Makale

Kültür Mirasına Yönelik ŞUURSUZLUĞUN TRAJEDİSİ

Kültür Mirasına Yönelik
ŞUURSUZLUĞUN TRAJEDİSİ

Ali Metin

Latinceden dilimize geçen kültür kavramı, ilk kullanıldığı zamanlarda bir şeyi ekip yetiştirme ve büyütme anlamına geliyordu. Meselâ bitkinin ekilip yetiştirilmesi, hayvanların bakım ve beslenmesi bir kültürü meydana getirmekteydi. Bugün ziraat literatüründe kullanılmakta olan ’kültürel çeşit’ adlandırması da aynı bu anlamda, birtakım çalışmalarla ıslah edilmiş, yani daha yararlı hale getirilmiş bir ürünü veya hayvan cinsini ifade eder. Kültüre alınmamış çeşitler ise ’yabani’ olarak adlandırılır.
Bugünkü kültür kavramının, sözünü ettiğimiz etimolojik kökeninden aslında çok da uzaklaşmadığı, ancak kapsadığı alanın genişlediği görülmektedir. Hatta bu alan o kadar genişlemiştir ki, belli bir kültürü ihtiva etmeyen hemen hiçbir hayat pratiğinden söz edilemez gibidir. Başta gündelik hayat olmak üzere her alanda bir kültür örüntüsünden/pratiğinden söz edebilmek mümkündür. Dinî hayat, siyasal hayat, ekonomi ve hatta teknoloji dünyası kültürel bir yapı oluşturur. Ramazan ayında sahura uyandırmak için davul çalınması dinî hayatla ilgili bir kültür unsuru olduğu gibi, televizyonun insanların eğlence ve bilgilenme kültürlerini belirleyip şekillendirmesi de teknolojiyle alâkalı bir kültür yapısıdır. Bunun için kültür bütün hayatı kapsayan, hayat tarzının tümünü oluşturan bir olgu niteliğindedir. Kültür deyince bugün, toplumun sahip olduğu maddî ve manevî değerlerin bütünü akla gelir.
Kültürün Fonksiyonu ve Teşekkülü
Her toplum varlığını kültür adını verdiğimiz ortak değerler zemininde devam ettirir. Tarihî bir süreç içerisinde oluşan bu değerler anonim özelliktedirler. Kimsenin tekeli ve himayesi altında değildir. Millî benlik bu değerler sayesinde gelişir. Toplumun birlik beraberliği kültürel yapıda belirgin bir hususiyet kazanır. Kültür, ihtiva ettiği değerler dolayısıyla topluma belli bir nizam verir, toplum fertlerini birbirine kaynaştırarak sosyal bünyeyi korur. Kendi kültürel ortamından farklı bir ortama geçen insanın yaşadığı yabancılık, kültürün bu fonksiyonunu en iyi şekilde ortaya koyar. Kültür, insanı çocukluğundan itibaren eğiten, neyi nasıl yapması gerektiğini ona bildiren bir değerler sistemidir.
