Makale

KUR’AN’A YÖNELİK BAZI İDDİA VE İFTİRALARA CEVAPLAR

KUR’AN’A YÖNELİK BAZI İDDİA VE İFTİRALARA CEVAPLAR

Dr. Halil ALTUNTAŞ*

Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu’na elektronik posta yoluyla ulaşan 09 Nisan 2000 tarihli mektupta şöyle deniyordu:

“Biz üniversitede okuyan bir grup öğrenciyiz. Üye olduğumuz bir sayfadan bir mail geldi. ‘Bundan dolayı bize cevap hakkı doğuyor’ diye düşündük. Ama konu bi­zi aştığı için sizden yardım almayı düşündük. Gelen yazıyı ekte gönderiyoruz. Bize yardımcı olursanız seviniriz. ”

Söz konusu mektuba ekli 11 sayfalık “Osman" imzalı yazıda; “Kur’an’m Allah kelamı olmadıği’nı sözde ispat etmek üzere, bazı Kur’an ayetleri ve hadis-î şerifler mesned gösterilerek bilgisizce ve önyargıya dayalı iddia ve iftiralarda bulunulmak­tadır. Hadisi Şeriflerle ilgili olanları başka bir yazıya bırakarak, bu yazıda; bazı ayetler çerçevesinde ortaya atılan asılsız iddia ve iftiraları cevaplandıracağız.

1- BAZI AYETLERDE HİTABIN HZ. PEYGAMBER’İN AĞZINDAN NAKLEDİLMİŞ OLMASI

Bazı ayetlerde hitabın doğrudan doğruya Hz. Peygamberin ağzından gerçekleş­tirilmiş olması konusunda ileri sürülen iddiayı yazıdan yapacağımız şu alıntıyla özetlemek mümkündür: “Kur ’an ’in bazı ayetlerine bakarak bu sözlerin Allah ’in değil, fakat Muhammed’in kendisi tarafından söylendiğini anlayabiliriz

Fatiha sûresinin meali aktarıldıktan sonra da şöyle denilmektedir: “Bu ifadeyi okuyan her okur yazarın anlayacağı üzere, bu sözler Allah ’a hitaben söylenmiştir.

Bir dua şeklinde Allah ’a söylenmektedir. Kur ’an, böylece, Allah ’in değil, fakat Mu- hammed’in sözleriyle başlamaktadır. En’am suresinin 104. ayetindeki, ‘Ben sizin üzerinizde bekçi değilim. ’ ifadesinde sözün sahibi her halde Muhammed’dir, Allah değil... Yine Nemi suresinin 91. ayetindeki, ’Bana müslümanlardan olmam emredil­di’, ifadesinin de, Allah’a değil, Muhammed’e ait olduğu anlaşılıyor.”

Kur’an’ın ilk inen beş ayeti (Alak, 1-5) Hz. Peygambere, dolayısıyla müslü- manlara yönelik “Oku” emri ile başlamaktadır. Buradaki okuma emri genel bir emir ise de, okunması istenen şey öncelikle Kur’an’ın kendisidir. Bu emir, 23 yıl­lık Peygamberlik süresi içinde gelişen olaylara, doğan ihtiyaçlara göre peyderpey inen Kur’an’ın her ayetini, her bölümünü, her suresini içermektedir. Kur’an’da yaklaşık 300 ayet “De ki” ifadesi ile başlamaktadır. Bu arada bu ifadenin bulunma­dığı az sayıdaki ayeti de bu ayetlerin ışığında değerlendirmek en azından “edebi zevk”in gereğidir.

Bilindiği üzere Fatiha sûresi sıralama itibarı ile ilk sûredir. Kur’an’ın taşıdığı tüm mesajları genel prensipler halinde, özet olarak yansıtır. Kur’an’ın verdiği me­sajların zihinlerde daima diri tutulmasını sağlamak amacıyla, namazların her reka­tında okunması bir gerekliliktir. Evet, Fatiha sûresi anlatım tarzı itibarı ile, kuldan Yaratıcıya yönelik bir söz yapısına sahiptir:

1,2,3. “Hamd, âlemlerin Rabbi, Rahman, Rahim, hesap ve ceza gününün (ahi- ret gününün) maliki Allah’a mahsustur."

4. “(Allahım!) Yalnız sana kulluk ederiz ve yalnız senden yardım dileriz”

5, 6. “Bizi doğru yola, kendilerine nimet verdiklerinin yoluna ilet.”

7. “Gazaba uğrayanların ve sapıklarınkine değil."

Sûrenin bu anlatım üslubunda yadırganacak bir şey yoktur. Çünkü Kur’an, an­latılmak istenen şeye, muhatabın konumuna ve ulaşmak istediği amaca göre çok farklı ve harika üslup özelliklerine baş vurur. Bu cümleden olmak üzere; bazen ayetler Hz. Peygambere (dolayısıyla okuyucuya) “De ki” emri ile başlayan ifade­lerle şekillenirken bazen de muhataba iletilmek istenen hüküm ve mesaj, kıssa, me­sel, sual, yemin şeklinde ve mesela bizzat muhatabın dili ile ifadeye konulabilmek- tedir. İşte Fatiha suresinde de durum böyledir. Yani sûre anlatım tarzı itibarı ile kul­dan Yaratıcıya yönelik bir söz yapısına sahiptir.

Bu gibi Kur’anî anlatımlarda sözün başında bir, “De ki? ifadesi vardır. Yani Hz. Peygambere (ve dolayısıyla mü’minlere) söyleyeceği sözler öğretilmektedir. Bu se­beple Fatiha suresinin adlarından biri de “Ta’limü’l-Mes’ele ’ (meselenin, konunun öğretilmesi) dir. Konu ise Kur’an’ın içeriğidir.

Böyle bir anlatım biçimi ile;

a) Kişinin; Fatiha’daki, dolayısıyla Kur’an’daki hakikatleri, insanın yaratılıştan getirdiği özelliği itibari ile kabul etmeye zaten hazır bulunduğuna vurgu yapılmakta,

b) Mü’minlerin de, bu hakikatleri, fıtratlarına uygun olarak, harici bir emre bi­le gerek kalmadan nasıl kabul ve ikrar ettikleri, sözlü olarak nasıl ifade edecekleri Öğretilmiş olmaktadır.

En’am Sûresi 104. ve Nemi Sûresi 191. ayetleri ve benzerleri için de aynı şey­leri söylemek mümkündür. Yani ayetlerin baş taraflarında “De ki” ifadesi örtülü olarak mevcuttur. Bu Kur’an’a ait bir üslup özelliğidir. Arap dili zevkine sahip olan kimse böyle yerlerde asla bir düşüklük, eksiklik hissetmez. Sözün tabii akışından ifadenin, bir Allah kelamı olduğunu anlar. Nitekim, Batılılar tarafından yapılanlar da dahil, hemen hemen bütün Kur’an tercümelerinde “De ki" ifadesi parantez için­de gösterilmiştir.

“De ki" emri ile başlayan ayetlerde söz kalıbı, Allah’tan Kul’a yönelik olarak şekillendirilmiştir. Eğer söz kalıbının böyle olması, o sözün Allah kelamı olduğunu ispata yetiyorsa, bu hususu Kur’an yaklaşık üç yüz kere ortaya koymuş olmaktadır. Yine eğer bu husus, Kur’an’ın Allah kelamı olup olmadığını göstermesi noktasın­da hayati bir önem arzediyorsa, (Kur’an’ın, Hz. Muhammed’in sözü olduğu iddi­asına göre) Hz. Muhammed (a.s.) bunun farkındadır ve buna yaklaşık üç yüz yer­de dikkat etmiştir. Öyle ise birkaç yerde niçin ihmal etmiş olsun? Unuttuğu iddiası geçersizdir. Çünkü onun, sürekli okuyup tebliğ ettiği Kur’an’daki bu eksikliği (!) fark etmemesi mümkün değildir.

