Makale

HAKİKAT-İ MUHAMMEDİYYE VE İLGİLİ BEYİTLER

HAKİKAT-İ MUHAMMEDİYYE VE İLGİLİ BEYİTLER

Dr. Selçuk ERAYDIN

Bir kimse kemâl vasfına sahip olmadıkça, insanlar için uyula­cak örnek sayılamaz. Hakk’ın bütün isimlerini câmi ve “Rahmân” isminin mazharı olan Peygamber (s.a.s.) Efendimiz, insan nev’inin en mükemmeli, hidâyetin sırrı, vücûb ve imkânın merkezi, Kur’ân ve Furkân’ın hakikat noktasıdır.

Kur’ân-ı Kerim’in beyânına göre O, Müslümanlar için ilk ve son örnek (1), en yüce ahlâka sâhip(2), Hak için şâhid, müjdeleyici ve uyarıcı; aydınlatan bir ışık(3) ve “rahmete’n-li’l-âlemîn”(4)dir.

Hz. Peygamber (s.a.s.) Efendimiz kâinâtın sebebi, hilkatin evveli, nübüvvetin hâtemidir.(5) Hakk’ın ahlâkı ile mütehallî, O’nun bütün isim ve sıfatlarının mazharı, enbiyânın serveri, evliyanın rehberi, rahmetin habercisi; bütün güzel sıfatlarla muttasıf, yolumuz, varlı­ğımız, hasta gönüllerin devası, kalblerin itminânı, Cemâl’in mir’âtıdır.

İbnü’l-Arabî’nin beyânına göre, Peygamber (s.a.s.)’in hikmeti “ferdiyyet” tir. Rasûlüllah (s.a.s.) bütün hakikatları câmi olduğu gibi; ferdî hikmet (hikmet-i ferdiyye) de bütün hikmetleri câmi’dir.

O, ilâhî isimlerin zuhûr mahalli, varlıkların başlangıç sebebidir. “Sen olmasaydın, sen olmasaydın, bu felekleri halketmezdim.”(6) tar­zındaki kutsî hadis, İslâm Türk Edebiyatı şâirlerinin ortak malze­mesi olmuştur. Nât-ı şeriflerde yer alan ve bu kudsî hadisi ihtivâ eden beyitlerden bazıları şunlardır:

“Mazhar-ı ta’zîm-i levlâk iftihâru’l-enbiyâ

Mesned-ârâ-yı risâlet dâver-i ins ü perî”(7)

"Peygamber (s.a.s.) “levlâke” hitâbının mazharı, nebilerin iftihârı, peygamberlik rütbesinin süsü, insan ve cinnin sultânıdır.”

“Sensin ol mazharı teşrîf-i hitâb-ı levlâk

Ki vücûdundur olan illet-i halk u tekvîn”(8)

"Levlâke” şerefli hitabının mazharı sensin; halkın yaratılış se­bebi senin vücûdundur.”

"Musarrahtır bunu ta’lîk-i levlâk

Ki o olmaz ise olmazdı eflâk”(9)

“Levlâke” hadisinde açıkça belirtilmiştir ki; O olmasaydı, bu fe­lekler de olmazdı.”

"Aşk eyledi muhâtab-ı levlâke mâ halak

Fahr-ı cihânı hâlik-ı perverdigârdan” (10)

“Aşk ile cihânın iftihar medârını, Râzık olan Hak Teâlâ, “levlâke mâ halak”ın muhâtabı kıldı.”

Habîb-i hazret-i bârî vü mazhar-ı levlâk

Zehî netîce-i mahlûk u lûtf-i rabbânî”(11)

“O, Allah Teâlâ’nın habîbi, levlâk’ın mazharı, mahlûkun yara­tılış sebebi ve Hakk’ın insanlara bir lutfudur.”

"Cenâb-ı mazhar-ı levlâk tâc-ı târem-i eflâk

Rasûl-i hâlık-ı pâk âfitâb-ı evc-i istiğna” (12)

"O, eflâk zirvesinin tâcı, levlâk mazharının makâmı, istiğna de­recesinin güneşi olan pâk yaratılışlı bir rasûldür.”