Kültürü kitabî bilgilerden ayırt etmek gerekir. Kültür sosyal yapının, yani bir çevrenin ürünüdür. Kitâbî bilgi ise şahsî çabalarla üretilir veya kazanılır. Kültür yaşadığımız hayatın bizatihi kendisidir; daha doğrusu müşahhaslaşmış, ritüel- ler veya simgeler tarzında ortaya çıkmış bir tezahürdür. Bu sebeple kültür, öğrenilen bir- şey olmaktan çok teneffüs ettiğimiz havaya benzer. Bilgi, inanç, ahlâk, sanat, hukuk, gelenek görenek ve çeşitli alışkanlık biçimleri bu havayı oluşturan unsurlardır. Kültürün organikliği, yani sosyal bir bünye içinde anlam ve fonksiyon kazanması onun kitabı olmayan bu tabiatının bir işaretidir. Dolayısıyla kültür bir yerden bir yere taşınamaz. Ancak kendi toprağı, yani sosyal bünyesi üzerinde canlılık kazanır. Türk kültürü ancak Türklerin kendi dili, dini, geleneği, tarih bilinci ve vatanlarında; kısacası kendi beşerî karakterleri ve hayat şartları içersinde teşekkül etmiş nevişahsına münhasır bir yaşam tarzıdır. Bir Fransız veya İngiliz kültürü de aynı şekilde kendine mahsus bir yaşam tarzını aksettirir. Bu yüzden bir Türk’ün Fransız veya İngiliz kültürünü benimsemesi, onu kendi millî karakterinden uzaklaştıracak, toplumuna yabancılaştıracaktır. Kültür, insanların bir kıyafet gibi giyip çıkardıkları bir şey değildir. Toplum onu, tarihî süreç içersinde yavaş yavaş şekillendirir. Fertler de aynı şekilde birden değil özümseyerek kültürü bir kimlik ve yaşama üslûbu hâline getirir. Gerçek
te kültür dediğimiz, toplumun ahenk ve disiplin içinde yaşamasını temin eden bir yaşama üslûbu, bir değerler manzumesidir. Toplumun bilinçaltı kültürel değerlerin baskın etkisi altında teşekkül eder. Bu yolla kültür toplumun geleceğini etkili bir şekilde yönlendirir. Fertler gibi toplum da kültürünü akşamdan sabaha değiştiremez. Böyle bir değişme ancak tepeden inmeci tavırlarla imkân dahiline girebilir ki, bunun da toplumu sonu bilinmeyen girdaplara doğru sürüklemesi mukadderdir. Bilhassa millî benlik ve karakter açısından güçlü toplumlar öyle bir değişmeyi içine sindiremeyecek, bunu bir yozlaşma ve hatta köleleşme olarak algılayacaktır.
Kültürel Dejenerasyon
Bununla beraber hiçbir kültürün kendi kendini koruma yeteneğine veya gücüne sahip olduğu söylenemez. Kültürü yaşayan da yaşatacak olan da yine toplumun kendisidir. Bunun için kültürel değerlerin bir miras bilinçi ve duyarlılığı içinde korunması elzemdir. Tarihî süreç içersinde nesilden nesile aktarılıp korunmuş kültürel değerleri tahrip eden her türlü yaklaşım, tutum ve davranış, toplumun geleceği açısından kaygı verici tehlikeler ihtiva eder. Zira kültür, sadece dünden bugüne değil, aynı zamanda bugünden geleceğe doğru uzayan bir köprüdür. Kültürel boşluğun yaşandığı bir ortamda toplum, millî benlik ve hassasiyetini yitirmeye, giderek çözülmeye başlar. Bu çözülme sosyal çöküşün, hatta belki de siyasal-ekonomik sömürgeleşmenin bir habercisi olabilmektedir.
Bugün kültür alanındaki en büyük tehlike kültür endüstrisi olarak tanımlanmış bir mekanizmadan gelmektedir. Her şeyi paraya tahvil etme hüneriyle kendisini gösteren kapitalist zihniyet, kültürü de ekonomik anlamda yağmalanan bir alan haline getirmiş bulunuyor. Kültür endüstrisi, kapitalizmin ürettiği tüketim kültürünün bir parçasını oluşturuyor. Toplumun kültürel değer ve alışkanlıklarını kapitalizmin kâr sağlayacağı bir çerçeveye sokmak kültür endüstrisinin en büyük marifetidir. Kültür endüstrisinin ürettiği olguya da zaten, tam onun özüne yakışacak şekilde kitle (yahut kütle) kültürü denilmiştir. Halk veya millet kültürü olamayacak nitelikte özsüz ve şahsiyetsiz bir kültürdür bu. Kapitalizmin ’tüket at’ mantığıyla işlenmiş, halkın ruhundan ve hayatından filizlenmeyen, sun’î bir kültür.
Bu kültürde milleti millet yapacak olan ortak hassasiyetler görünmez. Kitle kültürü millet olma şuurunu taşıyamayacak kadar arızî ve gelgeç bir olgudur.
