Makale

Peygambere Saygısızlığın Dinî Hükmü

Peygambere Saygısızlığın Dinî Hükmü

Prof. Dr. Bekir Topaloğlu
Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi

Özgeçmişi

1936 yılında Trabzon / Çaykara’da doğdu. Burada ilköğrenimi ve hıfzını bitirdi. Dedesin­den din ilimleri tahsil etti. İstanbul İmam-Hatip Lisesi ve Yüksek İslâm Enstitüsünden me­zun oldu; bir süre öğretmenlik yaptı. Ardından İstanbul Y. İslâm Enstitüsü’nde Kelam asistanı, sonra da öğretmeni oldu. Enstitünün fakül­teye dönüşmesinden sonra ilmî çalışmalarını sunarak doktor, doçent ve profesör oldu.

Halen aynı Fakültede Kelâm ve İslâm Fel­sefesi Bölümü Başkanı ve öğretim üyesidir.

Aynca TDV İslâm Ansiklopedisi merkez ilim heyeti içinde görev yapmaktadır.

Yayımlanmış 20 civarında eseri, ayrıca makaleleri vardır.

I.PEYGAMBERE SAYGI GÖSTERMENİN ÖNEMİ:

Peygambere saygısızlığın dinî sonuçları gibi önemli bir konu­ya girmeden önce şunu belirtmeliyiz ki İslâm inancına göre, “Peygamber’in taşıdığı ana özellikler, kendisine inanılması ve saygı gösterilmesi bakımından son peygamber Muhammed aley­hisselâm ile ondan önce gelip geçmiş peygamberler arasında hiç bir fark yoktur. İlmihâl seviyesindeki din eğitiminin programı için­de yer alıp Müslümanlann çoğu tarafından ezberlenen ve hemen hemen her yatsı namazının sonunda okunan, "Amene’r-Rasûlü” âyetlerinin ilk cümleleri, bu gerçeğin açık ifadelerinden biridir:“Bizzat Peygamber, Rabbinden kendisine indirilen vahye iman etti.

Müminler de iman ettiler. Bunların her biri Allah’a, O’nun melekle­rine, kitaplarına ve peygamberlerine inandı. O’nun peygamberlerinden hiç biri arasında ayırım yapmayız.”(1) Aslında bütün ilâhî din­lerin ve mukaddes kitapların tutumu bundan farklı değildir. Yani sonra gelen peygamber önceki peygamberleri onayladığı gibi önceki peygamberler de kendilerinden sonra peygamberler geleceğini ve ilâhî daveti sürdürüp tamamlayacaklarını haber vermişler, ümmet­lerinden onlara da iman etmelerini istemişlerdir. Kur’ân-ı Kerim’de önceki peygamberlerin bu ifadelerini nakleden âyetler mevcuttur.(2) Ancak bunun bir istisnası vardır: Son Peygamber Muhammed Aleyhisselâm, zira o, peygamberlerin sonuncusu olduğunu haber ver­miştir.(3) Binaenaleyh peygambere hürmetin öneminden ve ona saygısızlığın dinî sonuçlarından söz ederken konusunun içinde bütün hak peygamberler de dâhildir.

Peygambere saygı göstermenin önemi onun taşımış olduğu ilâ­hî görevden doğmaktadır. Gerçi peygamber de bir insandır. Hz.İsa da dâhil hiç bir peygamber, insanüstü bir özelliğe sahip değildir. Ancak Cenab-ı Hak, kendi mesajını insanlara iletecek ve onları yeryüzündeki‘halife’si olgunluğuna eriştirecek olan peygamberleri insanlar arasından seçmiş ve onları özel bir eğitim ile yetiş­tirmiştir. Peygamber dinin tebliğcisidir. Ancak kendisinin münase­bet kurabildiği yüce âlemden ilâhî mesajı alıp insanlara tebliğ eder. Bu mesaj kişilerin bütün fikir ve duygu âlemlerine, bütün davranış­larına yön verme durumundadır. Buna mukabil insanlar mesajın ilâhî kaynaklı olup olmadığını doğrudan kontrol etme imkânına sa­hip değillerdir. Yapabilecekleri yegâne şey; mesajı iletenin dürüst­lüğünü, saygıdeğer, inanılır ve güvenilir olduğunu tesbit etmektir. Burada, mesajın aklı tatmin edişi veya en azından akıl prensiplerine ters düşmeyişi ve bir de peygamberin göstereceği mu­cize faktörleri de söz konusudur. Ne var ki filozof da aklı tatmin edici açıklamalar yapabilmekte, büyücü veya para-psikoloji alanında etkili olanlar da tabiatüstü görünümü veren olaylar meydana getirebilmektedir.

Peygamberin şahsiyeti, insanlara sunduğu mesajın ilâhî kay­naklı olduğunun garantisini teşkil ettiği gibi bu mesajın gereklerini yerine getirme açısından da büyük önem taşır.

Çünkü insan­lar, çeşitli kesimleriyle büyük kitleler (ümmet) mücerret fikirleri anlayıp benimsemekte ve hayatlarında tatbik etmekte güçlük çe­kerler. Bu fikirleri kendilerine sunanların hareket ve davranışları­na bakmak, onların şahsiyetlerini örnek almak isterler. Bu sebeple de peygamber, ilâhî mesajı tebliğ ettikten başka, bizzat ona uygun bir hayat örneği veren, kâmil insan tipini canlandıran şahsiyettir. İslâm inancına göre "peygamber" budur ve gelip geçen bütün pey­gamberler de bu üstün özelliklere sahip olmuşlardır.