"Sana mahsûs lutfudur hakkın

Tâc-ı levlâk u taht ı ev ednâ”(13),(14)

“Ev ednâ” makamı ve levlâk tâcı, Allah Teâlâ’nın sana mahsus bir lutfudur.”

“Pâdişâh-ı mesned-ârâ-yı cihân kim izz ile

Efser-i levlâk ile olmaz ezelden tâc-dâr” (15)

“Cihânın dayanağı olan pâdişâh, izzet ile levlâk tâcının ezelden sâhibi olmuştur.

"Şanına levlâk u esrâ hâlin olmuştur senin

Şeb-çırâğısın cihânın nûr-ı rahman sendedir” (16),(17)

“Levlâk ve esrâ, şanının hâli olmuştur. Sen cihân karanlığını aydınlattın (âlemin varlığına sebep oldun.) Rahmân’ın nûru sendedir.

“Ey rasûlü’s-sakaleyn ey şeh-i taht-ı kevneyn

Sensin ol bâis-i levlâk-i semâvât ü zemin” (18)

“Ey insan ve cinnin rasûlü! Ve ey dünyâ ve âhiret tahtının pâ­dişâhı! Göklerin ve yeryüzünün levlâk’ının sebebi sensin.”

“Şâh-ı levlâk gibi hısn-ı hasînin var iken

Bu ne sûziş bu güdâziş bu ne âh u feryâd”(19)

“Levlâk şâhı gibi bir sağlam dayanağın varken; bu inleyiş, bu yanıp yakılma, bu âh u feryât nedir?”

“Medâr-ı hilkat-i efâktir zât-ı nigû-kârı”(20)

“Rasûl-i kibriyâ ya’ni Muhammed Mazharı levlâk”

“Allah Teâlâ’nın rasûlü, yani levlâk’ın mazharı olan Muham- med(s.a.s.)’in güzel olan zâtı, feleklerin yaratılış sebebidir.”

“Hem ne haddimdir benim kim vasfa cür’et eyliyem

Ol şehinşâh-ı leamrük taht-u levlâk efseri”(21),(22)

“O’nun vasfını anlatmaya cesâret etmek benim ne haddimdir? Çünkü O “leamrük” şehinşâhının tahtı ve levlâk tâcı olmuştur.”

“Tâc olubdur pes leamrük hil’at-ı levlâk onun

Oldu dâim lî maallah haveti âna makarr” (23),(24)

“Levlâk hil’atı ve leamrük hitâbı, O’na tâc olarak kâfidir. “Lî maallah” da O’nun devamlı makarrı olmuştur.”

Peygamberler küllî olan bir ismin mazharıdır. İbnü’l-Arabî “Fusûsu’l-Hikem” adlı eserinde, her peygambere âit olan bu mazharları ayrı ayrı zikreder. Peygamber (s.a.s.) Efendimiz ise ilâhî isimlerin zuhûr mahalli ve peygamberlik mesleğinin de hâtemidir.

Görünüşte büyük bir âlem (âlem-i kebîr) olan kâinat, yine zâhirde küçük âlem (âlem-i sagîr) olan Hz. Peygamber Efendimiz (s.a.s.)’in cisminin hakikatinden ve ruhundan meydana gelmiştir.

Abdülkerîm Cîlî, “Hakîkat-ı Muhammediyye ismi verilen bir melekten bahsederek, Allah Teâlâ’nın onu kendi nurundan ve bu âlemi de ondan yarattığını ifâde eder.(25)

“Hakîkat-ı Muhammediyye” taayyün âleminin başlangıcıdır. O’nun üstünde hiçbir isim ve sıfatla sıfatlanmayan “Zât” vardır ki, taayyünden münezzeh olduğu için bu makamı idrâk mahlûk için mümtenidir. “Allah Teâlâ’nın Zâtını düşünmeyiniz.” (26) Sözü, bu mertebe için söylenmiştir.

