. Biz bunlardan bir iki tanesini zikretmekle iktifa edeceğiz. Vahy, “Cenab-ı Hakk’ın peygamberlerine şer’î ve benzeri hükmü bildirmesidir.”(5) Ez-Zerkânî, Menahilü’l-İrfan fî ulûmi’l-Kur’ân adlı eserinde ise vahy’in, şerîat lisanındaki mânâsını şöyle tarif ediyor : “Allah’ın, kullarından seçtiği kimselere ilim ve hidayet çeşitlerinden muttali olmalarını dilediği şeyleri bildirmesidir. Lâkin bu bildirmek, beşer için mûtad olmayan sırrî ve gizli bir yol iledir.” Bu tariflerden anlaşılacağı üzere dinî ıstılâh bakımından vahiy, Allah’ın dilediği ahkâmı, esrar ve hakikatleri peygamberlerine hususi yollardan biri ile bildirmesidir.
İLÂHİ VAHY’İN YOLLARI
Peygamberler, vahy-i ilâhîye mazhar olmuş mümtaz şahsiyetlerdir. Bunu Kur’ân-ı Kerim bazı ayetlerde tasrih ediyor.(6) Fakat Cenab-ı Hak, peygamberleri ile nasıl konuşur? Kelâmını onlara nasıl duyurur? Kur’ân-ı Kerim bu suallere şu cevabı veriyor:
“Bir vahy ile ya bir perde arkasından yahut bir elçi gönde rip de kendi izni ile dileyeceğini vahyetmesi olmadıkça, Allah’ın hiç bir beşere kelâm söylemesi (vakî) olmamıştır. Şüphesiz ki O, çok yücedir, mutlak bir hüküm ve hikmet sahibidir.”(7)
İnsanlara, dolayısıyla peygamberlere vukû bulan vahy-i ilâhî’nin şu üç yoldan biriyle husûle geleceği bu âyetle beyan olunmuştur. Şimdi bunları biraz açıklamaya çalışalım:
1- Vahy suretiyle kelâm: Allah Teâlâ dilediği mânâyı doğrudan doğruya kalbe ilka ve ilham eder. “Bu türlü vahiy, hem peygamberlere ve hem de Hazreti Mûsâ’nın vâlidesine olduğu gibi diğer insanlara da olabilir. Hem uyanıkken ve hem de uyku hâlinde, gıyaptan da olur, ru’yet hâlinde de olur. Nitekim İsra gecesi, Rasûlüllah’a öyle olmuş idi.”(8) Birçok tefsirler de beyan olunduğu üzere, Allah’ın vahy sûretiyle beşere kelâm söylemesi iki şekilde olmaktadır:
a)Ru’yayı saliha tarîkidir ki menamda (uyku hâlinde) vukû bulmaktadır. Cenab-ı Hak dilediği şeyleri peygamberlerine sadık bir ru’ya ile bildirir. Felsefeciler bu ru’ya olayını şöyle izah ederler:
“İnsan bedenini idare eden idrak sahibi ruh, hayvani maddelerden mücerred manevî bîr şeydir, insanı idare için ona manevî olarak bağlıdır. Mücerred olması sebebiyle gaybî şeylere muttali olur. Lâkin ruh, uyanıklık hâlinde bedenin tedbîri ile meşgul olduğundan gaybi ittilâ ile arasında bir perde bulunur. İnsan uyanınca ruh bedenin idaresinden alâkasını keser, “Mele’i-Âlâ” ile ittisal eder. Ruh, fasid şehvetlerle kirlenmemiş olup sâfı ise gaybi idrak etmesi tam olur. Hiç bir değişiklik olmadan idrak ettiği suretle aynen vukû bulur. Peygamberlerde ve onlara tabî olan salih kullarda hâl böyledir. Amma eğer ruh, fasid şehvetler ve haram lezzetlerle mülevves olursa, rûhun safiyyeti değişmiş olur. Ve sûretleri temiz ve doğru bir şekilde göstermeyen kirlenmiş aynaya benzer. Peygamberin ve onlara tabî olan salih kimselerin gayri insanların hâli de böyledir.”(9)
Bu satırları nakleden makale sahibi el-Cezîri, bu izah tarzını beğeniyor ve Fütühat-ı Mekkiyye sahibinin de aynı görüşü kabul ettiğini yazıyor.
Hazreti İbrahim’e, oğlunu kurban etmesi için verilen emir bu şekilde sadık ru’ya tarîki ile bildirilmiştir. Bu mevzu Kur’ân-ı Kerim’de şöyle anlatılıyor: “Artık o (oğul İbrahim’in) yanında koşmak çağına erince (babası), ‘Oğulcağızım dedi, ben seni ru’yamda boğazlıyorken görüyorum. Bak artık ne düşünürsün?’ Oğlu da cevaben dedi ki: ‘Babacığım sana verilen emir ne ise yap. İnşaallah beni sabredenlerden bulacaksın.’ Vaktaki bu suretle ikisi de (Allah’ın emrine) râm oldular. (İbrahim) onu alnı üzere yıktı. Biz ona şöyle nida ettik: Ya İbrahim, ru’yana sadakat gösterdin, şüphesiz ki biz, iyi hareket edenleri böyle mükâfatlandırırız.”(10)
Peygamberimize de bi’setin ilk yıllarında vahy-i ilâhî ru’yayı sadıka ile olurdu. Bundan ileride bahsedeceğiz.
b)İlham tarikidir ki Cenab-ı Allah dilediği şeyleri vasıtasız olarak gayet gizli ve serî bir surette peygamberlerin kalbine ilham eder. Bu türlü vahye, başkaları tarafından duyulmadığı için vahy-ı hafî (gizli vahy) denildiği gibi kelimeler hâlinde tilâvet olunmadan indirildiği için de “vahy-ı gayr-i metlüv” denilir. Peygamber olmayan kimselerden Hz. Musa’nın annesine vukû bulan vahy, bu kısımdan bir ilhamdır.
2- Perde arkasından kelâm: “Dinleyen kimin söylediğini görmeden kelâmı İşitir. Hz. Mûsâ’nın işittiği gibi(11). Tebliğ edici bir vasıta olmaksızın Cenab-ı Hakk’tan doğrudan doğruya işittirdiği bu kelam da vahiydir. Çünkü Allah, Hz. Mûsâ’ya vasıtasız olarak işittirdiği kelâma şu âyetde vahy tesmiye ediyor: “Vohyolunanı dinle.”
“Bu (yani perde arkadından kelâm) doğrudan doğruya kalbe değil, samiaya ilka edilmiş olduğundan perde arkasından olmuş oluyor. Rasûlüllah’ın, “Bazen bana çan sesi gibi gelir” dediği kısım da bu kabilden sayılmak lazım gelir.”(12) İmam Fahruddîn Razî tefsirinde (c. 7, s. 423) arada vasıta olmaksızın perde arkasından doğrudan doğruya Kelâmüllâh’ın aynının işitildiğini kaydediyor.
Perde arkasından işitilen bizzat Allah kelâmı mıdır? Yoksa Kelâmüllâh’a delâlet eden sesler midir? Allah kelâmını bizzat işitmek mümkün müdür?
Bu meselede mezhepler arasında farklı görüşler vardır. Şöy- leki: “Kelâm-ı Zâtîyi işitmek bilittifak muhal değildir. Belki levn (renk) ve şekilden mücerred bulunan Zât-ı Ulûhiyyetin görülmesi gibi, harf ve savt olmayan kelâmın da -harikulâde kabilinden olarak- işitilmesi caiz ve mümkündür. Fakat acaba Hz. Mûsâ’nın “Kelîmullah” olması, bilâkeyf Kelâm-ı Zât-ı İlâhîyi işitmiş olmasına mı, yoksa ona delâlet eden sesleri ve harfleri bilâvasıta işitmiş bulunmasına mı mebnîdir?
İşte yalnız bu hususta Eş’arî ile Mâtürîdiye meyanlarında ihtilâf vukû bulmuştur.”(13) Allâme Teftazânî Akaid şerhindeki Kelâmüllah bahsinde, bu konu ile ilgili olarak der ki: “Amma Allah’ın sıfatı olan Kelâm-ı Kadîmin işitilmesi caizdir. Lâkin bu işitmek savt ve harf olmaksızın harikulâde bir tarikledir. Huccetü’l İslâm İmam Gazâlî’ nin de ihtiyarı budur. O, bu konuda şöyle diyor: ‘Rabbımın Kelâmı savtsız ve harfsiz işitilir, nasıl ki âhirette Zâtı, kemmiyet ve keyfiyetsiz görülecektir.’ Bu görüşü üstad Ebû İshak Isferâyinî kabul etmiyor. Şeyh Ebû Mansur el-Mâtürîdî de aynı görüşü tercih ediyor. Bunlara göre ayetin mânâsı: “Allah’ın kelâmına delâlet eden şeyi işitmek” demektir. Nasıl ki falanın ilmini işittim sözü, “falanın ilmine delâlet eden lâfzı işittim” demektir. Binaenaleyh Hz. Mûsâ (a.s.), Allah Kelâmına delâlet eden savtı (sesi) işitmiştir. Lâkin bu işitmek kitap ve melek vasıtasıyla olmadığından, Hz. Mûsâ ‘Kelîm’ ismiyle tavsif edilmiştir.”
Bununla beraber İmam Mâtürîdî’nin, “Kitabü’t-Tevhîd” adlı eserinde, Kelâm-ı Zâtî’nin işitilebileceğini tasrih ettiği de Mevâidü’l-En’âm kitabında, Manastırlı İsmail Hakkı tarafından zikredilmektedir.