Peygamberin gerek hayatında, gerek ebediyete göçüşünden sonra fonksiyonunu yerine getirebilmesi için sahip olduğu üstün sahsiyetin korunması gerekiyor. Onun şahsiyeti iftiralar, yanlış ve maksatlı yorumlarla zedelendiğinde, getirdiği dinden şüphe edilmeye başlanır. Böylece ilâhî mesaj, yani vahiy etkili olmaktan çıkar, insanlar dinin gerçeklerini tahrif ederek bozmaya ve kendi nefislerine uymaya başlarlar.

Kur’ân-ı Kerim’de adı geçen 30’a yakın peygamberden övgü ve saygı ile bahsedilmekte, şahsiyetlerini zedeleyecek ve ilâhî gö­revlerini etkisiz hâle getirecek hiç bir hata onlara nisbet edilme­mektedir. İslâm âlimleri, peygamberlerin suçsuzluğu, günah işlemek­ten korunmuş (mâsum) olduğu konusu üzerinde önemle durmuşlar; tefsir, hadis, kelâm, peygamberler tarihi (kısas-ı enbiyâ) gibi ilim dallarında meydana getirdikleri eserlerde bu konuyu da işlemişler­dir. Hattâ İslâm edebiyatında konu ile ilgili olarak "Ismetu’l-Enbi­yâ” adıyla müstakil bir telif türü de meydana getirilmiştir. Yine Kur’ân’da Son Peygamber Muhammed aleyhisselâmın seçkin vasıf­larından bahseden, Allah nezdindekî üstün değerinden söz eden birçok âyet vardır.(4) Bu tür âyetlerde, Allah’ı sevmenin ve O’nun ta­rafından sevilmenin ancak peygamberini sevmek ve ona uymakla mümkün olduğu ifade edilmektedir.(5) Hz. Peygambere itaatin, Allah’a itaat anlamına geldiği haber verilmektedir.(6) Hattâ ona seslenirken herhangi birine sesleniyormuş gibi davranmaktan(7), ona yüksek sesle hitab etmekten(8), huzurunda edebe aykırı davranışlarda bulun­maktan (9), Müslümanlar men edilmektedir.

Konu ile ilgili âyetler­den biri olan ve ülkemizde, her Cuma namazında, hatibin minbere çıkışından önce müezzin tarafından okunan bir âyet-i kerimenin meâli şöyledir:“Şu bir gerçek ki bizzat Allah da melekleri de Peygamber’e övgü ve senada bulunurlar. Ey iman edenler! Siz de ona salâvat getirin, hürmet ve tâzîm ile kendisini selamlayın.”(10)

Yine Kur’ân-ı Kerim’de, Hz. Peygamberin her konuda hakem kabul edilmesinin, onun tarafından verilen hüküm ve bulunan çö­zümlerin tam bir gönül hoşluğuyla benimsenmesinin mümin olmanın şartı olarak kabul edilmiş (11), dille veya başka vasıtalarla ona ezi­yet edilmesi kesinlikle yasaklanmıştır. Birçok âyette, “Allah” ile ‘’Rasûl” veya “Nebi” beraber zikredilmiş ve biri için gerekli gö­rülen haklar, diğeri için de gerekli görülmüştür.(l2) Bilindiği üzere saadet asrının Medine döneminde(m.622-632) İslâm devleti kurul­muş bulunuyordu. Bu defa devlet otoritesine karşı çıkamayan mu­halifler (münafıklar ve Yahûdiler) Hz.Peygamberi dedikodularla yıpratmaya, edebe aykırı söz ve davranışlarla gözden düşürmeye ça­lışmışlardır. Kur’ân’da bu tür fiiller de kesinlikle yasaklanmış ve bu yollarla Rasûlüllah’a eziyet edenlerin acıklı bir azaba çarptırıla­cakları haber verilmiştir.(13) Konuyla ilgili âyetlerden birinin meâli şöyledir:“Şüphe yok ki Allah ve Rasûlünü incitenlere, Allah dünya ve âhirette lanet etmiş ve onlara aşağı­layıcı bir azap hazırlamıştır.(14)

II. SAYGISIZLIĞIN TARİFİ VE TARİHÇESİ:

Peygamberler tarihiyle ilgili Kur’ân âyetlerinde söz konusu edilen ve inkârcılar tarafından onlara yönelik olarak yapıl­dığı haber verilen saygısızlıkları iki noktada toplamak mümkündür: Maddi ve mânevi tecavüz, maddi tecavüz peygamberin şah­sına yöneltilmiş dövme, yaralama, öldürme türünden fiiller olabil­diği gibi peygamberle birlikte inanlarına karşı kitle seviyesinde yöneltilmiş boykot, savaş ve benzeri şekillerde de olmuştur.

