Makale

DEVLET BAKANI Prof. Dr. MEHMET AYDIN

SÖYLEŞİ

DEVLET BAKANI
Prof. Dr. MEHMET AYDIN

Söyleşi: Hafsa Fidan
Aliye Abdurrahman

Kendilerini ilk önce Felsefeci-ilâhiyatçı akademisyen yönüyle tanıdığımız ve sevdiğimiz, şu anda da Devlet Bakanımız olan değerli hocamız Prof. Dr. Mehmet Aydın beyle makamında bir söyleşi yaptık. Teklifimizi kırmayarak bizi ağırladığı için teşekkür ediyor, ’kadın ve aile’ konusu çerçevesinde gerçekleştirdiğimiz söyleşimizi siz değerli okurlarımıza takdim ediyoruz.
- Hocam ilk soruyu yöneltmek istiyorum. Kadınların erkeklere göre daha sınırlı haklara sahip olduğunu düşünen kesimin bir bölümü, görüşlerini Kur’an’a dayandırıyor,
Kur’an’dan referanslar veriyor. Sizce Kur’an böyle yorumlara müsait bir metin midir?
Bu zor bir soru. Şu bakımdan zor bir soru. Bu konuda Kur’an-ı Kerim’in sorunun âit olduğu bağlamla ilgili anlaşılması, yorumlanması bir tek çizgide mümkün olsaydı, bugüne kadar en azından ’din ve kadın’ diye bir sorun olmazdı; yahut bugün şahit olduğumuz boyutta ve anlamda olmazdı. Ortada bir sorun olduğuna ve bu sorun önemli ölçüde metnin ışığında cevaplandırılmak istendiğine göre, o metnin anlaşılması ve yorumlanması son derece önemli. Aslında daha o metne yaklaşırken, metni anlamaya çalışırken bir donanımla yaklaşıyoruz. O donanım da yaşadığımız kültürden, aldığımız tahsilden, içinde yetiştiğimiz aileden geliyor. Bunlar hep birleşiyor. isterseniz hepsine birlikte kültür deyin. Bir kültür içinde doğduğumuz, büyüdüğümüz için aynı zamanda o kültür içinde düşünüyoruz. Bu mutlak anlamda değil. Kültür bizim düşüncemizin bütün boyutlarını denetlemiyor, belirlemiyor. Ama her hâlükârda çok derin bir biçimde etkiliyor. İlle de şu kültürde doğarsanız, şöyle düşünmek zorundasınız diye bir şey yok. Çünkü baktığımız zaman tarih boyunca hakikaten yaşadığı dönemin kültürünü çok ciddî bir biçimde eleştiren ve o gün o kültürle de izah edilmesi mümkün olmayan birtakım görüşler ileri süren insanlar var.
Sadece kültür içinde kalarak doyurucu bir açıklama getiremiyor isek, o zaman açıklama yapmamızı gerekli kılan konu o kültürü belli ölçüde aşıyor. Bu da normal bir şeydir. Zaten hayatın ilerlemesi için, değişkenliği için böyle bir açıklık şart. Kültür çeşitli kapıları olan bir dünya. Bu ülkeden ülkeye göre değişiyor, düşüncenin gücüne, düşünen insanların sayısına göre değişiyor. Ama her hâlükârda hiçbir kültür kapalı bir özellik arzetmiyor.
Bu kültürün akışı içerisinde metinler insanlara, insanlar da metinlere sorular soruyorlar. Metnin insana soru sorması şöyle: O metni okumaya gidiyorsun, okuyorsun. O metin sana bir durumu anlatıyor. O durum kadın konusu da olabilir. Dolayısıyla insan metinle diyalog içine giriyor. Eğer metin ben buradayım diyorsa, o metin sana konuşuyordur. Şimdi kadın konusunda metin bütün ağırlığıyla ben buradayım diyor. Kur’an-ı Kerim’de kadınlarla ilgili âyetler özellikle yaşadığımız yüzyılda ben buradayım diyor. Bu arada bütün modern sorunlarıyla birlikte kadın da ben buradayım diyor. Şimdi bu ikisi arasında bir diyalojik ilişkinin olması lâzım. Ve bence bu ilişkinin içinde bir müminenin olmasının ayrı bir yararı var. Benim geçenlerde farklı bir platformda söylediğim şuydu: Tefsir alanında 25 Hz. Aişe, tasavvuf alanında 25 Rabia-i Adeviyye olsaydı durum çok farklı olurdu. Niye? Çünkü orada bu âyetin muhatabı varoluşsal olarak kadının kendisi oluyor. Yani ’acaba bu metin kadınlara ne söylüyor?’ sorusu ayrıdır; ’bu bana ne söylüyor?’ sorusu ayrıdır. Çünkü o "bana ne söylüyor"un ayrı bir anlama, ayrı bir yorumlama boyutu vardır. İşte o sorular, çok sayıda mümine tarafından sorulsaydı, yorumlar da o kadar zengin olurdu. Biz bir bakıma yörumun zenginliği içinde sorularımızın karşılığını, cevabını, çözümünü bulabiliriz.
