Makale

CAMİ DERSLERİ KAPSAMINDA KUR’AN MEALİ OKUYACAK DİN GÖREVLİLERİNE BAZI NOTLAR

CAMİ DERSLERİ KAPSAMINDA KUR’AN MEALİ OKUYACAK DİN GÖREVLİLERİNE BAZI NOTLAR

Dr. Halil ALTUNTAŞ*

GİRİŞ

Diyanet İşleri Başkanlığı, “Cami Dersleri” adıyla başlatmayı planladığı yeni bir faaliyet kapsamında, Kur’an-ı Kerim Meali’nin okutulması da yer almaktadır. Çok yararlı olacağını düşündüğümüz bu uygulama belki de İslam dünyasında bir il­ki oluşturacaktır. Zira, İslam tarihi boyunca medreselerde verilen eğitimin yanında camilerde oluşturulan ders halkalarının temel konusu Kur’an’dır. Bu tür ilmi faali­yetler hep Kur’an dili olan Arapça üzerinden ve bilimsel düzeyde yürütülüyordu. Bu yeni uygulama ise, halk kitlelerine yönelik olarak ve Kur’an’ın Türkçe tercü­mesi üzerinden yapılacaktır. Kur’an’ın anlaşılabilmesi için orijinal metnin ve ona bağlı ilimlerin esas alınması kaçınılmaz bir zorunluluktur. Fakat geleneksel dini- kültürel hayatımızda geniş halk kitleleri dini bilgileri genellikle, aileden, vaaz kür­sülerinden ve nihayet ilmihal kitaplarından elde edebiliyorlardı. Bu da şartlan için­de normal bir şeydi. Ama, bilgi ve kültür düzeyinin yükselmesi, matbuat imkanla­rının gelişmesi, bilgiyi kaynağından elde etme imkanını doğurdu. Bu bağlamda, bir yandan halk, dini ve kültürel birçok kaynaklarla bire bir buluşurken, bir yandan da bir çok Türkçe Kur’an tercümeleri dolaşıma çıktı. Kur’an tercümeleri en çok talep gören yayınlar arasına girdi. İnsanımız Kur’an’ı “merak" etmeye başladı. Öteden beri Kur’an’ın orijinal metni ibadet amacıyla okunurken, artık “Kur’an’da ne söy­leniyor?” sorusuna bizzat cevap bulmak isteyenler çoğaldı. Şüphesiz bu İslam adı­na, milletimiz adına sevindirici ve yeni bir dönemin başlangıcı diye nitelenebilecek bir gelişmedir. Ancak her gelişme çözülmesi gereken irili ufaklı bir çok problemi de beraberinde getirir. Şu bir gerçek ki, büyük bir heyecan ve arzuyla, inandığı ki­tabı anlamaya, bu amaçla da “meal” okumaya yönelen “okuyucu”, bambaşka bir üslupla, anlamakta zorlandığı pasajlarla karşı karşıya kalmıştır. Bu ise bazen hayal kırıklığına, bazen de tereddütlere sebep olmuştur. Bu durumun temel iki sebebi var­dır: Her şeyden önce, Kur’an çok yüksek bir edebi üslûba sahiptir. Çok özlü bir ki­taptır. Bu durum pek çok eksiği ile de olsa meallere yansır. Dolayısıyla meal oku­yacak kimsenin belli bir Kur’an kültürüne sahip olması gerekir. Oysa, genel bilgi ve kültür düzeyi yükselen halkımız için, dini bilgi ve kültür düzeyi bakımından ay­nı tespitte bulunmak maalesef mümkün değildir. Bu düzey, Kur’anın istediği orta­lama kültür düzeyinin çok altındadır. Problem de buradan kaynaklanmaktadır. Ta­rih boyunca yazılan ve günümüzde de yazılmaya devam eden tefsir kaynakları, hep bu kültür düzeyini yükseltmeye yönelik çalışmalardır.

Durum ne olursa olsun, Kur’an mealleri artık okunan kitaplar arasındadır. Bize düşen, bu alanda oluşan boşluğu bir şekilde telafi etmeye çalışmaktır. Kültür dün­yamızda her gün ortaya konan bir çok kitap bu alanda, kendi çaplarında birer hiz­met görmektedirler.