Gerek harikulâde olarak doğrudan doğruya bizzat Allah kelâmını işitmek, gerekse ona delâlet eden savtları işitmek olsun, arada hiç bir vasıta olmadan ve söyleyeni görmeden, perde arkasından ilâhî hitaba mazhar olmak vahiy tariklerinin ikinci kısmıdır.
3- Bir tebliğ edici elçi yani melek vasıtasıyla dilediğini vahyettirmek sûretiyle kelâm: Cenab-ı Hak dilediği şeyleri ve ahkâmı, peygamberlerine elçi melek vasıtasıyle tebliğ eder, bildirir. “Meleğin vahyi gerek kalbe ilka ve gerek sesle veyahut sessiz kelâm ile olabileceği gibi, meleğin gelişi dahî cismanî bir surette temessül edip etmemekten eamdır. Meleğin kuvvet ve mertebesinin de ayrıca bir ehemmiyeti vardır.
Meselâ; Cibrîl ile olan vahy’in ifade ettiği ilm-i zarurî hepsinden yüksek olur. Sonra peygamberler vasıtasıyla sair insanlara olan tebliğat ve telkînat da bu kısma dâhildir.”(14)
Allah’tan aldığı vahyi peygamberlere tebliğ eden melek, bazen hakikî sûretinde gelir, bazen bir insan sûretinde gelir; orada hazır bulunanlar kendisini görür kelâmını işitirler. Bazı zamanlarda da melek gelir, vahyi tebliğ eder fakat görülmez. Kur’ân-ı Kerim’in vahyedilmesi bu üçüncü kısım olan elçi melek vasıtasıyladır. Vahy’in en çok vukû bulan ve meşhur olan nev’i de budur.
KUR’AN-I KERİM’DE VAHİY
Kur’ân-ı Kerim’de vahy’in birkaç nev’ine rastlandığı gibi muhtelif mânâlarda kullanıldığı da görülmektedir. Prof. M. Tayyib Okiç’in tefsir notlarında izah ettiği üzere bunları, “İlâhî Vahy” ve “Gayri İlâhî Vahy” olmak üzere iki gruba ayırabiliriz.
a) Gayri İlâhî Vahye (Allah’tan başkası tarafından vâkî olan)dair Kur’ân-ı Kerim’de iki misal vardır.
1- Zekeriyya (a.s.)’ın kavmine yaptığı vahiydir. Meryem Sûresi’nin 11. âyetinde geçmektedir.
“Derken (Zekeriyya) mescidinden kavminin karşısına çıkıp onlara; sabah, akşam tesbihte bulunun diye vahy etti.” İnsandan insana olan buradaki vahyetti kelimesi îma etti, işaret etti mânâlarındadır.
2- Şeytanların vahy’ine ait olup En’âm Sûresi’nin 112. âye- tindedir.
“Biz her peygambere de insan ve cin şeytanlarını böylece düşman yaptık. Onlardan kimi kimine, aldatmak için yaldızlı birtakım sözler vahyeder.
Eğer Rabbin dileseydi bunu yapamazlardı öyle ise onları düzmekte oldukları yalanlarıyla (başbaşa) bırak.”
Bu âyette görülen, ins ve cin şeytanlarının yekdiğerlerine karşı yaptıkları vahiydir. Burada vahiy kelimesi, gizlice söylemek, fısıldamak demektir. Yine En’am Sûresi’nin 121. Âyetinde, şeytanların vahyinden bahsedilmektedir. Âyetin meali şöyledir: “Üzerlerine Allah’ın ismi anılmayanlardan yemeyin, çünkü bu, muhakkak ki bir fısktır. Filhakika şeytanlar sizinle mücadele etmeleri için kendi dostlarına mutlaka vahyederler. Eğer onlara itaat ederseniz, şüphesiz sizler de Allah’a eş tanıyanlarsınızdır.”
Bu âyet-i celîlede şeytanların, kendi dostlarına yaptıkları vahiy’den bahsediliyor ki, burada zikredilen vahy kelimesi; telkin etmek, söylemek, teşvik etmek anlamlarına gelmektedir.
b)İlâhî vahy (yani Allah tarafından vukû bulan vahy)’in Kur’an-ı Kerim’de beş nev’ine rastlamaktayız:
1- Cansız olan eşyaya yapılan vahy; Zilzal Sûresi’nin beşinci âyetinde, “Çünkü Rabbin kendisine (arz’a) o
veçhile vahyetmiştir.” Arz’a olan vahiyle Secde Sûresi’nin 12. âyetinde, “Bu sûretle onları yedi gök olmak üzere iki günde vücûda getirdi. Her gökte ona ait emri vahyetti.” Semâya olan vahiy.
2- Hayvanlardan bal arısına olan vahiy; Nahl Sûresi’nin 68 ve 69. âyetlerinde Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor:
“Rabbin bal arısına da şöyle vahyetti: ‘Dağlardan ve ağaçlardan ve kuracakları köşklerden göz göz evler edin, sonra meyvaların hepsinden ye de Rabbinin müyesser kıldığı yollara koy. İçlerinden renkleri muhtelif bir içecek peyda olur ki onda insanlara bir şifa vardır.’ Herhalde bunda tefekkür edecek bir kavim için elbet bir âyet var.” Buradaki bal arısına olan vahiy garîzî bir ilham demektir. Bu âyet-i celîlenin tefsirinde, M. Hamdi Yazır şu izahatta bulunmaktadır: (Hak Dini Kur’an Dili, c. 4, s. 3108.)“İlham, bir mânâyı kalbe ilkadır. Fakat ilham, ilmî veya amelî bir vücûb ve ıztırar ifade etmez.
Hâlbuki bal arısında şu ifade olunan meânî zarûreti ameliyye ifade eden bir fıtratı mahsûsadır. Denilebilirki arının san’atı bir nübüvvet vahyi olmamakla beraber zarurî bir hüküm ifade etmesi haysiyetiyle ona şebihtir... Yani Hak Teâlâ tarafından, arıya bal yapmak ruh ve san’atı şaşmaz bir vücub ve isabetle verildiği gibi, peygambere gelen vahiyde zarûrî bir ilm-i ledünnidir... Binaenaleyh arıya vahyin mânâsı ona, o ruh-ı fıtratı vermek ve zahirî bir vasıta olmaksızın gizli bir sûrette terbiye ederek ona, o his ve san’atı kemâl-i katiyetle tâlim edip belletmektir.”
3- Meleklere hitaben vâkî olan vahiy; Enfal Sûresi’nin 12. âyetinde geçmektedir.
“Hani Rabbin meleklere, ‘Şüphesiz ki ben sizinle beraberim, haydi iman eden (o mücahid) lere sebat ilham edin’ diye vahye- diyordu.”
4- Peygamberlerden başka insanlara olan vahiy; Mâide Sûresi’nin 3. âyetindeki şu vahiydir:
“Hani Havârîlere: Bana ve Rasûlüme iman edin diye vahy (ilham) etmiştim. ‘İman ettik. Hakikî Müslümanlar olduğumuza sen de şahid ol’ demişlerdi.” Hz. İsa’nın Havarilerine vâkî olan vahy (ki burada îmâ veya emir mânâlarınadır) ile Kasas Sûresi’nin 7. âyetinde geçen Hz. Mûsâ’nın annesine vâkî olan vahiydir:
“Mûsâ’nın annesine, ‘Onu emzir, sana ona ait bir tehlike gelince kendisini denize bırak, korkma, kederlenme. Çünkü biz onu yine sana göndereceğiz. Hem onu peygamberlerden biri de yapacağız.’ diye vahyettik.” Buradaki vahy’in ilham veya ru’ya anlamına geldiğini Beydâvî tefsirinde zikrediyor.
5- İnsanlar arasından olup sadece peygamberlere ulaştırılan hakikî vahiydir. Zaten dinî terim olarak vahiy derken de bu anlaşılır.
Bütün peygamberler ilâhî vahy’e mazhar olmuşlardır. Çünkü vahiy, peygamberliğin ayrılmaz vasfı ve vazgeçilmez şartıdır.
İlâhî vahy’in kendilerine vuku bulduğu bazı peygamberlerin
isimleri, Kur’ân-ı Kerim’de geçmektedir. Meselâ, Nisâ Sûresi’nin 163. âyetinde şöyle buyurulmaktadır:
“Nuh’a, ondan sonraki peygamberlere vahyettiğimiz ve İbrahim’e, İsmâil’e, İshak’a, Ya’kûb’a, evlâtlarına, İsa’ya, Eyyûb’e, Yûnus’a, Harun’a ve Süleyman’a vahyeylediğimiz ve Dâvûd’a Zebûr’u verdiğimiz gibi, şüphesiz sana da vahyet- tik.” Bu mevzû ile alâkalı Kur’ân-ı Kerim’de bazı âyetler de bulunmaktadır.
Şûrâ Sûresi’nin 51. âyetinde sarahaten bildirildiği üzere Cenab-ı Allah, insanlarla ancak vahy yoluyla veya perde arkasından veyahut bir elçi vasıtasıyla olmak üzere üç şeklin birisiyle konuşmuştur. Bu hususta gerekli açıklamayı vahy’in ıstılah mânâsını izah ederken yapmıştık. Bunlardan perde arkasından kendini göstermeden doğrudan doğruya vasıtasız olarak, Allah’ın tekellüm etmesi vahiy mertebelerinin müntehasıdır. Hz. Mûsâ (a.s.) böyle bir vahy’e nail olmuştur. Cenab-ı Hak, peygamberlere muhtelif mertebelerde vahyetmiş olup bizim peygamberimize ise vahy’in mezkûr bütün nevileri ile hitap etmiştir.