Kaldı ki, Kur’an’ın kendi dilleriyle indiği, müşrik Araplar, Kur’an’a karşı duy­dukları tüm düşmanlığa rağmen böyle bir itiraza asla yeltenmemişlerdir. İtiraz şöy­le dursun, Kur’an’m bütün ısrarlı taleplerine ve meydan okumalarına rağmen, onun gibi bir kitap, sûrelerinden biri gibi bir sûre, bir ayet, bir söz getirememişlerdir. Kur’an Hz. Peygamber’in sözü olsaydı, onunla aynı kabileyi, aynı toplumu ve or­tamı paylaşan, aynı dili konuşan, sosyal konum bakımından ondan daha yukarıda bulunan Arap müşrikleri de, böyle bir kitap ortaya koyarlardı. Ama bunu başarama­dılar. Çünkü “O, nefsinin arzusu ile konuşmaz. O (Kur’an) ancak kendisine bildiri­len bir vahiydir

Eğer Kur’an’ın söz yapısında itiraz edilebilecek, edebi zevke ve mantığa aykı­rı bir husus olsaydı, bir kelime olsun Arapça bilmeyenlerden önce, bunu bizzat Kur’an’ın ilk muhatapları olan müşrik Araplar yapardı. Onlar tabii olarak, ataları­nın dinini ortadan kaldırmayı hedef almış olan böyle bir kitabı halkın gözünden dü­şürmek için, ondaki eksiklikleri sayıp dökmeye, onu eleştirmeye yönelirlerdi. Ama edebi zevkin zirvesindeki Araplar böyle bir şey yapmadılar. Hatta Kur’an’ın edebi üstünlüğüne hayran kaldılar. Hz. Muhammed’e vahy geldiğine inanmadıkları için onu bizzat Hz. Muhammed’in yazdığına hükmetmeleri normaldi. Ama, Hz. Mu­hammed gibi okuma yazma bilmeyen ve tüm ömrünü aralarında geçiren bir kimse­nin böyle bir eser ortaya koyamayacağı da tabii bir şeydi. O sebeple, “Bu (Kur’an) apaçık bir büyüden başka bir şey değildir,”2 “Bu ayetler onun, başkasına yazdırıp da kendisine sabah akşam okunmakta olan, önceliklere ait masallardır”3 demişler­di. Kur’an’ın Hz. Peygamberin sözü olduğunu iddia edenleri ise, bu kitabın yüksek edebi gücünü gösterecek bir şekilde Hz. Peygamber için “O bir şairdir”4 değerlen­dirmesi de yine onlara aitti.

2- KUR’AN’DAKİ YEMİNLER

Kur’an’ın Hz. Peygamber’in sözü olduğu iddiasına sözde delil olarak ileri sü­rülen durumlardan biri de Kur’an’daki yeminlerdir. “Allah yemin etmeyeceğine gö­re, yemin eden Muhammed’dir. Kur’an da onun sözüdür” denmektedir.

Evet, Kur’an’da bir çok yemin cümlesi vardır. Bunların bir kısmında Allah Te- ala kendi yüce adına yemin etmekte, bir kısmında Kur’an’a, meleklere, kıyamet gü­nüne; bir kısmında kainatta, tabiatta yer alan, insanlarca önem atfedile gelen gök, güneş, ay, yıldız, gece, asr, gibi varlık ve süreçlere yemin etmektedir.

İslam’dan önceki Arapların sosyal hayatında yeminin büyük bir rolü vardı. Kur’an, ilk muhatapları olan Arapların öteden beri sürdüre geldikleri bu üsluba da başvurarak onların dikkatlerini, sunduğu mesajlara çekmeyi amaçlamıştır.

kur’an’a yönelik bazi îddîa ve iftiralara cevaplar

Yemin her zaman bir fikri ve bir hükmü teyid veya o hükmün doğruluğu konu­sunda muhatabı ikna için değil, konunun önemini vurgulamak, değerini yüceltmek için de kullanılır. Kur’an’daki yeminlerin çoğu ikna amacına değil, dikkatleri ye­min edilen şeye çekme amacına yöneliktir. Bu sebeple, şafağa, geceye, karanlığa, dolunaya yemin etmenin söz konusu olduğu İnşikâk Sûresinin belli ayetleri ile il­gili olarak getirilen şu hükmün yanlışlığı, kendiliğinden ortaya çıkmış olmaktadır:

“Burada yemin eden Allah olmayacağına göre Muhammed’dir. Muhammed burada İslam öncesi inançlarını ortaya koymaktadır. Güneş, ay İslam öncesi ina­nışlarda kutsal sayılırdı.”

Kur’an’ın taşıdığı üslup özelliklerinden biri de olaylara muhatabın bakış açısıy­la bakıp sonra değerlendirmeyi getirmesidir.

Hz. Peygamber’in, İslâm öncesi inançlarını ortaya koyduğu iddiasına gelince, bunun gerçekle hiç ilgisi yoktur. Her şeyden evvel Hz. Peygamber’in peygamber­likten önceki hayatında şirk, putlara tapma ve tabiat varlıklarına değer atfetmesi as­la söz konusu değildir.

3- “KUR’AN’DAKİ SAYISAL HATALAR” İDDİASI

“Kur’an’daki sayısal hatalar” iddiası dört noktada gündeme getirilmektedir. Bunlardan birincisi yerin ve göklerin, kısaca evrenin yaratılma sürecinin süresi, İkincisi, “Allah katında bir günün, kaç dünya yılına eşit olduğu” konusu, üçüncüsü ise miras paylaşımı ile ilgili ayetlerde hisseler toplamının dağıtılan maldan fazla çıkması durumu, dördüncüsü ise “cennetlerin sayısı”nın ne olduğudur. Önce yer ile göklerin (yani evrenin) yaratılması sürecini ele alalım:

Araf Sûresi’nin 54., Yunus Sûresinin 3. ayetiyle Hûd Sûresinin 7. ayetinde göklerin ve yerin 6 günde yaratıldığı açıkça ifade edilmektedir. Furkân sûresinin 59. ayetinde ise göklerin, yerin ve bu ikisi arasındakilerin 6 günde yaratıldığı ifade edilmektedir. Bu ayet yukarıda zikrettiğim üç ayetle bir arada değerlendirilecek olursa, yer ile gökler arasındaki diğer varlıkların yaratılması için ayrı bir süreç bu­lunmayıp, onların yaratılmasının da, yer ile göklerin yaratıldığı süreç olan 6 gün­lük zaman içinde gerçekleşmiş olduğu açıkça anlaşılır. İddia sahibi de, Furkân, 59. ayetini 6 günlük süreci gösteren ayetlerle aynı grupta sıralaması da, onun bu gerçe­ği kabul etmekte olduğunu gösterir. Nitekim o da “Yer ile göklerin arasındakiler ne kadar sürede yaratıldıT gibi bir soru sormamaktadır.

İddia sahibinin ifadesine göre, güya yer ile göklerin 8 günde yaratıldığını ifade eden Fussilet Sûresinin 9, 10 ve 12. ayetlerine gelince; bu ayetler de -yukarıda zikredilen ayetlere aykırı olarak- yer ile göklerin 8 günde yaratılmış olduğunu asla ifa­de etmemektedir.

Önce iddia sahibinin, Fussilet Sûresinin 9, 10 ve 12. ayetleri için aktardığı me­alleri, zikredilmeyen 11. ayet meali ile birlikte zikredelim:

9. “De ki, gerçekten siz, yeri iki günde yaratanı inkar edip ona ortaklar mı ko­şuyorsunuz? O, âlemlerin Rabbi’dir.”

10. “O, yeryüzüne sabit dağlar yerleştirdi. Orada bereketler yarattı ve orada tam dört günde isteyenler için fark gözetmeden gıdalar takdir etti.”

11. “Sonra duman halinde bulunan göğe yöneldi, ona ve yeryüzüne, ‘İsteyerek, istemeyerek gelin’, dedi; ikisi de, ‘İsteyerek geldik’ dediler.”

12. “Böylece onları iki günde yedi gök olarak yarattı ve her göğe görevini vah- yetti. Biz yakın semayı kandillerle donattık, bozulmaktan da koruduk. İşte bu, aziz, alim Allah’ın takdiridir.”

