Makale

KUR’AN’DA VÜCÛH VE NAZÂİR

KUR’AN’DA VÜCÛH VE NAZÂİR

Dr. Mustafa ÇETİN

1934 yılında Tefenni’nin Büyükalan köyünde doğdu. 1958 de Isparta İmam-Hatip Lisesi’ni, 1963 de İstanbul Yüksek İslam,

Enstitüsünü bitirdi. 1968’de Milli Eğitim, Bakanlığının açtığı imtihanı kazanarak İzmir Yüksek İslam Enstitüsü Tefsir öğretmenliğine atandı. Öğretim Görevliliği İçin Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi öğretim üyelerinden Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu’nun danışmanlığında hazırladığı “Tefsir’de Dirayet Metodu" konulu tezi kabul edilerek “doktor” ünvanını aldı.

Halen Dokuz Eylül Üniversitesinde Öğretim görevlisi olan Mustafa ÇETİN, evli ve iki çocuk babasıdır.

Şüphesiz Kur’ân, insanlığı en doğru yola yönelten (1) ve dengeli bir hayata ulaştırmayı hedef alan İlahi Kitaptır. Ondan yararlanabilmesi, ihtiva ettiği esasların iyi bilinmesine bağlıdır. Kur’ân Arapça olarak indirilmiştir. O’nu gereğince anlayabilmek için, Arap dili ve edebiyatına vakıf olmak gerektiği gibi, düşünce ve kültür bakımından da onun seviyesine ulaşmak şarttır. Onda, Arap dilini bilenlerin kavrayabileceği açık anlamlı “muhkem” ayetler bulunduğu gibi, manası açık olmayan “müteşâbih” ayetler de vardır (2). Bunların anlaşılması da, bir takım ilimlerle mücehhez olmayı icap ettirir. Hatta onlardan bir kısmı, Kur’ân’ın ilahi karakteri gereği insanlar tarafından anlaşılamaz.

Kur’ân’da yer alan bazı kelime ve tabirlerin doğru bir şekilde kavranılarak ayetlerin, Allah’ın maksadına uygun olarak anlaşılabilmesi için, Arapçanın bütün inceliklerinin bilinmesi yanında, onun beyanına yarayan bir takım yardımcı ilimlerden de yararlanılması gerekmektedir. Zira Kur’ân’da, garip, müşkil ve müşterek lafızlı kelimeler bulunduğu gibi, kıraat ihtilafları ve nüzul sebepleri gibi hususlar da onunla yakından ilgilidir. Önce bunların İyi bilinmesi icap eder. Bu gibi konuları ele alan, Kur’ân’la ilgili bir kısım ilim dallan meydana getirilmiştir. Kur’ân’ın anlaşılmasına yardımcı olan bu ilimlere, Kur’ân İlimleri (Ulumu’l-Kur’ân) adı verilmektedir, “Vücûh ve Nazâir” de bu ilimler içerisinde yer almaktadır.

Kısaca Vücûh, Kur’ân’da, bir kelimenin çeşitli anlamlara geldiğini, Nazâir de, aynı vecihte olan kelimenin diğer ayetlerdeki örneklerini ifade eder. Gerçekte, Kur’ân’daki müşterek lafızlı kelimelerin anlamları üzerinde ittifak yok, ihtilaf vardır. Bunun çeşitli sebepleri bulunmaktadır. Nüzul sebeplerinin değerlendirilmesindeki ayrılıklar, kıraatler konusundaki farklı görüşler, özellikle, Kur’ân’daki garip ve müşterek lafızlı kelimelerin lügat manalarının değerlendirilmesindeki anlayışların çeşitli olması gibi hususlar, bunların başlıcalarıdır. Bu tür ihtilaf ve görüş ayrılıklarına, İbnu’l-Cevzi kitabının mukaddimesinde işaret etmektedir (3). Fıkıh usulleri de hüküm çıkarma konusunda, Kur’ân’da birden çok anlama gelen kelimeler üzerinde aynca durmuşlardır.

Kur’ân’da Vücûh ve Nazâir konusu incelenirken, açıklanması gereken kelimelerin manalarını ele alan Maâni’l-Kur’ân ve Garibu’l-Kur’ân ile ilgili eserlerin dikkate alınması gerekir. Zira bu kitaplarda, kelimeler pek çok yönden değerlendirilmiş, Kur’ân’ın doğru bir tarzda açıklanması sağlanmaya çalışılmıştır. Bu araştırmaların Vücûh ve Nazâir hususunda önemli rolü bulunmaktadır (4).

Bilginler arasında, kelimelerin vücûh’ (çeşitli anlamlar ifade etmesi) u konusunda bir birlik olmamasına rağmen, bir kelimenin muhtelif yerlerde, 20’den fazla manaya geldiğinin tespiti, Kur’ân’ın enine boyuna, detaylı bir şekilde ele alınıp incelenmesi ve muhtevasının çeşitli yönlerden değerlendirilmesi bakımlarından oldukça önemlidir.

Bu çalışmada, önce Vücûh ve Nazar konusunda yapılan çalışmalar tespit edilecek, sonra, Vücûh ve Nazâir’in lügat ve ıstılah manası üzerinde durulacak; ona duyulan ihtiyaç belirtilecek, daha sonra da, Kur’ân’daki Vücûh’tan bazı örnekler, çeşitli görüşler ışığında değerlendirilmeye çalışılacak, bunların Nazâîr’ine de, diğer ayetlerdeki yerleri gösterilerek işaret edilecektir.

I _ VÜCÛH VE NAZÂİR İLE İLGİLİ ÇALIŞMALAR

Vücûh ve Nazâir üzerinde yapılan çalışmaların Hicri I. asırdan itibaren başladığını kaynaklardan öğrenmekteyiz. Bunlardan bir kısmı matbudur. Bir kısmı yazma nüshalar halindedir. Üçüncü bir grup ise, kaynaklarda sadece tam olarak zikredilmektedir.

Şimdi bu konuda çalışma yapanların isimlerini ve varsa eserlerinin adlarını görelim.

1 — Abdullah İbn Abbas (ö. 68/687-688):(5) Kendisi Kur’ân-ı Kerim’in tefsiri ile çok meşgul olmuş, açıklanması gereken kelime ve tabirleri izah etmiş bir sahabedir. Kur’ân’daki garip kelimelerin açıklanması ve tefsiri konularında İbn Abbas’tan hayli nakiller yapılmıştır.

2 — İkrime b. Abdillâh (Ö. 105/723); Vücûh ve Nazâir konusu ile ilgili olarak İbn Abbas’tan bazı şeyler rivayet etmiştir (6).

3 — Ali b. Ebi Talha (Ö. 143/760); Bu zat da aynı şekilde İbn Abbas’tan rivayette bulunmuştur (7).

4 — Muhammed b. Saib el-Kelbi (ö. 146/763): Kendisinin bu konuda rivayetlerle bir eser meydana getirdiği naklolunmakta- dır (8).

(5) Mukatil b. Süleyman (150/767) : el-Eşbâh ve’n-Nazâir (9). Bu eserin yazma bir nüshası, İstanbul Bayezit Umumi Kütüphane (no: 561) de, 288 varak halinde bulunmaktadır (10). Bir başka nüshası da 1975 tarihinde Kahire’de basılmıştır (11). Bu değerli eser, bu konuda elimize ulaşan en eski ve nispeten çokça faydalandığımız bir kitaptır.

6 — Abdullah b. Harun el-Hicâzî(12): Kendisi, Süfyânü’s-Sevri (161/777) (13) zamanında yaşamıştır. Ondan, Matrûh b. Muhammed b. Şakir 271/884) (14) rivayette bulunarak, el-Vücûh ve’n-Nazâir isminde bir eser yazmıştır. Bu kitabın yazma bir nüshası, Haydarâbâd’da Asıfiyye Kütüphane (no: 871) sinde, diğer bir nüshası da, İrlanda Chester Beaty Kütüphanesi (no; 3334) nde bulunmaktadır (15).

7 — Ebu’l-Fadl el-Abbas b. el-Ensarî’l-Bâsrî (186/802) (16).

8 — Ebu Zekeriyyâ Yahya b. Ziyâd el-Ferrâ (207/822) (17): Maâni’l-Kur’ân; 1980 Beyrut’ta basılmıştır.

9 — Ebu Ubeyde Ma’mer b. el-Müsennâ (209) /824 : Mecâzu’l- Kur’ân (18) : 1954’te Mısır’da basıldı.

10 — el-Ahfaşu’l-Evsat, Said b. Mes’ade (215/830) : Tefsîru Meâni’l-Kur’ân (19) : 1981 de Kuveyt’te basıldı.

11 — Abdu’l-Melik b. Kurayb b. Abdi’l-Melife b. Ali b. Asma’ el-Bâhilî, Ebu Saîdi’l- Asmaî (216/831) : Mahtelefet Elfâzuhû Ve’ ttefekat Maânîn(20) : 1951’de :Dımaşk’ta basıldı.

12 — Ebu Ubeyd el-Kâsım b. Sellâm (224/838(21) : el-Ecnâs veya meâni’l-Kur’ân (22) : 1938 tarihinde Bombay’da basılmıştır.

13 — Ebu’l-Umeysel el-Ârâbî Abdullah. b. Huleyd (ö. 240/854): el-Me’sûr veya Ma’ttefeka Lafzuhû Va’htelefe mânâhu (23). Eser, 1925 tarihinde London’da basılmıştır.

(14) İbn Kuteybe, Ebu Muhammed Abdullah b. Müslim ed-Dîneverî (ö. 276/889)(24) : Te’vîhı-Müşkili’l-Kur’ân (25). Eser, es-Seyyid Sakr tarafından tahkik edilerek 1954’te Mısır’da basılmıştır.

15 — Yahya b. Muhammed b. Yahya b. Sellâm (Ö 280/893) : Kitabu’t-Tasârîf. Bu eserin bir kısmı, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu tarafından Tunus’taki tarihi el-Kayravan şehri, Ukbe b. Nâfi Camii Kütüphanesinde bulunarak, “Vücûhu’l-Kur’ân’a Dair Bilinmeyen Yeni Bir Eser” başlığı altında tanıtılmıştır (26). Ayrıca bu kitap, Hind Çelebi tarafından tahkik edilmiş, bir mukaddime eklenerek 1979 tarihinde Tunus’ta neşredilmiştir.