İşte “Zât” “lâ taayyün” mertebesinden, ilim mertebesine tenez­zül ederken, sınırsız olan isim ve sıfatların sûretleri, Hakk’ın ilminde taayyün edip, her birisinin hakikati yekdiğerinden ayrılmıştır. Bu mertebeye isim ve sıfat mertebesi ismi verilir.(27)

“Hakîkat-ı Muhammediyye” kâinat ağacının çekirdeği mesâbe- sindedir. Çekirdek bu ağacın başlangıcı, meyvesi de kemâlâtının ne­ticesi yani hâtemidir.(28)

Bizler mahlûk olmamız hasebiyle, kendimize ve dışımızdaki âle­me hâdis penceresinden bakarız ki; bu bakış ve değerlendirmemiz hep zaman ve mekânla sınırlı olur.

Münezzeh olanı, mukayyed akıl ve du­yularımızla idrak, bizleri tenzîh ve teşbîh çizgisinden uzaklaştırmaz. Mehmed Akif, “Tevhîd Yâhut Feryâd” adlı manzumesinde, bu imkân­sızlığı şu mısrâlarla dile getirmiştir:

“Ser-hadd-i ezel bed-i hudûd-ı melekûtun,

Pehnâ-yı ebed gâye-i sahn-ı ceberûtun.

Hükmün ki tahakküm edemez seyrine bir şey;

Bir anda bu pâyansız olan cevvi eder tayy.

Bir an diyerek eylemişim bilmiyerek bak!

Takyid-i zamanla Seni ey fâtır-ı mutlak!

Bakîyi beşer her ne kadar eylese tenzîh,

Fâniyyeti îcâbı eder kendine teşbih!”(29)

Nazar (fikr) yolu şek ve şüpheden hâli değildir. Hak Teâlâ za­man ve mekândan münezzeh olduğuna göre; bize âit olan başlangıç ve son O’na izafe edilemez. Vehmin mahsûlü olan bu fikirlerle za­man ve mekân süreci içinde nâmütenâhîyi tam ifade ve idrâk müm­kün değildir.

Allah Teâlâ her şeyden evvel, her şeyin üstünde ve her şeyi mu­hittir. Basiret sahibi olanın marifetinde muzhir ile mazhar birbirin­den ayrılmaz. Fakat bu, hulûl ve ittihad tarzında değerlendirilmemelidir. Bu husûsa misâl olarak ceryanı “muzhir”, lambayı da “maz­har” tarzında ifâde edebiliriz.

Vücûdu başkasından olan vücûd, müsteârâ bir vücuttur. Yani kendi kendisine kâim değildir; kendi zâtıyla adem (yok)dir. Onun vücûdu, bir başka vücûda nisbetledir. Böyle bir vücûda gerçek vü­cûd denemez. Hakikî vücûd (vâcibü’l-vücûd) Allah Teâlâ’nın vücû­dudur. “Vacibü’l-vücûd” ve “mümkünü’l-vücûd” tâbirlerinden mak­sat da budur.

Her varlığın biri Hakk’a, diğeri de kendisine âit iki yüzü var­dır. Bu vecihlerden biri kadîm, diğeri ise hâdis ve mahlûktur.

“Hakîkat-ı Muhammediyye”, Allah Teâlâ’nın ilminde sâbit olan hakikat cihetinden kadîm; hâriçte zuhûr itibâriyle hâdis; beşerin en şereflisi ve Hakk’ın Habîbi olan Peygamber (s.a.s.) Efendimizdir.

İşte “Hakikat-ı Muhammediyye” her taayyünün ilki olarak, bü­tün varlıkların hakikatlerini ihtiva eder. Onun üstünde hiçbir isim ve sıfatla sıfatlanmış olmayan “Zât” vardır ki, bütün taayyünlerden münezzehtir. (Lâtaayyün)

“Zât” taayyünsüzlük mertebesinden, ilim mertebesine tenezzül ederek; (Zâta nisbetle tekâsüf ederek) sınırsız olan isim ve sıfat­ların sûretleri (ilmî sûretler-suver-i ilmiyye) birinci mertebede müc­mel ve birbirinden ayrılmaksızın; ikinci taayyünde her birisinin ha­kikati yekdiğerinden ayrılmış olarak taayyün eder. “Zât”, (lâ taay­yün) ile ilk taayyün (taayyün-i evvel, Hakîkat-ı Muhammediyye) arasında tek fark taayyün ve taayyünsüzlüktür. Peygamber (s.a.s.)’in mi’râcı da işte bu hakikate urûcdur.