Dahası kültür endüstrisi, toplumun kültür mirasını iyiden iyiye yağmalayarak bir yozlaşmaya yol açmakta, sosyal yapıda ancak belli süreçlerden sonra fark edilebilecek çatlaklar oluşturmaktadır. Kültür endüstrisinin ezici baskısı karşısında kültürel mirası korumaya yönelik gayretler ancak bir millet olma şuuruna dayandırıldığında anlam taşır. Yoksa bu gayretler kültür endüstrisinden kaynaklanan yağmayı durduracak bir güç ortaya koyamaz. Kültürel mirasın hayatın bizzat içinde olması, böylece millet ruhunu ve millet olma şuurunu beslemesi esas olandır. Aksi halde ölü yani müzelik bir kültürle iştigal edeceğiz demektir. Neyin ölü neyin yaşamakta olduğu yahut yaşaması gerektiği ise başka bir mesele olmakla beraber, toplumun şuur yapısıyla alâkalı bir noktadır.
Şuursuzluğun Trajedisi
Fakat kültürel miras ne şekilde algılanırsa algılansın, onu korumak her toplum için kayıtsız olunamayacak bir mükellefiyettir. Bu, her toplumun aynı zamanda insanlığa karşı bir borcudur. Çünkü kültürel miras yalnız belli bir toplumun değil, bütün insanlığın mirası sayılmalıdır. O miras, insanlığın tarih, kültür ve medeniyet yaklaşımına ufuk açacak, estetik hissiyatı zenginleştirecek bir birikim olarak kabul edilmeli. Kültürel mirasa kıymet vermeyen anlayışlar aslında bu mirası yağmalayan veya tahrip edenlerle aynı cehalet noktasında buluşmaktadır. Her ikisi de insanlığın birikim ve ortak değerlerini anlamaktan acizliğin, bir akıl zafiyetinin yansımasıdır. Farzı-muhal Afganistan’daki Buda heykeli de Nemrut dağındaki birçok heykel de artık bizim tarih şuurumuzu geliştirmek ve estetik zevkimize hitap etmekten öte bir anlam taşımıyor. Bu heykellerin günümüzde putperestliğe teşvik eden bir fonksiyonu olmadığı gayet aşikârdır. Günümüzün putperestliği ne yazık ki çok daha gizli ve sinsi bir şekilde yaşanıyor. Dolayısıyla söz konusu heykellere yönelik tahribat kesinlikle put kırıcılık ve tevhit mücadelesi sayılamaz. Kültürel mirası yok etmenin adı tevhit mücadelesi değil, ya cehalet ya da sömürgeci güçlerin bir oyunudur denebilir.
Sömürgeci güçlerin medeniyet çığırtkanlığı altında Irak topraklarında yaptıklarını çok yakın bir zaman önce bütün dünyaca gördük. Necef kentinde bombalanan o güzelim minare, onların kültürel miras konusundaki hassasiyetlerinin bir ölçüsünü veriyordu. Hadi onlar bilinçaltındaki bir gerçeği, bir intikam duygusunu bu şekilde dışa vuruyordu diyelim. (Bu durum onların kabahatini hafifletmez tabii ki.) Ancak Bağdat’ta yaşayan insanların bizzat kendi kültür miraslarını yağmalamasına ne demek lazım?! Önemli büyük medeniyetlere başkentlik yapmış olan Bağdat’ta müze ve kütüphanelerdeki değerli eserlerin birtakım fırsatçılar tarafından hoyratça yağmalanmış olması, Irak halkı adına ne yazık ki son derece utanç verici bir görüntü oluşturmuştur. Bu görüntü yalnız Irak halkını değil İslâm dünyasını da rencide edecek bir şuursuzluk göstergesi olarak hafızalara yerleşmektedir. Medeniyet havarilerinin bu yağmalamalar karşısındaki kayıtsızlığı da zaten İslâm dünyasıyla ilgili olumsuz bir imaj oluşturma niyetlerinin ifadesi diye okunabilir. Müslüman toplumların söz konusu olaya sessiz kalmaması ise en azından bir onur meselesi hâline gelmiştir.
Kültürel mirasının yağmalanmasına göz yuman bir milletin istikbâli hayli kaygı verici noktaya gelmiş sayılır. Çünkü bu, millet olma şuurunun felç olduğunu gösteren ciddi bir hadisedir. Kendi kültürel mirasını belli bir tarih şuuruyla koruma ve ondan devamlı şekilde beslenme istidadını gösteremeyen milletlerin küresel güçler karşısında şahsiyetli ve örnek bir tavır ortaya koymalarını beklemek boşunadır. Bu bekleyişin bir anlamı olmayacaktır.