İşte, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın “Cami Dersleri” kapsamında Kur’an meali okutma girişimi bu alanda verilebilecek hizmetlere bir örnek oluşturmaktadır. Ta­bii ki, bu hizmeti verecek görevlilerin yeterli nitelikleri taşıması son derece önem­li bir konudur. İşte bu sebeple Diyanet İşleri Başkanlığı, önce camilerde meal oku­yacak görevlileri bir hizmet içi eğitimden geçirecektir.

İşte biz bu yazımızda gerek bu görevlilere, gerek diğer meal okuyucularına yar­dımcı olmak amacıyla, meal okurken göz önünde bulundurulması gereken bazı noktalara dikkat çekmeyi amaçlıyoruz.

I- KUR’AN HAKKINDA TEMEL BİR BİLGİNİN KAZANILMASI

Kur’an-ı Kerim meali okumanın verimli ve sağlıklı olması için, okuyucunun ana hatları ile de olsa, Kur’an hakkında bilgi sahibi olması gerekir. Bu sebeple aşa­ğıda, önemli gördüğümüz bazı noktalara değineceğiz.

1. Kur’an/Meal Okumanın Gerekliliği

Kur’an, yaratıcı kudretin insanlığa son mesajıdır. İnsanlık ondan başka, asliye- tini koruyan bir semavi kitaba sahip bulunmuyor. Ondan sonra da başka bir mesa­ja muhatap olmayacaktır. O sebeple her dönemin insanları, bu “en doğruya ileten" kaynağı en iyi şekilde kullanmalı, onun taşıdığı ilkeleri, kendi hayatlarına yansıta­cak verimli çabayı sergilemelidirler.

Devamlı gelişmekte olan bilgi zincirinin ışığı altında, ezeli Allah kelamı olan Kur’an yeniden düşünce merceği altına alınmalı, yeniden yorumlanmalıdır. Ama bu, Kur’an’ı yeni bilgilere uydurmak şeklinde değil, yeni bilgileri onun ışığında de­ğerlendirmek, onun vereceği hızla yeni açılımlara ulaşmak şeklinde olmalıdır. İn­sanların yeni ihtiyaçları ortaya çıkınca Kur’an da yeni anlayışlara kapı açar. îbn Teymiyye şöyle der: “Kur’an’dan bir sûreyi, -hatta Fatiha gibi kısa bir sûreyi- te­fekkür ederken her zaman yeni manalar kendini açığa vurur. Onu okuyan kişi (oku­madan önce) bu manaların farkında bile değildir. Sanki bütün bu manalar yeniden nazil oluyor gibidirler.” (Mecmû’ıı’l-Fetâvâ (37 cilt, Riyad) c. 7, s. 236)1

Kendini hidayet rehberi bir kitap olarak sunan Kur’an2 bu özelliğinin pratiğe yansıması için takip edilecek yolu gene kendisi göstermekte ve üzerinde kafa yo­rulmasının, düşünülmesinin kaçınılmaz olduğunu dile getirmektedir:

“Hâlâ Kur ’an’ ı gereği gibi düşünmeyecekler mi? Yoksa kalpleri kilitli mi? ”3

“Hâlâ Kur ’an ’ı gereği gibi düşünmeyecekler mi? Eğer o, Allah ’tan başkası ta­rafından gelmiş olsaydı, onda bir çok tutarsızlık bulurlardı. ”4

Tabii Kur’an’ın bu yönlendirmesi, onun okunmasını gerekli kılmaktadır:

“Öyleyse, Kur’an’dan kolayınıza geleni okuyun.”5

“Bana, müminlerden olmam ve Kur’an’ı okumam emredildi.”6

“Kur’an’ı tane tane (ağır ağır) oku.”1

Kur’an, üzerinde düşünülüp öğüt alınması için kolaylaştırılmıştır. Allah bu ger­çeği bir sûrede dört kere vurgulamaktadır:

"Andolsun, biz Kur ’an ’ı düşünüp öğüt almak için kolaylaştırmışızdır. Düşünüp öğüt alan yok mu?”%

Kısaca, Kur’an’ın indirilmesindeki temel amaç, onun hayata uygulanmasıdır. Bu da onun iyice okunup anlaşılması ile mümkün olur.