Taayyünsüzlükten, yani “Zât” mertebesinden, ilk tayyün mer­tebesine tenezzül kadîm bir manâdır. Mücerred ve müşahhas kevnî sûretler (ruhlar âlemi, misâl âlemi ve şehâdet âlemi) işte bu manânın bir neticesidir.

“Hep sûrete girdi sırrı vahdet

Ma’nâ-yı kadîm boldu sûret”(30)

Kâinatın hilkat sebebi olan Hz. Peygamber (s.a.s.)’in hakikati, ilâhî tasarruflar için bir infial mahalli olmuştur. Bu infiâlin menşeinden feyz alan kâmil insanlar, dünya hayat değirmeninin medârı olmuşlardır.

Bu yüzden Peygamber (s.a.s.) Efendimizin hayatı çok yönlü de­ğerlendirilmelidir. Çünkü o bütün kâmil insanların feyz alacağı, “Hakîkat-ı Muhammediyye” menbaının tek vârisidir.

Azimet, şecâat, kahramanlık, şükür, tevekkül, kadere rızâ, be­lâlara sabır, fedâkârlık, kanâat, gönül zenginliği, diğergâmlık vb. gibi insanların zaman zaman özlemini çektiği bu vasıfların gerçek kaynağı hiç şüphesiz Peygamber (s.a.s.) Efendimizdir.

İnsanlar çeşitli karakterlere sahip, muhtelif meşreplerde yara­tılmıştır. İçtimâi hayatta birbirlerinden faklı durumlar arzederler. Peygamber (s.a.s.)’in sîreti, bütün meşreblerin hidâyet merciidir. Her insan, O’nda örnek olacak ciheti bulur. Zira O, âlemlerin varlı­ğının sebebi, Hak Teâlâ’nın rahmeti, halk bahçesinin çekirdeği ve o bahçenin açılmış son gülüdür. O’nun bahçesine girip, râyihasından sarhoş olmayan gönül, gönül değildir. İşte bu râyihanın manevî sar­hoşlarından olan Fuzulî ona şöyle sesleniyor:

"Yâ Habîballah yâ hayra’l-beşer müştâkınam

Öyle kim leb-teşneler yânup diler hem-vâra su.”(31)

“Ey Allah’ın Habîbi ve ey beşerin hayırlısı sana müştâkım! Du­dağı kuruyanların, suya ulaşmanın harareti ile yanmaları gibi, ben de sana ulaşmanın hasretiyle yanıyorum.”

Hz. Peygamber (s.a.s.)’in hakikati bütün taayyünlerin başlan­gıcı olmak itibariyle, vücutta vâhid (tek) ve bütün taayyünleri ihata ettiği için de külliyetle muttasıftır.(32)

Bu özelliği ihtiva eden beyitlerden bazılarını da şöylece sıralayabiliriz:

“Ey iş adamı! Hakk’ın sırrını sana açıkça söyleyeyim mi? Bu taayyün âleminde “Ahad” Ahmed’dir. Taayyün “mimi”ni kaldır, Ah­med “Ahad” olur. İşte “Allahü’s-Samed”(33)’in manâsını anla!”(34)

“Ahad” Ahmed’in taayyün “mîmi”nde zâhir oldu; bu devirde evvel âhirin aynı geldi. Ahmed’den “Ahad”a kadar fark, bir “mîm”den yani taayyünden ibarettir. Cihanın bütün varlıkları, o taayyün “mîmi” içinde müstağraktır.”(35)

“Kalmış idi cümlesi ketm-i âdemde bî vücûd

Geldi bi’l-cümle bürûza aldı nârımdan cilâ”(36)

“(Şâyet O olmasaydı) Vücûd mertebelerinin neticesi olan varlık­lar (bilkuvve Zât’ta) vücutsuz olarak kalırdı. Bu varlıkların hepsi Peygamber (s.a.s.)’in nûrundan cilâ alıp zâhir oldular.”

“Yüzün bir mâh-ı tâbandır ki nûrundan cihân rûşen

Ki etrâfında mürseller sanâsın ayn-ı ahterdir(37)

“Yüzün parlak bir aydır ve bütün cihân, senin nûrunla aydınlan­mıştır. Etrafında halka olan peygamberler sanki yıldızlar gibidir.”