Pey­gamberler tarihinin incelenmesinden anlaşılacağı üzere mücadele etmek mecburiyetinde kalmayan, inkârcılardan eziyet görmeyen ve saygısız davranışlarla karşılaşmayan peygamber yoktur. Kur’ân’da, bu tarihî realite Rasûl-i Ekrem Efendi mız’e, bir teselli vesilesi ola­rak bildirilmektedir.(15) Mânevi tecavüze gelince, bunun Rasûlüllah sallâllahu aleyhi ve selleme karşı yapılmış olanının genel hatları Kur’ân’da “eziyet” olarak çizilmiştir. Eziyet; alay etme, küçümse­me, çekiştirme, ayıplama, iftira etme, aile hayatını karalama vb. şekillerde olabilir. Bütün bunlara doğrudan veya dolaylı olarak de­ğinen âyetler meveuttur.(16)Peygambere yönelik maddi eziyet onun hayatta olmasına bağlı olduğu halde mânevi eziyetin zaman açısın­dan bir sınırı yoktur. Hattâ denebilir ki mânevi eziyet peygamberin asrından uzaklaştıkça etkisini artırabilir. Çünkü iftira ve ithamlara konu teşkil eden şahsın çağdaşları ve bunlarla bizzat görüşen nesiller, hayatta olduğu dönemlerde karalamalar etkili olacak çev­reler bulamaz. Fakat zaman uzadıkça işin gerçeğine yakından vâkıf olanlar aradan çekilir, dedikodular gelişerek yayılır, kolaylıkla etki­leyebileceği çevreler bulur.

İslâm edebiyatında peygambere saygısızlık, “seb” ve “şetm” kelimeleryle ifade edilmiştir. Bu kelimeler sözlükte, sövmek anlamına gelir. Türkçemizde küfretmek anlamındaki sövmenin konu­muzla bir ilgisi yoktur. Çünkü bir sinir boşalması olan bu tür kaba ifadenin, herhangi bir insana karşı bile kullanılması çok çirkin bir olaydır. Peygamberlere veya diğer yüksek şahsiyetlere yöneltilen seb ve şetm; dil uzatmak, ta’n etmek, şahsiyet zedeleyici ve yara­layıcı asılsız tenkitlerde bulunmak mânalarına gelir.

Hz. Peygambere karşı gösterilebilecek saygısızlıkların dinî hük­münü ilk defa detaylı bir şekilde konu edinen ve “eş-Şifâ” adlı eseri sonraki çalışmalara kaynak teşkil eden Kadı İyâz (öl.544/1149) seb veya şetm’i şöyle tasvir eder:“Peygamber aleyhisselâma doğ­rudan dil uzatan, onu ayıplayan, bizzat kendisine, soyuna, dinine veya ona has vasıflardan birine bir eksiklik ve kusur nisbet eden, ona dolaylı bir şekilde dil uzatan yahut da şahsiyetini yaralamak, hakaret etmek, şânını küçümsemek, küçük düşürmek ve ayıplamak maksadıyla birine veya bir şeye benzeten kimse ona sebbetmiş olur...

Aynı şekilde ona lânet okuyan, beddua eden, zarar görmesini is­teyen, yermek maksadıyla makam ve şerefine yakışmayan şeyleri ona nisbet eden, onun yüce katına münasebetsiz, asılsız ve çirkin sözler yakıştıran, mâruz kaldığı bazı musibet ve meşakkatleri di­line dolayarak kendisini ayıplayan yahut da herkeste vuku bulabi­lecek bazı beşerî arızaları bahane ederek onu gözden düşürmeye çalışan kimse de ona sebbetmiş olur. Bütün bu saydıklarım ashâb-ı kiram döneminden itibaren İslâm âlimleri ve fetva adamlarının it­tifak ettiği hususlardır.”(17) Büyük muhaddis Kastalânî (öl.923/1517) ve İmam Zürkânî(öl.1122/1710) de benzer ifadeleri kulla­nırlar. (18)

Kur’ân-ı Kerim’den ve peygamberler tarihiyle ilgili eserlerin incelenmesinden anlaşılacağına göre hemen bütün peygamberler, hitap ettikleri insanların eziyetlerine ve saygısızlıklarına mâruz kal­mışlardır.

Bu, hakla bâtılın, ilimle cehaletin, faziletle rezaletin mü­cadelesinden çıkan kaçınılmaz bir sonuçtur. Fikirden yoksun, fazi­letten uzak, mâneviyat ve gönül dünyasıyla ilgisi kesilmiş her ak­siyonun başvurduğu çare budur. Kaba kuvvet, tecavüz, iftira, karalama...

Hz.Peygamberin saâdet asrında ona dil uzatanlar; müşrikler, münafıklar ve Yahûdiler olmuştur. Bu saygısız cephenin orta nok­tası İslâmiyet’in doğuşuyla menfaatlerinin zedelenmiş olmasıydı. Mekke müşrikleri, Kâbe’ye sahip olmanın avantajını istismar ede­rek hemcinslerine nisbetle üstün haklar taşıdıklarına inanıyordu. Temel haklarda bütün insanların eşit olduğunu ilân eden İslâmiyetin tebliğcisine bu sebeple cephe almışlardı. Medine’deki münafıkların durumu da bunun bir benzeriydi. Medine civarındaki Yahûdi kabilelerine gelince, İslâmiyet güneşinin Medine ufuklarında doğuşu, onların özellikle sömürüye dayanan ekonomik menfaatlerini altüst ediyordu. Buna bir de tarihî fitne temayüllerini ve kıskanç­lık duygularını eklemek lâzımdır.