16 — Muhammed b. Yezid el-Müberred (Ö. 286/899) P) : Ma’ttefeka Lafzuhû Va’htelefe Mânâhu Fi’l-Kur’ani’1-Mecid. Eser, 1350/ 1931 de Mısır’da basılmıştır.

17 — el-Hakimu’t-Tirmizi, Muhammed b. Ali (ö. 320/932) (29) : Tahsilu Nazâiri’l-Kur’an. Eser, 1970 tarihinde Kahire’de basılmıştır (30).

18 — Ebu Bekr b. Muhammed b. el-Haseni’n-Nakkaş (351/ 962): el-İşara fi Garibi’l-Kur’ân (31).

19 — Mekki b. Ebi Talib (Ö. 355/965) : Kitabu Müşkili İrabi’l- Kur’ân (tahkik: Yasin Muhammed) Dımaşk 1974.

20 — Ahmed b. Fâris el-Lüğavî (Ö. 395/1004) (32) : el-Efrâd (33).

21 — es-Seâlibî (ö. 429/1037) (34): el-Eşbâh Ve’n-Nazair. er- Râdî, bu eserin yazma olarak bulunduğunu, ancak, ifade ve üslup bakımından Seâlîbî’ye ait olmaması gerektiğini belirtmektedir(35).

22 — Ebu Abdirrahman İsmail b. Ahmed ed-Dariri’l-Hiriyyi’n- Nisâbûrî (ö. 430/1038) (36): Vücûhu’l-Kur’ân. Eserin yazma bir nüshası, İngiltere, Cambridge Üniversitesi’ (no: 288)nde vardır(37)

23 — Ebu Abillâh Muhammed b. Ali ed-Dâmeğanî (Ö. 478/ 1085) (38) el-Vücûh Ve’n-Nazâir Fi’l Kur’ani’l-Kerim(39). Eser, 1977 tarihinde Beyrut’ta basılmıştır.

24 — er-Râğıbu’l Isfahânî (502/1108) (40): el-Müüfredât Fi Ga- rîbi’l-Kur’ân. Eser, Muhammed Seyyid Geylânî tarafından tahkik edilerek 1961 yılında Mısır’da basılmıştır.

25 — Ebu’l-Hasen Ali b. Ubeydillâh b. ez Zâğûnî (527/1132) (41).

26 — Ebu’l-Fadl Hubeyş b. İbrahim Tiflîsî (558/1160) (42): Vücûh-i Kur’ân, eser, Arapça-Farsçadır. 1340/1921’de Tahran’da basılmıştır.

27 — Cemaluddîn Ebu’l-Ferac Abdûrrahman b. el-Cevzî (597/ 1200) (43): Nüzhetü’l-A’yüni’n-Navâzın Fî İlmi’l-Vücûhi Ve’n-Na- zâir. Eserde, Kur’ân’daki zû vecûh (çeşitli anlamlara gelen) kelimeler, bablara ayrılarak, alfabetik olarak geniş bir surette ele alınıp incelenmiştir. Bu kitap, Muhammed Abdü’l-Kerim er-Râdî tarafından tahkik edilerek, uzun bir mukaddime eklenmek suretiyle 1985 tarihinde Beyrut’ ta basılmıştır. Konumuz hazırlanırken en çok başvurulan kaynak, bu eser olmuştur.

28 — Ebu’l-Abbas Ahmed b. Ali el-Mukrî (658/1259) : Vücühu’l- Kur’ân (yazma) (44).

29 — Ebu Muhammed Ali b. el-Kasım el-Bâmiyâni (?) : el- Müntahab Min Kitabı Tuhfeti’l-Veled (yazma)(44).

30 — Şemsüddîn Muhammed b. Muhammed b. Alî b. el-İmâd (887/1482) (46) : Keşfü’s-Serâir An Maâni’l-Vücûhi Ve’n-Nazâir. Eser, Dr. Fuad Abdü’l-Mün’im Ahmed tarafından 1977 tarihinde İskenderiye’de yayınlanmıştır (47).

31 — Celâlâddîn es-Suyûtî (911/1505) : Mu’teraku’l- Akran Fî Îcâzi’l-Kur’ân. Kitap Ali Muhammed b. el-Becâvî tarafından tahkik edilmiş, 1970 yılında basılmıştır.

32 — Zeynuddîn b. Nüceym (Ö. 970/1563) : el-Eşbâh Ve’n- Nazâir (48).

33 — Mustafa b. Abdirrahman b. Muhammed el- Ezîrî (ö. 1155/ 17421nin de bu konu ile ilgili bir kitabı olduğu bildirilmektedir (49).

34 — Kitabün Li Mechûl (yazan belli olmayan kitap) : Be- yânu Vechi Maânî’I-EIfâzı’l- Kur’aniyyei (50).

II — VÜCÛH VE NAZÂİR’İN LÜGAT YE ISTILAH MANASI

1 — Lügat Manası:

Vücûh kelimesi, vech lafzının çoğuludur. Vech, bir şeyin yüzü, görünüşü, manzarası, anahtar deliği, taraf, cihet, yön, anlam, kasıt, niyet, yol, sebep, ön taraf, önemli ve şerefli kişi, kalp, sabah namazı ve bir şeyin zatı gibi anlamlara gelmektedir (51). Nazâir, nazîr’in çoğuludur. Nazîr, misl, eş ve denk anlamlarında kullanılır (52). Şibh, şebeh ve şebîh’in çoğulu olan eşbâh’ da, Vücûh manasında kullanılır. Bu da, benzer, nazır ve misl gibi anlamlar ifade etmektedir (53).

2 — Istılah Manası:

Bir kelimenin aynı lafız ve aynı hareke ile Kur’ân-ı Kerim’in çeşitli yerlerinde başka başka manalar ifade etmesine “vücûh” denir (54). “Nazâir” ise, kelimelerin aynı vecih (anlam) de kullanılanlarının diğer ayetlerde zikr olunan benzerlerini ifade eder(55).

Bazı alimler, Vücuh’un manalara, Nazâir’in de, lafızlara verilen isimler olduğunu söylemişler ise de, bu görüşün zayıf olduğu belirtilmiştir. Diğer bir kısım alimler de, Vücûh ve Nazâir’i Kur’ân’ın icazından saymışlardır. Zira bir kelime Kur’ân’da, birden fazla, hatta 20 den ziyade anlama gelmektedir. İnsan sözünde ise bu gibi hususiyetler bulunmamaktadır (56).

Mukâtil, kitabının mukaddimesinde naklettiği bir haberde: “Kişi Kur’ân’daki bir çok vecihleri görmedikçe gerçek manada bir fakih olamaz” demektedir (57), İbn Sa’d (230/844) da, Ebu’d- Derdâ (32/652) ‘nın muhatabına : “Sen, muhakkak Kur’ân’daki vecihleri görmedikçe, elbette gerçek fakih olamazsın” dediğini nakletmektedir (58).

Hz. Ali (r.a.), İbn Abbas (r.a.) ı Hariciler ile görmesi ve onları ikna etmesi için gönderirken şu hususu da tembih etmiş ve “Onlarla münakaşa ederken, Kur’ân’ı kendilerine karşı delil olarak kullanma. Çünkü onda zû vücûh (çeşitli anlamlara gelen) kelimeler vardır. Buna karşılık, münakaşada sünnetten deliller getirebilirsin” demiştir (59).

Bir başka rivayette, İbn Abbas, Hz. Ali’ye : “Ey Mü’minlerin Emiri, ben Allah kelamı Kur’ân’ı onlardan daha iyi bilirim; zirâ Kur’ân’ın nüzulüne bizler şahit olduk” deyince, Hz. Ali de : “Doğru söylüyorsun: Kur’ân’da muhtelif vecihler vardır, sen onlara karşı bir vecih ortaya koyarken onlar da bir başka vecih ileri sürerler. Sen en iyisi, onlara sünnetten delil getir ve onunla karşılık ver; sözlerini sünnetle teyit et. Zira onlar, hadiste aynı şeyi yapamazlar.” şeklinde cevap vermiştir. Bu konuşmadan sonra İbn Abbas, Haricilere gitti; onlarla yaptığı münakaşalarda sünnetten hüccet getirdi. Hariciler, İbn Abbas’ın karşısında delilsiz kaldılar (60).

Hülasa, Kur’ân-ı Kerim’in iyi ve doğru olarak anlaşılabilmesi, delillerinden faydalanılabilmesi ve prensiplerinin tatbik edilebilmesi için, ihtiva ettiği incelikler ile vecih ve anlamlarının (imkanlar ölçüsünde) gereği gibi kavranılması icap etmektedir. Şimdi bunların Kur’ân’daki bazı örneklerini görelim.

III — KUR’AN’DA VÜCÛH VE NAZÂIR

Kur’ân-ı Kerim’deki zû vücûh kelimelerin adedi hayli yekûn tutmakta ve her bir kelimenin ihtiva ettiği vecihler de teferruatlı bir şekilde bulunmaktadır. İslam alimleri, bunlar üzerinde ciddî çalışmalar yaparak, Kur’ân’ın gerçeklerinin anlaşılmasına hizmet etmişlerdir. Müfessir bir alim olan Mukatil, el-Eşbâh ve’n-Nazâir adlı eseri ile konunun adeta öncülüğünü yapmıştır. Ondan sonraki alimler, bu arada, et-Tiflisî ve İbnu’l-Cevzi gibi müfessirler, Kur’ân’daki vücûh’un ayrıntılarına girmişler, geniş açıklamalarda bulunmuşlardır. Mesela, pek çok alim, Kur’ân-ı Kerim’deki “hüdâ” kelimesi ve müştakkatı (türevleri) nın 17 vechini zikrederken, İbnu’l-Cevâ, 24 vechini Örneklerle göstermiştir. Hatta alimler, bir kelimenin vecihlerinden bir tanesi için, bir ayeti nazir olarak getirmektedirler. Mesela Mukatil, bu veçhe ait olan ayetin nazarı şunlardır, diyerek, diğer ayetleri de zikretmektedir. Yine Taberî gibi müfessirler de ayetlerin vecihlerine işaret etmektedirler.