Önce şu tespitleri yapmalıyız:

a. Belirtmek gerekir ki Türkçemizde, “Güneşin kendi ekseni etrafında bir kere dönmesi için gereken 24 saatlik zaman dilimi” demek olan “gün” kelimesinin Arapça’da karşılığı “yevm” dir. Fakat bu kelime mutlak olarak “vakit”, “zaman” an­lamlarını da ifade eder. Bu iki anlam dışında Kur’an, “yevm” kelimesini sözün akı­şına göre daha özel başka anlamlarda da kullanmıştır.

İşte evrenin yaratılışı ile ilgili ayetlerde geçen “gün” (yevm) kelimeleri zaruri olarak “mutlak zaman” (süreç-evre) anlamlarını ifade eder. Zira “dünyanın kendi etrafında bir tek dönüşü" anlamındaki “gün” kavramı, dünyanın da içinde bulun­duğu evrenin yaratılış süreci için söz konusu olamaz.

b. Kur’an ayetleri konusunda, mealler üzerinden değerlendirme yapmak, iyi ni­yetli olunsa bile çok kere yanılgılara, yanlış sonuçlara ulaşılmasına sebep olur. Zi­ra çeviriler hiç bir zaman asıl metnin içeriğini tam olarak yansıtamazlar. Konu, Kur’an gibi yüksek bir edebi üsluba, kendine has anlatım tarzına sahip olan Kur’an-ı Kerim olunca, çeviri probleminin boyutları çok daha farklı olmaktadır. Kur’an ayetlerinin pek çoğu, Arap dili grameri kuralları içinde ve diğer ayetlere de aykırı olmayarak birden fazla şekilde çevirilmeye müsaittir ve bu durum, sonuç iti­barı ile, çeşitli bakış açılarının doğmasına, farklı görüşlerin oluşmasına, kısaca fi­kir zenginliğine kaynak oluşturmaktadır. Bir konu ile ilgili olarak, Kur’an mealinin esas alınması durumunda, tercümede var olabilecek aksaklıkların yanında; çevirenin, birden fazla ihtimal arasından yaptığı tercihe mahkûmiyet peşinen kabul edil­miş olur. İşte iddia sahibinin aktardığı Fussilet Suresi 10. ayetinin tercümesinde böyle bir durum söz konusudur. Zira bu tercümede yer alan “4 günlük" süreç sade­ce, aynı ayette anılan işlere zarf yapılmıştır. Oysa Arap Dili gramerinin kurallarına göre ayet metninde yer alan “2 gün”, aynı zamanda 9. ayette yer alan eylemin de (yer yüzünün yaratılmasının da) zarfı olarak değerlendirilmeye müsaittir. Kısaca, 9 ve 10. ayetler şöyle de tercüme edilebilir:

“De ki siz, yeryüzünü iki günde (evrede) yaratmış olan Allah’ı mı inkar ediyor ve O’na ortaklar koşuyorsunuz? O alemlerin Rabbi’dir.”

“O, (yeryüzünü yarattıktan sonra) orada yükselen sabit dağlar yarattı. Orada bolluk ve bereket meydana getirdi. Orada rızık arayanların ihtiyaçlarına uygun olarak rızıklar takdir etti. (Bütün bunları) dört günde (dört evrede) var etti.”

Buna göre dokuzuncu ayette yeryüzünün yaratılmasının süresi bildirildikten son­ra , 10. ayette; yeryüzünün yaratılması süreci ile, oradaki şeylerin var edilişinin kap­sadığı süre toplam olarak verilmiş olmaktadır. Kısaca 9. ve 10. ayetlerde topluca “Yeryüzü iki günde yaratıldı, yeryüzünün yaratılması da dahil, üzerinde, dağların var edilmesi, rızıkların takdir edilmesi toplam dört günde gerçekleşti”, denmiş ol­maktadır. Şu halde, 10. ayetteki “4 gim”den, dünyanın yaratılış süreci olan iki günü çıkarınca yeryüzündekilerin yaratılış sürecinin gerçekte “iki gün” olduğu anlaşılır. Kısaca yeryüzünün yaratılması iki gün, yeryüzündekilerin yaratılması 4-2=2 gün, göklerin yaratılması iki gün olmak üzere toplam altı günlük bir süreç bulunmuş olur.

Ayeti tercüme eden kimse bir tercih yapmak durumundadır. Birinci ihtimalin tercih edilmesi halinde üç ayette (9, 10 ve 12. ayetler) yer alan rakamların toplamı 8’e ulaşacaktır. Oysa Kur’an, daha önce zikrettiğimiz üç ayrı ayette, üstüne basa basa, yer yüzü ile göklerin altı günde yaratıldığını ifade etmektedir. Şu halde, aye­ti; bu ayetlerin ışığında değerlendirerek; ikinci ihtimali asıl anlam olarak kabul et­mek ve gerekli açıklamayı yapmak zorunludur. Zira bir metnin doğru olarak algı­lanıp doğru tercüme edilmesi ve doğru yorumlanabilmesi için, o metnin bütününün göz önünde bulundurulması bilimsel metodun temel kriterlerinden biridir. Çünkü metnin bir yerinde geçen bir ifade, başka bir yerde geçen ifadenin açıklanmasına yardımcı olur. Bu durum özellikle Kur’an’ın tercümesi ve tefsiri açısından hayati bir önem arz eder. Zira Kur’an çok özlü bir kitaptır. Kısa ve özlü pek çok ayetin an­lamına başka bazı ayetlerde açıklık getirilmiştir. Bu sebeple Kur’an tefsirinde ön­celikle, yine Kur’an’ın kendisine başvurmak temel prensiptir. Kısaca, göklerin ve yerin yaratılması süreci ile ilgili olarak Kur’an her hangi bir çelişki içermemektedir.

Şimdi de Allah katında bir günün, kaç dünya yılına eşit olduğu meselesine ge­lelim.

İddia sahibi, “Allah’ın 1 günü 10.000 yıl mı (“bin yıl mı?” olacak), 50.000 yıl mıT diye sorduktan sonra, “Kur’an’daki bazı ayetlerde, Allah’ın bir gününün kaç dünya gününe eşdeğer olduğu konusunda da çelişkiler bulunmaktadır”, demekte ve şu ayetleri delil olarak ileri sürmektedir:

Hacc, 47: “Bir de senden acele azap istiyorlar. Halbuki Allah asla vadinden caymaz. Şüphesiz Rabbi’nin nezdinde bir gün sizin saymakta olduklarınızdan bin yıl gibidir. ”

Secde, 4: “Gökten yere kadar bütün işleri Allah yürütür. Sonra bu işler; süresi, sizin saydıklarınızla bin yıl olan bir günde ona yükselir.”

Mearic, 5: “Melekler ve ruh (Cebrail) oraya, miktarı (dünya senesli ile) elli bin yıl olan bir günde yükselip çıkar.”

Bu ayetler grubunda dikkati çeken ilk şey -iddiacının da ifade ettiği gibi- ilk iki ayette, Allah katındaki bir günün, insanların saydıklarından bin yıla eşit olduğu ifa­de edilirken, son ayette, Allah katındaki bir günün elli bin yıla eşit olduğu ifade edilmektedir.