2. Kur’an Tarih! Hakkında Bilgi Sahibi Olmak

Kur’an’ın anlaşılması açısından, Kur’an tarihi hakkında bilgi sahibi olmak çok önemlidir. O sebeple bu konuda çok özet de olsa, bilgi vermek yararlı olacaktır.

Kur’an, Hz. Peygamber’e vahy yolu ile ve Cebrail aracılığı ile Allah tarafından gönderilmiş mesajlar bütünüdür. Allah bütün peygamberlere vahy yoluyla hitap et­miştir.

“Nuh’a ve ondan sonra gelen peygamberlere vahy ettiğimiz gibi, sana da vah- yettik”9 ayeti bu gerçeği vurgulamaktadır.

Vahy; sözlükte, gizlice konuşmak, süratle işaret etmek, vücut organlarıyla işa­ret etmek gibi anlamlar ifade etmektedir. Dînî bir terim olarak ise vahy, Allah teala- nın, emir, yasak ve bildirilerini peygamberlerine iletmesidir.

Hz. Peygamber’e ilk vahy miladi 610 yılında gelmiş ve Kur’an-ı Kerim, ilk vahyden itibaren yaklaşık 23 yıl süren peygamberlik süreci içinde, ayet ayet, sûre sûre, kısım kısım inmek suretiyle tamamlanmıştır. îlk inen ayetler, Alak sûresinin ilk beş ayetidir.

İnen vahyleri Hz. Peygamber vahy katipleri aracılığı ile çeşitli malzeme üzeri­ne yazdırıyor, ayrıca pek çok sahabi de gelen vahyleri ezberliyordu. Zeyd b. Sabit, Übey b. Ka’b, Muaz b. Cebel, Amr b. el-As, önde gelen vahy katiplerindendir.

Vahy katiplerinden başka, bazı sahabiler de, inen ayet ve sûreleri yazarak özel Kur’an nüshaları oluşturmuşlardı.

Hz. Peygamber irtihal ettiği zaman, inen Kur’an ayetleri, tamamen kayda geçi­rilmiş bulunuyordu. Ancak yazılı malzeme, bir kitap haline getirilmiş değildi. Bu­nun temel sebebi, Hz. Peygamberin sağlığında vahyin devam ediyor olmasıydı.

Hz. Ebu Bekir’in halifeliği zamanında vuku bulan Yeıname savaşında, Kur’an’ı ezberlemiş olan yetmiş kadar sahabinin ölmesi üzerine Halife, Zeyd b. Sabit’i ça­ğırarak, Kur’an’ı bir kitap haline getirmesini istedi. Zeyd b. Sabit’in başında bulun­duğu bir heyet, ayetlerin ve sürelerin yazılı bulunduğu malzemeyi bir araya topla­yarak yaklaşık bir yıl süren titiz bir çalışma sonucu Kur’an’ı bir kitap haline getir­di. Ayetlerin sûrelerdeki sıralanışı tevkifidir, yani vahye dayalıdır. Sûrelerin mushaf içindeki tertibinin, sahabilerin içtihadına göre gerçekleştirildiğini söyleyenler oldu­ğu gibi, bunun vahy ile düzenlendiğini söyleyenler de vardır.

Kur’an’ın bu nüshası, vefatına kadar Hz. Ebubekir’in yanında kaldı. Onun ölü­münden sonra Hz. Ömer’e geçti. Hz. Ömer’in ölümü üzerine de mushaf, onun kı­zı ve Hz. Peygamber’in eşi Hz. Hafsa’ya teslim edildi.

Hz. Osman’ın hilafeti zamanında, Ermenistan ve Azerbaycan’ın fethi sırasında Şam ve Irak askerleri arasında, Kur’an’ın okunuş şekli konusunda ihtilaf çıkması, kumandan Huzeyfe’yi endişelendirdi. Huzeyfe endişesini Hz. Osman’a bildirdi. Halife Hz. Hafsa’dan Kur’an’ın asıl nüshasını getirtti. Zeyd b. Sabit başkanlığında bir heyet asıl nüshayı esas alarak Kur’an’ı çoğalttı. Mekke, Basra, Küfe, Dımışk gi­bi İslam coğrafyasının belli başlı merkezlerine bunlardan birer tane gönderdi.