PEYGAMBERİMİZE VAHY’İN GELİŞ ŞEKİLLERİ
Peygamberimiz (s.a.s.) Efendimize muhtelif şekillerde vahy-i ilâhî vukû bulmuştur. Bu mevzû ile ilgili hadis-i şerifler ve eserlerin tetkîki sonucu bunlar şöylece tesbit edilmiştir:
a) Ru’yay-ı sadıka; Peygamberimiz Hz. Muhammed’in nail olduğu ilk vahiy ru’yay-ı sadıka ile başlamıştır. Hz. Peygamber sonradan bir hakîkat olarak zuhur edecek olan hadiseleri, bu ru’yaları ile görüyordu. Buharî’de Hz. Âişe’nin şu rivayetine rastlamaktayız: “Rasûlüllah Sallellâhü Aleyhi ve Sellem’in ilk vahiy başlangıcı uykuda, ru’yayı saliha (yani sadıka) görmekle olmuştur. Hiç bir ru’ya görmezdi ki, sabah aydınlığı gibi vâzıh ve âşikâr zuhur etmesin.
b) Cebrâil görünmediği halde Hz. Peygambere bariz bir ses hâlinde gelen vahydir. Bunu Hz. Peygamber çan sesine benzetmişti. Kendisine gelen vahy’in en ağır şekli bu idi. Yine Buhâri’de vahy bahsinde zikredildiği üzere Hâris B. Hişam (r.a.), Rasûlüllah’a, ‘Yâ Rasûlallah sana vahiy nasıl gelir?’ diye sordu. Rasûlullah da buyurdu ki: “Bazen bana çıngırak sesi gibi gelir ki, bana en ağır geleni de budur. Benden o hâl zail olur olmaz (meleğin), bana söylediğini iyice bellemiş olurum.”
Müsned-i Ahmed’de rivayet edildiğine göre Abdullah b. Ömer, Peygamber Efendimizden, ‘Vahy’i hisseder misiniz?’ diye sordum. Peygamberimiz de buyurdu ki: “Çıngırak sesi işitirim, sonra sükût ederim. Her ne zaman bana vahiy gelse, canımın çıkacağını zannederim.”
Denilmiştir ki: Duyulan bu ses meleğin kanatlarının çarpmasından hâsıl olan sestir. Bu sesin önce gelmesindeki hikmet, sâmiasını başka şeylere yer bırakmamak üzere vahy’e hazırlamaktır. Ve yine denilmiştir ki, bu türlü vahiy; vaîd yahut tehdit âyetleri nazil olduğu vakit de gelirdi.(15)
c) Rûhu’l-Kudüs (Cebrail) tarafından Peygamberimizin kalbine nefs sûretinde vukû bulan vahy; melek, yekaze (uyanıklık) hâlinde gelir ve Peygamber Efendimize görünmeksizin kalbine vahiy ilka eder. Bunun mücerred bir ilham olmayıp, vahy-i ilâhî olduğuna Hak Teâlâ bir ilm-i zarurî yaratırdı. Şu hadis-i şerif vahy’in bu şeklini haber vermektedir: “Şüphesiz Rûhu’l-Kudüs (Cibril) kalbime şu sözü nefs etti: Hiç bir nefis bütün rızkını tamam olarak almadıkça ölmez. Öyle ise Allah’tan sakınınız da rızkınızı güzel-meşrû yollardan arayınız.”
d) Cebrail, Hz. Peygambere bir insan şeklinde gelirdi. Buhârî’de, Hz. Âişe’den (r.a.) rivayet edilen bir hadis-i şerifte Peygamberimiz şöyle buyurur: “Bazen melek bana bir insan olarak temessül eder, benimle konuşur. Ben de söylediğini iyice bellerim.”
“Melek bir insan sûretinde gelip kendilerine hitap eder. O da bütün söylediklerini biibaretihi ve bilânoksan hüsnü telâkkî buyurup ümmetine tebliğ ederlerdi. Cebrail (a.s.) ekseriyetle Ashab’dan, Dihye b. Halîfe el-Kelbî sûretine girerdi. Başka sûrete de girdiği vakîdir. Nitekim iman, İslâm ve ihsanı suallerle îrad ederek ümmete ta’lim etmek üzere bir A’râbî sûretinde geldiği, Buhârî ve Müslim’de rivayet ediliyor. Hadis-i Cibril namı ile iştihar eden hadis işte odur.”(16)
(15) Es-Süyûtî, Celâlüddîn, el-İtkan fî Ulûmi’l-Kur’ân, Mısır, 1317, 1/45.
(l6) Ahmed Naim, Sahihi Buhârî Tecridi Sarih Tercemesi, 1/3 Dipnotu.
Yukarıda Hz. Âişe’den rivayet olunan Buhârî’deki hadiste, “Ebû Avane sahihinde, Peygamberimizin şöyle buyurmuş olduğunu ilâve ediyor: Vahy’in bu şekli bana en kolay olanıdır.”(l7)
e) Cebrail (a.s.)’in sûret ve hey’eti asliyesiyle gelip vahyetmesidir ki bu, iki defa vâkî olmuştur. Birincisi vahy’in ilk yıllarında fetreti vahiyden sonra Cebel-i Hıra’da idi. “Bu manzara-i hevlengize beşeriyyeti Muhammediyye bile büsbütün tahammül edemeyerek görür görmez, hemen durdukları yerde baygın düşüp kalmışlardır.”
İkincisi Leyle-i Mi’rac’da, Sidretülmüntehâ yanında olmuştur ki, bunda artık evvelki şiddete maruz kaldıklarına dair hiç bir haber yoktur.
f) Cebrail’in, Hz. Peygambere uyku hâlinde iken vahyi getirmesidir. Kevser Sûresi’nin bu şekilde nazil olduğunu bazı müfessirler söylemişlerdir. Müslim’in rivayetinde Hz. Enes diyor ki: “Biz Peygamberin yanında iken, hafifçe uyudu, sonra tebessüm ederek başını kaldırdı. ‘Biz, sizi güldüren şey nedir Yâ Rasûlallah?’ dedik. Peygamber buyurdu ki: “Şimdi bana bir sûre nazil oldu. Ve Besmele söyleyerek Kevser Sûresi’ni sonuna kadar okudu.”(18)
g) Hz. Peygamberin uyanık iken Cenab-ı Hak ile konuşması şeklinde vukû bulan vahiydir. Meşhur Mi’rac Hadis’inde beş vakit namazın farz olmasının, bu şekil vahyile bildirildiği anlaşılmıştır.
Bakara Sûresi’nin sonundaki iki âyetin de Mi’rac gecesi doğrudan doğruya bilâvasıta vahyedildiği; Hasan, Mücahid ve İbn Sirin’den ve bir rivayetde İbni Abbas’dan naklolunduğuna göre, bu iki âyet Cebrail vasıtasıyla nazil olmamış, Rasûlüllah bu âyetleri, Leyle-i Mi’rac’da bilâvasıta istimâ etmiştir. (Hak Dini Kur’ân Dili, c. I, s. 996)
h) Ru’yada Cenab-ı Hakk’ın cemalini müşahede ile vahiy ve hitaba mazhar olmaktır. Burada Arapça metni verilen hadis-i şerif buna delâlet etmektedir. (Tecridi Sarih Tercemesi, c. I, s. 7, dipnotu) Ve Hz. Muaz bin Cebel’in rivayet ettiği şu hadis de bu kabilden addolunur: Bu sayfada, hadis’in Arapça metni mevcuttur.
Peygamberimize vukû bulan vahy’in diğer tasnifleri de vardır.
1- Vahy-i gayr-i metlüv: İlham tarikiyle vasıtasız olarak ve kelimeler hâlinde tilâvet olunmadan doğrudan doğruya indirilen vahiydir. Mânâsı ilâhî, lâfzı beşerî olan hadisler (Hadis-i Kudsî) bu kabildendir. Bu nev’e vahy-i hafiy (gizli) de denir.
2- Vahy-i metlüv: Vahy’in melek vasıtasıyla ve kelimeler hâlinde Peygambere iletilmesidir. Buna vahy-i celî de denir.
Öte yandan Peygamberimizin mazhar olduğu vahiy usûlü, fıkıh kitaplarında şöylece kısımlara ayrılıyor ki, bunlar da başlıca ikidir:
1- Vahy-i Zahir; bu da üçe ayrılır:
a) Peygamberin melek lisanından işittiği vahiydir ve o me- leğin, Allah’tan vahiy tebliğ ettiğini Peygamber yakînen bilmektedir. Elçi Melek Cebrail Aleyhisselâm’ın Peygamberimize getirdiği Kur’ân-ı Kerim bu birinci kısımdandır.
b) Melek tarafından söz söylenmeden meleğin işaretiyle Peygambere olan vahiydir. Buna “Hâtıru’l-Melek” de denir. Burada Arapça metni bulunan bir hadis-i şerif yer alıyor. Nakledilen
Hadis bu kısımdandır.(19)
c) Allah’ın ilhamı ile doğrudan doğruya Peygamberin kalbinde şüphesiz olarak zahir olan vahiy. Mânâsı Allah’a isnad olunan Hadis-i Kudsîler bu kısımdandır. Hadis-i Kudsîyi Allah, Rasûlüne ilham ile veya ru’yada haber verir. Peygamber de o mânâyı kendi ibaresiyle bildirir.