Ayetlerde geçen “yıl” kelimesinin, dünya şartlarında oluşan “yıl”\ ifade ettiğin­de şüphe yoktur. Çünkü “sizin saydıklarınızdan” ifadesi bunu açıkça göstermekte­dir. Ancak “Allah katındaki bir gün” kavramının, dünya şartlarındaki gün kavramı­na tekabül etmediği açıktır. Zira Kur’an’ın getirdiği Allah inancına göre, Allah bel­li bir mekana ve belli bir zamana izafe edilemez. Yani Allah katında, bizim bildiği­miz türden, dünya şartlarında oluşan gün gibi bir gün söz konusu olamaz. Şu halde Allah katında var olduğu ifade edilen “gün” için geriye, yukarıda zikrettiğimiz di­ğer temel anlam olan “mutlak zaman” anlamı kalmaktadır. Söz konusu mutlak za­manın uzunluğunu insan zihninde canlandırmak için de o, ilk iki ayette, insan zih­ninin genel olarak “çok” saydığı “biri” rakamı ile, son ayette de “elli bin” rakamı ile nitelenmiştir. Demek ki atıf yapılan zaman sürecinin daha fazla vurgulanması gerektiği yerde “yıl”, bin yerine, çok daha büyük bir rakam olan “elli bin” rakamı ile nitelenmiştir. Şüphesiz hem beşbin, hem “elli bin” rakamı kesin olmayıp birer örneklemeyi ifade etmektedir. Nitekim, Tabiîn bilginlerinden Katade ve İkâme, Meâric Sûresinin 4. ayetinde elli bin yıl olduğu belirtilen “günün kıyamet günü ol­duğunu söylemişlerdir. Haşan el-Basri de aynı açıklamada bulunmuş ve şu ekleme­yi yapmıştır:

“Ayetteki elli bin yıllık günden maksat, hesap için mahşerde toplanan insanla­rın, hesapları görüşülünceye kadar, dünya yılı ile elli bin yıl bekleyecekleri kaste­dilmektedir. Yoksa kıyamet gününün uzunluğu konusunda, bu elli bin rakamı ile, muayyen bir uzunluk kastedilmiş değildir. Zira kıyamet gününün başlangıcı vardır, sonu yoktur.."5

Şu halde, Hacc Sûresinin 47. ve Secde Sûresinin 5. ayeti ile, Mearic Sûresinin

4. ayeti arasında her hangi bir “rakamsal çelişki” yoktur.

4- “CENNET” Mİ, “CENNETLER” Mİ?

Yazı sahibi, “Kur’an’daki çelişkilerden biri de cennet sayısıdır” başlığı altında, “Bir tane mi cennet var, birden çok mu cennet varl” sorusunu sormakta, cennet ke­limesinin Kur’an’da bazen tekil, bazen de çoğul olarak kullanılmış olmasından ha­reketle, bunun bir çelişki olduğunu, o sebeple Kur’an’ın Allah kelamı olamayaca­ğını ileri sürmektedir.

Bütün semavi dinlerde olduğu gibi son hak din olan İslam’da da, ahiret ve cen- net-cehennem inancı vardır. Genel bir ifade ile, ilahi iradeye uygun bir hayat süren­ler, ölüm Ötesi hayatta sonsuz bir mükafat olarak cennete girecekler, aksine davra­nış sergileyenler de cehenneme gireceklerdir. Kur’an, ebedi hayatın iki olgusu ola­rak cennet ve cehennemden çok söz eder. Cennetle müjdeler, cehennemle uyarır. Cennetliklerin kavuşacakları nimetler, cehennemliklerin çekecekleri türlü azaplar sık sık hatırlatılır.

“Cennet” kelimesi sözlükte, Arap Dili’ndeki “örtmek”, “gizlemek” anlamlarını ifade eden “c-n-n” kökünden bir isimdir. Cennet, “Bitkileri ve ağaçları ile toprağı örten bahçe” demektir. Dini terminolojide ise cennet “ahiret, hayatında müminle­rin sonsuz nimetlere kavuşacakları yurt” demektir.6 Kelime Kur’an’da hem sözlük, hem de terim anlamıyla tekil, ikil ve çoğul olarak 144 yerde kullanılmıştır.

Sözlük anlamıyla yani dünya şartları ortamında düşünüldüğünde, kelimenin Kur’an’da tekil, ikil, ya da çoğul olarak kullanılması normal karşılanıyor. Zira dünya bahçeleri düzeyinde “bir bahçe”, “iki bahçe” ya da “üç bahçe” ifadelerinin zihinde karşılıkları bulunmaktadır. Ancak kelimemiz Kur’an’da terim anlamıyla da, tekil kullanımının yanında ikil ve çoğul olarak da kullanılmış olması bazıların­ca anlaşılmaz(!) bulunuyor ve “Bir tane mi cennet var, yoksa bir çok cennet mi var?” sorusuyla sözde, Kur’an’ın bir çelişkisi(!) daha ortaya konuyor. Oysa durum hiç de anlatılmak istenen gibi değildir. Şöyle ki:

Her şeyden önce “ahiret” hayatı ile ilgili konuların mahiyeti bizce tam olarak bilinemez. Bu konularda Allah’ın ve Peygamberin (Kitap ve Sünnetin) bildirdiği kadarıyla bilgimiz vardır.

Ahiret hayatının (bu süreç içinde yaşanacak olayların) mahiyeti her yönü ile bi­linecek olsaydı, “Ahirete iman” gibi bir ölçeğin değeri kalmazdı. “İman”m iman oluşu; görülmediği halde, Peygamber’in bildirdiklerinin doğruluğuna inanmaktır.

İşte ölüm ötesi hayat ile ilgili temel konulardan biri de cennet-cehennem konu­sudur. Kur’an ve Sünnet bize, ölüm ötesi hayatta, bir “mükafat yurdu”nun, bir de “ceza yurdu”nun olacağını haber vermektedir. Ahirete imanın gereklerinden biri de cennet-cehennem realitesini kabul etmektir. Peki, nasıl birer yerdir cennet ve ce­hennem? Bu soruya net bir cevap vermenin niçin mümkün olmadığına yukarıda de­ğindik. Ancak bu soru karşısında zihnimiz bomboş da değildir. “Kabir”, “Sırat”, “Mizan”, “Arasat” ve benzeri, ölüm ötesi hayatla ilgili diğer bütün olgular gibi cen­net ve cehenneme dair de gerek Kur’an, gerek Sünnet, önümüze bazı “niteleme”ler koymaktadır. Bu nitelemelerdeki temel hedef, madde ötesi hayata ait ve insan zih­nine yabancı bulunan belli olguları, zihnin kavrayabileceği formlarla anlatmaktır. Biz de onları öylece kabulleniriz. “Cennetin sekiz kapısı vardır”7; “Zemininden ır­maklar akar”%\ Orası güvenlik yurdudur9; “Genişliği yerle göklerin genişliği ka- dar”dır10 ve oraya “Rablerine karşı gelmekten sakınanlar” girer.11 Nitekim cen­nette salih kullar için “Hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği, hiçbir in­sanın aklına gelmedik nimetler hazırlanmıştır.”12 Ancak cennete girenlerin hepsi bir derecede değildir. Dünyadaki iyiliklerine göre çeşitli dereceler kazanmışlar­dır.13 “Allah katında derece derecedirler.”14 Bu sebeple cennetliklerin cennetteki yerleri ve görecekleri mükafatlan da farklı olacaktır.

İşte Kur’an, insanların iman etmelerini sağlamak amacı ile bir teşvik olsun di­ye; bir kavram, bir ahiret hayatı olgusu olarak söz ettiğinde, prensip olarak cennet kelimesini tekil formda kullanır.

“Rablerine karşı gelmekten sakınanlar, bölük bölük cennete sokulurlar:”15 “(Ey insanlar!) Rabbiniz tarafından bağışlanmaya, Allah’a ve Peygamberine inananlar için hazırlanmış, genişliği gökler ile yerin genişliği kadar olan cennete koşun”16 ayetleri ve benzerleri bu konudaki bazı örneklerdir.

Eğer konuya, cennetliklerin dünyada kazandıkları dereceler noktasından yakla­şmıyorsa, cennetteki “derecelere” işaret etmek üzere çoğu kere “cennetler”den söz edilir. Bu durumlarda “cennetler”, çoğunlukla genel “cennet” kavramı içinde daha özel bölgelere ve kısımlara işaret olmak üzere “Adn Cennetleri”17 “Naim Cennet­leri”18 şeklinde tamlama olarak kullanılır.

Buna göre Kur’an’da çoğul olarak geçen “cennetler” kelimeleri, cennetin çeşit­li kısımlarını; mü’minlerin orada işgal edecekleri farklı yerleri ifade eder. Kısaca, “cennetler” ifadesinin geçtiği her yerde “cennet içinde cennetler”den söz edilmek­tedir.