“Hak seni ızhâr için bir rûh tasvir eylemiş

Sonra gülberg-i hayâ pîrâhen olmuştur sana”(38)

“Allah Teâlâ seni ızhâr için bir rûh tasvir etmiş; bir gül yap­rağı mesâbesinde olan hayâ da sana gömlek olup (mübarek vücû­dunu örtmüştür.)”

"Kalbi mişkât-ı nûr-ı zât oldu

Zât-ı müstecmi-i sıfât oldu

Mazhar-ı ism-i zât-ı hakdır ol

Menşe’-i her sıfât-ı hakdır ol”(39)

“O’nun kalbi Hakk’ın Zât’ının nûrunun kandili, kendisi de Allah’ın sıfatlarının merkezi olmuştur. O, Hakk’ın Zât’ının isminin mazharı ve Allah’ın her sıfatının menşeidir.”

“Gevher-i âyîne-i hüsn-i ezel

Pertev i nûr-ı hudâ azze ve cell”(40)

“Peygamber (s.a.s.), ezelî güzellik (hüsn-i mutlak) aynasının cevheri, Azîz ve Celîl olan Hudâ’nın nûrunun ışığıdır.”

“Sensin ol mâye-i fıtrat ki senin zâtınla

Fahr ider Âdem ü Havva’daki mâ ile tîn”(41)

“Fıtratın mayası sensin. Âdem ve Havvâ’da olan su ve çamur, senin zâtınla iftihar eder.”

“Mâni’-i lafz-ı emr-i kün ü mûcib-i dü kevn

Kim kâf u nûna illet-i zâtıyla şan gelir”(42),(43)

“O, dünyâ ve âhiretin sebebi olan “kün” emrinin lafzının ma- ­nâsıdır. Bu yüzden kâf ve nûn, (kün) hitabına O’nun zâtı sebebiyle şan gelmiştir.”

“Cemâlî âyîne-i zât-ı pâk-i mevlâdır

Sıfât-ı hakka vücûd-ı şerîfidir mahşer” (44)

“Peygamber (s.a.s.)’in cemâli, Mevlâ’nın pâk olan Zât’ının ay­nasıdır. Şerefli vücudu, Hakk’ın sıfatlarına mahşer olmuştur.(Âlem-i kesret, Allah Teâlâ’nın esma ve sıfatlarının hâriçte tezahürüdür.)”

“Yoğ iken âdemin nâm u nişânı

Anılmazken dü kevnin âd u şânı

Yarâdılmışdı nûr-i pâki anın

Kim oldur mebdeî iki cihânın

Eğerçi âlem-i sûrette sondur

Velî ma’nîde ol kamûdan öndür

Vücûda gelmese ol nûr-i a’zam

Ademde kâlır idi cümle âlem” (45)

“Hz. Âdem’in nâm ve nişânı yokken, dünyâ ve âhiretin adı ve şânı anılmazken, Peygamber (s.a.s.)’in pâk olan nûru yaratılmıştı. İki cihânın başlangıcına sebep o olmuştur. Sûret âlemine sonra gel­miştir; fakat manâ âleminde (ilmî suretlerde) her varlıktan ön­cedir. O “Nûr-i Muhammedî” vücûda gelmeseydi, bütün âlem ademde (yoklukta) kalırdı.”

“Enbiyâ mazhar-ı esmâ vü sıfât olmuştur

Zâtın ammâ ki senin matla’-ı envâr-ı mübîn”(46)

“Nebîler, Allah Teâlâ’nın isim ve sıfatlarının mazharı olmuştur; fakat senin zâtın apaçık nûrların doğduğu yerdir.”

“Seni Hak âyîne-i zât etti

Zât-ı yektasına mir’ât etti”(47)

“Hak seni, Zât’ının aynası kıldı ve Zât-ı Ahadiyyetine (lâ taay­yün) mir’ât etti.”