Giriş kısmında da ifade edildiği gibi, müfessirler, kelimelerin vecihlerinin hepsi üzerinde müttefik değildirler. Bu çalışmada, farklı görüşlere yer yer işaret edilmiştir. Bununla birlikte,, alimlerin Kur’ân’daki muhtelif anlamlı kelimeleri ele alıp incelemeleri, onun gerektiği şekilde anlaşılmasına hizmet etmektedir. Şimdi bu örneklere geçelim.

ÖRNEKLER:

1 — İSLAM:

İslâm kelimesi, lügatta, silm, barış yapma, boyun eğme, uyum sağlama, selam verme gibi anlamlarda kullanılmaktadır(61).

İslâm’ın Kur’ân’da beş vechi ve anlamı vardır :

a — Din: "Allah katında din, şüphesiz İslâm’dır” (62) ayetinde geçen “İslâm” kelimesi din anlamındadır (63).

b — Tevhid:

(...)

“Kendisini Allah’a tevhit inancı ile bağlamış, teslim etmiş peygamberler, Yahudi olanlara onun (Tevrat)la ve Rabbe kul olanla, bilginler de, Allah’ın Kitabı’ndan elde mahfuz kalanla hükmederlerdi” (64) ayetinde zikr olunan “eslemtü” lafzı, tevhid manasını ifade etmektedir (65).

c — İhlas:

(...)

“Ey Muhammed! Eğer seninle tartışmaya girişirlerse, ben kendimi bana uyanlarla birlikte Allah’ a verdim, de”(66) kavlindeki “eslemtü” kelimesi, “ahlastü” demek olup ihlas anlamı taşımaktadır (67).

d — İnkıyâd:

(...)

"...Melike : Rabbim! Şüphesiz ben kendime yazık etmişim. Süleyman’la beraber, alemlerin Rabbi olan Allah’ a boyun eğdim, dedi” (68) ayetinde geçen “eslemtü” lafzı, inkıyâd ve itaat etme manasınadır (69).

e — İkrar:

(...)

“And olsun ki, Müslüman olduklarını ikrardan sonra inkar edip küfür sözünü söylemişler iken, söylemedik diye Allah’a yemin ettiler” (70) ayetinde zikr olunan “İslam” kelimesi, ikrar etmek ve itirafta bulunmak anlamındadır (71).

2 — İFK :

İfk lafzı, iftira, yalan söz ve büyük günah gibi anlamlara gelir (72).

Kur’ân’da ifk, beş anlamda kullanılmaktadır :

a — Kizb:

(...)

O zamanlar, Allah’ı bırakın da O’na yakınlık peyda etmek için edindikleri tanrılar kendilerine yardım etmeli değil miydi? Ama tanrıları onlardan uzaklaştılar. Bu, onların yalanı ve uydurup durdukları şeydir” (73) ayetinde geçen “ifk” kelimesi, kizb yalan manasındadır (74).

b — Sarf:

(...)

“Bize, bizi tanrılarımızdan alıkoymak için mi geldin? Doğru sözlülerden isen, bizi tehdit ettiğin şeyi başımıza getir, dediler” (75) ayetinde zikr olunan "lite fikenâ” lafzı tafdîl, izâle, (döndürme, çevirme ve alıkoyma) anlamlarına gelmektedir (76).

c — Sihr:

(...)

“Bunun üzerine Musa değneğini attı, onların büyücülükle uydurup yaptıklarımı yutmaya bağlayıverdi” (77) ayetinde geçen “mâ’-yo’fikun” sözü, büyücülerin yaptıkları sihri, büyü olarak yaptıkları bazı şeyleri ifade etmektedir (78).

d — Kalb:

(...)

“Kendilerinden Önce olan Nûh..., Medyen ve kalb (alt üst) olmuş şehirler halkının haberleri onlara gelmedi mi”(79) ayetindeki el-Mu’tefikât” lafzı, yıkılma, alt üst olup yok olma anlamlarına gelmektedir (80).

e — Kazf :

(...)

“Hz. Muhammed’in eşine iftira eden, yalan uyduranlar içinizden bir gruptur...(81) ayetinde zikr olunan “ifk” kelimesi, kazf iftira etmek, bühtanda bulunmak manasındadır (82).

Bir kısım müfessirler de, bunlara ilaveten, “ifk”in asnâm (putlar) anlamına geldiğini ileri sürmüşler ve: (...)

“Allah’ı bırakıp da uydurma tanrılar mı istiyorsunuz? (83) ayetindeki “ifk” kelimesinin buna delalet ettiğini söylemişlerdir (84).

3 — ÜMMET :

el-Ümme kelimesi, insan topluluğu, grup, nesil, din, yol, ana, zaman, boy ve aile gibi çeşitli manalara gelir (85).

Ümmet kelimesinin Kur’ân’da beş anlamı vardır:

a — Cemaat:

(...)

“Rabbimiz! Bizi sana teslim olanlardan kıl, soyumuzdan da sana teslim olanlardan bir cemaat (topluluk) yetiştir” (86). Bu ayette yer alan “ümme” lafzı cemaat, topluluk manasını ifade etmektedir (87).

b — Din:

(...)

“Allah dileseydi, sizi tek bir ümmet yapardı. Ama O, istediğini saptırır, istediğini doğru yola eriştirir. And olsun ki, işlediklerinizden sorumlusunuz” (88) ayetinde “ümme” sözü din anlamındadır (89).

c — Zaman:

(...)

“And olsun ki, onların azabım sayılı bir süre (ümme) ye kadar ertelesek, 0’nu alıkoyan nedir? derler. Bilin ki, onlara azâb geldiği gün, artık geri çevrilmez; alaya aldıkları şey, onlan mahvedecektir (90). Burada geçen “ümme” kelimesi, hîn, müddet ve zaman manasındadır. Zira, insan toplulukları belirli bir vakit içerisinde yok olur gider. Onun için “ümmet” kelimesi zaman anlamında kullanılmıştır (91).

d — Önder:

(...)

“İbrahim, şüphesiz Allah’ a boyun eğer ve O’ na yönelen bir önder (ümmet) di. Puta tapanlardan değildi” (92) âyetindeki "ümme” lafzı, kendisine uyulan bir lider anlamındadır (93).

e — Sınıf :

(...)

“Yerde yürüyen hayvanlar ve kanatlarıyla uçan kuşlar da ancak sizin gibi birer sınıf topluluk) turlar”(94). Bu ayette zikr olunan “ümme” kelimesi, bir tür, cins ve sınıf manası ifade etmektedir (95).

4 — ÂYET :

Âyet kelimesi, alamet, bellik, mucize, belirti, topluluk, şahıs ve Kur’ân ayeti anlamlarına gelmektedir (96).

Ayetin Kur’ân-ı Kerim’de beş anlamı vardır :

a — Alâmet:

(...)

“Sizi topraktan yaratması, O’nun varlığının alametlerindendir (97). Burada, “ayet” lafzı alamet ve hüccet anlamındadır (98).

b — Mûcize :

(...)

“Musa onlara, apaçık olarak, mucizelerimizle gelince: Bu sadece uydurma bir sihirdir. Önceki atalarımızdan böylesini işitmemiştik, dediler” (99). Bu ayette geçen “âyât” kelimesi, mucizeler manasındadır (100).

c — Kitap:

(...)

“Kitaplarımız (ayetlerimiz) size okunduğunda, ardınıza dönüyorsunuz”(101) kavlindeki “âyâtî” lafzı kitapların veya kitabımın ayetleri manalarına geliyor (102).

d — İbret:

(...)

«Göğün boşluğunda Allah’ın buyruğuna boyun eğerek uçan kuşlara bakmıyorlar mı? Onları Allah’ tan başka tutan kimse yoktur. İnanan millet İçin bunda ibretler vardır” (103). Bu âyette yer alan “âyât” sözü, ibretler ve alınacak dersler anlamındadır(104).

e — Kur’ân ayeti:

(...)

"Elif, Lam, Mim, Râ. Bunlar Kitab’ın ayetleridir. Sana Rabbinden indirilen kitaplar haktır; fakat İnsanların çoğu inanmazlar” (105). ayetinde zikr olunan “âyât” lafzı, Kur’ân-ı Kerim’in ayetlerini ifade etmektedir (106).

5 — HADİS:

Hadis kelimesi, söz, haber, hadis, yeni şey gibi manalara gelir (107).

Kur’ân’da hadis sözü dört anlamda kullanılmaktadır :

a — Kur’ân:

(...)

“Eğer iddialarında, samimi iseler, Kur’ân’ın benzeri bir söz meydana getirsinler” (108) ve “Kur’ân’dan başka hangi söze inanacaklar” (109). Bu ayetlerde geçen “hadis" kelimeleri Kur’an-ı Kerim anlamındadır (110).

b — Kıssa :

(...)

“Allah, ayetleri bir birine benzeyen ve yer yer tekrar eden Kitabı, kıssalar (sözler) ın en güzeli olarak indirmiştir” (111) ayetinde zikrolunan “hadis” lafzı, kıssa ve söz anlamlarına gelebilir (112).

c — ibret:

(...)

“Sonra bir biri peşinden peygamberlerimizi gönderdik. Her ümmete peygamberimiz geldikçe, onu yalancı saydılar. Onları bir biri peşinden yok edip hepsini bir ibret yaptık. İnanmayan millet rahmetten ırak olsun” (113). Bu ayette yer alan “hadis” kelimesi ders alınacak ibretler anlamınadır(114). ’

d — Haber :

(...)

“İnananlarla karşılaştıkları zaman, inandık derlerdi; birbirleriyle yalnız kaldıklarında : Rabbinizin katında size karşı hüccet gösterenler diye mi Allah’ın size açıkladığını onlara haber veriyorsunuz? Bunu akletmiyor musunuz?"(115). Burada zikrolunan “etühaddisûnehû” lafzı, meseleyi haber verip anlatmayı ifade etmektedir (116).

6 — HAK :

Hak kelimesi, Allah’ın isimlerinden biri, doğru, sahih, gerçek, şüphesiz, elde edilen ve elde edilmesi gereken şey gibi anlamlara gelir (117).