Bununla beraber Hz. Peygamber, şahsına yönelik olan ve Müs­lüman cemaatin dinî hayat ve sosyal bünyesini saracak seviyeye ulaşmayan ta’n ve saygısızlıklara göz yummuş, bu tür davranışlara karşılık vermek suretiyle içe dönük bir huzursuzluğun ortaya çık­masına yol açmak istememiştir.

Ancak İslâm devletiyle imzaladık­ları anlaşmayı bozan ve düşmanla işbirliği yapan Yahûdileri cezalandırmış, Müslümanların varlığı ve birliği için tehlike arzeden, fitne ve anarşi odakları hâline gelen Kâ’b b. Eşref gibi sayıları mah­dut bazı zorbaları bertaraf etmiştir.

Asr-ı Saâdetin Medine döneminde, Peygamber’e ve Müslüman- lara eziyet eden, İslâm birliğine karşı cephe alan, bu sebeple de haklarında “vur” emri çıkarılan (demi heder edilen) bazı kişiler olmuştur. Bunların sayısı, Zürkânî’nin tesbitine göre, altısı kadın olmak üzere on beştir. Eziyetlerinin genel karakteri, başta Hz. Pey­gamber olmak üzere Müslümanları hicvetmek ve İslâm dinine dil uzatmaktı. İslâmiyetin doğuşu sırasındaki Arap dünyasında şiir yo­luyla yapılan yerme (hiciv), fertler, kabileler ve toplumlar arasın­da kullanılan en etkili mânevi bir silahtı, tıpkı bugünün basını gibi. Hicve mâruz kalan taraf en büyük hakaret ve tecavüze uğradığını kabul eder, buna mutlaka karşılık vermek isterdi.

Çünkü şiire çök düşkün olan Arap kavimleri, onu kitleler arası bir haberleşme vasıta­sı, kitlelerin psikolojisine ve değer hükümlerine müessir bir faktör kabul ediyordu. Bununla beraber siyer ve tarih kaynaklarından an­laşılacağı üzere haklarında "vur” emri çıkarılanlardan sadece 4-5 kişi öldürülmüş, diğerleri Müslüman olmuş veya yeniden İslâm’a dönerek Hz.Peygamberden özür dilemiş, böylece herkesin sahip olduğu insan haklarına onlar da kavuşmuştur.

Son Peygamber Muhammed aleyhisselâma, kendi hayatında say­gısızlık gösteren, biraz önce söylediğimiz üzere müşrikler, münafık­lar ve Yahûdilerdi. Bir de dinden dönen, sayıları sınırlı bir kaç kişi. Sonraki yüzyıllarda ise bazı gayrımüslim azınlıklar(zimmîler), bir de Müslüman göründüğü halde Kelâm ve Mezhepler Tarihi mü­tehassıslarınca, İslâm dışı kabul edilen ve genellikle Bâtınîler diye adlandırılan aşırı(gulat)gruplardır.

Bilindiği üzere bütün samimi Müslümanların gönlünde, Rasûl-i Ekrem’in müstesna bir yeri vardır. O’nun kullandığı eşyadan ve kesip attığı sakaldan (Hırka-i Şerif, Sakal-ı Şerif, Emânât-ı Mu­kaddese) tutunuz da adına (Muhammed, Ahmed, Mustafa), yaşayış tarzına, hanımları ve çocuklarına kadar birçok hatırası, Müslümanların gönül süruru olmuştur. Münafıklar müstesna hiç bir Müs­lüman bilerek ona saygısızlık göstermeyi hayalinden bile geçirmez. Bu sebepledir ki son devirlere kadar İslâm tarihi boyunca Müslü­manlar tarafından; Hz. Peygambere karşı dil uzatma, sebbetme vak’asına rastlanmamıştır. Vuku bulmuş bir kaç hadise varsa bunlar ka­sıtsız, fuzuli konuşma sırasında dolaylı bir şekilde olmuştur.

İslâm dünyasının dışındaki materyalizm ve emperyalizmin te- siriyledir ki yaklaşık bir asırdan bu yana, Müslüman ülkelerde Peygamber’e karşı saygısızlık temayülleri baş göstermeye başlamıştır. Buna dünya çapındaki misyoner faaliyetlerinin etkilerini de ekle­mek lâzımdır. Zira gerek komünistler, gerek sömürgeciler ve gerek misyonerler çok iyi bilmektedir ki, Müslüman ülkelerde başarılı ol­manın ilk şartı; Müslümanların gönlünde taht kurmuş bulunan Muhammed sevgisini yok etmek, dolayısıyla onlardaki direnme gü­cünün kaynağını teşkil eden İslâm engelini ortadan kaldırmaktır. Özellikle son yıllarda yayın organlarında gittikçe dozajını artıran saygısızlık cüretlerini, doğrudan materyalizm, emperyalizm ve mis­yoner faaliyetler ile yahut da hasis menfaatleri uğrunda bunlara yardım eden veya bilmeyerek âlet olan gruplarla açıklamaktan baş­ka makul bir yol yoktur.

III. PEYGAMBERE SAYGISIZLIĞIN CEZASI

Saygısızlığın târifinden ve bu konuda bazı âlimlerin görüş­lerinden yukarıda bahsetmiştik. Konuyla ilgili eserlerde say­gısızlık kabul edilen hususları şöylece sıralamak mümkündür:

1) Sövmek (seb ve şetm): Dil uzatmak, şahsiyet zedeleyici ithamlarda bulunmak.