- Peki hocam, siz Mehmet Aydın olarak Kur’an’a gittiğiniz zaman orada iki ayrı cins olan kadın ve erkeğin nasıl ele alındığını görüyorsunuz? Belki ondan önce Kur’an’ın insan anlayışına da değinmek istersiniz.
Bir ve aynı cinsin iki ayrı kolu olarak görüyorum. Tarihte bu farklılığı abartanlar çıkmıştır. Hatta neredeyse ontolojik açıdan farklı diyenler bile var ama ben buna inanmıyorum. Açıkçası ben onu bir tek cinsin, bir bütünün fonksiyonel iki ayrı parçası olarak görüyorum. ’Ama onlar birbirinden epeyce farklı’ derseniz, ben de bu eğitime, kültüre vs. ye bağlı derim. Bazen iki erkek arasındaki fark, bir erkekle bir kadın arasındaki farktan daha büyük olabilir veya iki kadın arasındaki fark, bir kadınla bir erkek arasındaki farktan daha büyük olabilir. Dolayısıyla ben baktığımda her iki cinsi yaratılış fiilinde denk görüyorum. Yani kaburga hikâyesine falan inanmıyorum. Yaratılış şartlarını, yaratılış merhalelerini bilimsel olarak bilmem mümkün değil. Çünkü Kur’an-ı Kerim onu bir bilim kitabı gibi bize anlatmıyor. Ama insanlık tarihini bildiğimizden beri kadın ve erkek var. Bunlar insan olarak eşitler. Kadın ve erkek arasında farklar vardır, doğrudur ama farklı iki kültürde yetişen iki erkek arasında da farklar vardır. Bu farkların ne kadarı doğuştan geliyor, ne kadarı içinde yaşanılan şartlarla ortaya çıkıyor, bunu da bilmem mümkün değil, kimsenin bilmesi mümkün değil.
Bir örnek vereyim meselâ, ’kadınlar dindardır, erkekler daha az dindardır’ gibi genellemelere inanmıyorum. Böyle bir genelleme için, bu bilimsel cümlenin tekabül ettiği bir gerçeklik benim elimde yok. Yahut ’erkekler kadınlardan daha çok cesurdur.’ Bu da bir genelleme. Sizin nasıl yetiştirildiğinize bağlıdır bu. Eğer erkek çocuğu, bazen izninizi alarak bazen de sözünüzü dinlemeyerek gece çıkıp saat 11 ’de arkadaşlarıyla oynuyorsa, sokakta oynadığı için de ister istemez bazı kavgalar içine giriyorsa, o çocuk farklı yetişir. Ancak ’kızların ne işi var dışarıda’ derseniz, ’güneş batmadan önce hemen eve gel’ derseniz, o çocuğun psikolojisi de ayrı oluşur. Yani burada ortaya çıkan farklılık ontolojik değil, pedagojik.
- Yani toplumsal cinsiyetin bu konuda belirleyici rolü olduğunu vurguluyorsunuz.
Evet, toplumsal cinsiyet dediğimiz şey zaten büyük ölçüde oluşuyor; bir süreç içinde gelişiyor. Birtakım roller veriyorsunuz, o rollere göre insanlar yaşıyorlar.
O yaşama aynı zamanda kişiliğin oluşmasını sağlayan kanal oluyor. Yani bir öğretme, öğrenme süreci var. Farklılıkların büyük bir kısmının o süreçten ileri geldiğini düşünüyorum.
İçine yerleştirilmiş, yapıya yerleştirilmiş bir şeyden dolayı değil. Yine de bir gün birisi çıkar ve bana derse ki şu şu konuda erkekler genetik olarak duyarlılar, hanımlar şu konuda duyarlılar, buna da itiraz etmem. İşin bu tarafına giderseniz herhangi bir sosyal, yasal, ideolojik ayrım yapacak zemin vermez bunlar.