5. “KURAN’A GÖRE DAĞLAR DEPREMLERİ ÖNLEMEK İÇİN (MİŞ)”

Yazıda, yukarıdaki başlık altında şu ifadelere yer verilmiştir:

“Doğu Anadolu’da deprem oldu. Bingöl’de birçok ev yıkıldı. Can kaybı olma­ması şans. Peki niye deprem oldu? Kur’an’da, deprem olmasın, insanlar sallansın diye Allah’ın dağları yarattığı yazmıyor mu? Bu bilimsel(!) gerçeğe rağmen, niye deprem oluyorT’

Yukarıdaki sözlerin sahibi bu ifadeleriyle, “O, gökleri, görebildiğiniz direkleri olmaksızın yarattı ve sizi sarsmasın diye yeryüzüne de sabit dağlar yerleştirdi”, mealindeki, Lokman Sûresinin 10. ayeti ile, yaklaşık olarak aynı anlamdaki, Nahl Sûresinin 15. ve Enbiya Sûresinin 3. ayetlerine atıfta bulunmaktadır. Konu ile doğ­rudan ilgisi olan, ama ifade sahibinin atıfta bulunmadığı iki ayeti de biz zikredelim: “Biz yeryüzünü bir döşek, dağlan da birer kazık yapmadık m«?”19

Gerçekten Kur’an bize, dağların; dünyanın yaşayacağı bir takım sarsıntıları, depremleri önleyici fonksiyonlarının olduğunu açıkça haber vermekte; daha da il­ginci, dağlardan “kazıklar” diye söz etmektedir. Fakat yeryüzünde en hafifinden en şiddetlisine kadar depremlerin sürüp gittiği de yaşanan bir gerçektir. Bu durum na­sıl açıklanacaktır? Hele hele dağların birer kazık olması ne demektir?

Kur’an bir fen bilimleri kitabı değil; bir hidayet, yani doğru yolu gösterme ki­tabıdır. Ancak insana mesajlarını ulaştırırken, onunla sosyal ve fizik çevresi arasın­da bağlantılar kurar. Bu alanlarda hakim kurallara dikkatleri çeker. Bu kuralların keşfedilmesini, böylece bunları belirleyen yaratıcının bilinmesini amaçlar. Kur’an’ın dikkat çektiği pek çok kevnî hakikat, bilimin ortaya koyduğu konularla da açıklanmış bulunmaktadır. İşte, dağları yeryüzünün sarsılmasını (depremleri) önleyen birer unsur, hatta birer kazık olarak tanımlayan ayetleri açıklayan “isostasy kanunu’’ da bunlardan biridir. İsostasy kanununun ne demek olduğunu J.İ Wilson şöyle açıklamaktadır:

“İsostasy, yer kabuğu içindeki ağır ve hafif kayaları bir arada tuttuğu düşünülen denge­dir. Bu teori dağların ve platoların yüksek; okyanus havzalarının ve diğer çukurlukların al­çak olduklarına bir açıklama getirmek üzere geliştirilmiştir. Daha açık bir ifade ile isostasy, yer kabuğunun her bölgesinin kendisine doğru eğilim gösterdiği hidrostatik denge durumu, yer kabuğu katmanlarının fiilen ulaştığı tahmin edilen denge durumları demektir. İsostasy kavramı şunu ifade eder: Eğer yer kabuğunun dış katmanları, yer yüzünden merkeze doğru, eşit genişlikteki sütunlara bölünecek olsa bunların hepsi yaklaşık aynı ağırlıkta olurdu. İsos­tasy kelimesi Birleşik Amerikalı Jeoloji bilgini C.E. Dutton tarafından, Yunanca’da “denge­de” anlamına gelen kelimeden esinlenerek, 1889 yılında ortaya konmuştur.”

“İsostasy konusunda ilk düşünce 18. Yüzyılda, Fransız denizbilim uzmanı Pierre Bo- ugur’dan geldi. Bilgin, And dağlarının ağırlık (gravite) etkisini ölçerek, bu etkinin umulan­dan daha az olduğunu gördü. Bu da şunu göstermekteydi: Dağlar, kıtalar üzerinde duran fazlalık (fonksiyonsuz) kaya yığınları değildir. 1851’ de İngiliz astronomu G.B.Airy, Himalaya dağlarında yapılan araştırmalarıyla şu benzer sonucu ortaya koymuştur: Aslında dağlar, hafif kayalardan oluşan derin “kökler” sayesinde yüzeyde tutulmakta, daha doğrusu tıpkı okyanuslardaki buz dağları gibi kendilerini kuşatan daha ağır kayalar içinde yüzmektedirler. Öte yandan, Airy’nin meslektaşı J.H. Pratt, dağların oluşumundaki etkenin, üst kaya katmanlarındaki farklı yoğunlukların olduğunu ileri sürdü.”

“Çağdaş gravite ölçümleri ve sismik incelemeler göstermiştir ki, yeryüzünün en üst ka­buğu, yaklaşık 50 km. kalınlığında sert bir taşküre oluşturmakta ve bu taşküre de kabuk ve yoğun taş tabakanın üst kısmandan teşekkül etmektedir. Alt kısmında, daha kalın olan şekli değişebilen ve asthenosphere adı verilen katman vardır ki isostatik denge burada gerçekle­şiyor olabilir. Yine günümüzde, dağların hafif kayalardan oluşan köklerinin bulundu­ğu görüşü ile yer kabuğunda yoğunlukça farklı kısımların var olduğu görüşü ve ben­zerleri gibi bütün görüşlerin kısmen doğru oldukları bilinmektedir...”20

Yukarıdaki ifadeler ortaya koymaktadır ki yeryüzü kabuğunun, yeryüzü merke­zindeki değişken tabaka üzerinde yüzmeden, sarsılmadan sabit durmasında dağların önemli bir fonksiyonu vardır. G.B. Airy’nin dağların sahip olduğunu ifade ettiği “da­ha hafif kayalardan oluşan derin kökler" in, dağları “kazıklar” diye niteleyen ayetle örtüştüğü açıktır. Şüphe yok ki, adı geçen bilginler ve benzerleri, bu araştırmalarını, Kur’an’ı “doğrulamak” adına değil, bilim adına yapmışlar ve bilimin sonuçlan, Kur’an’m ifadelerine uygun düşmüştür. Ön yargılarla inkâr etmeden önce, bilim dün­yasının verilerini de değerlendirmek, pozitivist düşüncenin de gereklerinden biridir.

Cehalet ve önyargı, inkârı besleyen iki ana damardır.

6. YILDIZLAR NİÇİN YARATILDI?

Yazıda “Yıldızlar neden (niçin) yaratıldıl” başlığı altında, “Kur’an’a göre yıl­dızların neden yaratıldığı” da her zamanki gibi bilimsellik (!) ile açıklanıyor. “1500 yıl öncesinin bedevisi belki kanardı ama, 1998 yılının insanı için bir masal­dan ibaret”, denmekte ve el-Mülk Sûresinin 5; es-Sâffât Sûresinin 6-10. ayetlerini’ zikrettikten sonra şöyle devam edilmektedir:

“Kuran’a göre yıldızlar şeytana atış yapacak üsler olarak hazırlanmış! Böyle­likle şeytandan korunmuş olacakmış. Bu ayetten de Kuran’ın Allah tarafından gön­derilmediğini, Muhammed’in bir bilim kurgu yazarı gibi hayal gücünü çalıştırarak yazdığını söyleyebiliriz”.

Bu ifadelerle aşağıdaki ayetlere atıfta bulunmaktadır:

Hicr Sûresi, ayet,

16. “And olsun, biz gökte burçlar yarattık ve onu bakanlar için süsledik.”

17. “Onu lanetlenmiş her şeytandan koruduk."

18. “Ancak kulak hırsızlığı eden olursa onu da parlak bir ateş takip etmektedir.”

es-Sâffât Sûresi ayet,

6. “Biz, en yakın göğü zînetlerle, yıldızlarla donattık."