2- Vahy-i Bâtın; bu, Peygamberin içtihadı ve nass hükmündeki teemmülü ile nail olduğu vahiydir. Vahy-ı Zahirde önceden ve sonradan hata ihtimali yoktur. Vahy-ı Bâtında ise hatada devam ihtimali olmaz.(20)
Cebrail Aleyhisselâm’ın Allah’tan aldığı vahyi, Peygambere ulaştırması iki şekilde oluyor:
Birincisi; Allah Cebrail’e şöyle buyurur: “Elçi olarak gönderildiğin Peygambere de ki; şöyle yap, böyle emret diye Allah buyuruyor.” Allah’ın bu söylediklerini Cibril alıp Peygambere giderek ona kendi ibaresiyle anlatıyor. Buradaki ibare Allah’ın, Cebrail’e söylediği ibarenin aynı değildir. Lâkin ifade ettiği mânâ ve maksat Allah’a aittir.
İkincisi; Allah Cebrail Aleyhisselâma, “Şu kitabı Peygambere oku.” diye buyurur. Cibril de Peygambere gelerek Kelâmüllâhı aynen tebliğ ve ta’lim eder. Bunda hem mânâ ve hem de lâfız tamamen Allah’a aittir. Kur’ân-ı Kerim vahy’in bu kısmındandır. Lâfzı Allah’tan olmayan hadis-i şerifler ise birinci şekilde vahy’e dâhildir.(21)
VAHY’İN GELİŞ ZAMANLARI
Her lâhzada Peygamberimiz Aleyhisselâm’a vahy nazil olabilirdi: Uyanıkken, uyku hâlinde,(Kevser Sûresi bu kabildendir.) Karanlık gecelerde, gündüzleri, soğuk kış zamanlarında, sıcak yaz günlerinde, hazerî ve seferi hallerde, sulh, sükûnet ve harp zamanlarında ve yerde vahy geldiği gibi, Mescid-i Aksa’ya olan İsrâ’da ve semâlara yükselirken Mi’racda da Peygamber Efendimiz, ilâhî vahye mazhar olmuştur.(22)
VAHİY ESNASINDA GÖRÜLEN HÂLLER
İbni Abbas (r.a.)’dan Buhârî’de rivayet olunan, “Rasûlüllah (a.s.) tenzil olunan vahy yüzünden pek büyük zahmet çekerlerdi.” sözleri, “ilâhî vahy’in bir beşer için şiddetli ve ağır olduğunu gösterir.” Bunun da sebebi -Allâhü â’lem- “Nebî (s.a.s)’nin esnayı vahiy’de tıba’ı beşeriyyetten ansızın çıkıp evza’ı melekiyyete girmesi olsa gerektir.” (Tecridi Sarih Tercemesi, c. I, s. 4 dipnotu)
Kur’ân, vahy’in fevkalâde bir şey olduğunu açıkça bildirmiştir. Meselâ Haşr Sûresi’nin 21. Âyetinde, “Eğer biz bu Kur’ân’ı bir dağ üzerine inzal etseydik, sen o dağı alçalmış ve dağılıp paramparça olmuş görürdün.” buyurulmuş ve Müzzemmil Sûresi’nin 5. Âyetinde de “Biz senin üzerine ağır olan Kur’ân’ı ilka edeceğiz.” sözleriyle de vahy’in dehşetine işaret etmiştir.
Rasûlüllah vahy nazil olurken, o kadar ağır ve şiddetle gelirdi ki derhal çehresi değişirdi. Nitekim Hazreti Âişe demiştir ki: “Rasûlüllâh’ı, soğuğu pek şiddetli bir günde kendisine vahy nazil olurken görmüşlüğüm vardır. (İşte öyle soğuk bir günde bile) Kendisinden o hâl geçtiği vakitte, şakaklarından şapır şapır ter akardı.”(23) Bunun sebebi vahy’in ağırlığı ve beşerî sıfat ile melekî telkinin verdiği şiddettir. Peygamber bazen de vahy esnasında, rûhânî bir istiğrak içinde kendinden geçer gibi olurdu.
Ashâb, Rasûl-i Ekrem’in vahy zamanında vücûdunun ağırlaştığını, altındaki develerin bile çökme mecburiyetinde kaldığını beyan ediyorlar. Nitekim “Haccetü’l-Vedâ’da Arafat’da, Gadbâ nam devesinin üzerinde iken (Sûre-i Mâide’nin nüzulünde) vahiy gelince, ağırlıktan deve çöke kalmıştı.” (Hak Dini Kur’an Dili, c. 7, s. 5429)
Bir defada mübarek dizleri vahiy kâtiplerinden Zeyd b. Sabit’in dizine bitişik iken bu türlü vahiy gelmişti. Zeyd’in dizine o kadar ağırlık çökmüş ki kırılacak gibi bir şey hissetmişti. Zeyd b. Sabit der ki: “Rasûlüllah (s.a.s.) Efendimize gelen vahyi yazardım. Vahiy nazil olduğu vakitte Peygamberi bir sıkıntı kaplar, inci taneleri gibi şiddetli bir ter dökerlerdi de ondan sonra açılırlardı. Kendileri bana imlâ buyurur, ben de yazardım. İşimi bitirinceye kadar vahy’in ağırlığından o kadar zahmet çekerdim ki, ayağım kırılıyor zanneder ve artık bir daha yürüyemem derdim. Sûre-i Mâide nüzûl ettiğinde de sûrenin ağırlığından biz Küttâb-ı vahy’in, az kalsın bilekleri kırılacaktı.”
Ebû Hüreyre (r.a) vahyin gelişi ile ilgili olarak şöyle diyor: “Vahiy nazil olduğunda vahy’in inkızâsına kadar hiç birimiz, başımızı kaldırıp mübarek yüzüne bakamazdık.” Kezâlik, “Vahiy nazil olurken en evvel vücûd-i âlîlerine bir titreme gelirdi.” Kezâ, “Vahiy nüzûl ederken kendilerini gam ve üzüntü istilâ eder, vech-i mübarekleri kül gibi olur, gözlerini kaparlar ve horultuya müşabih, şiddetli şiddetli nefes alırlardı.”
Yine Zeyd b. Sabit şöyle diyor: “Rasûlüllah’a şiddetli bir sûre nazil olduğunda, kendilerini istilâ eden kerbü şiddet, sûrenin şiddeti ile Sûre-i Beyyine nazil olduğunda ise hâli onunla mütenasip olurdu.”
Vahy’in âsârı yalnız Peygamberin mübarek ruh ve cisminde değil, hariçte de mahsus olurdu.
Nitekim Ahmed b. Hanbel, Hâkim, Tirmizî, Neseî, Hz. Ömer’den şu mealde bir hadis rivayet ederler: “Vahiy nazil olduğunda Peygamberin nezd-i âlîlerinde kovan etrafındaki gibi arı uğultusuna benzer bir şey işitilirdi.”(24)
Nitekim Mü’minûn Sûresi’nin ilk on âyetinin nüzûlünda böyle olmuştu. Çıngırak sesine benzeyerek gelenin, vahy’in en ağır şekli olduğu bizzat Peygamberimizin kendi ifadelerinden anlaşılmaktadır.
İlk vahiy geldiği zaman Hz. Peygamber (s.a.s.) bu hâletten korku ve heyecan duymuştu. İlk nazil olan âyetler üzerine, “Rasûlüllah (s.a.s.) kendisine vahyolunan bu âyet-i kerimeyi bittelâkkî (korkudan) yüreği titreyerek döndü ve Hatice binti Hüveylid’in nezdine girerek, ‘Beni sarıp örtünüz, beni sarıp örtünüz.’ dedi. Korkusu zail oluncaya kadar vücûd-i mübarekinı sarıp örttüler, ondan sonra Peygamber vukû-i hâli Hatice’ye naklederek ‘kendimden korktum’ dedi.” Vârid olan bu rivayetten başka yine fetret-i vahiy’den sonra Rasûl-i Ekrem Hıra’dan dönerken yolda bir ses duymuş, etrafına bakınmış; bir şey görememiş, bunun üzerine yukarı bakarak kendisine,”Oku” âyetlerini tebliğ eden meleği görüp ondan korkarak eve döndüğünü yine Buhârî’de, Câbir b. Abdullah El-Ensârî’nin rivayet ettiği hadisten anlıyoruz. Câbir şöyle demiştir: Rasûlüllâh (s.a.s.) fetret-i vahiyden bahsederken söz esnasında buyurdu ki: “Ben (bir gün) yürürken birden bire gökyüzü tarafından bir ses işittim. Başımı kaldırdım bir de baktım ki Hıra’da bana gelen Melek (Cibril) sema ile arz arasında bir kürsü üzerine oturmuş, pek ziyade korktum. Evime dönüp, ‘Beni örtün, beni örtün’ dedim. Bunun üzerine Allah, ‘Ey örtüsüne bürünen…’ âyet-i kerimesini inzal etti. Artık vahiy kızıştı da ardı arası kesilmedi.”(25)
Peygamberimiz vahy’in gelişinde hitab-ı ilâhî’nin ağırlığı ve dehşeti karşısında heyecan duymuştu. Onun yüklediği büyük vazife karşısında titrememek ve korkmamak mümkün mü idi? Nitekim Şiblî, Hz. Peygamberin korkusunu şu sûretle izah eder: “O, nübüvvet vazifesini ifaya davet olunurken deruhte ettiği memûriyetin büyüklüğü karşısında titremişti.” (Şiblî, İslâm Tarihi, c. I, s. 226)
Vahy-i ilâhî’nin vukûu esnasında sadece peygamberin değil, meleklerin bile korku ve heyecandan kendilerinden geçtikleri şu hadis-i şeriften açıkça anlaşılmaktadır. Ebû Hüreyre’nin merfûan rivayet ettiğine göre, Rasûlüllah şöyle buyurdu: “Allah Teâlâ semâda bir hüküm ve kazayı ilâhîyi tebliğ buyurmak istediği zaman melekler, bir kayaya çarpan demir zincir gibi gelen Kavl-i Celîl-i Rabbi’l-İzzete karşı kemâli hudûlarından naşî kanatlarını çırpıp bîhûşâne secdeye kapanırlar. İçlerinden korku zail olunca, ‘Rabbimiz ne buyururdu?’ diye birbirlerine sorarlar. Ve birbirlerine, ‘Rabbimiz hakkı buyurdu. Uluvvi Kibriya sıfatıyla muttasıf olan O’dur.’derler.”
