Makale

ÖRF VE EĞİTİM

ÖRF VE EĞİTİM

DOÇ. DR. NESİMİ YAZICI
Ankara Üniv. İlahiyat Fak. Öğretim Üyesi

Hatıralar oldum olası dikkatimi çekmiş ve imkân bulduğum oranda değişik kişilerin bu türe dahil yazdıklarını okumaya, anlattıklarını dinlemeye gayret sarfetmişimdir. Bana göre herkesin anlatabilecek bir şeyleri vardır ve geçmişin bu tecrübe birikimlerinden istifade etmeye hepimizin İhtiyacı bulunmaktadır. Günümüzün değerlendirilmesi, geçmişi bilmemizle çok yakından alâkalıdır, işte hatırat okumanın veya dinlemenin bana hoşça vakit geçirtmesi yanında, hem bunlar ve hem de bunlar haricinde faydalar sağlayacağını düşünmekteyim.
Son olarak Türk şiirinin büyük üstadı Yahya Kemal Beyatlı’nın; "Çocukluğum, Gençliğim, Siyâsî ve Edebî Hatıralarım" (İstanbul, 1986) başlığı altında toplanmış olan hatıratını okudum. Geçen yüzyılın sonları ve yirminci yüzyılın başlarını, gezdiği, gördüğü yerleri, şahit olduğu olayları bir ayna gibi aksettiriyor. Hem de şiirimizin en büyük üstadının doyulmaz anlatımıyla aksettiriyor.
Bilindiği üzere Yahya Kemal 2 Aralık 1884te Üsküp’te doğdu. Nisan 1902’de İlse öğrenimini tamamlamak üzere İstanbul’a gelinceye kadar, çocukluk ve ilk gençlik yıllarını Üsküp ve Selanik’te geçirdi. Öğrenimini de bu iki şehirde yaptı. 1 Kasım 1958’de İstanbul’da ölümüne kadar Cenab-ı Hakk’ın kendisine takdir ettiği hayatı sürdüren ve değişik hizmetler üstlenen yazarımızın biz ilk çocukluk dönemiyle ilgili iki kesiti vermek istiyoruz. Ümit ediyoruz ki böylece bugün artık sınırlarımız dışında kalmış olan bu eski vatan parçalarını, hasret ve özlemle yadetme yanında, güzel adetlerimizden bir kaçını da hatırlama ve hatırlatma imkânını bulacağız.
Çoğu defa gelin olan genç kızın çeyizi içerisinde bir mushaf kesesinin/torbasının bulunduğunu ve bunun, içindeki Kur’an-ı Kerim’le birlikte yatak odasının en mutena köşesinde yer aldığını biliriz. Milletimizin tarihinin derinliklerine kadar giden bu adet, zaman zaman mukaddes kitabımızın okunmayıp, yalnızca korunduğu, saygı gösterildiği şeklinde yorumlanmıştır. Bizim kültürümüzde o şekilde göz nurunun, genç kızlığın bütün hünerlerinin gösterildiği birer muhteşem sanat eseri muhafazalar ve burada korunan Kur’anlar olduğu doğrudur. Fakat torbasındaki Kur’an’ın, sanki dekoratif bir unsur düzeyine indirildiğinin örneklerinin çok az olduğuna hiç şüphe yoktur. Nitekim Yahya Kemal’in kendi ailesinden naklettiği üzere Kuran, geçmişteki toplumumuzda sık sık okunan bir kitaptı. Ayrıca da Kuran müslüman Türk’ün aile kütüğü idi de. Ailenin müştereken sahiplendiği bir Kur’an’a, ona her yeni katılanın adı ve doğum tarihi kaydedilirdi. Böylece Kur’an, şüphesiz çok önemli diğer özellikleri yanında, bir de bu nedenle, yani ailenin kütüğü olması dolayısıyla dikkat ve itinaya mazhar olurdu. Geliniz Yahya Kemal’den kısa bir alıntı yapalım:
"Annemin, çocukluğundan beri yanından ayırmadığı, köhne ciltli, küçük bir mushafı vardı. Bu mus-hafın son sahifesinin başında, babamın elyazısıyla, benim ve kardeşlerimizin velâdetlerimizin târihi yazılı dururdu. Garip bir tecellî ile bu mushaf, ailemizin temel taşlarından biri telâkkî edilirdi, evin içindeki diğer mushaflarımız ona benzemezdi. İlk sofuluk zevkini annemden almıştım. Ramazan akşamları ölülerimizin ruhuna Yasin okumayı ondan öğrenmiştim". (s.33)