7. “Onu itaatten çıkan her şeytandan koruduk

8. 9. “Onlar yüce melekler topluluğunu dinleyemezler, kovulmaları için her ta­raftan atışa tutulurlar. Onlar için sürekli bir azap vardır.”

Yazıda zikredilmemekle beraber, el-Miilk Sûresinin 5. ayeti de konu ile ilgili­dir:

“And olsun biz en yakın göğü kandillerle donattık. Onları şeytanlara atılan taş­lar yaptık ve (ahirette de) onlara alevli ateş azabını hazırladık.”

Yukarıdaki ayetlerde insanın dikkati dış dünyaya, uzaya, oradaki yıldızlara ve özellikle onlara yüklenen fonksiyonlardan ikisine dikkat çekilmektedir: Gökyüzü­nü aydınlatan ve süsleyen birer ışık kaynağı olmaları ve şeytanların, meleklere ile­tilen bir takım özel mesajları gizli bir yolla dinleyip, fesat ve kargaşaya sebep ol­malarını önleyecek enerjiyi sağlamaları. Yıldızların uzayı aydınlatıp süslemesi gö­rülebilen bir tabiat olayıdır. Ancak Kur’an’ın yıldızlara isnat ettiği ikinci fonksiyon, henüz bilimsel olarak açıklanabilmiş değildir. Şeytan, uzayda ne tür bir olumsuz eylemde bulunuyor ki gökler onlardan korunuyor? Gizlice dinleyip öğrenmek is­tedikleri şeyin mahiyeti nedir? Gizlice dinlemeleri nasıl olmaktadır? Bütün bunla­rın nasıl gerçekleştiğini bilmiyoruz. Yıldızların, şeytanların atışa tutulduğu birer malzeme oluşturmasını, ömrü biten yıldızların, uzay boşluğunda akması ile açıkla­yabilir miyiz? Yine şeytanı takip eden alevli ateş nedir? Bütün bu sorulara fiziki şartlar için bugün için bir açıklama getirebilmiş değiliz. Ama bu durum, bu tür so­runların asla açıklanamaz sorular olduğunu göstermez.

Kur’an’ın dikkat çektiği, ya da atıfta bulunduğu pek çok olayın, teker teker bi­lim dünyasınca onaylanıyor olması, bir gün bu sorulara da cevap bulunabileceğinin göstergesidir. Cevabı bulunamayan, açıklanamayan şeyleri yok saymak, bilimsel metodun kabullenmediği bir yaklaşımdır. Diğer pek çoğu yanında Kur’an’ın orta­ya koyduğu, dikkatlere sunduğu bu uzay olayının inkârı yerine, araştırmaya konu edilmesi, öncelikle aklın insana yüklediği bir görevdir.

Bitkilerde “tozlaşma” ile üreme yolu ve bazı canlılar yanında, rüzgarın da toz­laşmadaki rolü bugün herkesçe bilinen bir gerçektir. Ama bu gerçek keşfedilmeden önce “Rüzgarları da aşılayıcılar olarak gönderdik” (Hicr. 22) ayetinin ne anlama geldiği net olarak bilinemiyordu. Ama artık ayetin neyi anlattığı açıkça biliniyor. Kur’an’daki özellikle dış dünya ve tabiatla ilgili pek çok hakikatin “hazır” halde değil de “potansiyel olarak” sunulmuş olması, insan aklını daima “devrede” tut­mayı, atılımlar yapmasını sağlamayı amaçlamaktadır.

Aklın önünde keşfedilmeyi bekleyen sonsuz gerçekler var. Kur’an bunların ba­zılarına işaret ediyor. Akla düşen, inkâr değil, açıklamaktır.

7. NÛH’UN AİLESİNE TÛFANDA NE OLDU?

Kur’an’da varlığı iddia edilen sözde çelişkilerden biri de güya şöyle ortaya kon­maktadır:

“Nuh ’un ailesinin ‘Tufan ’da başına gelenler, Kur ’an ’m ayrı ayetlerinde ayrı şe­kilde hikaye edilmektedir. Enbiya Sûresinin 76. ayetine göre, Nuh ’un ailesi kurtu­lur. es-Sâjfât Sûresinin 77. ayeti soyunun devam ettiğini söyler. Halbuki, Hûd Sû­resinin 42. ve 43. ayetleri Nuh ’un oğlunun tufanda boğulduğunu söyler. Hangisine inanacaksınız?”

Evet, Kur’an bir yandan Nuh’un ailesinin tufandan kurtulduğunu, onun soyu­nun devam ettiğini söylerken bir yandan da Nuh’un oğlunun boğulduğunu açıkça ifade etmektedir. Ancak burada bir çelişki bulunmamaktadır. Zira Allah Nuh’un ailesi” ile, içlerinden iman edenleri kastetmektedir. Şu halde Nuh’un iman etmeyen oğlu, Allah’ın koyduğu ölçüye göre, onun ailesinden sayılmamaktadır. Bunu anla­yabilmek için iddia sahibinin, aktardığı Hûd Sûresinin 42. ve 43. ayetlerinden he­men sonra gelen şu iki ayeti de okuması yeterli olurdu:

“Nuh Rabbine seslenip şöyle dedi: ‘Rabbim! Şüphesiz oğlum da ademdendir. Senin vadin elbette gerçektir. Sen hükmedenlerin en iyi hükmedenisin.’2I

“Allah, Ey Nuh! O asla senin ailenden değildir. Onun yaptığı (sana inanmayı- şı), iyi olmayan bir iştir. O halde, hakkında bilgin olmayan bir şeyi benden isteme. Ben sana cahillerden olmamanı öğütlerim, dedi.” 22

Şu halde tufan kıssalarında geçen “Nuh’un ailesi" ifadesine Allah’ın yüklediği özel anlam, “Nuh’un ailesinden inananlar”dır. Fakat itirazcı bunu görememiştir(!). “Çünkü gerçekte gözler değil, göğüslerdeki kalpler (kalp gözleri) kör olur." 23

8. “İNSANLAR NEDEN YARATILDI.”

Yukarıdaki başlık altında, “İnsan yaratıldı ise neden yaratıldıl" sorusu ortaya atılmakta ve bu konuda “İslamcılar” ile bilimcilerin farklı düşüncelerde olduğu öne sürülmektedir. İddia sahibine göre bu konuda Kur’an kafa karıştırıcı ifadeler içer­mektedir. Çünkü ona göre “Ne kadar çok çeşitli maddelerden yaratıldığım söylü­yor insanın, Kur’an.." Öyle ise, “Bu kadar değişik ve akıl karıştırıcı ifadelerin Al­lah ’in - varsa eğer- kelamı olması mümkün müT’

Görüldüğü üzere iddia sahibinin asıl problemi Kur’an’ın Allah kelamı olup ol­madığı değil, Allah’ın var olup olmadığıdır. Allah’ın olmadığına inanan bir kimse­nin, Kur’an’ın Allah kelamı olduğuna inanması için öne sürülen türden sözde ge­rekçelerin bulunması da gerekmez. Söz gelimi Kur’an iddia sahibinin öne sürdüğü sözde çelişkilerden hiç birini taşımayacak bir anlatıma sahip olsaydı ve iddia sahi­bi de onun mükemmel bir kitap olduğunu kabul etseydi; yine onun Allah’ın kelamı olduğunu itiraf etmeyecekti. Zira ona göre Allah diye bir varlık yoktur. Olmayan Allah’ın gönderdiği bir kitap da olamaz. Bu bir ön yargıdır. Ön yargılar aklı ve bi­limi devre dışı bırakır. Böyle bir ön yargı mevcut olunca, Kur’an’a da bu ön yargı­ları haklı çıkartacak “belgeleri” bulma amacı ile yaklaşılmaktadır.

Evet gerçekten Kur’an “insan"ın hangi şeyden yaratıldığı konusunda “farklı" ifadelerde bulunmaktadır. İddia sahibi bunları şöyle sıralamaktadır:

“Kan pıhtısından" (Alak, 1-2); (Canlı olan her şeyi) “sudan" (Enbiya, 30; Nur, 45; Furkan, 54); “topraktan” (Âl-ü İmran, 59; Rûm, 20; Fâtır, 11); “hiçten”24 (Meryem, 67; Tûr, 35); “Nutfeden” (Nahl, 4) ve de “meniden" (Kıyame, 37), “balçık özünden" (Mu’minun, 12).