Diğer taraftan İbni Mes’ûd’dan mervî, Hz. Peygamber şöyle buyurur: “Allah Teâlâ bir emr-i sübhânîyi vahiy buyurmak istediğinde, havf-ı ilâhî’den dolayı semayı bir titremedir alır. Ehl-i semâvât bunu duyunca hemen bîhuş düşüp secdeye kapanırlar. İlk kendine gelen Cibril (a.s.) olur ve vahy-i ilâhî’yi hamil olarak gönderildiği yere gider. İster semâda, ister arzda tebliğ edeceği mahalle varıncaya kadar semâdan semâya geçtikçe melekler, ‘Rabbimiz ne buyurdu?’ diye sorarlar. O da ‘Hakkı buyurdu. Uluvvi Kibriya sahibi O’dur.’ cevabını verir. Melekler de onun cevabını tekrar ederler.”(26) Mealindeki hadis, vahiy zamanında nûrânî varlık olan meleklerin duydukları heyecan ve haşyeti beyan ediyor.
Vahy’in geldiği zamanlarda peygamberin heyecan duyup titremesi -ki bu ilk zamanlar oluyordu. Vahiy ile ünsiyet edip alştıktan sonra hafiflemiştir- ve terlemesi, karşılaştığı fevkalâde hâlin tesiriyledir.
VAHİY HAKKINDA YANLIŞ GÖRÜŞLER
Hazreti Peygambere vâkî olan vahiy bir zihnî sûret midir? Yoksa hariçte mevcut bir hakîkat mı? Bazı asâbî hastalıklarda bilhassa isteri ve sara’da, hastaya birtakım hayaller görünür. Bir kısım Garplı muharrirler Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.s.)’ deki fevkalâde durum ile bu hastalık arasında bir münasebet kurmaya ve dolayısıyla vahiy gibi büyük bir hakikati inkâr etmeye çalışırlar. Şöyle ki:
Vahiy esnasındaki o fevkalâde hâlleri hastanın anormal durumuna ve vahyedilen ilâhî kelâmı da sara’lı ve isterili hastanın hayal ve hezeyanlarına mukayese etmeye kalkışarak bir netice çıkarmaya çalışırlar.
Hiç bir esasa dayanmayan ve ilmî kıymeti olmayan bu yalan iddialar, onların vahiy hakkındaki cehaletlerinden, kör taassup ve İslâm düşmanlığından, bir de misyonerliğin sakat zihniyetinden ileri gelmektedir. Bir hayal mahsulü iftiradan ileri gitmeyen bu iddialar gerçeğe uymaz. Şöyle ki:
1- İsteri hâli; bağırma, titreme, çırpınma ve dövünme gibi bazı ârazlarla gelir. Hz. Muhammed’de ise böyle bir şey yoktur ve görülmemiştir.
2- İsteri’li kimsede; o hâller ve söylenmeler nöbet geldiği zaman olur, ayıldığı zaman söylediklerini hatırlayamaz. Peygamberimizde ise durum bunun tamamen aksinedir. O, vahiy esnasında söylenmez, o hâl geçtikten sonra gelen vahy’i bildirirdi.
3- İsteri hezeyanları, hastanın yorgun âsâbına göre birtakım vahimli tasavvurlardan doğar. Meselâ; hasta, kendisine saldıran veya öldürmek isteyen, alay ve hakaret eden kötü bir ruh tahayyül eder.
4- İsteri’li bir şahısta, fazilet neşredici ve hidayet getirici mevzûlara dair bir şey sadır olduğu aslâ görülmemiştir.(27) Böylece ilmî bakımdan isteri iftirası çürümektedir.
Peygamberimize atfedilmek istenen bu iftiraya, Menâhilü’l-İrfan’da serdedilen cevapları da özetleyerek kaydedelim:
Şüphesiz ki bu (isteri iddiası) büyük bir yalandır ve Hz. Muhammed’i tanımadıklarının açık bir delilidir. Kat’î deliller ve tarih-i sahihin şehadeti ile bilinen gerçek şudur: O, sakin, akıllı ve ağırbaşlı, gayet sabırlı ve sebatkâr idi. Öyle ki en şecaatli kimseler bile harp meydanından kaçarken, o sebat ederdi. Bedenen sıhhatli, rûhen sağlam ve kuvvetli bir irade sahibi idi. Hattâ şecaati ile meşhur Rükâne’yi güreşte mağlup etmişti. Histeri hastalığına gelince, şiddetli asâbî bir hastalık olup ekseriya kadınlarda görünür. Bu hastalığa müptelâ olanlarda; anormal hareketler, nefes darlığı, hazım bozukluğu, mevzii felç, sinir bozukluğundan mütevellid adalelerin buruşması, bayılmak, el ve ayak hareketleriyle hezeyan (abuk sabuk konuşmak) ve kendini bir yerden öbür yere atmak gibi ârâz görülür.
Bazen hasta, kendisini bazı hayallerin korkuttuğunu, düşmanların kendisiyle muharebe ettiğini ve zaman zaman kendisine hitab eden sesler işittiğini, zannettiğini söyler ki gerçekte bunların hiç birisi mevcut değildir.
Şimdi, en güzel ahlâka sahip, cismen ve rûhen gayet sıhhatli, ağır başlı, sebatkâr, akıllı ve sağlam iradeli olduğu malûm olan bir peygamberle; cisminde, ruhunda, söz ve hareketlerinde çeşitli anormallikler bulunan bir hasta arasında, uygunluk ve benzerlik nasıl olabilir?
Getirdiği ictimâî düsturlar ve ahlâkî kanunlar ile en kısa zamanda ilim ve fazilet sahibi yüksek bir millet yetiştiren bir peygamberle; kendini bile idare etmekten âciz olan bir hasta nasıl mukayese edilebilir?
“Hasta göz, güneşin ziyasını bazen inkâr eder.
Hastalıktan dolayı ağız, suyun tadını inkâr eder.”
İslâm düşmanlığındaki taassub, cehalet, misyonerlik gayretinden doğan şaşkınlık, ilim zihniyetinden mahrumiyet gibi manevî hastalıklara müptelâ olanlar da bu gerçeği anlayamaz veya anlamak istemezler. Körün güneşi inkâr ettiği gibi; manevî gözü, basireti kör olanlar da gün gibi âşikâr olan bu hakikati göremezler.
Gerçeğe uymayan bu iftiraları, Müslüman olmayan insaflı birçok Garp âlimi bile reddetmiş, iftira sahiplerinin yalan ve cahaletlerini ortaya koymuşlardır.
Bazı Garp âlimleri de Peygamberimize vâkî olan vahy’in, hariçten Allah tarafından olmayıp kendi nefsinden doğan bir ilham olduğunu iddia ederek buna, “Vahy-i Nefsî” demişlerdir.
Gaybe inanmayan veya gayb âlemi ile şehadet âlemi arasında bir ittisal ve münasebet olabileceğini kabul etmeyen bu bilginler şunu iddia ediyorlar: “Muhammed getirip davet ettiği dinde ve şeriatta yalancı değildir. Ancak onun bilgisi, fikir ve emelleri; zekâ ve yüksek muhayyilesinden doğmuş birtakım ilhamlardır.” Bunun bir misali olarak da Jandark’ı göstermektedirler.
Bunların batıl iddialarını, Muhammed Reşid Rıza, el-Vahyü’l- Muhammedî adlı eserinde uzun uzadıya anlatmış ve bu iddiaları çürüten kesin cevapları hiçbir şüpheye mahal bırakmıyacak şekilde aynı eserinde tafsilatı ile beyan etmiştir.
Biz adı geçen eserdeki izahları şöylece hülâsa ettik:
“Onlar iddialarını haklı gösterebilmek için başlıca şu görüşlere istinad etmektedirler:
a) Muhammed, kavminın putlara tapmakla batıl bir yolda olduğunu aklen idrak etmiş, onların riba, kumar ve benzeri gibi kötülüklere dalmalarını benimsememiş, vicdanen müteessir olmuştur. Ve onları şirkten kurtarmak için uzun zaman düşünmüştür.
b) O, yaptığı seferlerde görüştüğü kimselerden, Hıristi- yanlardan birçok malûmat edinmek suretiyle faydalanmıştır.
c) Allah’ın bir peygamber göndereceğini duymuş ve buna kendisini hazırlamak üzere Hıra’ya çekilip, Allah’a yönelerek ibadet etmiş ve zamanı gelince beklenen peygamber olduğunu iddia ederek ortaya çıkmıştır. Düşünceleri önce uykuda rüyada iken tecelli etmiş, sonra kuvvetlenerek melek şeklinde uyanıklık hâlinde O’na vahy’i telkin eder olmuştur.
İşte vahy’in hakîkatını inkâr edenlerin ortaya attıkları ve fikirlerini istinad ettirmeye çalıştıkları sebebler bunlardır.