Günümüzde gözlerimizin nuru evlatlarımızın eğitim-öğretimleriyle her birimiz nasıl ilgilenmek gereğini duyuyorsak, geçmişte de çocukların iyi yetiştirilmeleri, müslüman Türk ailelerinin başlıca hedeflerini oluşturuyordu. Biz bu vesileyle tahsil ve terbiyenin ilk başlangıcındaki tören üzerine durmak istiyoruz. Şüphesiz her başlangıç önemli olmakla birlikte, geçmişteki Türk-lslâm toplumunda, küçük yavrunun okula başlaması kendisi için olduğu kadar, ailesi, yakın akrabaları ve tanıdık/tanımadık çevresi için pek dikkat çekici bir olaydı. Bu münasebetle geniş hazırlıklar yapılır, törenler düzenlenir, dualarla, ilâhîlerle, tertip edilen alaylarla (âmin alayı) küçük çocuk evinden okula götürülürdü. Ailesi için bu olay heyecan verici olması yanında, ayrıca da içten içe gurur vericiydi. 1889 da Yahya Kemal beş yaşında iken Üsküp’te Sultan Murad Camii yanındaki Yeni Mekteb’e işte böyle bir törenle başlıyor. Geliniz yazarımız için çok önemli olan bu hadiseyi onun satırlarından takip edelim:
"Yeni Mekteb’e başladığım gün güzel bir sonbahar günüydü. Dediğim gibi, beş yaşındaydım. Evde, bu işin olacağını bana duyurmamışlardı. Maamâfih birkaç günden beri mektebe başlayan çocukların göğüslerine çapraz geçirdikleri sırmalı, kâr-ı kadîm, bir kitap kılıfını göstermiştiler. Bir sabah Ishâkıyye Mahallesi’nde, karaağaçların altındaki konağımızın önünde el ele vermiş kız ve erkek mektep çocukları, sarıklı hocaları önde, ilâhîler söyleyerek göründüler. Her ilâhînin sonunda cumhurlu bir âmîn gulgulesi işitiliyor ve ilâhîler tekrar başlıyordu. Selâmlıkta, minderlere, sıra ile komşulardan, eşraftan, hacı ve hocalardan birçok misafir dizilmişti. Şerbetler ve kahveler dağılıyordu. Bu kalabalık bana hem ürküntü hem de üzüntü veriyordu. Kolumdan tuttular; köşede oturan Hoca Ganî Efendi’nin önünde, diz çöktürdüler. Ganî Efendi, benim için alınan yaldızlı, eski usûl Elifba kitabını açtı. Şahadet parmağımla Elifbâ’dan ilk harfleri tekrar ettirdi. Sonra şekere bulanmış bir parça mürekkep yalattı. Duâ edildi. Babam, "Eti senin, kemiği benim!" mukaddimesiyle beni hocaya emânet ettiğini söyledi. Evin bahçesinde ve sokaklarda ilâhîler tekrar başladı. Galiba, bizim Yeni Mekteb çocuklarından başka, diğer mahalle mekteplerinin çocukları da gelmiştiler. Çünkü alay büyüktü. Bütün bu çocuklara külahlarla şeker ve birer gün harçlığı verilmişti. Benim bu alay önünde gitmem görenek muktezâsıydı" (S. 23-24).
Artık günümüzde âmin alaylarını, bed-i besmele törenlerini göremiyoruz. Ama sanılmasın ki insanlarımız evlatlarına özen göstermiyorlar. Değişen zamanla birlikte şekiller değişir, fakat öz daima aynı kalır, kalmalıdır da. Zamanımızda da analar/ babalar, evlatlarını okul» gönderirken, onlar için Rablerine dualarla yalvarıyorlar; sırasıyla kendilerine, ailelerine, toplumlarına, vatanlarına, milletlerine hayırlı olmaları temennilerini dillerinden düşürmüyorlar. Böylece geçmişin bir kısım dışa dönük örf ve âdetleri gibi, bu güzel geleneğimiz de gönül dünyamızın enginliklerinde yaşamaya devam ediyor.