Kur’an vahyedildiği zamanki orijinalliği ile, onbeş asırdır hem sayısız hafızlar­ca ezberlenmek, hem de yazılı nüshalar oluşturmak suretiyle, hiçbir şüpheye mahal bırakmayacak surette, olduğu gibi bize ulaşmıştır. Hiçbir değişikliğe uğramadan günümüze ulaşan tek semavi kitap Kur’an’dır.

İlk Kur’an nüshalarında, nokta ve harekeler bulunmuyordu. Emevi Halifesi Ab- dulmelik b. Mervan zamanında nahiv bilgini Halil b. Ahmed Kur’an kelimelerine nokta şeklinde ilk harekeyi koydu. Bir kelimenin evvelindeki nokta “fetha"yı, al­tındaki nokta “kesre”yi, sonundaki nokta ise “zamme”yi temsil ediyordu. Birbiri­ne benzeyen harfleri ayırd etmek için onları çeşitli şekillerde noktalama işini ise Nasr b. Asım gerçekleştirdi. Bu işi Haşan el-Basri’nin yaptığı da ifade edilmiştir.

3. Tercüme ve Meâl Kavramları

Yukarıda da değindiğimiz gibi, özellikle Arap olmayan müslüman unsurlara, Kur’an muhtevasının yansıtılması genellikle, fıkıh ve ilmihal kitapları yoluyla ger­çekleştirilmiş, toplumu doğrudan doğruya Kur’an’ın muhtevası ile karşı karşıya ge­tirecek tercüme yoluna pek itibar edilmemişti. Bunun başlıca iki sebebi vardı. Bun­lardan biri, tercümenin, Kur’an’a ait manaları ve edebi özellikleri tam olarak yan­sıtmaktan uzak oluşu; diğeri ise Kur’an’ı tercüme ederken hata yapma endişesi idi. Bu endişe, özellikle medrese kurumunun zayıfladığı dönemlerde, tüm ağırlığın “alet ilimleri”nt verilmesine, bizzat Kur’an’la meşgul olacak fırsatın bulunama- masına sebep olmuştur.

Kur’an’ın, taşıdığı bütün anlam inceliklerini ve edebi özellikleri taşıyacak bi­çimde bir tercümenin gerçekleşemeyeceği kabul olunan bir durum ise de, Kur’an’ın pek çok dilde, sayısız tercümeleri yapılmıştır ve bu tercüme faaliyeti sür­mektedir.

Tercüme, sözlükte, “Bir sözü söylendiği dilde açıklamak”, “Bir sözü başka bir dilde açıklamak", “Bir sözii başka bir kimseye ulaştırmak”, “Bir sözü başka dile nakletmek” gibi çeşitli anlamlar ifade eder.

Bir tercüme işleminde takip edilebilecek iki temel usûl vardır:

a) Tefsîrî Tercüme: Lafız ve söz dizimine sadık kalma şartı gözetilmeksizin, asıl metnin taşıdığı manaların bir başka dile aktarılmasıdır. Bu tür tercümeye “ma­nevi tercüme” adı da verilir.

“Meal", bir şeyin varacağı yer ve gaye anlamını ifade eder. İstilahta ise bir sö­zün anlamını her yönü ile değil de, yaklaşık bir biçimde ifade edilmesi demektir. İşte Kur’an tercümeleri için genellikle “meal” tabirinin kullanılması, tercümeler­deki bu eksikliğe dikkat çekme amacına yöneliktir.

b) Lafzî Tercüme: Hem lafızda, hem de söz diziminde aslına benzemesi göze­tilen tercümedir. Bir bakıma bu, her kelimenin başka bir dildeki karşılığını yerine koyma işlemidir. Buna “harfi tercüme” de denir.

