HAKİKAT-İ MUHAMMEDİYYE VE İLGİLİ BEYİTLER
Dr. Selçuk ERAYDIN
Bir kimse kemâl vasfına sahip olmadıkça, insanlar için uyulacak örnek sayılamaz. Hakk’ın bütün isimlerini câmi ve “Rahmân” isminin mazharı olan Peygamber (s.a.s.) Efendimiz, insan nev’inin en mükemmeli, hidâyetin sırrı, vücûb ve imkânın merkezi, Kur’ân ve Furkân’ın hakikat noktasıdır.
Kur’ân-ı Kerim’in beyânına göre O, Müslümanlar için ilk ve son örnek (1), en yüce ahlâka sâhip(2), Hak için şâhid, müjdeleyici ve uyarıcı; aydınlatan bir ışık(3) ve “rahmete’n-li’l-âlemîn”(4)dir.
Hz. Peygamber (s.a.s.) Efendimiz kâinâtın sebebi, hilkatin evveli, nübüvvetin hâtemidir.(5) Hakk’ın ahlâkı ile mütehallî, O’nun bütün isim ve sıfatlarının mazharı, enbiyânın serveri, evliyanın rehberi, rahmetin habercisi; bütün güzel sıfatlarla muttasıf, yolumuz, varlığımız, hasta gönüllerin devası, kalblerin itminânı, Cemâl’in mir’âtıdır.
İbnü’l-Arabî’nin beyânına göre, Peygamber (s.a.s.)’in hikmeti “ferdiyyet” tir. Rasûlüllah (s.a.s.) bütün hakikatları câmi olduğu gibi; ferdî hikmet (hikmet-i ferdiyye) de bütün hikmetleri câmi’dir.
O, ilâhî isimlerin zuhûr mahalli, varlıkların başlangıç sebebidir. “Sen olmasaydın, sen olmasaydın, bu felekleri halketmezdim.”(6) tarzındaki kutsî hadis, İslâm Türk Edebiyatı şâirlerinin ortak malzemesi olmuştur. Nât-ı şeriflerde yer alan ve bu kudsî hadisi ihtivâ eden beyitlerden bazıları şunlardır:
“Mazhar-ı ta’zîm-i levlâk iftihâru’l-enbiyâ
Mesned-ârâ-yı risâlet dâver-i ins ü perî”(7)
"Peygamber (s.a.s.) “levlâke” hitâbının mazharı, nebilerin iftihârı, peygamberlik rütbesinin süsü, insan ve cinnin sultânıdır.”
“Sensin ol mazharı teşrîf-i hitâb-ı levlâk
Ki vücûdundur olan illet-i halk u tekvîn”(8)
"Levlâke” şerefli hitabının mazharı sensin; halkın yaratılış sebebi senin vücûdundur.”
"Musarrahtır bunu ta’lîk-i levlâk
Ki o olmaz ise olmazdı eflâk”(9)
“Levlâke” hadisinde açıkça belirtilmiştir ki; O olmasaydı, bu felekler de olmazdı.”
"Aşk eyledi muhâtab-ı levlâke mâ halak
Fahr-ı cihânı hâlik-ı perverdigârdan” (10)
“Aşk ile cihânın iftihar medârını, Râzık olan Hak Teâlâ, “levlâke mâ halak”ın muhâtabı kıldı.”
“Habîb-i hazret-i bârî vü mazhar-ı levlâk
Zehî netîce-i mahlûk u lûtf-i rabbânî”(11)
“O, Allah Teâlâ’nın habîbi, levlâk’ın mazharı, mahlûkun yaratılış sebebi ve Hakk’ın insanlara bir lutfudur.”
"Cenâb-ı mazhar-ı levlâk tâc-ı târem-i eflâk
Rasûl-i hâlık-ı pâk âfitâb-ı evc-i istiğna” (12)
"O, eflâk zirvesinin tâcı, levlâk mazharının makâmı, istiğna derecesinin güneşi olan pâk yaratılışlı bir rasûldür.”