Onların dayandıkları ve kendilerini bu yanlış neticeye götüren sebebler, tamamen hayal mahsulü fikirler ve batıl dâvâlar olup tarihî, ilmî ve aklî hiçbir gerçeğe dayanmadığından; bunlardan çıkarılan hükümlerin de boş olduğu kendiliğinden meydana çıkar.
Hazreti Muhammed’in yüksek zekâsı, temiz fıtratlı olması do- layısıyla kavminin putlara tapmasını ve diğer kötü âdetlerini benimsememesi, normal düşünen bir insanın davranışıdır. O’nun bu durumundan faydalanarak peygambere birtakım hayalî ve tahmini düşünceler atfedip ve bunlara delil diye yapışmak akıl kârı değildir.
Peygamberin Ümmî olup hiç kimseden ders almadığı, okuma yazma bilmediği, ne Nesârâ, ne de başkalarından birşey öğrenmediği, lehte ve aleyhte herkes tarafından kabul edilmiştir. En zayıf ihtimalleri bile ona isnad etmekten çekinmeyen ve O’nun hayatını adım adım takip eden müşrikler, ‘Muhammed, fülân kimselerden şu şeyi öğrendi’, diyemediler. Olsaydı ihmal eder miydiler?
Bunun aksine Kur’ân-ı Kerim, Hz. Peygamber’in böyle bir arzuda bulunmadığını Kasas Sûresi’nin 86. âyetinde şöyle tasrih ediyor: “Sana (bu) kitab’ın vahyolunacağını ummuyordun. (Bu) ancak Rabbi’nden bir rahmettir.”
Vahy’in ilk gelişi sırasında Rasûlüllâh’ın korkup heyecanlanması ve zevcesi Hz. Haticeye koşup, “Bana ne oluyor bilmem; korkuyorum.” demesi ve vahy’in başlangıcı zamanındaki fevkalâde haller, O’nun bu mevzuda hiç bir niyyet ve arzusu bulunmadığının açık delilidir.
Peygamberin zaman zaman cemiyetten ayrılıp Hıra’ya çekilmesi, insanların kötü âdetlerinden uzak kalmak içindi. Parlak bir ayna gibi temiz rûhunun, insanların kötü âdetleriyle lekelenmemesi için Allah, O’nu bu şekilde peygamberliğe istidatlı bir halde yetiştirmiş ve daha sonra da ilâhî vahiy tecelli etmiştir.
Görülüyor ki vahy’in hakikatini inkâr edebilmek için delil diye ortaya attıkları şeyler tarihî, ilmî ve aklî hiçbir mesnede dayanmıyor ve hayal olmaktan öteye geçmiyor. Peygamberimize gelen vahy’in ilâhî olduğu tarihî bir hakikat olarak gün gibi ortadadır.
Jandark’ın hikâyesine gelince, bununla vahiy ve peygamber arasında münasebet kurmak, peygambere gelen vahy’i, Jandark’ta meydana gelen hâle teşbih etmekle ne kadar garazkârâne ve hissî hareket ettikleri görülmektedir. Şöyle ki:
“Jandark olayında, bütün peygamberlerin yaptığı gibi beşerin dünya ve âhiret saadetini temin eden bir dine ve imana davet olmadığı gibi; O, halkı kendisine inandırabilmek için beşer gücünün üstünde maddî ve manevî herhangi bir mucize göstermemiştir.
Jandark, dinî şuurla müteheyyic siyasî huzursuzluklarla tahrik olunmuş temiz ruhlu bir kızdı. Onun tahrik olunmuş şuurunun bir neticesi olarak, halkın düşmüş olduğu zelil durumdan kurtulmak için olan hazırlık durumundan ve hükümetten yardım görme şansından faydalanarak ortaya atıldı.
Şuurunu harekete geçiren heyecanın derecesi, düşman üzerine atılıp onu mağlup etmeyi mümkün kıldı. Bundan daha az dokunaklı haller, Fransız’ı kolayca harekete geçirir. Nitekim I. Napolyon pekiyi bilinen ehramlardaki hitabesinde bir tek şâirane ifadesiyle askerlerini gönüllü olarak hakîkaten ölüme sürüklemeye muvaffak olmuştu. Jandark’ın hayat hikâyesinden anlaşılan da o’nun hareketi etrafındaki acı siyasî şartların altında ıztırap çekmekte olanların sebeb olduğu asabî heyecandan başka bir fevkalâdelik arzetmiyor.
Bu heyecan ayrıca dinî taassub ve batıl inançlarla artırılmış bulunuyordu... İnsan ve hayvanlarda müşterek bir içgüdü olan, kendi öz yurdunu ve yuvasını müdâfaa için yapılan dâveti; peygamberin dâveti ile mukayese mümkün olamaz.”(28)
Binaenaleyh, Hazreti Muhammed’e vâkî olan vahy’in ilâhî olduğu bir hakikat olarak ortadadır. Bunu, ne isteri iftiracıları, ne de “Vahy-i Nefsî” iddiacıları inkâr edemiyor ve birtakım hayal mahsûlü tahminî düşüncelere saplanarak hakîkatı te’vîle çalışıyorlar.
İSLÂM’DA VE DİĞER DİNLERDE VAHİY TELAKKİSİ
Vahiy ile ilgili âyet ve hadis-i şeriflerin ve peygamberin hayatının tetkikinden anlaşılan, İslâm’daki vahiy anlayışı şudur:
Vahiy, Allah tarafından verilen bir ilimdir. Bu, ya vasıtalı veya vasıtasız olur. Yani kulağı ile vahy’in sesini duyar veya ses hâlinde olmaksızın kalbine bilgi gelir. Hangi yolla olursa olsun gelen bu vahy’in, Allah tarafından nazil olduğunu peygamber yakînen bilir. Vahiy, bu mânâda bütün peygamberler arasında müşterektir. Ve peygamberin kendi kalbinden çıkan bir takım fikirler, kendi nefsinden doğan bazı ilhamlar değildir. Vahiy, peygambere tamamen hariçten telkin edilen bir hakîkattir. Vahy’in peygamberlere verilmesinde; Kur’ân-ı Kerim’de kullanılan nüzul, inzal ve tenzil ifadeleri bundan dolayıdır.
Bu bahisle ilgili olarak M. Hamdi Yazır tefsirinde şunları kaydediyor: “Bir cismi yukarıdan aşağıya indirmek demek olan inzal; lisan-ı şer’îde, meânînin ve Kur’ân hakkında nazmu mânânın mintarafillâh, Rasûlüllâh’a vahyolunması mânâsında bir hakîkat-ı şer’iyyedir. İlim ve kudreti ilâhîye muhîti kül, mebde-i kül olduğu cihetle hevkal’arş rütbeten âlî ve ona nisbetle kalb-i Nebî mâtaht olduğundan, vahy’e inzal ve tenzil itlâk edilmiştir. Zaten mârifet nokta-i nazarından bakıldığı zaman her ferdin vücûdu, muhît-i kâinat içinde bir arz ve kalb onun merkezidir.
Mâlûmat-ı hariciye o merkeze, muhitten ve âfâk-ı semadan inerek gelir; mâlûmat-ı enfüsiye’de merkezden muhite suud eder. Vahy-ı nebevî ise, peygamberin kendi vücûdundan, kendi kalbinden çıkan efkâr, temenniyat, duâ ve münâcât ve hitabet kabilinden olmayıp, haricinden kalbine dağru vâkî olan kavî bir tesiri melekûtî olduğu cihetle bunun hakkında inzal, tenzil ve nüzul tâbiri bilhassa bu hakikati ifade eder.”(29)
Peygambere vâkî olan vahiy ile ilham arasında da fark vardır. Bunları birbirine karıştırmamak lazımdır. “İlham nefsin duyduğu fakat nereden geldiğini bilmeksizin insiyak yoluyla tabî olduğu şeydir. Açlık, susuzluk, hüzün ve sevinç duygularına benzer.”(30)
Vahy’in, peygamberin kendi dimağından doğan bir ilham olmayıp dıştan geldiğini, Kur’ân-ı Kerim şu âyeti ile haber veriyor: “O (Kur’an) muhakkak ve muhakkak Âlemlerin Rabbi (cânibinden) indirilmiştir.” (Eş-Şuarâ, 192) Ayrıca vahy’i getiren meleğin bir hayal olmayıp müstakil bir varlık olarak Allah’tan aldığı vahy’i, Peygambere getirdiği de yine Kur’ân’da sarahaten bildirilmektedir. Bu hususla ilgili âyetlerden biri şöyledir: “Onu, Rûhu’l-Emîn (Cibril) senin kalbine indirmiştir.” (Eş-Şuarâ, 193)
Ve yine Peygamberimizin, Allah’tan gelen vahy’e ve ilâhî talimata uyması gerektiğini de Kur’ân-ı Kerim muhtelif yerlerde beyan buyurmuştur. Buna dair bir âyet şudur: "Sana Rabbinden ne vahyolunuyorsa ona uy.” (Ahzâb, 2)
Kitab-ı Mukaddes Kâmusunda vahy kelimesinin tefsirinde anlatıldığına binaen Hıristiyanlara göre vahiy: “Rûhullah’ın ilham sahibi İncil yazarlarının rûhuna hülûl etmesidir.” “Umûmî mânâsı ile vahiyden maksat ilhamdır.”