Hak kelimesi Kur’ân’da on dört manada kullanılmaktadır (117):

a — Allah anlamına gelir :

(...)

“Eğer Hak onların heveslerine uysaydı, gökler ve yer, onlarda bulunanlar bozulup giderdi” (119). ayetinde geçen “hak” kelimesi, Allah Taâlâ anlamındadır (120).

b — Kur’ân: (...)

“Hak olan Kur’ân kendilerine gelince, onu yalanladılar” (121)

kavlindeki “hak” lafzı Kur’ân-ı Kerim manasınadır (122).

c — İslam: (...)

“De ki: Hak olan İslam geldi, batıl ortadan kalktı. Zaten batıl ortadan kalkmaya mahkumdur” (123) ayetindeki “hak” kelimesi, Allah’ın kabul ettiği İslamiyeti ifade etmektedir (124).

d — Adalet:

(...)

"Rabbimiz! Bizimle milletimiz arasında adaletle hüküm ver. Sen hükmedenlerin en hayırlısısın” (125). Burada zikrolunan “Hak” lafzı adl anlamındadır (126).

e — Tevhid:

“Ya da: Onda delilik var diyorlar, öyle mi? Hayır, O onlara tevhid gerçeğini getirmiştir, ama çoğu ondan hoşlanmamakta- dır”(127) ayetindeki “hak” sözü tevhid inancını ifade eder (128).

f — Doğruluk:

(...)

“Gökleri ve yeri gerçekle yaratan O’dur ki, “ol” dediği gün hemen olur; sözü doğrudur” (129) ayetinde zikrolunan “el-hak” lafzı, sadakat, doğruluk anlamındadır (l30).

g — Mal:

(...)

“...Üzerinde mal (hak) olan kişi (borçlu) de yazdırsın... (131) sözündeki “hak” kelimesi, mali bir kavram taşımaktadır (132).

h — Vücûb :

(...)

“İnkar edenlerin cehennemlik olduklarına dair Rabbinin sözü böylece gerçekleşmiştir” (133) ayetindeki “hakkat” lafzı, Rabbin tarafından olan azâb böylece yerine getirilmiştir, anlamındadır (l34).

ı — İhtiyaç :

(...)

“And olsun ki, senin kızlarınla hiç bir ilişiği (hak) miz olmadığını biliyorsun (l55). Doğrusu ne istediğimizin farkındasın dediler” (134) ayetinde bulunan “hak” kelimesi bir ihtiyaç, ilgi manasına delalet etmektedir (137).

i — Hisse :

(...)

“...Mallarında yoksul ve yoksuna belirli bir pay ayıranlar, ceza gününü doğrulayanlar, Rablarının azabından korkanlar böyle değildir” (138). Burada zikredilen “hak” sözü, ayrılan bir hisse ve payı ifade ediyor (139).

j — Beyan:

(...)

"...Şimdi gerçeği bildirdin deyip sığırı boğazladılar; az kalsın bunu yapmayacaklardı” (l40) ayetindeki "hah" kelimesi beyan etmek, açıklamak ve bildirmek anlamındadır (141).

k — Ecel:

(...)

“Ölüm sarhoşluğu gerçekten gelir, ey insan, işte bu senin öteden beri korkup kaçtığın şeydir” (142). Burada geçen “hak" lafzı ömrün bittiğini, ecelin geldiğini bildirmektedir (143).

l — Yapılması kesin şey:

(...)

"Allah şüphesiz, Allah yolunda savaşıp, öldüren ve öldürülen müminlerin canlarını ve mallarını —Tevrat, İncil ve Kur’ân’da söz verilmiş bir hak olarak— cennete karşılık satın almıştır” (144) ayetindeki “hakka” sözü, yerine getirilmesi ve karşılanması muhakkak o]an şeyi belirtmektedir(145).

m — Suç:

(...)

“Onlara yoksulluk ve düşkünlük damgası vuruldu. Allah’ın gazabına uğradılar. Bu, Allah’ın ayetlerini inkar etmeleri ve suçsuz yere peygamberleri öldürmelerindendi; bu, karşı gelmeleri ve taşkınlık yapmalarındandı” (146). Bu ayetteki “bigayri’l-hak” lafzı suçsuzluk anlamını göstermektedir(147).

n — Hak (Batılın Zıddı):

(...)

“İşte orada herkes dünyada yapmış olduğu ile imtihan verir ve gerçek Mevlaları olan Allah’ a döndürülür. Uydurdukları putlar (batıl Tanrılar) da ortadan kaybolmuştur” (148) ayetinde zikrolunan “el-hak” kelimesi, batıl olan ilahın aksine hakiki İlâhın ifâde etmektedir (149).

7 — HAYAT :

Hayat kelimesi, yaşamak, canlı olmak, duyarlılık ve hareketlilik, durumu düzeltmek, yeniden dirilmek gibi anlamlar taşır(150).

Kur’ân’da hayat kelimesi beş manaya gelmektedir :

a — Canlıya Ruh Verme :

(...)

“Ölü idiniz sizleri diriltti, sonra öldürecek, sonra tekrar diriltecek ve sonra O’na döneceksiniz; öyleyken Allah’ı nasıl inkâr edersiniz?” (151) Bu ayette geçen "feakyâkün” lafzı, siz nutfe iken size ruh verdi anlamındadır (152).

b — Diriltme :

(...)

“Bunları yapan Allah’ın ölüleri diriltmeye gücü yetmez mi?” (153) ayetindeki “yuhyiye” lafzı, öldükten sonra tekrar hayat vermeyi ifade ediyor (154).

c — Hidayet:

(...)

“Ölü iken kalbini diriltip, insanlar arasında yürürken önünü aydınlatacak bir nur verdiğimiz kimsenin durumu, karanlıklarda kalıp çıkamayan kimsenin durumu gibi midir?” (155) Burada zikr olunan "feahyaynâ” kelimesi, hidayet ettik, doğru yolu gösterdik, anlamındadır (156).

d — Bakâ:

(...)

“Ey akıl sahipleri! Kısasta sizin için hayat vardır” (157) ayetindeki “el-hayâ” kelimesi, hayatın bekası, korunup devam etmesi manasını ifade ediyor (158).

e — Arzın Canlandırılması:

(...)

“Rüzgârları gönderip de bulutları yürüten Allah’ tır. Biz bulutlan ölü bir yere sürüp, onunla toprağı ölümünden sonra diriltiriz. İnsanları diriltmek de böyledir” (159). Burada geçen “feahyaynâ” lafzı ile, su sayesinde arzın canlandırılıp bitkilerle bereketlendirilmesi murat olunmuş ve bu husus, yeniden diriltilmeye misal gösterilmiştir (160).

8 — HİKMET:

Hikmet kelimesi, felsefe, ilim, amel, hilm, Kur’ân, İncil, nübüvvet, veciz söz, anlayış ve adalet gibi anlamlara gelmektedir (161). Kur’ân’da hikmetin beş anlamı vardır:

a — Öğüt :

(...)

“Bu haberlerin her birinde üstün öğüt (hikmet) vardır; ama uyarmalar fayda vermiyor” (162) ayetinde geçen “hikme” lafzı, öğüt, mev’ıza ve aınacak ders anlamlarına gelmektedir (163).

b — Sünnet:

(...)

“Nitekim biz size, ayetlerimizi okuyacak, sizi her kötülükten arıtacak, size Kitabı ve Sünnet (hikmet) i öğretecek ve bilmediklerinizi bildirecek oranızdan bir peygamber gönderdik” (164). Burada zikrolunan “el-hikme” kelimesi, sünnet manasına delalet etmektedir(165).

c — Anlayış :

(...)

"And olsun ki, Lokman’a, Allah’a şükretmesi için anlayış (hikmet) verdik” (166) sözündeki “el-hikme” lafzı, başka manaları yanında, fehm, anlayış anlamına da gelmektedir (167).

d — Nübüvvet:

(...)

“Onları Allah’ın izniyle bozguna uğrattılar; Dâvûd Câlûd’u öldürdü. Allah Dâvûd’a hükümranlık ve nübüvvet (hikmet) verdi ve ona dilediğinden öğretti” (168). Burada geçen “el-hikme” kelimesi, nübüvvet, peygamberlik manasına delalet ediyor (169).

e — Kur’ân :

(...)

“Ey Muhammed! Rabbinin yoluna, hikmet (Kur’ân) le, güzel öğütle çağır....” (170) ayetindeki “el-hikme” sözü, Kur’ân-ı Kerim anlamındadır (171).

9 — HÜDÂ:

Hüda kelimesi, lügatte, doğru yolu bulmak yoluna girmek, yol göstermek, tarif etmek gibi anlamlara gelir (172).

Hüdâ lafzı ve müştakkâtı Kur’ân’da 24 vecihte kullanılmaktadır (171).

a — Beyân:

(...)

“İşte bunlar, Rablerinden (gelen) hidayet üzerindedirler; kurtuluşa erenler de bunlardır”(174) ayetinde geçen “hüdâ” kelimesi, Allah’ın beyân ettiği, açıkladığı doğruluğu ifade etmektedir(175).

b — İslam Dini:

(...)

"De ki: Allah’ın yolu; işte asıl yol odur”(176) sözünde zikrolunan “hüdâ” ve “el-hüdâ” lafızları İslam Dini anlamındadır (177).

c — İman :

(...)

“Allah doğru yolda olanların imanını artırır”(178) ayetindeki “hüdâ” lafzı iman ve inanca delalet ediyor (179).

d — Davetçi:

(...)

“Doğrusu bu Kur’ân en doğru yola çağırır” (180) kavlindeki “yehdi” kelimesi, davet eden Önder anlamındadır (181).

e — İrfan :

“Yeryüzüne, İnsanlar sarsılmasın diye sabit dağlar yerleştirdik; rahat gidebilsinler diye aralarında geniş yollar yarattık”(182). Bu ayette zikrolunan “yehtedûn” lafzı, bilgi ve irfan sahibi olsunlar ve gidecekleri yere doğru bir şekilde gidebilsinler anlamına geliyor (183).

f — İrşad :

(...)