"Sana mahsûs lutfudur hakkın
Tâc-ı levlâk u taht ı ev ednâ”(13),(14)
“Ev ednâ” makamı ve levlâk tâcı, Allah Teâlâ’nın sana mahsus bir lutfudur.”
“Pâdişâh-ı mesned-ârâ-yı cihân kim izz ile
Efser-i levlâk ile olmaz ezelden tâc-dâr” (15)
“Cihânın dayanağı olan pâdişâh, izzet ile levlâk tâcının ezelden sâhibi olmuştur.
"Şanına levlâk u esrâ hâlin olmuştur senin
Şeb-çırâğısın cihânın nûr-ı rahman sendedir” (16),(17)
“Levlâk ve esrâ, şanının hâli olmuştur. Sen cihân karanlığını aydınlattın (âlemin varlığına sebep oldun.) Rahmân’ın nûru sendedir.
“Ey rasûlü’s-sakaleyn ey şeh-i taht-ı kevneyn
Sensin ol bâis-i levlâk-i semâvât ü zemin” (18)
“Ey insan ve cinnin rasûlü! Ve ey dünyâ ve âhiret tahtının pâdişâhı! Göklerin ve yeryüzünün levlâk’ının sebebi sensin.”
“Şâh-ı levlâk gibi hısn-ı hasînin var iken
Bu ne sûziş bu güdâziş bu ne âh u feryâd”(19)
“Levlâk şâhı gibi bir sağlam dayanağın varken; bu inleyiş, bu yanıp yakılma, bu âh u feryât nedir?”
“Medâr-ı hilkat-i efâktir zât-ı nigû-kârı”(20)
“Rasûl-i kibriyâ ya’ni Muhammed Mazharı levlâk”
“Allah Teâlâ’nın rasûlü, yani levlâk’ın mazharı olan Muham- med(s.a.s.)’in güzel olan zâtı, feleklerin yaratılış sebebidir.”
“Hem ne haddimdir benim kim vasfa cür’et eyliyem
Ol şehinşâh-ı leamrük taht-u levlâk efseri”(21),(22)
“O’nun vasfını anlatmaya cesâret etmek benim ne haddimdir? Çünkü O “leamrük” şehinşâhının tahtı ve levlâk tâcı olmuştur.”
“Tâc olubdur pes leamrük hil’at-ı levlâk onun
Oldu dâim lî maallah haveti âna makarr” (23),(24)
“Levlâk hil’atı ve leamrük hitâbı, O’na tâc olarak kâfidir. “Lî maallah” da O’nun devamlı makarrı olmuştur.”
Peygamberler küllî olan bir ismin mazharıdır. İbnü’l-Arabî “Fusûsu’l-Hikem” adlı eserinde, her peygambere âit olan bu mazharları ayrı ayrı zikreder. Peygamber (s.a.s.) Efendimiz ise ilâhî isimlerin zuhûr mahalli ve peygamberlik mesleğinin de hâtemidir.
Görünüşte büyük bir âlem (âlem-i kebîr) olan kâinat, yine zâhirde küçük âlem (âlem-i sagîr) olan Hz. Peygamber Efendimiz (s.a.s.)’in cisminin hakikatinden ve ruhundan meydana gelmiştir.
Abdülkerîm Cîlî, “Hakîkat-ı Muhammediyye” ismi verilen bir melekten bahsederek, Allah Teâlâ’nın onu kendi nurundan ve bu âlemi de ondan yarattığını ifâde eder.(25)
“Hakîkat-ı Muhammediyye” taayyün âleminin başlangıcıdır. O’nun üstünde hiçbir isim ve sıfatla sıfatlanmayan “Zât” vardır ki, taayyünden münezzeh olduğu için bu makamı idrâk mahlûk için mümtenidir. “Allah Teâlâ’nın Zâtını düşünmeyiniz.” (26) Sözü, bu mertebe için söylenmiştir.