2) Ayıplamak (ta’yip): Akıl, din ve örf açısından doğru ve güzel bulunmayan hususları nisbet etmek. Bu hususlar peygambe­rin bedeni, huyu veya hayatıyla ilgili olabilir.

3) İftira (kazif): Zina ettiğini iddia etmek veya veled-i zina olduğunu söylemek.

4) Fizyonomisini değişik olarak anlatmak: Siyah, cüce, kör, topal diye vasıflandırmak.

5) Alay etmek, hafife almak.

6) Dolaylı ve üstü kapalı bir şekilde yukarıdaki hususları ifade etmek(ta’riz).

Tesbit edebildiğimiz kadarıyla Hz. Peygambere saygısızlık gös­termenin dinî hükmü konusunu ilkin ele alıp etraflıca inceleyen Kadı İyâz olmuştur. (öl.544/1149) Ancak mesele ilk dönemlerden itibaren İslâm âlimlerince ele alınmış ve detaylı bir şekilde tartışıl­mıştır. Kadı İyâz’ın naklettiğine göre Abbasi halifelerinden Harun Reşid, Hz.Peygambere dil uzatana verilecek ceza hakkında, İmam Mâlik’in görüşünü sormuş ve Irak’lı âlimlerin, dayakla cezalandırılabileceği tarzında fetva verdiklerini de sözlerine ilâve etmiştir. Mâ­lik bu tarz fetvaya öfkelenmiş ve halifeye şöyle cevap vermiştir: “Ey müminlerin emiri! Peygamberlerine dil uzatıldıktan sonra Müs- lümanların varlığı nasıl devam edebilir? Peygamberlere dil uzatan(söven)öldürülür, ashâb-ı kirama dil uzatan ise dayakla cezalan­dırılır.” Kadı İyâz’ın kanaatine göre, söz konusu Irak âlimlerinin görüşü ciddiye alınmamalıdır. Çünkü peygambere sebbedenin ölüm­le cezalandırılması hakkında âlimlerin ittifakı (icmâ)vardır.(19) Bazı İslâm bilginleri bu konuda risâleler yazmışlardır.

A. Müslümanın Dil Uzatması:

İslâm ahkâmına göre kâinatın efendisi Muhammed aleyhisse- lâma dil uzatmanın suç olduğu şüphesizdir. Bu suçu işleyen kimse Müslümansa cezası ölümdür. İslâm âlimleri bu dinî hüküm için Kur’ân’dan ve Hz.Peygamber dönemindeki tatbikattan çeşitli de­liller bulmuşlardır. Kur’ân-ı Kerim’de Rasûlüllah’a eziyet edenlerin, onunla alay edenlerin, onu küçümseyenlerin dünyada ve ahirette lanete uğratıldıkları, horlayıcı ve elem verici azaba mâruz bırakıla­cakları, dünyada ve ahirette cezalandırılacakları ifade edilmekte­dir.(20)

Asr-ı Saâdette sayıları fazla olmasa da bu suçları sebebiy­le öldürülenlerin (demi heder edilenlerin) bulunduğu da bilinmekte­dir. Halife Ebû Bekir’e adamın biri ağır sözler sarfetmiş, o da ka­bul etmeyerek gerekli cevabı vermiş; olaya şahit olan Ebû Berze de, “Ey Rasûlüllah’ın halifesi, müsade et de şu adamın boynunu vurayım.”demiştir. Ebû Bekir ise kendisine şu cevabı vermiştir:“Bu ancak Rasûlüllah’a yapılan bir eziyet için verilebilecek ceza­dır.” Halifenin bu hükmüne ashaptan kimse itiraz etmemiştir.

Emevi Halifesi Ömer b. Abdülaziz de aynı mahiyette hüküm ver- miştir.(21) Ancak üzerinde ittifak edildiği söylenen bu genel hük­mün ayrıntılarına inmek ve suçun işleniş şekliyle işleyenin duru­muna göre farklılık arzeden sonuçları ayrı ayrı değerlendirmek ge­reklidir.

a) Yukarıda altı madde hâlinde sıraladığımız saygısızlık ifade­lerinin sonuncusu olan dolaylı dil uzatma (ta’riz) doğrudan ölüm hükmünü giymez. Bu tür ifadeler kullanan kimsenin genel durumu incelenmeli ve sözlerinden ne kasdettiği araştırılmalıdır. İyihâl sa­hibi olan, ithamları açık bulunmayıp dil uzatmayı kasdetmediğini söyleyen kimse ölümle cezalandırılamaz, münasip bir şekilde uyarılır veya tedip olunur.

b) Zor kullanılarak söz konusu suçu işlemeye icbar edilen kim­se ise herhangi bir şekilde cezalandırılamaz.(22) Bu tür icbarlar İslâmiyetin ilk yıllarında güçsüz bazı Müslümanlara tatbik edilmiş ve kendilerine saygısız ifadeler söyletilmiştir.

c) Peygamber’in hürmete şayan, tenkit dışı bir insan olduğunu bilmeyen bir Müslüman düşünülemez. Bununla beraber yeni Müslü­man olmuş veya her nedense bu gerçekten haberdar olamamış kim­se mâzur sayılabilir mi? Genellikle âlimler, kolay istismar edilebile­ceğini gözönünde bulundurarak bilmemeyi (cehaleti) mazeret saymamışlardır.(23) Ancak başta Gazzâlî olmak üzere bazı âlimler, İslâmiyete yeni girmiş olanların, ayrıca maddî veya psikolojik engel­lerle karşılaşanların itikat konularında bir süre için mâzur sayılabile­ceklerini kabul etmişlerdir.(24) Meselâ peygamberlere beşerî zaaflar nisbet eden bugünkü muharref Kitâb-ı Mukaddes’in ifadelerinden etkilenen veya peygamberin hürmete şayan bir insan olduğunu kabul etmekle beraber bir dinî meseledeki davranışın, İslâm’a yakışmayan ve hoş olmayan beşeri bir zaaf olduğunu bilmeyen kimse, geçici bir süre için mâzur sayılabilir.