- Hocam, toplum birtakım rolleri belirliyor dedik. Kur’an’ın da kendi dönemimde bazı rolleri onaylayıp bazılarını reddettiğini görüyoruz. Şimdi İslâm dünyasının bugün en çok eleştirildiği konulardan birisi de bu onaylamalar ve redlerle ilgili. Meselâ çok eşlilik, kadının mirastan daha az pay alması, kadınların şehadeti gibi. Siz Kur’an’a baktığınız zaman bu âyetlerin bugün nasıl anlaşılması gerektiğini düşünüyorsunuz?
Evvelâ kadınla ilgili âyetlerin tamamını bir bütünlük içinde ele almak lâzım. Sonra onların kontekslerini bu bütün içinde görmek lâzım. Bununla şunu kastediyorum: Bir yerde birisi kalkar İslâm’da aileyi anlatırken miras âyetinden başlar veya farklı bir güzergahtan başlar. Öbürü de benim gibi yapar ve aileyi anlatmaya başlarken Kur’an’ın anahtar kavramlarından olan ’mevedde’ ve ’rahme’den başlar. ’Mevedde’ öyle sıradan bir sevgi değil çok süblime, çok rafine bir sevgidir. İnsan sevgisi üzerine bir yakınlığı da ifade eden sevgiyi içine alıyor o. Tabii bu insanlar karı-kocadır, dolayısıyla onların başka hiç kimse ile aralarında olmayan bir dostluk bir dayanışma vardır. Biri, diğerini huzura kavuşturmak gayesiyle, yani ’sekîne’ rolüyle vardır. Oradan başlarsanız, o zaman açıkçası örneğin teaddü- dü zevcâtı izah etmeniz çok farklı olur. Meselâ, bilmiyorum ve merak ediyorum, ikinci defa evlenenlerin hangisi mevedde ve rah- meden yola çıkmıştır?! O hâlde buradan yola çıkarsanız o zaman Hz. Peygamberin kendi kızı ve damadı karşısındaki tavrı önünüze çıkar. Yani Hz. Ali ile Hz. Fatıma’nın kurduğu o güzel ailenin, o tek eşli ailenin tavrı ortaya çıkar. Benim kanaatimce Rasulullah’ın en derunundan gelen tavır, o tavırdır.
O tavır sadece dinle belirlenmiş değildir. Aynı zamanda son derece müşfik, kızının bütün dünyası üzerinde titreyen bir babanın tavrıdır o.
Sonuç olarak şunu söylemek istiyorum. ’Kur’an nasıl bir kadın istiyor, nasıl bir erkek istiyor ve Kur’an nasıl bir insan istiyor?’ Eminim sizin buna vereceğiniz cevap benimkinden az veya çok farklıdır. Ama yine de bu cevaplar Kur’an ışığında veriliyorsa çok önemli ölçüde çakışır. Meselâ siz "inancın önemli olmadığı bir insan" diyemezsiniz. Kur’an’dan bunu çıkaramazsınız. Bu açıdan baktığımızda, Kur’an’ın ışığında değerlendirdiğimiz is- lâmda kadın sorununun hiç yaşanmaması gerekirdi. Benim iki kızım var, bir kızım bir oğlum da olabilirdi. Her bakımdan eşit görürdüm onları ve bunun islâmîliğini savunurdum. İçim de, bu konuda, çok rahat olurdu.
- Bu söylediklerinizden hareket edecek olursak kadının ikinci plânda kalmasının sebebinin dinle pek ilgisinin olmadığını söyleyebilir miyiz?
Dinle alâkası yok demem çok büyük bir genelleme olur. Dinin yorumlanmasıyla ilgili olduğu ise ortada. Evvelâ kadının ikinci plânda kalması biyolojiktir. Dünya maalesef güç dünyasıdır ve genellikle de erkek cinsi fizik itibariyle kadından güçlü- dür. Bir kere bunu ortaya koymak lâzım. Evvelâ soruların cevaplarını bu biyolojik realitenin tarihinde aramak lâzım. Yani bir süre sonra güç -öteki varlıklara baktığınızda da bunu görebiliyorsunuz- belirleyici bir unsur haline gelmiş. O belirleyici güce göre de bir kültür oluşmuş. Dinî görüşlerin, -metinlerin demiyorum- yorumların, anlamaların bir kısmı da o kültür ortamı içinde olmuş. Böylece bu ayırım biyolojiden başlayan ve daha sonra da psikolojiye, sosyolojiye, siyasete kadar giden bir süreç hâline gelmiş.