“Musa, Medyen’e doğru yöneldiğimde: Rabbimin bana doğru yolu göstereceğini umarım, dedi” (184) ayetindeki “yehdiyenî” kelimesi, irşad anlamındadır. Fakat bu irşad, Medyen’e gidilecek yolun gösterilmesi manasınadır; manevi irşad anlamında değildir (185).

g — Hz. Muhammed’in Durumu :

(...)

“İndirdiğimiz apaçık delilleri ve irşad yollarını Kitapta insanlara açıklamamızdan sonra gizleyenler... İşte onlara, hem Allah lanet eder, hem de lanet edebilecek olanlar lanet eder”(186). Burada geçen “el-hüdâ" kelimesi, Hz. Muhammed (s.a.s.) hakkındaki müjdeli haberleri v.b. hususları ifade etmektedir (187).

h — Kurban:

(...)

“İnsanlara doğruluk rehberi geldiği zaman, inanmalarına engel olan , sadece: Allah, peygamber olarak bir insan mı gönderdi? demiş olmalarıdır” (188) ayetinde zikrolunan “el-hüdâ” lafzı, Kur’ân anlamındadır (189).

i — Tevrat :

(...)

"And olsun ki, Biz Musâ’ya doğruluk rehberi verdik”(190) ayetinde geçen el-hüdâ” lafzı Tevrat manasını ifade ediyor” (191).

k — Tevhid :

(...)

“Puta tapanlar hoşlanmasa da, dinini bütün dinlerden üstün kılmak üzere, peygamberini doğru yol ve hak dinle gönderen Allah’ tır”(192). Burada zikrolunan “el-hüdâ” kelimesi, tevhid manasındadır(193).

l — Sünnet:

(...)

“İşte bunlar, Allah’ın doğru yola eriştirdikleridir; onların yoluna uy, sizden buna karşılık bir ücret istemem, bu sadece herkes için bir hatırlatmadır, de”(194). Yukarıdaki ayette yer alan “hüdâ-hüm” sözü, “onların sünneti” anlamındadır (195).

m — İlham:

(...)

“Musa : Rabbimiz, her şeye ayrı bir özellik veren, sonra doğru yola eriştirendir, dedi”(196) ayetindeki “hedâ” fiili, ilham etti, manasındadır (197).

n — Islah:

(...)

“Yûsuf, (198) maksadını, vezire, gıyabında ihanet etmediğimi, hainlerin tuzaklarını Allah’ın başarıya erdirmediğini bilmesini sağlamaktı, dedi” (199). Bu ayette yer alan “lâ yehdi” kelimesi, lâyuslihu manasında olup, hainlerin başarıya ulaştırılmayacağını ifade etmektedir (200).

o — Resûl:

(...)

“Onlara şöyle demiştik. Hepiniz oradan inin (Bundan sonra) size benden bir Resûl (rehber) gelir de kim benim Resûlüme uyarsa, artık onlar için hiç bir korku yoktur; mahzun olacaklar da onlar değildir” (201). Burada zikrolunan “hüdâ” kelimeleri, peygamber ve rehber manasındadır (202).

ö — İstibsâr (203):

(...)

“(İşte), hidayete karşılık sapıklığı satın alanlar bunlardır; fakat ticaretleri (onlara) kazanç sağlamamış, (kendileri de) doğru yolu bulamamışlardır” (204). Bu ayette (menfi olarak) geçen “mühtedîn” kelimesi, o kişilerin hidayet talebinden ve basiretten uzak olduklarını belirtmektedir (205).

p — Delil:

(...)

“O, bir ateş görmüştü de, ailesine: Durun, ben bir ateş gördüm, ya ondan size bir kor getirir, ya da ateşin yanında bir yol gösteren bulurum, demişti” (206) ayetindeki “hüdâ” kelimesi delil manasınadır (307).

r — Talim :

“Allah size açıklamak ve sizden öncekilerin yollarını öğretmek ve tevbenizi kabul etmek ister. Allah bilendir, Hâkimdir” (208). Burada geçen “yehdiyeküm” kelimesi, talim etmek, öğretmek anlamındadır. (209)

(...)

“Kendilerine Kitap verilmiş olanların, puta ve şeytana kanıp, inkar edenlere: Bunlar, inananlardan daha doğru yoldadırlar, dediklerini görmedin mi?”(210). Bu ayet-i kerimede bulunan, “ehda” lafzı daha faziletli ve daha üstün manasınadır (211).

5 — Fazilet:

(...)

“İlgililere şöyle emredilir: Zulmedenleri, onlarla işbirliği edenleri ve Allah’ı bırakıp da taptıklarını derleyin. Onları cehennem yoluna koyun” (2l2). Burada zikrolunan "fehdû” kelimesi, takdim etme, tevcih etme ve yöneltme, yani cehennem yoluna sürme anlamını ifade eder(213).

t — Müslüman olarak ölmek:

(...)

“Doğrusu Ben, tevbe eden, inanıp yararlı iş işledikten sonra doğru yola gireni bağışlarım” (214). Bu ayette geçen “ihtedâ” fiili, Müslüman olduğu halde ölen anlamındadır (215).

u — Sevap :

(...)

“Bize düşen sadece doğru yolu göstermektir” (216) ayetindeki “hüdâ” kelimesi, surenin diğer ayetleri ile irtibatlı olarak düşünüldüğünde, ecir ve sevap anlamına gelmektedir (217).

ü — Hatırlatma :

(...)

“Seni şaşırmış bulup doğru yola eriştirmedi mi? (218) İbnu’l-

Cevzî, bu ayette geçen “fehedâ” lafzını, “feseikkerake” şeklinde yorumlamaktadır. Yani, Allah Taâlâ, Hz. Peygambere hitaben: Rabbin seni unutmuş bulup da hatırlatmadı mı? Şeklinde bir yorum getirmektedir (219). Diğer müfessirlerden bir kısmı ise, buradaki "fehedâ”dan murâdın, (sana Şeriat ve din vermek suretiyle) senin yolunu aydınlattı, anlamında olması gerektiğini ifade etmektedirler (220).

v — Doğru :

(...)

“Söyle bakalım, o kul doğru yolda giden bir kimse olsun” (221) ayetindeki “el-hüdâ” lafzı, müstakim, doğru anlamındadır. (222)

y — Sebat :

(...)

“(Allahım!) Bizi doğru yolda sabit kıl (223) ayetindeki “ih- dina” kelimesi, diğer manaları yanında, iman ve İslamdan ayırmaması için Allah’dan dua ve niyazda bulunmak anlamındadır (224). Bazı bilginler de, “ihdinâ” erşidnâ (bizi doğru yola ulaştır) demektir demişlerdir (225).

Kur’ân’da Vücûh ve Nazâir’in örnekleri pek çoktur. Daha önce de belirtildiği gibi, bu konuda müstakil eserler yazılmış, Kur’an’da geçen zû vücûh kelime ve harflerin büyük çoğunluğunun vecihleri ve bu vecihlerin diğer ayetlerdeki nazîrleri, geniş bir şekilde ele alınıp değerlendirilmiştir. Mesela İbnu’l-Cevzi bu konuyu detaylı olarak ele alanlardandır (226). Mukatil ve Yahya b. Sellâm gibi âlimler, eserlerinde, bir lafzın önce vecihlerini zikretmişler, sonra da, bunların aynı anlama gelenlerinin geçtiği ayetler için, “ve nazîruhâ...” gibi ifadeler kullanmışlardır. Bu yazıda ise, bir kelimenin nazâir’inin geçtiği ayetleri belirtmek için, dip notlarda, “bakınız...” ifadesi kullanılarak, sure ad ve ayet numaraları gösterilmiştir.

Vücûh ve Nazâir konusu askında bir kitap meydana getirecek kadar önemli ve geniştir. Yazının uzamaması için, şimdilik bu kadarla yetinilmesi uygun olacaktır.

SONUÇ

Kur’ân kendisini insanlığa duyurmak ve anlatmak için indirilmiş ilahi mesajlardır. O’nun manasını insanlara İlk beyan eden Hz. Peygamberdir. Sahabiler, kendi dillerinde olması sebebiyle, Kur’ân’ın anlamını doğru olarak anlayabiliyor, onun hükümlerini kendi hayatlarına tatbik ediyor, böylece İslam inkılabını gerçekleştirebiliyor, örnek kişi olma hüviyetini kazanabiliyorlardı.

Kur’ân’da Arapça bilenlerin anlamını kavrayabileceği kısımlar olduğu gibi, Hz. Peygamberin izahatı ile anlatılabilecek hususlar da vardır. Hatta onda, Allah’ın insanlara mahiyetini bildirmediği, şifre gibi olan kısımlar (müteşâbihler) da bulunmaktadır ki, bunlar, onun mü’ciz bir kelâm olduğunu ispat ederler. Kur’ân’ın Hz. Peygamberin beyânlarıyla anlaşılabilecek kısımları, hafî, müşkil ve mücmellerle mecazlardır. Yine ondaki garîb ve müşterek lafızlı kelimelerle zû vücûh (muhtelif anlamlı) lafızların mânâlarının anlaşılması, bazı ilimlerin bilinmesine bağlıdır. Kur’ân’ın doğru olarak tefsir edilip anlaşılmasına yarayan ilimlere, “Kur’ân ilimleri” denir.

Bazı İslam alimleri, Kur’ân’daki vecihler bilinmedikçe, gerçek anlamda fakih olunamayacağı noktasından hareketle, başlangıçtan itibaren ondaki çeşitli vecihler ifade eden kelimeler üzerinde durmuş, onların inceliklerini açıklamaya çalışmış ve bu konuda değerli eserler meydana getirmişlerdir. Mukatil’in el-Eşbâh ve’n-Nazâir’i ile Tiflisi’nin Vücûh-ı Kur’ân’ı ve İbn’u-Cevzi’nin Nüzhetü’l-A’yûn’ü gerçekten, Kur’ân’ın vücûhunu ortaya koyan faydalı kitaplardır. Hatta İbnu’l-Cevzi, “hüdâ” kelimesinin Kur’ân’da, 24 vechi bulunduğunu ileri sürmüştür. Bu görüşlerde tam bir ittifak olmamakla birlikte, bunlar, Allah Kelâmı’nın ayrıntılı bir şekilde incelenmesi bakımından önemli çalışmalardır.