Zaten böylesi kişiler hatasında ısrar et­mez, uyarılınca gerçeğe hemen boyun eğer.

d) Bilmemek veya icbar altında bırakılmak gibi bir mazereti olmadığı halde açıkça peygambere dil uzatan kimsenin cezasının ölüm olduğu, İslâm hukukçuları arasında ittifak edilen bir nokta olmakla beraber, bunun tatbik edilişi konusunda farklı görüşler ortaya çıkmıştır.

1) Peygambere sövme-hâşâ-gibi hiç bir Müslümanın havsala­sının alamayacağı bir suçu işleyen kimseye verilecek ceza mevzuun­da sert hareket eden birçok âlime göre, bu kişi zındık muamelesi­ne tâbi tutulur ve tevbe etmesi istenmeden ölüm cezası infaz edilir. Cenaze namazı kılınmaz, Müslüman kabristanına da gömülmez.

2) İmâm-ı Âzam Ebû Hanife dışındaki üç mezhep imamının da benimsediği rivayet edilen bir görüşe göre ise mürted muamelesine tâbi tutularak tevbe etmesi istenir. Tevbe ettiği takdirde İslâm’a dönmüş olur. Fakat ölüm cezası düşmez. Çünkü irtidat Allah’a kar­şı işlenen bir suç olup tevbe ile ortadan kalkar, sahibi de cezadan kurtulur. Peygambere sövme suçunda ise onun şahsı açısından kul hakkı karışmıştır. Kul hakkı ise tevbe ile ödenmiş olmaz. Binaenaleyh suçlu öldürülür fakat Müslüman olduğu için cenaze namazı kılınır, diğer hukuki işlemleri de buna göre yürütülür.

3) Başta Ebû Hanife ve diğer Hanefi hukukçuları olmak üzere Şâfiî’den gelen tercihe şâyan rivayete ve diğer iki imamın da bir gö­rüşüne göre, peygambere söven kimsenin tevbe etmesi istenir, şayet tevbe ederse ölümden kurtulur. Aksi takdirde mürted kabul edilerek ceza uygulanır, Müslüman muâmelesine tâbi tutulmaz.(25)

B. Gayrimüslimin Dil Uzatması:

Dört halife devrinde ve sonraki dönemlerde İslâm fetihlerinin süratle yayılması ve bütün müesseseleriyle İslâmiyetin kendini ka­bul ettirip hâkimiyetini kurmuş olması sebebiyle olacaktır ki, bu karşı durulmaz maddi ve mânevi gücün muhaliflerinde, azınlık hâ­linde veya başka statüye sahip gayrimüslimlerde psikolojik tepki­ler meydana gelmiştir. Bu tepkilerden biri de Kâinatın Efendisi Muhammed aleyhisselâma dil uzatmaktır.

İslâm hukukçuları bu tür davranışlara engel olmak için hukuki tedbirler düşünmüşlerdir. İmam Şâfiî’ye (öl.204/820) göre, devlet reisinin azınlıklarla yapacağı an­laşmalarda onlara karşı daima şu şartları öne sürmelidir.

Bu kaçınılmaz şartları kabul etmeyen gayrimüslimlerle anlaşma yapılamayacağı gibi kabul ettikten sonra ihlal edenin garantisi de ortadan kalkar.

a) Kur’ân’a, İslâmiyet’e ve Hz. Peygamber’e dil uzatmamak.

b) Nikâhla bile olsa Müslüman kadınla cinsi ilişki kurmamak. (İslâmiyette gayrimüslim erkeğin, Müslüman kadınla evlenmesi ya­saktır.)

c) Müslümanı dininden uzaklaştırmaya çalışmamak.

d) Düşmanla işbirliği yapmamak.(26)

Hz.Peygamber döneminde haklarında “vur” emri çıkarılan gayrimüslimlerin bulunduğu mâlumdur. Bunların hepsi Müslüman cemaate karşı düşmanlık yapmış değildi. Bir kısmı sadece Rasûlüllah’a sebbettiği için ölüme mahkûm edilmiştir. Binaenaleyh gayrimüslimin böyle bir suçunun cezası ölüm olmalıdır.(27)Ashâb-ı Kiram devrinde de benzer hadiseler olmuş ve aynı ceza ile sonuçlanmış­tır.(28)