İncil yazarlarının, kendiliklerinden birşey uydurmadıkları sözü doğru olsaydı, dört İncil’in birbirinin aynı olması gerekirdi. Hâlbuki İncillerde böyle bir mutabakat yoktur. Bu duruma göre vahiy, alelâde ilhamdan öteye geçmez. Çünkü İncil yazarları, vahy’i fizik ötesi dış âlemden değil; kendi hayal ve melekelerinden almaktadırlar.
Prof. M. Hamîdullah bu konuda şu malumatı veriyor: “Hıris- tiyanlarda ise mesele girift bir hâl alıyor; evvelâ hırıstiyan mezheplerinin ekseriyeti Allah sözünün, Hz. İsa şeklinde et ve kan olduğuna inanırlar.
(30) El-Vahyü’l-Muhammedî, s. 37.
Sonra da vahiy ve ilham mefhumunun diğer dinlerdekinden daha geniş mânâ almasından dolayı Hazreti İsâ’nın hayatına dair azizler tarafından yazılmış kitaplar bile Katolikler nezdinde, ilham sûretiyle meydana gelmiş olarak kabul edilir. (Protestanlar bu düşünceyi kabul etmezler.)”(31)
Başka dinlerdeki vahiy telâkkileri hakkında da yine M. Hamî- düllah, Kur’ân-ı Kerim Tarihi adlı eserinde şu malûmatı serdediyor: “Tek Allah’a inanmakla kalmayıp aynı zamanda kanunlarını Allah’a isnad ettiren teist dinler, vahiy mevzuunda aralarında biraz fark gösterirler. Onlarda vahiy telâkkisi iki esas mefhuma irca olunur: Ya Allah tebağini -bir melek vasıtasıyla veya seçtiği kulunun ruhuna ilham yoluyla doğrudan doğruya gönderir veya Tanrı bir insanın vücudunda ceset hâline gelir- ve o insanın ağzı ile Tanrı konuşur, onun eliyle Tanrı hareket eder ve onun kalbiyle Tanrı diler.
Hintli Brahmanist’lerin Atarva vedâlarında Zerdüşt’ün Gata- taları zikredilmiş olduğuna göre, İranlı Zerdüşt’ün nisbeten eski olduğunu kabul etmek icab eder. Bu şahsa nazaran; “herkes tarafından kabul edilebilecek kanunlar va’z edebilmek için Allah’ın bir elçi göndermesi zarurîdir. İnsanlar birlikte yaşamak zorundadır ve dolayısıyla ilâhî kanunlara muhtaçtırlar. Herkesin tabî olması için bu kanunların vaz’ı ilhamla olmalıdır.”
Zerdüşt meleklere inanır ve ilâhî tebliğin üç şekilde vahyedileceğini belirtir: Uykuda, uyku ve uyanıklık hâli arasında ve uyanıklık hâlinde.
Brahmanist’ler de vahyedilmiş kitaplara inanırlar. Srûtiler ki, eskilerin yazıları (Purava) ve bilim yazıları bunlar arasındadır. Onlarda Avatarlar mefhumu veya Tanrının, insanların vücûdunda cesed hâline geçmesi inancı vardır.
Budist’lerde bu mefhum ilham üzerine mebnî görünmektedir. Buna göre rûhu, tefekkür ve riyazet ile temizlemeye çalışmalıdır. O zaman gerçek bilgi rûha ilham edilir. Yahûdilerde bazen Allah doğrudan doğruya hitab eder (Hazreti Musa’ya hitab ettiği gibi), bazen de tebliğ götüren bir melek vasıtasıyla hitabeder.”(32)
İLİM YÖNÜNDEN VAHİY
Birçok ilmî misaller bugün vahy’in mümkün bir şey olduğunu ispatlamaktadır. Bunlardan bazılarını Zerkânî Menahilü’l-İrfan’ın birinci cildinde, “İlmî Yönden Vahiy” başlığı ile şöyle sıralıyor:
1- “Almanyalı Doktor “Mismer’in” onsekizinci asırda keşfettiği “hipnotizma” (sun’î uyutma), vahy’in ilmen mümkün olabileceğini gösterir. Şöyle ki:
Vahiy (melek vasıtasıyla) meleğin peygamber ile ittisalidir. Bu birleşmede melek, peygambere tesir etmektedir. Melek mahzâ rûhânî bir varlık olduğu için onda tesir ve ilka kuvveti vardır. Peygamberin rûhâniyeti saf ve nefsi de meleğe uygun olarak temiz olduğundan, vahy’i telâkkî istidadı mevcuttur. Melek vahy’i telkin için geldiğinde, peygamber beşeriyet hâlinden çıkar ve bu değişmenin eseri üzerinde görülür.
Peygamber melekten vahy’i telâkki ederken, rûhu bedenî alâkalardan sıyrılıp melekiyet âlemine iltihak ettiği için kendinden geçer gibi istiğrak hâline girerdi. Vahiy hâli geçtikten ve önceki durumuna döndükten sonra, kalb sahifesine yazılmış gibi telâkki ettiği vahy’i muhafaza ederdi.
Mahlûk olan insan hipnotizma ile bir diğer insana tesir edip onu uyutur ve o halde iken ona birtakım sözleri nakşederse ve mahdut kudreti ile bunu yaparsa; sonsuz kudret ve kuvvet sahibi Allah, dilediği bir kuluna vahiy vasıtasıyle nasıl tesir edemez?
2- Yeni ilim, telefon, radyo vs. gibi hayretle müşahede ettiğimiz şeyler icad etti. Bu vasıtalarla insanlar çok uzaklardaki kimselerle konuşabilmekte ve dilediklerini onlara anlatabilmektedirler. Hattâ insanlar arasında telepati yoluyla âletsiz ve vasıtasız olarak bile haberleşmek mümkün olabilmektedir. Hâl böyle olunca herşeye gücü yeten Allah’ın, melek veya başka bir vasıta ile bazı kullarına dilediğini vahyetmekten âciz olması düşünülebilir mi?
3- Yine yeni icatlar sayesinde hiç bir şey bilmeyen cansız plâklara ses, söz, Kur’ân gibi şeyleri doldurmak mümkün oluyor. Öyleki, plâk kendisine doldurulan sesi aynen hiç bir değişme olmadan hikâye ediyor. Bu âlete Fonograf adı verilmektedir. (Şimdi ise teyb’in yapılması ile bu icad daha da inkişaf etmiştir.)
Buna göre Cenab-ı Hakk’ın, insanlardan seçtiği temiz kimselerin kalbine melek veya başka vasıta ile mukaddes kelâmını nakşederek doldurması ve peygamberin de kalbine doldurulan kelâmı aynen anlatması, her şeye kâdir olan Allah için neden mümükün olmasın?
4- Dünyada öyle hayvanlar görüyoruz ki hayret edilecek şekilde birtakım düzenli işler ve san’at eserleri meydana getiriyorlar. Bunların, o hayvanların kendi düşüncelerinden doğduğu kabul edilemez. Bu düşünceler, o hayvanlara yüksek bir irade tarafından vahiy ve ilham edilmektedir. Arı, karınca ve eksiklop ve benzeri hayvanları bu hususta misal verebiliriz.
Hayvanlarda hâl böyle olunca insanlarda daha mükemmeldir. Zira insanların ufk-i âlâ ile birleşmesi ve ondan vahiy ve ilham alması daha kuvvetlidir.
Fransa’da Sorbon Üniversitesinde Profösör olan Milen Edvar, eksiklop hakkında şunları anlatıyor: Bu hayvan yalnız yaşar ve yumurtladıktan sonra ölür. Yavruları küçük kurtlar hâlinde yumurtadan çıkar, o halde ki ayakları bile yoktur. Kendilerini koruyacak ve gıdalarını temin edecek güçte değildirler. Bu vaziyette sakin ve kapalı bir meskende bir sene müddetle yaşamak zorundadırlar, aksi halde ölürler. İşte bunu temin için ana, bir ağaçta oyarak uzun bir oda yapar. Bunu tamamladıktan sonra yavrularına bir sene yetecek kadar yiyecek maddesi ve bu arada çiçek tozu ve tatlı yapraklar ile odanın zeminini doldurur. Sonra bunların üzerine yumurtayı yerleştirir, ondan sonra da ağaç tozlarından meydana getirdiği hamurdan yumurtanın üzerinde bir tavan yapar. Birincisi böylece biter. Sonra bu tavanın üzerine yine yiyecek maddelerini doldurur, bunların üzerine de ikinci yumurtayı yerleştirerek onun üzerine de (birincide olduğu gibi) tavan yapar. Ve yumurtalar bitinceye kadar böyle devam eder. Hepsini böylece bırakır ve ölür. Yaptığı işlerle akıllara durgunluk veren bu zayıf böceğe, o san’atı kim öğretti? Kendisi öldükten sonra doğacak yavrularının bir sene müddetle zaaf ve acizlik içinde bulunacağını ve önceden bu şekilde tedbir alması gerektiğini ona kim bildirdi?
Şüphesiz ki bu varlığı yaratan Allah, duyularımızın dışında başka yollarla hayatlarını koruyacak ve durumlarını ıslâh edecek bilgileri mahlûkuna bildirmektedir.
5- Dehâ (misali)dır. Eflâtun Dehâ’yı şöyle tarif ediyor: “0, beşerde yüksek ilhamlar doğuran ilâhî bir hâldir.”
Felsefe ise dehâ’yı, “akla ihtiyacı olmayan ulvî bir hâl” olarak açıklıyor. Tabiatçılar da “O, (yâni dehâ) tabiatın -kendi hibesidir. Düşünmekle ve ders okumakla elde edilmez.” derler.