İşte “Zât” “lâ taayyün” mertebesinden, ilim mertebesine tenezzül ederken, sınırsız olan isim ve sıfatların sûretleri, Hakk’ın ilminde taayyün edip, her birisinin hakikati yekdiğerinden ayrılmıştır. Bu mertebeye isim ve sıfat mertebesi ismi verilir.(27)
“Hakîkat-ı Muhammediyye” kâinat ağacının çekirdeği mesâbe- sindedir. Çekirdek bu ağacın başlangıcı, meyvesi de kemâlâtının neticesi yani hâtemidir.(28)
Bizler mahlûk olmamız hasebiyle, kendimize ve dışımızdaki âleme hâdis penceresinden bakarız ki; bu bakış ve değerlendirmemiz hep zaman ve mekânla sınırlı olur.
Münezzeh olanı, mukayyed akıl ve duyularımızla idrak, bizleri tenzîh ve teşbîh çizgisinden uzaklaştırmaz. Mehmed Akif, “Tevhîd Yâhut Feryâd” adlı manzumesinde, bu imkânsızlığı şu mısrâlarla dile getirmiştir:
“Ser-hadd-i ezel bed-i hudûd-ı melekûtun,
Pehnâ-yı ebed gâye-i sahn-ı ceberûtun.
Hükmün ki tahakküm edemez seyrine bir şey;
Bir anda bu pâyansız olan cevvi eder tayy.
Bir an diyerek eylemişim bilmiyerek bak!
Takyid-i zamanla Seni ey fâtır-ı mutlak!
Bakîyi beşer her ne kadar eylese tenzîh,
Fâniyyeti îcâbı eder kendine teşbih!”(29)
Nazar (fikr) yolu şek ve şüpheden hâli değildir. Hak Teâlâ zaman ve mekândan münezzeh olduğuna göre; bize âit olan başlangıç ve son O’na izafe edilemez. Vehmin mahsûlü olan bu fikirlerle zaman ve mekân süreci içinde nâmütenâhîyi tam ifade ve idrâk mümkün değildir.
Allah Teâlâ her şeyden evvel, her şeyin üstünde ve her şeyi muhittir. Basiret sahibi olanın marifetinde muzhir ile mazhar birbirinden ayrılmaz. Fakat bu, hulûl ve ittihad tarzında değerlendirilmemelidir. Bu husûsa misâl olarak ceryanı “muzhir”, lambayı da “mazhar” tarzında ifâde edebiliriz.
Vücûdu başkasından olan vücûd, müsteârâ bir vücuttur. Yani kendi kendisine kâim değildir; kendi zâtıyla adem (yok)dir. Onun vücûdu, bir başka vücûda nisbetledir. Böyle bir vücûda gerçek vücûd denemez. Hakikî vücûd (vâcibü’l-vücûd) Allah Teâlâ’nın vücûdudur. “Vacibü’l-vücûd” ve “mümkünü’l-vücûd” tâbirlerinden maksat da budur.
Her varlığın biri Hakk’a, diğeri de kendisine âit iki yüzü vardır. Bu vecihlerden biri kadîm, diğeri ise hâdis ve mahlûktur.
“Hakîkat-ı Muhammediyye”, Allah Teâlâ’nın ilminde sâbit olan hakikat cihetinden kadîm; hâriçte zuhûr itibâriyle hâdis; beşerin en şereflisi ve Hakk’ın Habîbi olan Peygamber (s.a.s.) Efendimizdir.
İşte “Hakikat-ı Muhammediyye” her taayyünün ilki olarak, bütün varlıkların hakikatlerini ihtiva eder. Onun üstünde hiçbir isim ve sıfatla sıfatlanmış olmayan “Zât” vardır ki, bütün taayyünlerden münezzehtir. (Lâtaayyün)
“Zât” taayyünsüzlük mertebesinden, ilim mertebesine tenezzül ederek; (Zâta nisbetle tekâsüf ederek) sınırsız olan isim ve sıfatların sûretleri (ilmî sûretler-suver-i ilmiyye) birinci mertebede mücmel ve birbirinden ayrılmaksızın; ikinci taayyünde her birisinin hakikati yekdiğerinden ayrılmış olarak taayyün eder. “Zât”, (lâ taayyün) ile ilk taayyün (taayyün-i evvel, Hakîkat-ı Muhammediyye) arasında tek fark taayyün ve taayyünsüzlüktür. Peygamber (s.a.s.)’in mi’râcı da işte bu hakikate urûcdur.