Kadın hakları, çok büyük mücadeleler neticesinde elde edilmiştir. Hâlâ bütün kültürlerde bu konuda alınacak çok önemli bir mesafe vardır. Bazı bakımlardan batı kültürü bizden iyidir. Çok daha geniş bir perspektifle baktığımızda, pek çok bakımdan belki de benim rahmetli anamın bizler karşısında sahip olduğu haklar, batıda pek çok annenin sahip olduğu hakların çok üstündeydi. Yani annem çok rahat olarak ’benim senden bunu istemek hakkımdır’ diyebilirdi. Benim annem sağ olsaydı bana diyecekti ki, oğlum ayda bir beni görmen, ziyaret etmen lâzım, bu benim hakkımdır. Bugün batıda neredeyse bu kültür kalmadı. Anne böyle söylemeyi bile unuttu.
-Bizim kültürümüzde bir baba oğluna çok rahat bir şekilde müdahale edebiliyor. Batıda ise, işaret ettiğiniz gibi, bir anne çocuğu üzerinde hakkı olduğunu söyleyemiyor. Belki zihninde bu talebi dillendirmesine sebep olacak bir kod mevcut değil. Bu işin bir boyutu. Öte yandan anne-baba ve çocuk ilişkisi açısından, bireysel gelişim açısından batı modelinin daha geliştirici, bireye daha çok önem veren, onu kendi ayakları üzerinde durmaya daha çok teşvik eden bir yaklaşıma sahip olduğuna dair görüşler ileri sürülmektedir. Bu konuda neler söylemek istersiniz?
Benim o konuda lehte söyleyeceklerim var, aleyhte söyleyeceklerim var. Lehte söyleyeceğim şudur: Doğrudur, Avrupa’da birey daha önde tutulur. Bu iş ailede başlar, sonra okula, üniversiteye ve toplumun geneline yansır. Bu konuda epeyce batıdan öğreneceğimiz var ve epeyce geri durumdayız. Ama aynı zamanda batı, bireyi ön plâna çıkarırken, bireyin gelişimini sağlamanın kapılarını, pencerelerini açık tutarken ne yazık ki dağıtıcı birtakım problemleri de beraberinde getiriyor. Yani soru şu; nerede dur diyeceksiniz? Disiplin nerede işin içine girecek? Kadın erkek hiç fark etmez, kişiliğin oluşmasında özgürlük kadar disiplin de önemlidir. Benim kanaatimce bizim toplumumuz disiplin üzerinde fazlaca duruyor, özgürlük de bundan zarar görüyor. Ailede, eğitim-öğretim sisteminde, toplum hayatımızda da. Batı da öbür türlü aşırılığa gitti. Orada da bazan hatta çok kere çocuğa hiçbir müdahale edilmiyor. Bence batıda ipin ucu kaçtı ve bugün batı bu durumu ciddi olarak sorguluyor.
Meselâ bazı yerlerde kulüplere girmek için akla hayale gelmeyen şartlar istiyorlar. Ve insanlar gidip o şartlara teslim oluyorlar. Bir gün ben bir ülkede bunu sordum. Dedim ki: Bu sizi sıkmıyor mu? Şöyle cevap verdiler: Biz çocuklarımıza çok uzun süre hiç müdahale etmediğimiz için çocuklar adeta ’bir yerde de bana müdahale etsinler, bir yerde de bunu bana yapma desinler’ anlayışı içine giriyorlar. Onun için bu kulüplere rağbet ediyorlar. Bence bizimki de eksik, batininki de eksik. Bu eksikliği biz de artık görmeye başladık. Batı da yavaş yavaş görmeye başladı. Disiplinin de özgürlüğün de kıymeti vardır. Daha doğrusu ’disiplinli özgürlük’ en iyi yoldur. Önemli olan bu ikisini nasıl bağdaştıracağımızdır. Bu çok zor bir şey. Ama pek çok şey bence bu zor karardan geçiyor.
Bizim kültürümüz daha çok ödev ağırlıklı bir kültürdür. Meşhurdur, gözlerimi kaparım vazifemi yaparım’. Dolayısıyla adeta sürekli bir sorumluluk altında ezilme vardır.
Batı kültüründe ise özgürlükler ağır basıyor. Oysa gerçek bu ikisinin ortasında bir yerde duruyor, yani özgürlükler ve sorumlulukların dengelenmesi lâzım.