“Eşref-i halk-ı cihân olsa vücûdu ne aceb

Âlemin zübde-i mecmû-i benî âdemidir

Yok, nazîri onun efrâd-ı beşerde ancak

Akl-ı küll cevher-i pâkîzesinin tevemidir”(48)

“O’nun vücûdu cihân halkının en şereflisi olmuşsa, bunda şaşı­lacak ne var? O, Âdemoğlunun zübdesidir, insanlar arasında O’nun eşi ve benzeri yoktur. “Akl-ı küll” O’nun pâk olan cevherinin eşidir.”

“Zâtıma mir’ât edindim zâtını

Bile yazdım âdım ile âdını”(49)

“Senin zâtını kendi Zât’ıma ayna edinip, ismini adımla berâber yazdım. (Lâ ilâhe illallah Muhammedü’r-Rasûlüllah)

“Âyinedir bu âlem her şey hak ile kâim

Mir’ât-ı Muhammed’den Allah görünür dâim”(50)

“Bu âlemin hepsi Hakk ile kâim olan bir aynadır. Muhammed (s.a.s.)’in aynasından devamlı müşâhede edilen Hak’tır.”

“Cenâb-ı Ahmed-i mürsel ki eylemiş Hallâk

Fürûg-ı neyyir-i zâtın zıyâ-yı çeşm-i yakîn(51)

“Allah Teâlâ, Rasûlüllah (s.a.s.)’i, Zât’ının akseden ışığı; çeşme-i yakînin (hakikati gören gözlerin) ziyası eylemiştir.”

“Mihr ü meh olmazdı böyle pertev-endâz-ı safa

Olmasa ger mazhar-ı nûr-ı peygamber rûz u şeb”(52)

“Gece ile gündüz Peygamber (s.a.s.)’in nûruna mazhar olma­saydı; güneş ve ay berrak ışıklar saçamazdı.”

"O hâkin pertevinden oldu deycûr-i adem zâil

Âmâdan açdı mevcûdât çeşmde tûtiyâdır bû”(53)

“O toprağın (Peygamber (s.a.s.)’in kabrinin toprağı) parlaklı­ğından adem (yokluk) karanlıkları dağıldı. Varlıkları gözlerini kör­lükten (âmâdan, âdem-i izafîden) açtılar. 0, (âlemin) gözünün sür­mesidir.”

Ey sûret-i hak, kemâl-i mutlak

Sen nûr-i vücûdsun muhakkak

Olsaydın eğer ademde pinhan

Zulmette kalırdı hayyiz-imkân

Zahirde eğerçi sen beşersin

Bâtında fakat neler nelersin

Menşûr-i kemâlidir müeyyed

Sallû sallû alâ Muhammed” (54)

“Ey Hakk’ın (Allah ism-i câmiinin) mazharı olan mutlak kemâl, sen hiç şüphesiz O’nun vücudunun nûrusun.

Sen şâyet ademde (izafî yoklukta, Hakk’ın ilminde) gizli kalsaydın, bütün kâinat yokluk karanlıklarında kalırdı.

Zâhirde (hâriçte zuhûr cihetiyle) sen beşersin (mahlûk ve hâ­dissin). Bâtında (hakikatte) ise neler nelersin...

O kemâl rütbesiyle müeyyeddir. Muhammed (s.a.s.)’e salât ve selâm getirin.”

Peygamber (s.a.s.) Efendimiz, Allah Teâlâ’nın “Rahmân” ismi­nin hâs mazharıdır. “Rahman Kur’ân’ı öğretti” yerine; “Allah Kur’ân’ı öğretti” buyurulmamasının sebebini şu tarzda açıklamak mümkündür:

Bütün diğer peygamberler, dünyada mazhar oldukları ismin hükmünü, eserini, ilmini, hikmetini, zevkini ve tecellîsini “Hakîkat-ı Muhammediyye” den alırlar. Bundan maksat, ümmetlerine şefaat ede­rek onların, Allah Teâlâ’nın Celâl isminin bir neticesi olan kahır ve azaptan kurtarmaktır.