Ancak gerek Asr-ı Saâdette, gerek onu takip eden dönemde mey­dana gelen ve ölüm cezasıyla sonuçlanan olaylarda suç unsurlarının tam tahlilini yapmak mümkün değildir. Ayrıca anlaşmalı gayrimüs­limlerin aynı dönemlerde işledikleri bu tür suçların, bazen ölümle cezalandırılmadığı da göze çarpmaktadır. Ebû Hanife ve diğer Ha­nefî âlimlere göre, peygambere dil uzatan gayrimüslim, bu hare­ketiyle anlaşmasını bozmuş sayılmaz; binaenaley hemen öldürülmeyip münasip bir şekilde tedip olunur. Ancak ısrarı hâlinde dev­let reisi tarafından siyaseten katline hükmedilebilir.(29)

IV. BAZI ÖNEMLİ HUSUSLAR

İslâmiyeti yeni benimsemiş veya karşı çıkılmaz sebeplerle İs­lâmî konularda cahil kalmış bazı kimselerle münafıklar hariç bütün Müslümanlar, Peygamberlerine karşı samimi ve engin hürmet duyguları beslerler. Bu, her şeyden önce Kur’ân-ı Kerim’in emir ve tavsiyesidir. Kendi tutumu da aynı mahiyettedir.

Kur’an’ın bu üslûbu sadece, “rahmeten li’l-âlemin”(kâinata rahmet vesilesi) olarak gönderilmiş bulunan Muhammed aleyhisselâm için(30)değil, Kitab-ı Mukaddes’te de adı geçen ve Yahûdi ile Hıristiyanların da ka­bul ettiği bütün peygamberler için söz konusudur. Müslümanlar bu asil duygularını daima korumuşlar ve bu duyguyu zayıflatıp tahrip edecek faktörleri bertaraf etmeye çalışmışlardır.

Rasûl-i Ekrem Efendimizin, “Benim adımı kullanabilirsiniz ama künyemi kullanmayınız.”(31) buyurduğu sahih olarak rivayet edilmiş­tir. Fakat başka rivayetlerden, onun künyesinin(Ebû’l-Kasım) de kullanılmasına müsaade ettiği anlaşılmaktadır.(32) Hz.Ömer’in de önceleri “Muhammed” adının ve diğer peygamberlere ait isimlerin kullanılmasını yasakladığı fakat sonra buna müsaade ettiği, hatta kendi çocuklarına da Muhammed adı taktığı rivayet edilir.(33)

Bu tür rivayetlerde göze çarpan yasaklar, Hz.Peygamber’e gösterilmesi gereken hürmeti koruma esasına dayanır. “Muhammed” adını veya “Ebû’l-Kasım” künyesini taşıyan birine karşı kullanılabilecek saygı­sız bir ifade, dolaylı bir şekilde de olsa Rasûlüllah’a yapılmış olma vehmini uyandırabilir. Rasûl-i Ekrem’in şahsiyeti, anılma şekli, diğer­lerinden tam olarak ayrıldığı çevre ve zamanlarda ise bu mahzur ortadan kalkar. Bu noktada örf de önemli rol oynayabilir.

Yine peygamber saygısı prensibinden hareket eden İslâm âlim­leri, gerek Rasûl-i Ekrem’e gerek diğer peygamberlere yöneltilmiş tenkitlerin sadece cevaplandırmak maksadıyla nakledilebileceğini söylemişlerdir. Konuyla ilgili olarak detaylı bilgi ve tartışmaların, ilim çevrelerinin dışına taşırılmasını ve halka aktarılmasını hiç bir şekilde doğru bulmamışlardır.

Kanaatime göre bu noktada temas edilmesi gereken bir husus da şudur: İnsanların öyle davranışları vardır ki, işledikleri çağa ve sosyal şartlara göre değerlendirilmesi gerekir. Bu davranışla o ça­ğın sosyal şartları içinde gayet tabii karşılanırken, günümüzde ya­dırganabilir. Hattâ ayıp ve kusur telakki edilebilir. Bu söylediklerime, Hz.Peygamber’in hayatından da örnekler bulmak mümkündür.

Rasûl-i Ekrem Efendimizin hicrî-kamerî takvime göre, 63 yıl süren hayatının ilk 25 yılı, bekârlık devresine aittir. İkinci 25 yılı ise kendisinden 15 yaş büyük olan Hatice validemizle geçmiştir.

Onun vefatı üzerine aile ocağının düzenini korumak maksadıyla kendisin­den çok yaşlı bir hanımla evlenmiştir. Son 7-8 yılı ise Arap kabilele­riyle dinî-siyasî münasebetlerin kurulduğu, ihtida ve fetihlerin ço­ğaldığı bir dönem olup, bu devirde Rasûlüllah, birden fazla kadını himaye ve haremine almıştır.

Hz. Peygamberin özel hayatı İslâm Fıkhının ibadet, muamelât, kadınlara mahsus haller, ceza hukuku açılarından bir model ve kay­nak durumunda olduğundan ayrıntılı bir şekilde sonraki dönemlere rivayet yoluyla intikal ettirilmiştir. Tabii bu rivayetlerin içinde ha­dis tekniği açısından doğru (sahih) olmayanlar da vardır. Namaz gibi en açık, en yaygın bir ibadet konusunda, Rasûlüllah’tan alınarak sonraki nesillere aktarılışında dört mezhebin hayli farklı tesbitleri bulundu­ğuna göre, onun aile hayatıyla ilgili daha çok farklı tesbitlerin var­oluşu da rivayet tekniği açısından gayet tabiidir. Bu tür rivayetle­rin hepsini olmuş telâkki etmek, dinî gerçekler sanıp uyulmasını tavsiye etmek elbette doğru değildir. Ve bunları indî yorumlarla abartıp halka aktarmak, yâr u ağyârın önüne sürmek -art niyet­lerin veya marazî bir ruhun mahsulü değilse-gaflet ve basiretsiz­liğin sonucu olmalıdır. İşte Hâtemü’l-Enbiyâ Efendimizin hukuku mevzuunda en güzel kitabı yazan Kadı İyâz’ın yanlış anlaşılmasın­dan endişe ettiği, halka aktarılmasında mahzur bulduğu ve Peygam- ber’e saygısızlık telâkki ettiği konular, bu tür konulardır. (34)