Hulasa, Vücûh Nazâir konusundaki çalışmalar bitmiş değildir. Bundan sonra da bu çabalar sürecektir. Kur’ân’ın prensipleri ebediyyen hüküm sürecek, insanlık onlardan yararlanmaya devam edecektir. Bu da ancak, Kur’ân’ın yeniden, metodik olarak, bütün ayrıntılarıyla ele alınıp incelenmesi ve ondaki gerçeklerin beşeriyetin istifadesine sunulması ile gerçekleşecektir.

KUR’AN AYETLERİNİN ADEDİ

Bilmek istersen eğer aded-i Âyâtı

Cümlesi altı bin altı yüz altmış altı.

Bindir va’d beyanında, anın bini vaîd,

Bindir emri ibâdet, bini nehy ü tehdid.

Bini emsâl ü iberdir, bini ahbâr u kısas,

Beş yüz âyâtı helal ile harama muhtas.

Buldu yüz ayeti teşbih u Hüda’da çün rüsûh,

Altım altısı dahi âyâti nâsih u mensûh.

İbni Kemâl

DİPNOTLAR

(1) el-İsrâ, 17/9.

(2) Al-i İmrân, 3/7.

(3) Bk. Cemâluddîn Ebu’l-Ferac Abdurrahman İbnu’l-Cevzi, Nüzhetü’l-A’yüni’n-Navâzır Fi İlmi’l-Vücûhi Ve’n-Nazâir, Beyrut 1985, 83.

(4) er-Râdi, Nüzhetü’l-A’yün Mukaddimesi, 47.

(5) Muhammed İbn Sa’d, et-Tabakatü’l Kübrâ, Beyrut 1957, II, 365; Fuat Sezgin, Geşchichte Des Arabischen Schrifttums (GAS) Leiden 1967, I, 25; Arapça tercümesi Mahmud Fehmi ve Fehmi Ebu’I-Fadl, Tarihu’ t-Türâsi’l- Arabi, Mısır 1977, I, 43; er-Râdi, Nüzhe Muk, 39.

(6) Ebu Nuaym Ahmed b. Abdillâh el-Esbahânî, Hılyetü’l-Evliyâ ve Tabakat’ü’I-Asfiyâ, Beyrut 1967, III, 326-247; İbn Hallikân, Vefeyâ’l-Âyân, tahkik: Dr. Hasan Abbas, Beyrut 1977, III, 265-266; Cemalüddin Ebu’I-Feraç Abdurrahman b. el-Cevzi, Nüzhetü’l- A’yüni’n Navâzır Fi İlmi’l-Vü-cûhi Ve’n-Nazâir, 82; Kâtip Çelebi, Keşfüzzünûn, İstanbul 1941-1943 ,II, 2001.

(7) İbnu’l-Cevzi, Nüzhe, 82; Ebu Abdillâh Şemsüddin ez-Zehebi, Mizanü’I- İtidal, tahkik: Ali Muhammed el- Becâvî, Mısır, III, 134; İbn Hacer el- Askalânî, Tehzibu’t-Tehzib, Beyrut, 1326/1910, VII, 339.

(8) Nüzhe, 82; Mizân, III, 556; ez-Zehebî, Siyeru A’lâmi’n-Nubelâ, tahkik: Hüseyin el-Esed, Beyrut 1985, VI, 248, 249; Tehzib, IX, 178; Ebu’l-Felah Abdu’l-Hay b. el-İmâdi’l-Hanbeli, Şezarâtü’z-Zeheb, tarihsiz, I, 217, 218.

(9) el-Hatîbu’l-Bağdâdi, Târîhu Bağdâd, Beyrut, tarihsiz, XIII, 160; İbnu’l- Cevzî, Nüzhe, 82; Vefeyât, V, 255; GAS, I, 36, 37.

(10)Bu eserin bir ismi de, el-Vücûh Ve’n-Nazâir’dir. İbnu’l-Cevzî, Nüzhe, 82.

(11)Kitabı Dr. Abdullah Mahmûd Şahhâte tahkik etmiştir (er.Râdî, Nüzhe Muk, 49).

(12)Mizânu’l-İtidâl, H, 516; er.Radî, Nüzhe Muk., 49.

(13)İbnu’n-Nedîm, el-Fihrist (Güstav Flügel tab’ı), Beyrut, 225; Hayruddîn ez-Ziriklî, el-A’lâm, Beyrut, 1969, III, 158.

(14)Nüzhe, 82; Mizânü’l-İtidâl, IV, 126.

(15)er-Râdi, Nüzhe Muk, 49.

(16)Nüzhe, 82; Mizânu’l-İtidâl, II, 385; Tehzibu’t-Tehzîb, V, 126.

(17)Ömer Rıza Kehhâle, Mü’cemu’I-Müellifîn, Şam 1961, XIII, 198; Tarihu’t- Türâsi’I-Arabî, I, 59.

(18) Şezerâtu’z-Zeheb, II, 24; el-A’lâm, VIII, 191.

(19) el-A’lâm, III, 154, 155.

(20)el-A’lâm, IV, 307, 308; Mu’cemu’l-Müellifîn, V,I 187; er-Râdî,. Nüzhe Muk, 38.

(21) Muhammed b, el-Cezerî, Tabakâ’tu’l-Kurrâ, Mısır 1932, II, 17, 18; Şezerâtü’z-Zeheb, II, 54,55; Mu’cemu’l-Müellifîn, VIII, 101.

(22) er-Râdî, Nüzhe Muk, 34.

(23) el-A’lâm, IV, 215, 216; er-Râdî, Nüzhe muk, 35.

(24) el-Fİhrist, 77, 78; Mûcemu’UMüellifîn, VI, 150; er-Râdî, Nüzhe muk, 42.

(25) İbn Kuteybe’nin Tefsîru Garibi’I-Kur’ân adlı bir eseri daha vardır (Beyrut 1978).

(26) Geniş bilgi için bkz: A.Ü. İlahiyat Fak. Derg. Yıl; 1967-1968, Sayı: XV, 113-120.

(27) Nubelâ, XIII, 576; Mûcemu’l-Müellifin, XII, 114.

(28)er-Râdî, Nüzhe muk, 36.

(29) el-Â’lâm, VII, 156.

(30) er-Râdî, Nüzhe muk, 50,

(31) Mûcemu’l-Müellifîn, IX, 214.

(32) Nubelâ, XVII, 103; Vefeyât, I, 118.

(33)ez-Zerkeşî, e-Burhan Fi UIumi’l-Kur’ân, Mısır 1957, I, 102; er.Râdî, Nüzhe muk, 55.

(34) Nubelâ, XVII, 437, 438.

(35) er-Râdî, Nüzhe muk, 50, 51.

(36)Tâcüddîn es-Sübkî, Tabakatü’ş-Şâfiiyye, Mısır 1966, IV, 265, 266; el- A’lâm, I, 303.

(37) er-Râdî, Nüzhe muk, 51.

(38)İzzuddîn İbn Kesîr, el-Lübâb Fî Tehzîbi’I-Ensâb, Mısır 1356/1937, I, 486; Keşfüzzünûn, H, 2001; Mûcemu’l-Müellifîn, IV, 44,

(39)Carl Broekelmann, Geschichte Der Arabbıschen Lıtteratur, Supplementbank, Leiden 1937, I, 637; arapça terc. Dr. Ramazan Abdu’l-Tevvâb, Tarihu’t-Türasi’ l-Arabî, Kahire 1977, VI, 287; er-Râdî, Nüzhe muk, 51, 52.

(40)Mu’cemi’l-Müellifîn, IV, 59.

(41) en-Nubelâ, XIX, 605, 606; el-Lübâb, II, 72; İbnu’l Cevzî, Nüzhe, 83.

(42) er-Râdî, Nüzhe muk, 53,

(43) Şezerâtü’z-Zeheb, IV, 329-331; Mûcemu’l-Müellifin, V, 157.

(44) er-Râdî, Nüzhe muk, 25.

(45) er-Râdî, Nüzhe muk, 52. ,

(46) Mu’cemü’I-Müellifîn, XI, 251.

(47) er-Râdî, Nüzhe muk, 52.

(48) Şezerâtü’z -Zeheb, VIII, 358; el-A’lâm, III, 104; Mû’cemu’l-Müellifin, IV, 192.

(49)er-Râdî, Nüzhe muk, 533.

(50)Bu eserin yazma bir nüshası, İrlanda, Chester Beatty Kütüphanesi (no: 5096)’nde bulunmaktadır (er-Râdî, Nüzhe muk, 53).

(51)Ebu Mansûr Muhammed b. Ahmed el-Ezherî, Tehzibu’I-Lüğ’a, tahkik: Muhammed Abdü’l-Mûn’îm ve Mahmûd Ferac el-Ukde, Kahire (tarihsiz), VI, 350; İsmail b. Hammâd el-Cevheri, es-Sıhah Tâcü’l-Lügati ve Sıhahu’I-Arabiyye, tahkik: Ahmed Abdu’l-Gafûr. Attar, Beyrut 1979, VI, 2254; İbn Manzûr, Lisânü’l-Arab, Beyrut 2956, XIII, 555-557.

(52)Tehzîbu’l-Lüga, XIV, 371; es-Sıhah, II, 830; Lisânu’I-Arab, V, 218, 219; es-Seyyid Muhammed Murtazâ ez-Zebîdî, Tâcu’l-Arûs, Mısır 1306/1888, III, 574.

(53) es-Sıhah, VI, 2236; Lisan, XIII, 503.

(54)İbnu’l-Cevzi, Nüzhe, 83; el-Burhan, I, 102; es-Suyûti, el-İtkan Fî Ulûmil- Kur’ân, 1368/1948, Kahire, I, 142.

(55)Hind Çelebi, Yahya b. Sellâm, Kitabu’t-Tasârif, Tunus 1979, Mukaddimesi, 19.

(56)el-Burhan, I, 102; el-İtkân, I, 142.

(57) Aynı eserler ve aynı yerler.

(58) et-Tabakât, II, 357.

(59) el-İtkân, I, 143,

(60)Aynı eser, aynı yer.