Burada da vahiy mevzuunda hayret edenlere, bu dehâ misalleri, aydınlatıcı ve doğruyu gösterici niteliktedir.”(33)
Vahy’in vukuunun ilmen mümkün olduğuna dair bu deliller getirildikten sonra, akıl yönünden de durum ele alınarak şöyle deniliyor: “İlmî deliller ile vahy’in imkânı vukuunu söyledik. Şimdi de mümkün olan bu şeyin fiilen vâkî olduğuna dair delil getireceğiz: O da vahy’in vukuunu sâdık ve masum peygamberin haber vermesidir. O’nun haber verdiği her şey sabit ve gerçektir. Muhammed’in sâdık ve mâsum olduğunun delili ise ayakta duran mûcizesidir.”
Vahy’in ilmî bakımdan mümkün bir vak’a olabileceğine dair yukarıda Zerkânî’nin getirdiği delillere aşağıdaki misalleri ilâve ederek bu bahsi bitirelim:
“Kâinatta ne kadar hayat varsa, onların birer vücûdu ve fıtrî hâsseleri de vardır. Ördek yavrusu niçin doğar doğmaz yüzmeyi bilir; civciv yumurtasını niçin kırıp çıkar ve hemen gıdasını arar? Cevap şudur: Allah onlara bir sevki tabiî vermiştir... İnsanlarda cahillerden feylesoflara kadar, vahşîden medenîlere kadar birçok derecelere ayrılır. Bunları diğerlerinden ayıran bazı sıfatlar vardır.
Üstad-ı Ezel insanların bir sınıfını, sâir insanlara öğretilmeyen hakikatleri öğretmekle mümtaz kılmıştır. Bu sınıf ‘Enbiyâ’dır. Bizim bütün ulûm ve fünûnumuz, san’atlarımız, bütün keşif ve icadlar birkaç dimağın eseri değil midir?
Dikiş dikmekten, bez dokumaktan başlayarak mekaniğe kadar her ilim ve san’atın bir kâşifi vardır. O halde şu meseleyi soralım:
Niçin felân kâşifin dimağı, felân şeyi keşfetmemiştir de başka bir şeyi keşfetmiştir? Cevap şudur:
Çünkü felân kâşif veya mûcid felân şeyle uğraşmak için di- mağında bir sevk duymuştur. Bu vâdîde başkaları için ‘mestûr’ (kapalı) olan şeyler, ona meşhûd olmuştur. Bu sevk ve bu şühûde biz “ilham” deriz. Bu itibar ile felsefî ilhamlara mazhar olan insan feylesof, şâirâne ilhamlara mazhar olan şâir, mihanikiyata mülhem olan mihanik mühendisi olur.
Esrâr-ı İlâhîye, Akâid-i Hakk’a ve A’mâl-i Saliha ve Kavâîn-i Âdile ile mülhem olan kudsî ervah, peygamber olur. Ve onun telâkkî ettiği ilham’a “vahiy” denilir.” (34)
SONUÇ
Lisans Tezi konusu olarak aldığımız ve “VAHİY MESELESİ” başlığı altında incelemeye çalıştığımız, ilâhî dinlere esas olan ve peygamberliğin ayrılmaz vasfı bulunan bu ciddî konu hakkında, lehte ve aleyhte birçok şeyler söylenmiş ve eserler yazılmıştır.
Vahy’i kabul etmeyenler, bu hususta hiçbir sağlam delil getirememişler ve bu meseleyi büsbütün de inkâr edemeyerek birtakım fasid kıyaslamaları ve yanlış tahminleri delil diye ortaya atmışlardır. Onları bu yöne sevkeden husus, vahy’in fevkalâde bir vak’a oluşu ve kendilerinin de materyalist bir zihniyete sahip bulunmalarıdır. Ayrıca buna, İslâm’a karşı olan kin ve garazlarını da ilâve etmek lazımdır. Zira onlar daha ziyade Hz. Muhammed’e gelen vahiy üzerinde fikir yürütmektedirler.
Hâlbuki duyu organlarımızla hissedemediğimiz ve varlıklarını kabul etmek mecburiyetinde olduğumuz birçok şey mevcuttur. Meselâ, mikrop denilen küçücük canlılar vardır. Acaba birkaç asır evvelki insanlara bu hakikat haber verilmiş olsaydı inanırlar mıydı? Bugün ise bunların varlığı ‘mikroskop’ denilen âlet vasıtasıyla görülebilmektedir.
Elektriğin varlığı eserlerinden kat’î mümkün olamamıştır. Bu gün bile mahiyyetini görmek, keşfetmek mümkün olamamıştır. Bu hususta daha birçok misaller verilebilir. Demek ki bazı şeylerin mevcudiyeti kabul edildiği halde onları, duyu organlarımızla müşahede edemiyoruz. Bu, insan hislerinin sınırlı oluşundandır. Öte yandan ilimlerin ilerlemesiyle insan, dün inkâr ettiğini bugün kabul etmek zorunda kalıyor.
Binaenaleyh, vahiy olayını, ilmî bakımdan inkâr edecek bir delil olmadığı gibi, imkân dâhilinde olduğunu gösteren birçok misaller ve benzer hadiseler vardır. Kaldı ki vahy’in sübûtu naklî ve tarihî bir hakikattir. Gerçek mahiyeti ancak Allah ile Rasûlü arasında bilinen vahy’in tezahürlerini; Peygamberde ve etrafında olan O’nun zevceleri, vahiy kâtipleri ve Ashâb-ı Kiram defalarca görmüşlerdir.
Peygamberin zatında görülen hâller, vahiy esnasında, vahiy kâtiplerinden Zeyd b. Sabit’in dizine çöken ağırlık ve vahy’in ağırlığından devenin çökmek mecburiyetinde kalması, arı vızıltısına benzer seslerin Ashâb tarafından da işitilmesi ve Cebrail’in, beşer sûretinde Peygamberimize gelip orada hazır bulunanlar tarafından da görülmesi gibi harikulâde hâl ve olayları, basit hadiselere irca ederek izah etmenin imkânı yoktur.
Diğer taraftan fesâhat ve belâğatın en mükemmel timsali olan, ilim ve hikmette asrımız bilginlerini bile hayrette bırakan, ahlâkî, ictimâî ve şer’î birçok yüksek ahkâmı içinde toplayan, milyonlarca insanın ruhunu teshir eden, onlara medeniyette, fazilette en güzel rehber olan, birçok füsehâ ve büleğânın en kısa sûresine bile nazire getirmekte aciz kalıp önünde boyun eğdikleri KUR’ÂN, nasıl olur da hiç kimseden ders almayan, okuma yazma dahî bilmeyen Ümmî bir insanın sözü olabilir?
Böyle bir insan nasıl olur da sonradan meydana gelecek gaybî haberleri verebilir? Asırlar sonra keşfedilecek ilmî mûcizeler gösterebilir? İşte bütün bunlar, Ümmî bir insanın ve hatta o günün cemiyetinde ve coğrafyasında ilim tahsil etmiş bir kimsenin yapabileceği işler değildir. Bunlar ancak âlemlerin Hâlikı, herşeyi bilen sonsuz kudret sahibi Allah’ın vahyine mazhar olan mümtaz şahsiyetlerin, peygamberlerin elinden sadır olan şeylerdir.
Vahy’in geldiği zamanlarda Hazreti Peygamberin heyecan duyup titremesi ve terlemesi, karşılaştığı harikulâde hâlin tesiriyledir.
Allah’ü Zülcelâl’in tecellîsi, meleğin getirdiği ilâhî vahyin bir beşer olarak ağırlığına tahammül etmek kolay şey değildir. Hattâ bazı hâllerde maddî âlemden alâkasını kesecekti. Vahy’i telâkki etmek için beşeriyetten çıkıp melekiyet âlemine girecekti. İnsanlığı kurtarmak görevi O’na verilmişti. Karşılaşacağı güçlükler meydanda idi. Bu, gerçekten çok ağır bir vazife idi.
BÖylece vahy’in kendi ağırlığına, üzerine yüklenilen vazifenin azameti ve mes’ûliyet korkusu da inzimam etmiştir. Allah’ın inayeti olmadıkça buna hangi insan tahammül edebilirdi?
Allah, yarattığı insanlara kelâmını bazı yollarla duyurur. Bu elbetteki insanların birbirleriyle yaptıkları konuşmalara benzemez. Çünkü Allah, Vâcibu’l-Vücûd, ezelî ve ebedî, mekândan münezzeh ve yarattıklarından hiç birine benzemeyen yüce bir varlıktır. Mahlûkat ise hâdistir, fanidir, zamanla mukayyeddir, mekâna muhtaçtır.
Bu itibarla Allah’ın hitabına mazhar olabilmek, mahlûkat arasında olduğundan başka bir fevkalâdelik arzedecektir.
Bizim Peygamberimize olduğu gibi diğer semâvî dinleri, kitapları tebliğ eden peygamberlere de Allah’ın vahy’i tecellî etmiştir. Ve vahiy, bu mânâda bütün peygamberler arasında müşterektir.
Ancak Ehl-i Kitap, dinlerinde ve kitaplarında olduğu gibi, vahiy anlayışında da bazı tahrifatlar sebebiyle farklı görüşlere saplanmışlardır.
Netice olarak şunları söyleyeceğiz:
Vahiy, fevkalâde bir olay olmakla beraber naklen sabit tarihî bir hakikattir. İmkân dâhilinde olduğunu kabul etmeyecek hiçbir sebeb yoktur. Verdiğimiz ilmî misaller bunu teyid etmektedir. Beşer, kâinatın sırlarını çözmeye devam ettikçe bunun gerçekliğini daha iyi kavrayacaktır.