Benim 4 yaşında bir torunum var. Üç gün önce üşütmüş. Üç gündür, günde en az 30 defa aklıma geliyor. ’Acaba mide bulantısı var mı?’ diyorum, annesi aklıma geliyor. Ben bu aile düzeninin ilânihaye devam etmesini istiyorum.
Çocuklarım benim için çok önemli, ben çocuklarım için çok önemliyim. Açıkçası dünyanın pek çok yerinde bunu göremiyorum.
Bu benim elimden gitse benim mutluluğumun da büyük bir kısmı gider. Yani çocuğun rahatsızlığı yüzünden duyduğum huzursuzluk bir bakıma bana mutluluk veriyor. O sorumluluk ayrı bir şey kazandırıyor, yaşamanın daha değişik bir anlamı oluyor.
Bireyselliğin bir bedeli var; toplum bunu kendi kendine sormalı. Size yine bir örnek vereyim. Felsefe bölümünde Londra’da derslere devam ederken, genç bir öğrenci anlamakta zorluk çektiği yerleri bana sorardı. Bir hanım öğrenciydi bu. Geçinmek için akşamları bir bebeğe bakardı. 6- 7 ay sonra ailesiyle tanıştım. Babası tarih profesörü, annesi müzik hocamızdı. Düşünebiliyor musunuz bizde anne ve babası profesör olacak, o çocuk Londra’da zenginlik içinde yaşar. Orada ’madem artık büyüdü, üniversitede okuyor çocuk kendisi kazansın’ diyorlar. Şimdi bu iyi mi kötü mü? Ben de ’bu iyi mi kötü mü?’ sorusuna iyi veya kötü diye cevap vermem. Ama ben kızımı böyle bırakmam. Benim para verecek durumum varsa o çocuk niye gece gidip uykusuz kalsın. Çünkü okuyor, biraz daha fazla okusun.
Bazı konularda hem aile düzeyinde hem toplum düzeyinde eğer bir yerde ’torpil geçilecekse’ bu kesinlikle kız çocukları için olmalı. Bu, adaletsizlik değildir. Adaletin anlamı ne? Adalet, bir insanı, bir nesneyi hak ettiği yere koymaktır. Veya hak ettiği yerde tutmaktır. Zulüm ise oradan koparmaktır. Şimdi eğer Türkiye’de kız çocuklarının önünde A, B, C diye engeller varsa, erkek çocuklarının önünde bu engeller yoksa, bir düzenleme yapmak zorundasınız. Meselâ burs verme konusunda eğer bir sınava tabi tutuluyorlarsa bence burs miktarını kız çocuklarına biraz daha fazla vermek lâzım, yani bir destekleme için verilecekse bazı yerlerde olumlu ayrımcılık yapılabilir.
- Hocam sizce Türk ailesinin dayandığı temel değerler nelerdir? Türk ailesi deyince ilk etapta hangi kavramlar aklınıza geliyor?
Türk ailesini hâlâ ayakta tutan bir değerler dünyası var. Ama bir aileye gittiğiniz zaman, meselâ 20 değer varsa orada o değerlerin bazen ikisini, üçünü görüyorsunuz. Saygı çok yaygın bir biçimde var. Şefkat Türk toplumunda hâlâ çok önemli. Şefkat, zannediyorum özellikle anneden kaynaklanan yumuşak yaklaşım büyük ölçüde var. Ama demin söylediğiniz o özgürlük değerinin yeteri kadar verildiği kanaatinde değilim. Adalet çok önemli bir değer. O değere genelde çok riayet edilmediği kanaati var bende. Ve o biraz da endişeye sevk ediyor beni. Karı-koca arasında aslında çok önemli değerlerimiz var, onu kabul ediyorum. Ama hâlâ aile hayatımızda yine de modern hayatın getirdiği zorlukları göğüsleyecek bir eşitliğe ulaşmadığımız kanaatindeyim. Aile sorunlarının bir kısmı, toplumsal sorunların bir kısmı da ondan kaynaklanıyor. Paylaşımın yeteri kadar olmadığını düşünüyorum. Bütün gün boyunca birtakım zorluklar, güçlükler varsa akşam onun paylaşılmasının bir rahatlama getireceğini düşünüyorum.
- Çeşitli konuşmalarınızda ve eserlerinizde "biz kalarak değişmek’ten bahsediyorsunuz. Bunu biraz açar mısınız?