Yukarıdaki listeye şunları da eklemek gerekir:

“Kuru bir çamurdan”25; “yapışkan bir çamurdan”26; “pişmiş çamura benzeyen bir balçıktan”21’, “Mudğa”dan.28

Çeşitli ayetlerde yer alan bu ifadeler, ilk bakışta insanın “rce”den yaratıldığı ko­nusunda Kur’an’ın net bir açıklama getirmediği, ortada karmaşık bir durumun ol­duğu zannedilebilir. Halbuki durum hiç de öyle değildir. Zira bu ifadelerin her biri insanın yaratılış sürecinde geçirdiği evreleri ifade etmektedir. Şöyle bir sınıflandır­ma bu gerçeği ortaya koyacaktır:

1. “Hiçbir şey değilken”, “topraktan”, “yapışkan bir çamurdan”, “kuru bir bal­çıktan”, “balçık özünden”, “şekillendirilmemiş çamurdan”, “pişmiş çamura benze­yen bir balçıktan”.

2. “Meniden”, “nutfeden”, “alakadan”, “mudğadan”.

3. “Sudan”.

Buna göre birinci gruptaki ifadeler şunu anlatmaktadır:

İnsan diye bir varlık yokken ilk insan (Hz. Adem) yaratılmıştır. İlk insanın te­mel maddesi topraktır. Toprak, Allah’ın yaratma kudreti ile “insan” olarak şekille­nirken, “yapışkan bir çamur”, “şekillendirilmiş çamur”, “kuru (pişmiş çamura ben­zeyen) bir balçık” evrelerinden geçmiş ve insan vücuda gelmiştir.

İkinci gruptaki ifadeler ise, artık varlık dünyasına çıkmış olan insanın doğum yolu ile üremesi sürecini ve bu süreçte ortaya çıkan evreleri yansıtmaktadır.

Bilindiği gibi doğum sürecinin temeli erkeğin menisinde yer alan spermler ile kadının yumurtalarıdır. Kur’an’da sadece meniden söz edilmiş olması, günün şart­larında sadece meninin varlığının bilinmesi sebebiyle olmalıdır.

“Nutfe”, sözlük anlamıyla “az su” demektir. Kur’an’da ise mecazi olarak erke­ğin menisi anlamında kullanılmıştır. Şu halde “meni” ile aynı anlamı ifade etmek­tedir.

“Alaka” yahut “alak”, erkeğin spermiyle döllenmiş dişi yumurtadan bir hafta zarfında oluşan hücre topluluğunun, rahim cidarına asılıp gömülmüş şekli demektir.

“Mudğa” ise, ceninin; üzerinde diş izlerini andıran şekiller taşıyan, henüz uzuv­ları oluşmamış şekil demektir.

• . Görüldüğü üzere, birinci gruptaki “materyal”ler insanın varlık sahnesine çıkar­ken geçirdiği evrelere; ikinci gruptakiler ise, insanın doğum yoluyla üremesi sıra­sında geçirdiği evrelere işaret etmektedir. Nitekim bu gerçek şu ayetlerde de açık­ça görülmektedir:

“Ey insanlar! Ölümden sonra diriliş konusunda herhangi bir şüphe içindeyse­niz (düşünün ki) hiç şüphesiz, biz sizi topraktan, sonra az bir sudan (meniden), son­ra ‘alaka’dan, sonra da yaratılışı belli bilersiz bir ‘mudğa’dan yarattık ki size kud­retimizi apaçık anlatalım. Dilediğimizi belli bir süreye kadar rahimlerde durduru­yoruz. Sonra sizi bir çocuk olarak çıkarıyoruz, sonra da akıl, temyiz ve kuvvetle tam gücünüze ulaşmanız için sizi kemale erdiriyoruz..”29

“And olsun, biz insanı bir balçık özünden yarattık. Sonra onu az bir su (meni) halinde sağlam bir karargaha (ana rahmine) yerleştirdik. Sonra bu az suyu ‘alaka! haline getirdik. ‘Alaka ’ yı da ‘mudğa ’ yaptık. Bu mudğayı da kemiklere dönüştür­dük ve bu kemiklere de et giydirdik. Nihayet onu bambaşka bir yaratık olarak çı­kardık..” 30

Canlı olan her şeyin (dolayısıyla insanın) sudan yaratılmış olması ise mecazi ifade olup, biyolojik yapıda, suyun sahip olduğu yüksek orana işaret etmektedir. Bi­lindiği gibi insan vücudunun %77’si asıl itibari ile sudur. Bu tür mecazi ifadeler her dilde vardır. Yağmurda iyice ıslanan insan için “Su kesildi” deriz. Kar altında kal­dığı için üstü başı bembeyaz olan kimseye “Kardan adam” dediğimiz zaman, onun gerçekte “kar”dan oluşmuş bir insan olduğunu anlatmak istemeyiz. Anlatmak iste­diğimiz şey, onu “adeta kardan bir adam” olduğudur. İşte canlıların (insanın) su­dan yaratıldığını ifade eden ayetlerde31 tıpkı bu örneklerde olduğu gibi bir anlam vardır. Yani “Su biyolojik yapıda öyle önemli bir yer tutar, canlının bünyesinde su oranı o kadar yüksektir ki adeta biz canlıları sudan yaratılmışadır”, denilmiş olu­yor.

Demek ki Kur’an’da insanın ne tür bir materyalden yaratıldığı konusunda “ka­fa karıştırıcı’’ hiçbir durum yoktur. Yeter ki ön yargılardan uzak durulsun, Kur’an hakkında belli bir kültür düzeyine sahip olunsun.

9. “HRİSTİYANLAR CENNETE GİDEBİLİR Mİ?”

Yukarıdaki soruya, sahibi tarafından verilen cevap şu:

“Kur’an’daki ayetlerden Bakara, 62 ve Maide, 69’a göre ‘evet’ gidebilirler. Ama yine de Kur’an ayetlerinden Maide, 72 ve Ali İmran, 85’ e göre ise ‘hayır’ gi­demezler. Demek ki Kur’an’da çelişki vardır.”

Diyanet tercümesinden ayetleri veriyorum:

Bakara, 62:

“Şüphesiz, insanlar, yahudi olanlar, hristiyan ve sabiilerden Allah’a ve ahiret gününe inanıp yararlı iş yapanların ecirleri Rablerinin katindadır. Onlar için artık korku yoktur. Onlar üzülmeyeceklerdir."

Maide, 69:

“Doğrusu inananlar, yahudiler, sabiiler ve hristiyanlardan Allah’a ve ahiret gü­nüne inanan, yararlı iş yapan kimselere korku yoktur, onlar üzülmeyeceklerdir.”

Maide, 72:

“And olsun ki, Allah ancak Meryem oğlu Mesih’tir diyenler kafir oldular. Oysa Mesih, ‘Ey İsrailoğulları! Rabbim ve Rabbiniz olan Allah ’a kulluk ediniz. Kim Al­lah ’a ortak koşarsa muhakkak Allah ona cenneti haram eder. Varacağı yer ateştir. Zulmedenlerin yardımcıları yoktur, dedi. ”

Âlü İmran, 85:

“Kim İslamiyet’ten başka bir dine yönelirse, onunki kabul edilmeyecektir. O ahirette de kaybedenlerdendir. ”

Öncelikle belirtelim ki, iddia sahibinin zikrettiği dördüncü ayette (Âlü İmran, 35) geçen “İslamiyet” kelimesinin Kur’an’daki aslı “İslam"âır. Bununla kastedilen, Hz. Muhammed’in getirdiği din değil, Hz. Adem’den beri temel esasları hiç değiş­meden gelen ve bütün semavi dinlerin asli şekillerinde var olan ortak inanç esasla­rı kastedilmektedir. Dolayısıyla bu ayetin konumuz ile ilgisi yoktur. Şu halde söz­de var olduğu iddia edilen çelişki ilk iki ayet (Bakara, 62 ve Maide, 69) ile, üçün­cü ayet (Maide, 72) arasında söz konusudur. Oysa bu önyargılı iddiadan başka bir şey değildir. Böyle bir çelişki asla yoktur. Bunu görebilmek için ayetlere birazcık objektif ve “akılcı” yaklaşmak yeterli olurdu. Ayetler üzerinde değerlendirmeye girmeden önce “çelişki” nin ne demek olduğu üzerinde kısaca duralım.