(61)İbn Kuteybe, Te’vîlü Müşkili’l-Kur’ân, Kahire 1973, 479; Tehzibu’l-Lüğa, XII, 446-453; es-Sıhah, V, 1950-1952; İbnu’l-Cevzî, Nüzhe, 136; Lisânu’I- Arab, XII, 295; el-Buhâri’nin nakline göre, silm, selem ve selam aynı anlamı ifade eden kelimelerdir. Bkz. Muhammed b. İsmail el-Buhârî, el-Câmiu’s-Sahih, Tefsîr (sûre 4), 17.

(62) Âl-i İmrân 3/19. Başka örnek için Bkz. el-Hacc, 22/78.

(63)Muhammed b. Cerîr et-Taberi. Câmiu’l-Beyân an Te’vîll Âyi’I-Kur’ân, Mısır 1954, III, 212; Mahmûd b. Ömer ez-Zemahşerî, el-Keşşâfan Hakaiki Gavâmızı ’ t- Tenzil, Kahire 1966, I, 418; İbnu’l-Cevzî, Nüzhe, 136.

(64) el-Mâide 5/44.

(65) İbnu’l-Cevzî, Nüzhe, 136.

(66) Âl-İ İmrân, 3/20. Bkz. el-Bakara, 2/131; Lokman, 31/22.

(67)Tef. Taberî, III, 214; İbnu’l-Cevzî, Zâdu’l-Mesîr ilâ Îlmi’t-Tefsîr Beyrut 1964, I, 363; Muhammed b. Ali b, Muhammed eş-Şevkâni, Fethu’l- Kadir, el-Câmi’ Beyne Fenneyi’r-Rivâyeti Ve’d-Dirâyeti Min İlmi’t-Tefsîr, Mısır 1964, I, 326.

(68) en-Nemi 27/44. Bkz. Ali İmrân 3/83; Yûnus 10/90; e s-Saffât 37/103.

(69)Nüzhe, 137. Krş. Tef. İbn Kesir, III, 366.

(70) et-Tevbe 9/74. Bkz. el-Hucurât 49/14.

(71) Nüzhe, 137.

(72)İbn Kuteybe, Tefsîru Garîbu’l-Kur’ân, Lübnan 1978, 30; T Lüga, X, 395-397; es-Sıhah, IV, 1572, 1573; Lisan, X, 390.

(73) el. Ahkaf 46/28. Bkz, el-Ahkaf / 11.

(74) Tef. Taberî, XXVI, 19; Nüzhe, 138.

(75) el-Ahkâf 46/22. Bkz, ez-Zâriyât 51/9; el-En‘âm 6/95.

(76) Tef. Taberî, XXVI, 25; Nüzhe, 138.

(77) eş-Şuara 26/45. Bkz. el-A’râf 7/117.

(78)Nüzhe, 139. Krş. Taberî, XX, 73.

(79) et-Tevbe 9/70, Bkz. en-Necm 53/53.

(80) Tef. Taberî, X, 177; Nüzhe, 139.

(81) en-Nûr 24/11.

(82) Sahîhu’l-Buhârî, Tefsir, (sure 24), 6; Nüzhe, 139;

(83) es-Sâffât 37/86.

(84)Nüzhe, 139. Bkz. Tef. Tab, XXII, 70; Zâdu’l-Mesir, VII, 67.

(85)Te’vîlu Müşkili’I-Kur’ân, 445; T. Lüğa, XV, 632-634; es-Sıhah, V, 1864, 1865; Nüzhe, 143; Lisân, XII, 26-28.

(86)el-Bakara 2/128. Bkz, el-Bakara 2/134; Âl-i İmrân 3/112; el-Mâide 51/66; el-Ârâf 7/59.

(87)Tef. Taberi, I, 553; Nüzhe, 143.

(88) en.Nahl 16/93. Bkz, el-Bakara 2/213; Yûnus 9/19; el-Mu’minûn 23/52.

(89) Tef, Taberî, XIV, 168; Nüzhe, 143.

(90) Hûd 11/8. Bkz. Yûsuf 12/45.

(91) Te’vîlu Müşkili’ l-Kur’ân, 445; Tef. Taberî, XII, 6.

(92) en-Nahl 16/120.

(93)Te’vîlu Müşkili’ l-Kur’ ân, 445; Nüzhe, 143. Taberî de, burada “ümme" lafzının hayrı öğreten kişi, Önder olduğunu, ifade ediyor (Tef, Taberi, XIV, 191, 192).

(94) el-Enâm 6/38.

(95)Te’vîlu Müşkili’l-Kur’ân, 445; el-Müfredât, 22; Nüzhe, 143, 144.

(96)Garîbu’l-Kur’ân, 34; es-Sıhah, VI, 2275; el-Müfredât, 33; Nüzhe, 154; Lisan, XIV, 61, 62.

(97) Rum 30/20. Bkz. Rum, 25; Yunus 9/41; es-Secde 32/39.

(98) Tef. Taberî, XXI, 30; Nüzhe, 15.

(99) el-Kasas 28/26. Bkz. el-Kamer 54/2.

(100)Nüzhe 155; Hrş. Tef. Taberî, XX,76.

(101) el-Mu’minûn 23/66.

(102)Nüzhe, 155. Krş. Tef. Taberî, XVHI, 38.

(103)en-Nah 116/79.

(104)Nüzhe, 155, Krş. Tef. Taberî, XIV, 153.

(105) er-Ra’d 13/1. Bkz. el-Bakara 2/106; Yusuf 12/1; en-Nahl 16/101.

(106) Nüzhe, 156. Krş. Tef. Taberî, XIII, 92.

(107) es-Sıhah, II, 278; el-Müfredat, 110; Lisan, II, 1331.

(108) et-Tûr 52/34.

(109) el-Mürselât 77/50.

(110) Tef. Taberî, XXVII, 33; XXIX, 246; el-Müfredât, 110; Nüzhe, 249.

(111) ez-Zümer 39/23.

(112) Nüzhe, 249. Krş. Tef. Taberi, XXIII, 210, 211.

(113) el-Mu’minun 23/44. Bkz. Sebe’ 34/19.

(114) Nüzhe, 249. Krş. Tef. Taberi, XVIII, 24.

(115) el-Bakara 2/76.

(116) Tef. Taberi, I, 371, 372; Nüzhe, 249; Muhammed Ali es-Sâbûni Safvetu’t-Tefâsîr, İstanbul 1987, I, 71.

(117) es-Sıhah, IV, 1460; el- Müfredât, 125; Nüzhe, 265; Lisan, X, 49.

(118) İbnu’l-Cevzî, hak kelimesinin Kur’ân’da 18 vechi olduğunu söylemektedir. Ancak, ’‘Kâbe emri, haram ve helal ile Lâ İlahe İllallah” anlamlarına geldiği şeklindeki iddiası net ve açık görülmediğinden buraya alınmamışlardır (Ek. Nüzhe, 268).

(119) el-Mu’minûn, 23/71.

(120) Tef .Taberî, XVIII, 42, 43; el-Müfredât, 125; et-Tiflîsî, Vücûh-i Kur’ân, Tahran 1921, 77.

(121) el-En’âm 6/5. Bkz. el-Kasas 28/48; ez-Zuhruf 43/30.

(122) Vucûh-ı Kur’ân, 78; Nüzhe, 266, Taberi, bu ayette geçen “hak” kelimesinden muradın Hz. Muhammed (s.a,s.) olduğunu söylemektedir (Bkz. Tef. Taberî, VII, 149),

(123) el-İsrâ 17/81. Bkz. el-Enfâl 8/8; en-Neml 27/79.

(124) Vücûh-i Kur’ân, 78; Nüzhe, 26. Taberî, burada “hak” lafzının Kur’ân anlamında olduğunu ifade etmektedir (Bkz. Tef, Taberî, XV, 152)

(125) el-Â’râf 7/89. Bkz. en-Nûr 24/25; Enbiyâ 9/112; Sâd 38/22.

(126) Vücûh-i Kur’ân, 78; Nüzhe, 230.

(127) el-Muminûn 23/70; Bkz, el-Kasas 28/75; el-Ankebût 29/68; es-Sâffât 38/37.

(128) Vücûh-i Kur’ân, 78; Nüzhe, 266.

129) el-En’âm 6/73. Bkz. Yûnus 10/53.

(130) Vücûh-i Kur’ân, 79; Nüzhe, 267.

(131) el-Bakara 2/282.

(132) Nüzhe, 267; et-Tiflîsî, burada “hak” kelimesinin borç anlamına geldiğini söylemektedir (Bk, Vücûh-i Kur’ân, 80). Krş. Tef. Taz, II, 120; Safvetu’t-Tefâsîr, I, 178.

(133) el-Mu’min 40/6. Bkz. es-Secde 32/13; el-Ahkaf 46/18.

(134) Vücûh-i Kur’ân, 80; Nüzhe, 267.

(135) Burada kendisine hitap edilen zat Lût (a.s.) dur.

(136) Hûd 11/79.

(137) Tef. Tâberî, XII, 86; Nüzhe, 267.

(138) el-Meâric 70/24, 25.

(139) Vücûh-i Kur’ân, 80; Nüzhe, 268.

(140) el-Bakara 2/71, Bkz. Hûd 11/120.

(141) Tef. Taberî, I, 353; Nüzhe, 268.

(142) Kaf 50/19.

(143) Tef. Taberî, XXVI, 160; Nüzhe, 268. Krş. el-Keşşâf, IV, 385.

(144) et-Tevbe 9/111.

(145) Nüzhe, 268. Krş. Tef. Taberî, XI, 35.

(146) el-Bakara 2/61. Bkz. Al-i İmrân 3/112.

(147) Nüzhe, 269. Krş. Taberî, I, 317.

(148) Yûnus 10/30, Bkz. el-Hacc 22/6; el-Hicr 15/85,

(149) Tef. Taberî, XI, 113; Nüzhe, 269.

(150) es-Sıhah, VI, 2323, 2324; el-Müfredât, 13S; Nüzhe; Lisân, XIV, 211.

(151) el-Bakara 2/28, Bkz. Ali İmrân 3/27; el-Hacc 22/66; el-Mu’min 4(11/11; el-Câsiye 45/26.

(152) Tef, Taberî, I, 188; Vücûh-i Kur’ân, 82; Nüzhe, 253.