Taayyünsüzlükten, yani “Zât” mertebesinden, ilk tayyün mertebesine tenezzül kadîm bir manâdır. Mücerred ve müşahhas kevnî sûretler (ruhlar âlemi, misâl âlemi ve şehâdet âlemi) işte bu manânın bir neticesidir.
“Hep sûrete girdi sırrı vahdet
Ma’nâ-yı kadîm boldu sûret”(30)
Kâinatın hilkat sebebi olan Hz. Peygamber (s.a.s.)’in hakikati, ilâhî tasarruflar için bir infial mahalli olmuştur. Bu infiâlin menşeinden feyz alan kâmil insanlar, dünya hayat değirmeninin medârı olmuşlardır.
Bu yüzden Peygamber (s.a.s.) Efendimizin hayatı çok yönlü değerlendirilmelidir. Çünkü o bütün kâmil insanların feyz alacağı, “Hakîkat-ı Muhammediyye” menbaının tek vârisidir.
Azimet, şecâat, kahramanlık, şükür, tevekkül, kadere rızâ, belâlara sabır, fedâkârlık, kanâat, gönül zenginliği, diğergâmlık vb. gibi insanların zaman zaman özlemini çektiği bu vasıfların gerçek kaynağı hiç şüphesiz Peygamber (s.a.s.) Efendimizdir.
İnsanlar çeşitli karakterlere sahip, muhtelif meşreplerde yaratılmıştır. İçtimâi hayatta birbirlerinden faklı durumlar arzederler. Peygamber (s.a.s.)’in sîreti, bütün meşreblerin hidâyet merciidir. Her insan, O’nda örnek olacak ciheti bulur. Zira O, âlemlerin varlığının sebebi, Hak Teâlâ’nın rahmeti, halk bahçesinin çekirdeği ve o bahçenin açılmış son gülüdür. O’nun bahçesine girip, râyihasından sarhoş olmayan gönül, gönül değildir. İşte bu râyihanın manevî sarhoşlarından olan Fuzulî ona şöyle sesleniyor:
"Yâ Habîballah yâ hayra’l-beşer müştâkınam
Öyle kim leb-teşneler yânup diler hem-vâra su.”(31)
“Ey Allah’ın Habîbi ve ey beşerin hayırlısı sana müştâkım! Dudağı kuruyanların, suya ulaşmanın harareti ile yanmaları gibi, ben de sana ulaşmanın hasretiyle yanıyorum.”
Hz. Peygamber (s.a.s.)’in hakikati bütün taayyünlerin başlangıcı olmak itibariyle, vücutta vâhid (tek) ve bütün taayyünleri ihata ettiği için de külliyetle muttasıftır.(32)
Bu özelliği ihtiva eden beyitlerden bazılarını da şöylece sıralayabiliriz:
“Ey iş adamı! Hakk’ın sırrını sana açıkça söyleyeyim mi? Bu taayyün âleminde “Ahad” Ahmed’dir. Taayyün “mimi”ni kaldır, Ahmed “Ahad” olur. İşte “Allahü’s-Samed”(33)’in manâsını anla!”(34)
“Ahad” Ahmed’in taayyün “mîmi”nde zâhir oldu; bu devirde evvel âhirin aynı geldi. Ahmed’den “Ahad”a kadar fark, bir “mîm”den yani taayyünden ibarettir. Cihanın bütün varlıkları, o taayyün “mîmi” içinde müstağraktır.”(35)
“Kalmış idi cümlesi ketm-i âdemde bî vücûd
Geldi bi’l-cümle bürûza aldı nârımdan cilâ”(36)
“(Şâyet O olmasaydı) Vücûd mertebelerinin neticesi olan varlıklar (bilkuvve Zât’ta) vücutsuz olarak kalırdı. Bu varlıkların hepsi Peygamber (s.a.s.)’in nûrundan cilâ alıp zâhir oldular.”