Hakk’ın, “Muntakim” ve “Kahhâr” isminin intikam ve kahrı ha­fif olduğu zaman; “Raûf” ve “Rahîm” isimlerinin şefaati imdada yetişir. Aksi halde, yani intikam ve kahır şiddetli olursa, diğer isimlerinin şefâati olamaz. Bu durumda ancak Hakk’ın “Rahmân” ismi şefâat eder. “Rahmetim herşeyi kaplamıştır.” âyeti, “Rahmân” isminin, bütün isimlere şâmil olduğu­nu beyan etmektedir.

Hz. Âdem (a.s.)’den, Peygamber (s.a.s.) Efendimize gelinceye kadar gönderilmiş nebî ve rasûlden her birisi, kendi ümmetlerini Hakk’a dâvet edip, onlara şefâat ettiler. Onların mazhar oldukları isim, “Rahmân” ismi kadar ihâtalı değildir. Bu yüzden onların şefaat­leri sâdece ümmetlerine aittir. Küllün başlangıcı (ilk taayyün, Hakîkat-ı Muhammediyye)’nin mazharı olan Peygamber (s.a.s.) Kur’ân-ı Kerim’de, “Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.” (57) âyetinin muhatabı olmuştur.

Peygamber (s.a.s.), Hakk’ın bütün isimlerinin mecmûu olan Al­lah isminin mazharı, “Rahmet-i Rahmâniyye” nin hakikatini ve geç­miş peygamberlerin gösterdiği yolların (şerîatlerin) hepsini câmî bulunduğundan, şefâat makâmının da efendisi olmuştur.

Kur’ân-ı Ke­rim’de, “Biz seni bütün insanlara ancak müjdeci ve uyarıcı olarak gön­dermişizdir; fakat insanların çoğu bilmez.”(58) buyurulması da buna işa­rettir.

Sözlerimizi, M. Âkif’in şu mısralarıyla bitiriyoruz:

“Dünyâ neye sahipse, O’nun vergisidir hep,

Medyûn O’na cemiyyeti, medyûn O’na ferdi,

Medyûndur O mâsûma bütün bir beşeriyyet;

Yâ Rabb bizi mahşerde, bu ikrâr ile haşret.” (59)