Yukarıda getirilen şartlar, asıl metindeki uzak-yakın, aslî-tâlî bütün anlamların, musikinin, insan zevkini etkileme özelliklerinin aktarılması gerektiği anlamını ifa­de eder. Bu özelliklerin beklendiği tercümeye harfî-mislî tercüme denir. Bu tür bir tercümeyi gerçekleştirmenin mümkün olmadığı açıktır. Ancak, asıl metnin taşıdığı anlam ve özelliklerin, mütercimin kudreti ve tercüme dilinin yeterliliği oranında lafzî tercüme usûlü ile aktarılması mümkündür. Bu tür tercümeye lafzî-gayri mis- lî tercüme denir. Kur’an tercümesi denildiğinde akla gelen de bu tür tercümedir.

II- MEAL OKUMADA BAZI ESASLAR

Her hangi bir dili konuşan kimsenin, o dilde yazılmış bütün eserleri aynı düzey­de anlayamayacağı, hatta bir kısmını hemen hemen hiç anlayamayacağı açıktır. Bunda kişinin kültür düzeyinin önemli bir etkisi olduğu gibi, okunacak metnin özel bir ihtisas alanını ilgilendirmesi, metnin taşıdığı üslûp ve edebi özellikler gibi pek çok başka durumlarda etkili olur. Bu sebeple okunan bir metnin anlaşılabilmesi ve o metinden yararlanabilmesi için, okuyucunun; o metnin gerektirdiği asgari bir bil­gi ve kültür düzeyine sahip olması gerekir.

Bu söylediklerimiz, tabii ki Kur’an için de gereklidir. Kur’an dili Arapça’yı ko­nuşanların hepsi Kur’an’ı aynı derecede anlayamaz. Bu, sahabiler döneminde de böyle idi, günümüzde de böyledir. Sahabilerin, Hz. Peygamber’e Kur’an’ın mana­ları ile ilgili pek çok sorular sormuş olmaları, pek çok Arapça tefsirin yazılmış ol­ması bu gerçeğin birer ifadesidir.

Bu durumu tabii karşılamak gerekir. Zira Kur’an hayata müdahil olmak, ona şe­kil ve yön vermek hedefi ile gelmiş bir kitaptır. Bu sebeple özlü, ama yeri geldiğin­de detaylara inen, çeşitli edebi sanatlara baş vuran, yüksek bir üslûp taşımaktadır.

Beşer telifi olan eserlere hiç benzemeyen bir yapıdadır. Bu özellikler tabii ki bir oranda da olsa meallere de yansıyacaktır. Dolayısıyla, Kur’an meali okuyacak kim­senin Kur’an hakkında belli bir genel kültürü olmalı, onun iç yapısını ve temel kav­ramlarını, ana çizgileri ile de olsa bilmelidir. Bu konuda zikredeceğimiz şu iki hu­sus oldukça önemlidir:

1. Kur’an’m Genel Anlatım Metodunu Bilmek

Kur’an üzerinde inceleme ve araştırma yapmak, onu anlamak için onun temel anlatım metodunu kavramak gerekir. Ali Şeriati’ye göre bu metod diyalektik meto­dudur.10 Kur’an’ı bu açıdan mütalaa etmek gerekir. Zira Kur’an, öğretmek istediği tevhid gerçeği ile onun yansımalarını, karşıt kavramlar sistemi ile ortaya koyar. Ku­randaki bu karşıt kavramlar, tevhid-şirk, Adem-İblis, tarihi noktadan Habil-Kabil, İnsanî yönelişin iki cephesini belirler. Bunlara günah-sevap, iyi-kötü, güzel-çirkin, cennet-cehennem, iman-küfür, ihsan-zulüm gibi pek çoğunu eklemek mümkündür. Bütün bu karşıt yaklaşımların olumlu cephelerini “hak" kavramı, olumsuz cephe­lerini ise “batıl” kavramı billurlaştırır. Yine Kur’an’da itikadi konuları, içtimai, kozmoloji, tarih ve insan bilimini tezat ve tekabül mantığı ile izleyerek herbirinin zıddını bulmak mümkündür.

2. Kur’an’ın Muhtevasını Genel Çerçevesi ile Bilmek

Kur’an’ı, ana çizgileri ile de olsa muhtevasını bilerek, hangi temel konulara vurgu yaptığını akılda tutarak okumak, hem okunanın kolay ve doğru anlaşılması­na, hem de kalıcı olmasına yardımcı olur.