“Yüzün bir mâh-ı tâbandır ki nûrundan cihân rûşen
Ki etrâfında mürseller sanâsın ayn-ı ahterdir”(37)
“Yüzün parlak bir aydır ve bütün cihân, senin nûrunla aydınlanmıştır. Etrafında halka olan peygamberler sanki yıldızlar gibidir.”
“Hak seni ızhâr için bir rûh tasvir eylemiş
Sonra gülberg-i hayâ pîrâhen olmuştur sana”(38)
“Allah Teâlâ seni ızhâr için bir rûh tasvir etmiş; bir gül yaprağı mesâbesinde olan hayâ da sana gömlek olup (mübarek vücûdunu örtmüştür.)”
"Kalbi mişkât-ı nûr-ı zât oldu
Zât-ı müstecmi-i sıfât oldu
Mazhar-ı ism-i zât-ı hakdır ol
Menşe’-i her sıfât-ı hakdır ol”(39)
“O’nun kalbi Hakk’ın Zât’ının nûrunun kandili, kendisi de Allah’ın sıfatlarının merkezi olmuştur. O, Hakk’ın Zât’ının isminin mazharı ve Allah’ın her sıfatının menşeidir.”
“Gevher-i âyîne-i hüsn-i ezel
Pertev i nûr-ı hudâ azze ve cell”(40)
“Peygamber (s.a.s.), ezelî güzellik (hüsn-i mutlak) aynasının cevheri, Azîz ve Celîl olan Hudâ’nın nûrunun ışığıdır.”
“Sensin ol mâye-i fıtrat ki senin zâtınla
Fahr ider Âdem ü Havva’daki mâ ile tîn”(41)
“Fıtratın mayası sensin. Âdem ve Havvâ’da olan su ve çamur, senin zâtınla iftihar eder.”
“Mâni’-i lafz-ı emr-i kün ü mûcib-i dü kevn
Kim kâf u nûna illet-i zâtıyla şan gelir”(42),(43)
“O, dünyâ ve âhiretin sebebi olan “kün” emrinin lafzının ma- nâsıdır. Bu yüzden kâf ve nûn, (kün) hitabına O’nun zâtı sebebiyle şan gelmiştir.”
“Cemâlî âyîne-i zât-ı pâk-i mevlâdır
Sıfât-ı hakka vücûd-ı şerîfidir mahşer” (44)
“Peygamber (s.a.s.)’in cemâli, Mevlâ’nın pâk olan Zât’ının aynasıdır. Şerefli vücudu, Hakk’ın sıfatlarına mahşer olmuştur.(Âlem-i kesret, Allah Teâlâ’nın esma ve sıfatlarının hâriçte tezahürüdür.)”
“Yoğ iken âdemin nâm u nişânı
Anılmazken dü kevnin âd u şânı
Yarâdılmışdı nûr-i pâki anın
Kim oldur mebdeî iki cihânın
Eğerçi âlem-i sûrette sondur
Velî ma’nîde ol kamûdan öndür
Vücûda gelmese ol nûr-i a’zam
Ademde kâlır idi cümle âlem” (45)
“Hz. Âdem’in nâm ve nişânı yokken, dünyâ ve âhiretin adı ve şânı anılmazken, Peygamber (s.a.s.)’in pâk olan nûru yaratılmıştı. İki cihânın başlangıcına sebep o olmuştur. Sûret âlemine sonra gelmiştir; fakat manâ âleminde (ilmî suretlerde) her varlıktan öncedir. O “Nûr-i Muhammedî” vücûda gelmeseydi, bütün âlem ademde (yoklukta) kalırdı.”