(1) Ahzâb, 33/21.
(2) Kalem, 68/4.
(3) Ahzâb, 33/45-46.
(4) Enbiyâ, 21/107.
(5) Ahzâb, 33/40.
(6) Sagânî, "el-Hadîsü’l-Mevzûa” isimli kitabında bu hadis için mevzû demiştir: Fakat Aliyyu’l-Kâri mânânın sahih olduğunu ifade ediyor. Deylemî, İbn Abbas’tan merfû olarak şu hadisi rivâyet eder: “Etânî Cibrilü fekâle yâ Muhammed, levlâke lemâ halaktü’t-dünya." (Muhammed Nâsuriddin el-Elbâkî, Silsiletü’l-Ehâdîsi’z-Zaîfe ve’l-Mevzûa, Mı­sır, 1284 h.s.282).
(7) Abdi Paşa (ölm. 1103/1691-92) Safâî, Tezkiretü’ş-şuarâ, s. 230.
(8) Rüşdi Sahaf (ölm. 1111/1699-1700) Revan (Topkapı), 781/1.
(9) Zarîfi (XVII. asır) Üniversite Kat. T.Y. 673/3.
(10) Riyâzî, (1001-1039/1592-1629), Hâlet Ef. (Süleymâniye), 699/1.
(11) Es’ad Selânikî, (ölm. 1043/1633), Üniversite Küt. T.Y. 1411.
(12) Nev’i zâde Atâyî, (991-1044/1583-1634), Lala İsmail (Süleymâniye) 466.
(13) Necm, 52/9.
(14) Şeyhu’l-İslâm Yahyâ, (999-1053/1591-1643), Lala İsmail (Süleymâniye), 503.
(15) Rüşdî Sahaf, a.g.e.
(16) İsrâ, 17/1.
(17) Kâzî, (XVII. asır), Ali Emîri (Millet), 367/1.
(18) Yârî (XVII. asır), Ali Emîri (Millet), 514.
(19) Yûsuf Nâbî, (ölm. 1124/1712-13), Lala İsmâil (Süley- mâniye), 488.
(20) Muîn, (ölm. 1063/1652), Üniversite, T.Y. 692/2.
(21) Hicr, 15/72.
(22) Cevrî, (ölm. 1065/1654), Emânet (Topkapı), 1623,
(23) Aclûnî Keşfü’l-Hafâ, Beyrut, 1352 h. c. II. s. 173.
(24) Fenâyî Cennet Ef. (ölm. 1075/1664), Hacı Mahmud Ef. (Süleymâniye), 3822/2.
(25) Abdü’l-Kerîm b. İbrahim el-Cilânî, el-İnsânü’l-Kâmil fî Ma’rîfeti’l-Evâhir ve’l-Evâil, Mısır, II. Cüz. S. 9.
(26) Ebu’l-Fazl Muhammed b. Tâhir İbn Ahmed el-Mukaddesî, Kitâbu Tez­kireti’l-Mevzûât, Mısır, 1323, h.s. 41.
(27) Ahmed Avni Konuk, Fusûsu’l-Hikem Şerhi, Fass-ı Muhammedî, Konya Müzesi Kütüphânesi, 3880, s. 6.
(28) Ahzâb, 33/40.
(29) Mehmed Akif, Safahât, İst. 1987, s. 14.
(30) Şeyh Gâlib
(31) Fuzûlî,(Su Kasidesi).
(32) A. Avni Konuk, a.g.e. s. 2.
(33) İhlâs, 112/2.
(34) Ferîdüddin Attâr, (A. Avni Konuk, a,g.e. s. 2.)
(35) Gülşen-i Râz, (a.g.e. s. 2.)
(36) Nizamzâde Seyfullah, (ölm. 1090/1679) İst. 1288, h.s. 44.
(37) A.esr. S.44. ’
(38) Yenişehirli Avni, Divan, İst, s.73.
(39) Subhî, (ölm. 1101/1689) Nûr-i Osmaniye (Mecmua). 4395/4951.
(40) Subhî, ag. esr.
(41) Rüşdî Sahaf, ag. esr.
(42) Bakara, 2/117; Âl-i İmrân, 3/47-59; Nahl, 16/40; Meryem, 19/35; Yâsîn, 36/82.
(43) Üsküdarlı Sırrı,(ölm. 1111/1699-1700), Hazine (Topkapı), 967/2.
(44) Nazmî,(1032-1112/1623-1700-1701), Revan (Topkapı), 769/1.
(45) Zarîfî, (XVII. asır) Üniversite, T.Y. 673/3.
(46) Yârî, a.g.e.
(47) Hakânî, Hilye-i Hakânî, İst. 1306, h.s.10.
(48) Cevrî, (ölm. 1065/1654), Emânet (Topkapı), 1623.
(49) Süleyman Çelebi, Vesîletü’n-Necât.
(50) Aziz Mahmûd Hüdâyî.
(51) Neşâtî Ahmed Dede, (ölm. 1085/1674), Üniversite, T.Y. 462/2.
(52) A.asr.
(53) Yûsuf Nâbi, a.g.e.
(54) Ahmed Avni Konuk.
(55) Rahmân, 55/1.
(56) A’râf, 7/156.
(57) Enbiyâ, 21/107.
(58) Sebe, 34/28.
(59) Mehmed Âkif, a.g.e. s.411.

Nûr-i Hüda

Sultân-ı rusül âleme rahmet seni Mevlâ

Gönderdi kerem eyledi Allahü Teâlâ

Ey nûr-i hüdâ Zât-ı Kerîm’in ne keremdir

Mahrem-i harem-gâh-ı visâl Leyle-i Esrâ

Kim vasfına kâdir ola Kur’an sâna vassâf

Ey menba-i ma’den-i kerem nûr-i tecellâ

Hâk-i kademin dânesinin kıymeti olmaz

Şems ü kamer encümler ile cennet-i a’lâ

Ey şâh-ı rusül şem-i sübül hûrşîd-i kevneyn

Şân u şerefine bizi bahş eyleye Mevlâ

Hâk-i kademin arşa verüp şân u şerâfet

Nûr-i dü-serâ mesned-i iklim-i tecellâ

Takdir mi olur kıymet-i vâlâ-yı Muhammed

Rûz-i cezâ’da keşf ola LUTFİ bu mu’ammâ

Erzurumlu Mehmet LUTFİ