Bu soruya cevap vermeden önce bir iki cümle ilâve edeyim bir önceki sorunun cevabına. Sorunumuz yok diyemeyiz. Çok modern talepler var aile üzerinde bugün. Kadın bireyselliği Türkiye’de hâlâ son derece önemlidir. Genelde insan bireyselliği son derece önemlidir. Ama kadının bireyselliği konusunda, -bu bireycilik değil, Allah’ın verdiği imkân ve kabiliyetleri gerçekleştirmenin yolunu yordamını bulmasına yardımcı olmadır- en azından önünün tıkanmaması lâzım. Bu açıdan bakıldığında ciddi sıkıntılarımız var, bunu konuşmamız lâzım. Eğer biz sorunumuzu çözersek kendimiz kalarak modernleşebiliriz, kendimiz kalarak değişebiliriz.
Kendimiz kalarak değişmek, mesela benim çocuğumla ilgim, onun benimle ilgisi bugün yaygın bir şekilde batıda gördüğümüz gibi olmasın demektir. Bu bizim aile değerleri dediğimiz, o birbirimize karşı olan ihtimam ahlâkı, sevgi ahlâkı, mevedde ahlâkı, rahme ahlâkı çok önemli. Bana sorarsanız hayatta en önemli çıkış noktası budur. Bunu muhafaza etmek şartıyla bireyselliği güçlendirebilmek çok önemli. Kardeşinin kitaplarını okuyarak ortaokul imtihanını dışarıdan gidip başarıyla veren kız çocuklarını biliyorum. Kardeşi okula gidiyor, kız çocuğu gitmiyor. Kız çocuğu olduğu için gitmiyor, gönderilmiyor. O çocuk acaba mektebe gitseydi ne olurdu? Mektep bulamayan çocuklarımız hâlâ çok ve bunların çoğu da kız çocukları.
Bazen örnek veririm. Bir gün bir profesör arkadaş erkek çocuğunu aldı getirdi. Liseyi bitirecek, benimle nereyi seçmesinin uygun olacağı konusunu tartışmak için getirdi. Bana karşı bir muhabbetleri varmış. Oturduk konuştuk, bir şeye karar verdik beraber. Maşallah dedim tek çocuğunuz var değil mi? Hayır hocam dedi, bir de kızımız var, ikizi. O zaman o da lise son sınıftadır dedim ama hiçbir şekilde bahsetmedin ondan. Hocam kız çocuğudur, bir yeri kazanırsa gider kazanamazsa ’sağlık olsun’! dedi. Bu bizim hemen gidermemiz için tedbir almamız gereken ciddi bir sorundur. Ve bu, sadece kadın sorunu değil, aynı zamanda bu ülke sorunudur. Çünkü başka türlü bu çocuklar bir süre sonra kendilerine yüklemeye çalıştığımız o değerlerden koparlar. Artık dünya açık bir dünya.
- Bu durumda yine sizin sıkça dile getirdiğiniz ’istikrar içinde değişme’ ilkesi bize yardımcı olacaktır sanırım.
Evet benim temel ilkelerimden biri istikrar içinde değişme, ben kalarak değişmedir. Kimliği sıkı bir biçimde tutarak değil, kimliğin hep açık olduğunu, kimliğin hep oluşmakta olduğunu düşünerek. Ölüme bir saat kala insan kişiliğinde değişme olur. Azrail’in geleceğini düşündüğünüz anda bile kişiliğinizde, karakterinizde bir oluşum vardır. Olmuş bitmişlik yok. Şu anda ben hep değişiyorum. Ama geriye dönüp baktığım zaman kendim diyebileceğim bir durum var. işte o ben kalarak, kendimi tanıyarak değişme. Tanıma birey için de söz konusu, kültür için de söz konusu.
Bana göre asıl muhafazakârlık değer muhafazakârlığıdır. istikrarı aileden başlayarak toplumun her kesimine yayılan bir değer muhafazakârlığı olarak düşünüyorum. Muhafazakârlık ve demokratlığı istikrar içinde değişim olarak da düşünebilirsiniz. Ben zaman zaman o demokratlığı liberallik, özgürlük olarak görüyorum. Yani muhafazakârlıkla özgürlükçülük pekâlâ birleşir. Ya o, ya o değil, hem o hem o. Yeter ki bu muhafazakârlık aydınlanmış bir muhafazakârlık olsun, değer muhafazakarlığı olsun. Önemli olan sevgidir, saygıdır, hürmettir, yardımlaşmadır, v.s. Bunların evrensel olduğunu düşünüyorum. Bunların bir ince hâlleri vardır, evrensel olan yönü budur. Bir de kültürle dekore edilmiş hâlleri vardır, ona da kalın hâli diyorum. Meselâ saygı, varlık şartıdır. Saygının bittiği yerde insanlık biter. Ama bunu bir yerde insanlar böyle oturarak gösterebilirler, bir yerde farklı oturarak gösterebilirler.