(153) el-Kıyâme 75/40.

(154) Tef. Taberî, XXIX, 201; Vücûh-i Kur’ân, 83; Nüzhe, 254.

(155) el-Enâm 6/122. Bkz. Yâsîn 36/70; el-Fâtır 35/22.

(156) Tef. Taberî, VIII, 22, 23; Nüzhe, 254.

(157) el-Bakara 2/119, Bkz. el-Bakara 2/49; el-Mâide 5/32.

(158) Tef. Taberî, H, 115; el-Müfredât, 139; Vücüh-i Kur’ân, 82.

(159) el-Fâtır 35/9.

(160) Tef. Taberî, XXn, 119; el-Müfredât, 38; Vücüh-i Kur’ân, 83; Nüzhe, 254.

(161) Lisan, XII, 142, 143; Mecduddin Muhammed b. Yakûb el-Fîrûzâbâdî, el- Kamüsu’l-Muhit, Beyrut tarihsiz, IV, 100.

(162) el-Kamer 54/5.

(163) Tefsiru Garîbi’l-Kur’ân, 32; el-Müfredât, 127; Nüzhe, 2661.

(164) el-Bakara 2/151.

(165) Tef. Taberî, II, 37; Nüzhe, 261.

(166) Lokman 31/12. Bkz. el-En’âm 5/89; Meryem 19/12; el-Enbiyâ 21/79.

(167) Vücûh-i Kur’ân, 81; Zâdu’l-Mesir, VVI, 317.

(168) el-Bakara 2/251. Bkz. Sâd 38/20.

(169) Tef. Taberî, II, 632; Nüzhe, 261.

(170) en-Nahl 16/125.

(171) Tef. Taberî, XIV, 194; Nüzhe, 262.

(172) Te’vîlu Müşkili’l-Kur’ân, 443; T. Lüga, VI, 378-384; es-Sıhah, VI, 2533, 2534; el-Müfredât, 538; Lisan, XV, 353, 354.

(173) Nüzhe, 626. Bir kısım İslam bilginleri de, ‘‘hüdâ’’ kelimesinin Kur’ân’da 17 vechinin olduğunu zikretmektedirler. Bkz. Mukatil, el-Eşbâh ve’n- Nazair, Bayezıt Umûmî Kütüphane (no: 561) yazma, varak 1b; Yahyâ b. Muhammed, Kitabu’t-Tasârîf, (İ. Cerrahoğlu, A.Ü, İlâhiyât Fak. Derg. Yıl: 1967,1968, Sayı: XV, 116); Vücûh-i Kur’ân, 297; el-Burhan, I, 103; el-İtkan, I, 142.

(174) el-Bakara 2/5, Bkz. Lokman 31/5; es-Secde 32/26; el-Beled 91/10; el- İnsan 76/3.

(175) el-Eşbâh ve’n-Nazair, V. 1b; Kitâbu’t-Tasârif, İlahiyat Fak. Der. XV, 116; Nüzhe, 626; el-Burhan, I, 103; el-İtkan, I, 142, Taberî, buradaki "hüdâ" lafzının, İbn Abbas tarafından, nur ve istikamet olarak tefsir edildiğini nakletmektedir (Bk. Tef. Taberî, I, 107).

(176) el-Bakara 2/120, Bkz. Ali İmrân 3/73; el-Hace 221/67.

(177) el-Eşbâh ve’n-Nazair, Vr, 2a; Kitabu’t-Tasârîf, İ. F. D. XV, 116; Nüzhe, 626; el-Burhan, 103; el-İtkan, I. 141, Taberî, burada zikredilen “hüdâ”yı “Allah’ın beyanı" olarak değerlendirmektedir, (Bk. Tef. Taberî, I, 517).

(178) Meryem 19/76. Bkz, el-Kehf 18/13; Sebe’ 34/32; ez-Zühruf 431/49.

(179) el-Eşbâh, Vr. 2b ve 3a; K. Tasârîf, İ. F. D. XV, 117; Vücûh-i Kur’ân, 296; Nüzhe, 627; el-Burhan, I, 103; el-İtkan, I ,142.

180) el-İsrâ 17/9. Bkz. er.Ra’d 13/7; el-Enbiyâ 21/73; el-Ahkâf 46/30; el-Cin 72/2; eşŞûrâ 42/52.

(181) Kitabu’t-Tasârîf, İ. F. D. XV, 17; Vücûh-i Kur’ân, 298; Nüzhe, 627. Başka örnekler için Bkz. el-Burhan, I, 103; el-İtkan, I, 143.

(182) el-Enbiyâ 21/31. Bkz. en-Nahl 13/16; en-Neml 27/41; ez-Zuhruf 43/10.

(183) el-Eşbâh ve’n-Nazâir, Vr. 4a, 4b; Kitabu’t-Tasârîf, İ. F. D, XV, 117; Vücûh-i Kur’ân, 298; Nüzhe, 627. Diğer örnekler için Bkz. el-Burhan, I, 103; el-İtkan, 1, 143.

(184) el-Kasas 28/22. Bkz. Sâd 38/22.

(185) el-Eşbâh ve’n-Nazâir, vr. 5a; İ, F. D, XV, 118; Vücûh-i Kurân, Nüzhe, 628; el-İtkan, I, 143.

(186) el-Bakara 2/159. Bkz, Muhammed suresi, 47/25, 32.

(187) el-Eşbâh ve’n-Nazâir, vr. 5a; Hitabu’t-Tasârîf, İ. F. D., XV, 118; Tef, Taberi, II, 52; Vücûh-i Kur’ân, 299; Nüzhe, 628; İsmail b. Kesîr, Tefsiru’l-Kur’âni’l-Azîm, Beyrut 1969; I, 200; el-Burhan, I, 103; el-İtkan, I, 143; Talat Koçyiğit ve İsmail Cerrahoğlu, Kur’ân-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Ankara, 1984, I, 279.

(188) el-İsrâ 17/94. Bkz. el-Kehf 18/55; en-Necm 53/23.

(189) el-Eşbâh ve’n-Nazâir, vr. 6a; İ. F. D., XV, 118; Vücûh-i Kur’ân, 295; Nüzhe, 628.

(190) el-Mü’min 40/53, Bkz. el-İsrâ 17/2.

(191) el-Eşbâh ve’n-Nazâir, vr. 6b; Kitâbu’t-Tasârîf, İ. F. D., XV, 118; Vücûh-i Kur’ân, 295; Nüzhe, 628.

(192) et-Tevbe 9/33, Bkz. es-Sâff 61/9; el-Kasas 28/57.

(193) eI-Eşbâh ve’n-Nazâir, vr. 7b; Kitabu’t-Tasârîf, İ, F. D, XV, 119; Vücûh-i Kur’ân, 296. Geniş bilgi için bkz. Tef, Taberî, X, 116.

(194) el-Enâm 6/90. Bkz. ez-Zühruf 43/22.

(195) el-Eşbâh ve’n-Nazaîr, vr, 8a; K, Tasârîf, İ. F. D., XV, 119; Tef. Taberî,

VII, 226; Vücûh-i Kur’ân 296; Nüzhe, 629.

(196) Tâhâ 20/50. Bkz. el-Â’lâ 87/3.

(197) el-Eşbâh, vr, 8a, 8b; K. Tasârif, İ. F. XV, 119; Tef, Taberî Vücûh-i Kur’ân, 299; Nüzhe, 629.

(198) Tef. Taberî, XII, 238. E. M. H. Yazır ise, bu sözün Aziz’ in karısının olmasının daha zâhir olacağını söylemektedir (Bk. Hak Dini, İstanbul 1935 IV, 2872).

(199) Yûsuf, 12/52.

(200) el-Eşbâh, vr, 8a; K. Tasârîf, İ.F. D., XV, 119; Tef. Taberî, XII, 238; Vücûh-i Kur’ân, 299; Nüzhe, 629.

(201) el-Bakara 2/38.

(202) Nüzhe, 629. Bazı kaynaklar, hüdânın burada, Resûl manasına değil, çoğulu olan Rusül anlamında olduğunu zikretmektedirler. Bkz, K. Ta-sâ- rîf, I. F. D., XV, 118; Tef. Taberî, I, 247; Vücûh-i Kur’ân, 297.

(203) İstibsâr kelimesi, bir şeyin açıklanmasını istemek ve basiret sahibi olmak gibi manalar taşır (Bk. el-Müfredât, 50; Lisan, IV, 66).

(204) el-Bakara 2/16.

(205) Nüzhe, 629.

(206) Tâhâ 80/10.

(207) Tef. Taberi, XVI, 142; Vücûh-i Kur’ân, 297; Nüzhe, 629.

(208) en-Nisâ 4/26.

(209) Nüzhe, 630.

(210) en-Nisa 4/51.

(211) Nüzhe, 630; Krş. Tef. Taberî, V, 134, 135.

(212) es-Sâffât 37/22, 23.

(213) Tef, Taberî, XXIII, 27; Nüzhe, 630.

(214) Tâhâ 20/82.

(215) Nüzhe, 630, Anılan ayetteki “ihtedâ” kelimesinin çeşitli anlamlan için bkz. Tef, Taberî, XVI, 194, 195.

(216) el-Leyl 92/12.

(217) Nüzhe, 630.

(218) ed-Duhâ 93/7.

(219) Nüzhe, 63.

(220) Geniş bilgi için bkz. el-Keşşâf, IV, 768; Fahruddîn er-Râzî, Mefâtihu’l Gayb, İstanbul 1257/1841, VIII, 603.

(221) el-Alak 96/11.

(222) Tef. Taberî, XXX, 254; Nüzhe, 630.

(223) el-Fâtiha 1/6.

(224) Vücûh-i Kur’ân, 299; Nüzhe, 630; el-İtkan, I, 143.

(225) Geniş bilgi için. Tef. Tab, I 71, 72; Zâdu’l-Mesir, I, 14.

(226) İbnu’l-Cevzî’nin, Kur’ân’daki zû vücûh kelime ve harflerin Vücûh ve Nazâir’ini ittiba kelimesinden başlayan, yemin kelimesiyle son bulan 558 sayfa olarak) geniş bir şekilde incelediği görülmektedir (bkz. Nüzhe, 85-645).