“Enbiyâ mazhar-ı esmâ vü sıfât olmuştur
Zâtın ammâ ki senin matla’-ı envâr-ı mübîn”(46)
“Nebîler, Allah Teâlâ’nın isim ve sıfatlarının mazharı olmuştur; fakat senin zâtın apaçık nûrların doğduğu yerdir.”
“Seni Hak âyîne-i zât etti
Zât-ı yektasına mir’ât etti”(47)
“Hak seni, Zât’ının aynası kıldı ve Zât-ı Ahadiyyetine (lâ taayyün) mir’ât etti.”
“Eşref-i halk-ı cihân olsa vücûdu ne aceb
Âlemin zübde-i mecmû-i benî âdemidir
Yok, nazîri onun efrâd-ı beşerde ancak
Akl-ı küll cevher-i pâkîzesinin tev’emidir”(48)
“O’nun vücûdu cihân halkının en şereflisi olmuşsa, bunda şaşılacak ne var? O, Âdemoğlunun zübdesidir, insanlar arasında O’nun eşi ve benzeri yoktur. “Akl-ı küll” O’nun pâk olan cevherinin eşidir.”
“Zâtıma mir’ât edindim zâtını
Bile yazdım âdım ile âdını”(49)
“Senin zâtını kendi Zât’ıma ayna edinip, ismini adımla berâber yazdım. (Lâ ilâhe illallah Muhammedü’r-Rasûlüllah)
“Âyinedir bu âlem her şey hak ile kâim
Mir’ât-ı Muhammed’den Allah görünür dâim”(50)
“Bu âlemin hepsi Hakk ile kâim olan bir aynadır. Muhammed (s.a.s.)’in aynasından devamlı müşâhede edilen Hak’tır.”
“Cenâb-ı Ahmed-i mürsel ki eylemiş Hallâk
Fürûg-ı neyyir-i zâtın zıyâ-yı çeşm-i yakîn(51)
“Allah Teâlâ, Rasûlüllah (s.a.s.)’i, Zât’ının akseden ışığı; çeşme-i yakînin (hakikati gören gözlerin) ziyası eylemiştir.”
“Mihr ü meh olmazdı böyle pertev-endâz-ı safa
Olmasa ger mazhar-ı nûr-ı peygamber rûz u şeb”(52)
“Gece ile gündüz Peygamber (s.a.s.)’in nûruna mazhar olmasaydı; güneş ve ay berrak ışıklar saçamazdı.”
"O hâkin pertevinden oldu deycûr-i adem zâil
Âmâdan açdı mevcûdât çeşmde tûtiyâdır bû”(53)
“O toprağın (Peygamber (s.a.s.)’in kabrinin toprağı) parlaklığından adem (yokluk) karanlıkları dağıldı. Varlıkları gözlerini körlükten (âmâdan, âdem-i izafîden) açtılar. 0, (âlemin) gözünün sürmesidir.”
“Ey sûret-i hak, kemâl-i mutlak
Sen nûr-i vücûdsun muhakkak
Olsaydın eğer ademde pinhan
Zulmette kalırdı hayyiz-imkân
Zahirde eğerçi sen beşersin
Bâtında fakat neler nelersin
Menşûr-i kemâlidir müeyyed
Sallû sallû alâ Muhammed” (54)
“Ey Hakk’ın (Allah ism-i câmiinin) mazharı olan mutlak kemâl, sen hiç şüphesiz O’nun vücudunun nûrusun.
Sen şâyet ademde (izafî yoklukta, Hakk’ın ilminde) gizli kalsaydın, bütün kâinat yokluk karanlıklarında kalırdı.
Zâhirde (hâriçte zuhûr cihetiyle) sen beşersin (mahlûk ve hâdissin). Bâtında (hakikatte) ise neler nelersin...
O kemâl rütbesiyle müeyyeddir. Muhammed (s.a.s.)’e salât ve selâm getirin.”