Bakınız bizim değerlerimiz uzun zamandır ben buradayım ve burada kalmak istiyorum mücadelesini veriyor. Biz buradayız diyorlar. Bir eğitim programını getiriyorsunuz tutmuyor, bir uygulamayı getiriyorsunuz tutmuyor. Değerle barışık olmadığı sürece kök salamıyor, gövde sürüp meyve veremiyor. Değerler bizim tahmin ettiğimizden daha kuvvetli. Ben kaba sosyal mühendisliğe inanmam. Daha doğrusu sosyal mühendisliğe inanmam. ’Toplum hayatında bu parçayı buraya, o parçayı oraya koyarsak sonunda böyle bir toplum yapısı olur" düşüncesine katılmıyorum. Hayır, iradenin olduğu yerde bu yapılamıyor. O hâlde yapılması gereken şey, bence o ’bizi’ tanımlamaya çalışmaktır. Biz kimiz? Ondan sonra da "biz"in açık olduğunu, açık olmak zorunda olduğunu bilelim. Zaten açığız. Kapalı tutmak bazen daha büyük, önlenemeyen bir sıkıntı getirebilir, kırılmayı getirir. Kırılma da açmadır. Bir şeyi kırdınız mı, meselâ kapıyı kırdınız mı açarsınız. Bunun ben öyle değil, derece derece açılmasını istiyorum. Onun için bazen toplumu çok korumaya çalışanlar onu daha çok kırıyorlar.
- Konuyu biraz farklı bir alana taşıyarak söyleşimize devam etmek istiyorum hocam. Bu röportajı Diyanet Aylık Dergi için yapıyoruz. Din görevlilerimiz bu söyleşimizi okuyacak ve değerlendirecekler. Sizce çağdaş kadın din görevlisinin temel nitelikleri ne olmalıdır? Biraz da genel okuyucu kitlemize özel bir şeyler söylemenizi istiyorum.
Bir kere çok iyi bir Kur’an bilgisine ihtiyaç var. Kuran’ın değer dokusunu çok iyi anlamak lâzım. O konuda yeteri kadar bilgi sahibi olduğumuzdan emin değilim. Meselâ hâlâ "mevedde" ve "rahme" üzerinde çok fazla durulmuyor. Ben belki de bana bir yetki verseler nikah töreninde yapılan konuşmaya bu iki kelimeyi sokarım. O bakımdan eğer bir hizmet içinde olacaksak evvelâ böyle bir değer dünyasının bilgisine sahip olmamız lâzım. Eğer etkili olacaksak bu değerleri yaşayan insanlar olmamız lâzım. Bazen güzel şeyler, güzel olmayan bir kaynaktan çıkınca güzelliğini kaybediyor gibi görülebiliyor. Bizim ciddi bir bilgi düzeyine ihtiyacımız var. Özellikle kadınlar için bu çok daha gerekli. Çünkü dezavantajlı bir durumda oldukları için daha çok bilmek, daha çok okumak zorundalar. Hitap edeceğiniz toplum her zaman kadın toplumu da olmayabilir. Öyle bir yetişme tarzınız olacak ki sizi dinleyen kadın cemaat, ’hele bunu bir de bir erkeğe sorayım’ demeyecek.
Sanki o daha iyisini söyleyecekmiş gibi bir kanaat olmayacak.
Bilginin sağlam olması lâzım.
Eğitici öğretici konumunda olanların iknayı temel yöntem kabul etmeleri lâzım. Madem ben öğreticiyim, şikâyet senden sabır benden, diyecek durumda olmam lâzım. Yılmamak lâzım.