Çelişki, konuları ve kapsamları aynı olan iki önerme arasındaki zıtlıktır. “Hris- tiyanlar cennete girer” ve “Hristiyanlar cennete giremez” önermelerinde olduğu gibi. Çünkü her iki önermenin konusu, cennete girip girmemek, her ikisinin kapsa­mı da hristiyanlardır. Buna göre iki önerme yan yana gelince “Hrsitiyanlar hem cennete girer, hem de giremez" denmiş olur. Bu sebeple iki önerme arasında zıtlık olduğunda hiç şüphe yoktur. Fakat, “Bazı hristiyanlar cennete girer” ve “Bazı hris­tiyanlar cennete giremez” önermeleri arasında bir zıtlık söz konusu değildir. Çün­kü bu iki önerme arasında konu birliği varsa da (cennete girip girememe) kapsam birliği yoktur. Bu sebeple, bir kısım hristiyanların cennete, bir kısım hristiyanların da cehenneme gireceğine hükmetmek çelişkili bir durum olmaz. İşte yukarıdaki ilk iki ayet (el-Bakara, 62 ve el-Maide, 69) ile üçüncü ayet, (el-Maide 72) arasında böyle bir durum söz konusudur. Şöyle ki;

İlk iki ayette ebedi mutluluk (cennete girmek) için müslüman; yahudi, hristiyan ya da sabii olmak, bu sıfatları taşıyor olmak, ileri sürülmüş tek şart değildir. Ayrı­ca, Allah’a ve ahiret gününe inanmak ve yararlı işler yapmak (salih ameller işle­mek) gibi başka şartlar da getirilmiştir. Bu şartlardan mesela, Allah’a imanın nasıl olacağı da el-Maide Sûresinin -iddiacı tarafından da zikredilen- 72. ayetinde açık­ça belirtilmiştir. Buna göre İsa Peygamber’e ilahlık isnad eden hristiyanlar (tahrife uğramış Hristiyanlığa mensup insanlar) aslında Allah’a inanmıyor, onu inkar edi­yorlar demektir. Şu halde onlar için cennete girmenin ön şartlarından biri olan “Al­lah ’a iman” gerçekleşmemiş oluyor. Öyleyse onlar cennete giremezler.

Yine el-Maide Sûresinin 72. ayetinde Hz. İsa’nın İsrailoğullarına (Yahudilere) hitaben “Allah’a kulluk edin, kim Allah’a ortak koşarsa Allah ona cenneti haram eder” demiş olması, yahudilerin (tahrife uğramış Yahudiliğe mensup kimselerin) de sahih bir Allah inancı taşımadıklarını göstermektedir. Şu halde bu kimseler de cen­nete girmenin şartlarını tamamlamış olmamaktadırlar.

Bilindiği üzere mecusiler, Allah’a değil, ateşe tapan insanlardır. Bunların, aslen tevhid inancına sahipken sonradan müşrikleşen insanlar olduğu kaynaklarda ifade edilmektedir. Öyleyse mecusiler de “Allah’a iman” şartını taşımamaktadırlar.

Kısaca el-Bakara Sûresinin 62. ve el-Maide Sûresinin 69. ayetleri, müslüman- ların, yahudilerin, hristiyanların ve mecusilerin değil, tevhid inancı esasları içeri­sinde Allah’a ve ahiret gününe inanan müslüman, yahudi, hristiyan ve mecusilerin ebedi mutluluğa ereceğini ifade etmektedir. Buna göre her iki ayette ebedi mutlu­luğa ereceği ifade edilen yahudi, hristiyan ve mecusiler, bu gruplardan her birinin kendi şeriatlarının geçerli olduğu dönemlerde, bu dinlerin asli şekline bağlı kalan kimseler, yani bazı yahudiler, bazı hristiyanlar ve bazı mecusiler kastedilmiştir. Bo­zulmamış, asıl niteliğini yitirmemiş dinlerin mensubu olan yahudi, hristiyan ve me­cusiler bu iki ayetin hükmü dışındadırlar. Bu gibiler hakkındaki hüküm el-Maide Sûresinin 72. ayetinde ortaya konmuştur. Şu halde el-Bakara Sûresinin 62. ve el- Maide Sûresinin 69. ayetlerinde, İslam’dan önceki dinlere mensup olanlardan, din­lerinin aslına bağlı kalanlar kastedilmiştir. Âlü İmran sûresinin 72. ayetinde ise, bu dinlerin asliyetini yitirmiş şekillerine mensup olanlar kastedilmiştir. Orta çelişki di­ye bir şey yoktur.

el-Bakara Sûresinin 62. ve el-Maide Sûresinin 69. ayetleri bu üslupları ile, Al­lah’a ve ahirete inanmanın, buna bağlı olarak salih ameller (yararlı işler) yapma prensibinin Hz. Adem’den beri süre gelen tevhid esasına göre semavi dinler zinci­rinin temel özelliği olduğunu vurgulamak ve insanları, bu özelliğin günümüzdeki tek temsilcisi olan İslam’a yöneltmektir.

Sonuç olarak söylemek gerekirse; görüldüğü gibi ileri sürülen iddia ve itirazlar, şimdiye kadarki benzerlerinde de olduğu gibi, birtakım ön yargıların sonucudurlar. Bunların hemen hepsi ciddiyetten uzaktır. Ön yargılardan uzak olarak yaklaşılması halinde, Kur’an’ın edebî üstünlüğü ve sunduğu hayat nizamının mükemmelliği el­bette takdir edilecektir. Kur’an’ın işaret ettiği sayısız hakikati ortaya koymakla bi­lim ve teknoloji bu vadide epey yol almıştır. Ama önünde kat edeceği oldukça uzun bir yol vardır.

*Din İşleri Yüksek Kurulu Uzmanı.

1 en-Necm, 3-4.

2 Sebe’,43.

3 el-Furkân, 5.

4 el-Enbiya, 5.

5 el-Beğavî, Meâlimu’t-Tenzil, VII, 220.

6 Bkz. İbnu Manzûr, Lisanü’l-Arab (I-XV, Dâru Sâdır, Beyrut, Tarihsiz), c-n-n maddesi (XIII, 92- 100).

7 Müslim, es-Sahîh, İman, 46.

8 Msl. Bkz. el-Bakara, 25, 266.

9 Yunus, 25.

10 el-Hadîd, 21.

11 ez-Zumer, 73.

12 ed-Darimi, Rikâk, 98, 105; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned, II, 313.

13 el-En’âm, 136; el-Ahkâf, 19.

14 Âlü İmran, 163.

15 ez-Ziımer, 73.

16 Fâtır, 33.

17 Msl. et-Tevbe, 72; er-Ra’d, 23; en-Nahl, 31; el-Kehf, 31; Meryem, 61.

18 Msl. el-Mâide, 65; Yûnus, 9; el-Hacc, 56; eş-Şuarâ, 85.

19 Msl. en-Nebe’, 6-7.

20 J.T.VVilson, “Isostasy”, The Encyclopedia Americana, (I-XXX, Groiier Inc. USA, 1983), XV, 517.

21 Hûd, 45.

22 Hûd, 46.

23 el-Hacc, 46.

24 İfadenin Kur’an’daki karşılığı “hiçbir şey değilken”dir

25 el-Hicr, 26, 28, 33.

26 es-Sâffât, 11.

27 er-Rahmân, 11.

28 el-Mü’minûn, 14.

29 el-Hacc, 5.

30 el-Muminun 12-14.

31 el-Enbiya, 30; en-Nûr, 45; el-Furkân, 54.