Peygamber (s.a.s.) Efendimiz, Allah Teâlâ’nın “Rahmân” isminin hâs mazharıdır. “Rahman Kur’ân’ı öğretti” yerine; “Allah Kur’ân’ı öğretti” buyurulmamasının sebebini şu tarzda açıklamak mümkündür:
Bütün diğer peygamberler, dünyada mazhar oldukları ismin hükmünü, eserini, ilmini, hikmetini, zevkini ve tecellîsini “Hakîkat-ı Muhammediyye” den alırlar. Bundan maksat, ümmetlerine şefaat ederek onların, Allah Teâlâ’nın Celâl isminin bir neticesi olan kahır ve azaptan kurtarmaktır.
Hakk’ın, “Muntakim” ve “Kahhâr” isminin intikam ve kahrı hafif olduğu zaman; “Raûf” ve “Rahîm” isimlerinin şefaati imdada yetişir. Aksi halde, yani intikam ve kahır şiddetli olursa, diğer isimlerinin şefâati olamaz. Bu durumda ancak Hakk’ın “Rahmân” ismi şefâat eder. “Rahmetim herşeyi kaplamıştır.” âyeti, “Rahmân” isminin, bütün isimlere şâmil olduğunu beyan etmektedir.
Hz. Âdem (a.s.)’den, Peygamber (s.a.s.) Efendimize gelinceye kadar gönderilmiş nebî ve rasûlden her birisi, kendi ümmetlerini Hakk’a dâvet edip, onlara şefâat ettiler. Onların mazhar oldukları isim, “Rahmân” ismi kadar ihâtalı değildir. Bu yüzden onların şefaatleri sâdece ümmetlerine aittir. Küllün başlangıcı (ilk taayyün, Hakîkat-ı Muhammediyye)’nin mazharı olan Peygamber (s.a.s.) Kur’ân-ı Kerim’de, “Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.” (57) âyetinin muhatabı olmuştur.
Peygamber (s.a.s.), Hakk’ın bütün isimlerinin mecmûu olan Allah isminin mazharı, “Rahmet-i Rahmâniyye” nin hakikatini ve geçmiş peygamberlerin gösterdiği yolların (şerîatlerin) hepsini câmî bulunduğundan, şefâat makâmının da efendisi olmuştur.
Kur’ân-ı Kerim’de, “Biz seni bütün insanlara ancak müjdeci ve uyarıcı olarak göndermişizdir; fakat insanların çoğu bilmez.”(58) buyurulması da buna işarettir.
Sözlerimizi, M. Âkif’in şu mısralarıyla bitiriyoruz:
“Dünyâ neye sahipse, O’nun vergisidir hep,
Medyûn O’na cemiyyeti, medyûn O’na ferdi,
Medyûndur O mâsûma bütün bir beşeriyyet;
Yâ Rabb bizi mahşerde, bu ikrâr ile haşret.” (59)
Nûr-i Hüda
Sultân-ı rusül âleme rahmet seni Mevlâ
Gönderdi kerem eyledi Allahü Teâlâ
Ey nûr-i hüdâ Zât-ı Kerîm’in ne keremdir
Mahrem-i harem-gâh-ı visâl Leyle-i Esrâ
Kim vasfına kâdir ola Kur’an sâna vassâf
Ey menba-i ma’den-i kerem nûr-i tecellâ
Hâk-i kademin dânesinin kıymeti olmaz
Şems ü kamer encümler ile cennet-i a’lâ
Ey şâh-ı rusül şem-i sübül hûrşîd-i kevneyn
Şân u şerefine bizi bahş eyleye Mevlâ
Hâk-i kademin arşa verüp şân u şerâfet
Nûr-i dü-serâ mesned-i iklim-i tecellâ
Takdir mi olur kıymet-i vâlâ-yı Muhammed
Rûz-i cezâ’da keşf ola LUTFİ bu mu’ammâ
Erzurumlu Mehmet LUTFİ