Epeyce tepki göreceksiniz. Epeyce mücadele edeceksiniz. Bazı kültürler, hakikaten bizim Taif kültürünü kendilerine model almışlardır. Büyük Peygamber Ta- if’te kendisine reva görülen muameleye rağmen beddua etmiyor, "bunlar ne yaptıklarını bilmiyorlar" diyor. Biraz oradan yola çıkarak öfkeye karşı öfkeyle mukabele etmemek lâzım. "Hayır, hakikaten beni tamsa, beni, benim iç dünyamı, benim hizmet etmek için ne kadar çaba içinde olduğumu bilse, bunu bana yapmaz" deyip bir daha denemek lâzım. ’Kadın din bilgisi’ni süratle bir kitap içinde toplamak lâzım. Yani öyle geçerken anlatılan şeyleri değil de daha sağlam bilgileri el altında tutmak gerekiyor. Ayrıca ille de cesur olduğumuzu göstermek için, çok bildiğimizi göstermek için toplumda yadırganacak sözlerin ve davranış biçimlerinin sergilenmesinin değişime yardımcı olacağını da düşünmüyorum.
- Yani toplumun değerleriyle barışık bir şekilde değişimi hedeflemek lâzım.
Evet o değer içinden geçerek hayatı takviye etmemiz lâzım. Kırarak dökerek değil. O bakımdan size daha fazla iş düşüyor hakikaten. Hem çağın içinde var olan bir insan olduğunuzu göstereceksiniz, "ben bu çağı biliyorum, bu çağın taleplerini, getirdiği iyilikleri, modern bir hanımın sahip olması gereken nitelikleri, özellikleri biliyorum." diyeceksiniz. Ama aynı zamanda "ben evrensel olduğuna inandığım değerlerimi de biliyorum ve ben bu değerler ile birlikte çağdaş bir çizgi takip etmeye çalışıyorum." diyeceksiniz. Bunun görülür halde olması lâzım. Sadece yazılmakla olmuyor. Bunu gösterdiğiniz takdirde başarılı olursunuz. Yoksa değil.
Bazen ’biz Urfa toprağı gibiyiz’ derim. O toprağa asırlardır yeteri kadar su gelmedi. O yüzden beklenen ürünü veremedi. Onun için de belki dünya ile yarış edecek imkânı bulamadık. Ama toplumumuzun kadın nüfusu, Urfa toprağının suya mahrumiyetinden daha fazla mahrumiyet içinde kaldı. Bırakınız, okuma yazmasının önünde bir engel olmasın. Mektebe gitmesi konusunda her türlü engeli kaldıralım. O zaman Türkiye çok büyük bir atılım yapar. Çünkü pek çok yerde başarıları destan gibi. Meselâ Colombia üniversitesinde bir Türk kızı için bölüm başkanı olan çok ünlü bir profesör, "o ne derse biz onu yaparız, şurada konferans yapalım derse orada yaparız" dedi. Bir gün çok tehlikeli bir bölgede konferans yaptılar. Ben de davetliydim oraya. Gittim, çok riskli bir bölge burası dedim. "Ne yapalım çünkü başkan böyle karar verdi, oraya gideceğiz, patron öyle istedi’ dedi. ’Patron’ dediği, bir sene sonra doktorasını bitirecek olan bir Türk kızıydı. O gün onu duyduğum zaman sevincim müthiş idi, gözlerimin nemlendiğini hatırlıyorum.
O potansiyelin önünü mutlaka açmamız lâzım. Bu ülke için, bu dünya için biz çok büyük işler yaparız. Dünyayı kavramaya çalışan batıdaki pek çok insan bize dönüp baktığında benim söylediğimi söylüyor. Siz o değerlerinizi muhafaza ederek Avrupalılaşın diyorlar. Avrupalılaşmak, siyasette, ekonomide çağdaş değerleri benimsemek anlamında. Artık bugün batı çok sıkıntılı bir noktaya geldi. Bunu hissediyorlar. Genç çocuk arkadaşına öfkeleniyor, gidiyor babasının silahını alıp beş-on arkadaşını yok ediyor. Ve bu, Amerika’yı, Avrupa’yı ciddi olarak düşündürüyor. Onun için değer dünyası dediğimiz şey önemli. Onlarla birlikte zoru denemek zorundayız. Tarihimiz de bizi buna mecbur kılıyor. Kolay değişen yani merkezsiz, şahsiyetsiz bir toplum olamazsın diyor. Pergel misali olacaksın ve bir yanınla dolaşacaksın dünyayı, Mevlânâ’nın dediği gibi, bir ayağın ise sabit olacak, kendi ruh dünyanda kendi mananda istikrar üzere olacak, işte bu, merkezli değişmedir. İstikrar içinde değişmedir.
- Çok teşekkür ederiz hocam.
Benim için de zevkli bir sohbet oldu ben de teşekkür ederim.