Peygamberlerde bulunan en üst seviyedeki olgunluk vasıfları­nın, günahtan korunmuş olma özelliğinin (ismet) kendisinde veya bir başkasında bulunduğunu iddia eden kimse de Peygamber Efendimize kar­şı saygısız davranmış olur. Allah’tan başka hiç bir varlığın (melek­ler dâhil) peygamberden üstün olamayacağını bilmek ve değerlen­dirmelerini ona göre yapmak, her Müslümanın dinî görevidir.

Allah’tan başka hiç bir varlığa tanrılık nisbet etmemek, yalnız O’na kulluk etmek, İslâm’ın ana prensibidir. Bunun dışında kalan her türlü saygı, sevgi ve nâzik davranışı, Hz. Muhammed’den esirgeme­mek de Müslüman olmanın sembolüdür. “Muhammed” adı, “Pey­gamber”(en-Nebî, er-Rasûl) kelimesi, ibadetlerimizin ayrılmaz bir parçası hâline gelmiştir. Ezanda, kâmette, tahiyyatta, salli-bârikler’de, diğer ibadet ve zikirlerimizde, bu ad ve kelimeler her gün, her mümin tarafından yüzlerce defa saygıyla anılmaktadır.

Yahûdi ve Hıristiyanların mahrum olduğu bu saygı nimetinin kıymetini bilmeli ve onların düştüğü maneviyat bunalımına düşmemeliyiz.

(1)Bakara Sûresi,(2)/285.
(2)Bk.Âl-i İmrân Sûresi,(3)/81; Saff,(61)/6.
(3)Ahzâb Sûresi,(33)/40; Buhârî, Menâkıb,18; Müslim, Fezâil,22.
(4) Bu konu için bk. Kadı İyaz, eş-Şifâ (nşr. Muhammed Emin Karaali ve diğerleri), Dımaşk, 1392, I, 51-135.
(5) Âl-i İmrân Sûresi,(3)/31.
(6) Nisâ Sûresi,(4)/80.
(7) Nûr Sûresi,(24)/63.
(8) Hucurât Sûresi,(49)/2.
(9)Ahzâb Sûresi,(33)/53.
(10) Ahzâb Sûresi,(33)/56.
(11) Nisâ Sûresi,(4)/65.
(12) Bk. Muhammed Fuad Abdülbâki, el-Mu’cemü’l-Müfehres li el-fâzi’l-Kur’ân, "Rasûl ve “Nebî” maddeleri.
(13) Bakara Sûresi,(2)/104; Tevbe,(9)/61.
(14) Ahzâb Sûresi,(33)/57.
(15) bk. Âl-i İmrân Sûresi, (3)/184.
(16) bk. Muhammed Fuad Abdülbâki, el-Mu’cem, “Rasûl” ve “Nebi” maddeleri.
(17) Kadı İyâz, eş-Şifâ (nşr. Muhammed Emin Karaali ve diğerleri), Dımaşk, 1932, II, 473-474.
(18) Zürkânî, Şerhu’l- Mevâhibi’l-ledünniyye, Kahire 1329/Beyrut.
(19) eş-Şifâ, II, 492-493.
(20) Mâide Sûresi, (5)/33; Tevbe,(9)/61,65-66; Ahzâb,(33)/57; Mücadile,(58)/8.
(21) Kadı İyâz, eş-Şifâ, II, 491-492; ayrıca bk. 485-487.
(22) bk. Nahl Sûresi, (16)/106 ve tefsiri.
(23) bk. Zürkânî, V, 316.
(24) Konu ile ilgili olarak bk. B. Topaloğlu, İslâm İtikadı Açısından Kıyafet ve Örtünme (İslâm’da Kılık-Kıyâfet ve Örtünme), İstanbul-1987,s.22-24.
(25)Kadı İyâz, eş-Şifâ, II, 448-495; İbn Teymiyye, es-Sârimü’l meslûl âlâ şatimü’r-Rasûl, Haydarâbâd, 1322, s. 296, vdd, 310, 322-326; Zürkânî, Şerhu’l-Mevâhib, V, 318 vdd.
(26) İbn Teymiyye, es-Sârimü’l-meslûl, s.9-10.
(27) Ibn Teymiyye, a.g.e. s.108-165.
(28) Aynı eser, s.194-199.
(29) Kadı İyâz, eş-Şifâ, II,566-574; İbn Teymiyye, a.g.e.
S.4-12.
(30) Enbiyâ Sûresi, (21)/107.
(31) Buhârî, Edeb, 106; Ebû Dâvûd, Edeb,66.
(32) Ebû Dâvûd, Edeb, 67-68.
(33) Kadı İyâz, eş-Şifâ, II,467-471.
(34) bk. eŞ-Şifâ, II,483-484,530-545.