Kur’an’ın hangi konulara daha çok, hangi konulara daha az yer verdiğini belir­leyerek Kur’an’m genel eğilimini bulmak mümkündür. Aşağıdaki sınıflandırma bu konuda bir fikir verebilir.

1. İtikadi, felsefi, fikri konular 27 sûre

2. Tabii bilimler 24 sûre

3. İnsani konular 22 sûre

4. Siyasi konular 21 sûre

5. Sosyal konular 19 sûre

6. Ahlaki konular 13 sûre

7. Tarihi konular 9 sûre

8. Rumuzlu konular 4 sûre

9. İbadet ve ahkam 4 sûre

10. İktisat 2 sûre11

Yukarıdaki sınıflandırma, Kur’an’ın, insan hayatını bütünüyle kavrayan, hayatın

her alanında söyleyecek şeyleri bulunan bir kitap olduğunu açıkça göstermektedir.

3. Kur’an’ın Mürettep Bir Kitap Olmadığını Dikkate Almak

Kur’an, olaylara, ihtiyaçlara göre veya bazı sorulara cevap olmak üzere ayet ayet, sûre sûre, kısım kısım inmiştir. Bu sebeple, bir konu ile ilgili ayetler ayrı ay­rı yerlerde bulunabilmekte, bazen de bir olay farklı yerlerde tekrar edilebilmekte­dir. Yine belli konularda gelen hükümler, belli merhalelerden geçmiştir. Her bir merhaleyi ilgilendiren ayet ayrı ayrı yerlerde bulunabilmektedir. Belli hükümlerin böyle zamana yayılarak sonuçlandırılmasına, “Kur’an’ın tedriciliği” adı verilmek­tedir. İçkinin yasaklanması ile ilgili olarak Kur’an’ın takip ettiği süreç buna güzel bir örnektir. Bu sürecin ilk merhalesini Nahl sûresinin 67. ayeti oluşturur:

“Hurma ve üzüm gibi meyvelerden hem içki, hem de güzel gıdalar edinirsiniz”

Bu ayet Mekke’de inmiştir. O zaman içki henüz haram kılınmamıştı. Fakat iç­kinin, güzel gıdalardan ayrı zikredilmesi, daha o zaman hoş bir şey sayılmadığına ve ileride bir takım kısıtlayıcı hükümlerin geleceğine işarettir.

İkinci merhalede inen, Bakara sûresinin 219. ayeti açıkça, içki ile “günah" ara­sında bir bağ kurmaktadır:

“Sana şarap ve kumar hakkında soru soruyorlar. De ki her ikisinde de bir gü­nah ve insanlar için bir takım faydalar vardır. Ancak her ikisinin de günahı, fayda­sından büyüktür..."

Nisa sûresinin 43. ayetinde sınırlı da olsa, içki ile ilgili ilk yasak getirilmiştir.

“Ey iman edenler! Siz, sarhoş iken ne dediğinizi bilinceye kadar namaza yak­laşmayın...”

Nihayet, Maide sûresinin 90 ve 91. ayetleri kesin olarak içkiyi yasaklamıştır:

“Ey iman edenler! Şarap, kumar, dikili taşlar (putlar) fal ve şans okları şeytan işi pisliktir. Bunlardan uzak durun ki kurtuluşa eresiniz. Şeytan içki ve kumar yo­luyla ancak aranıza düşmanlık ve kin sokmak; sizi Allah’ı anmaktan ve namazdan alıkoymak ister, Artık (bunlardan) vazgeçtiniz değil mi?”

Farklı zamanlarda inen ayrı sûrelerde yer alan bu ayetlerin takip ettiği tedrici yasaklama dikkate alınmadan, mesela sadece ilk ayete bakan kimse, içki içmekte bir sakınca olmadığı zannına kapılabilir. Şu halde Kur’an’da belli konularla ilgili ayetlerin birbiri ile bağlantılı olarak değerlendirilmesi büyük bir önem arzeder.

4. Ahkam Ayetlerinin Mealleri Okunurken İlgili Nüzûl Sebepleri de Dikkate Alınmalıdır

Yukarıda değindiğimiz gibi Kur’an ayetlerinin bir kısmı belli bir sebebe dayan­maksızın doğrudan inmiş, bir kısmı da, sahabi tarafından yöneltilen bazı sorular, ya da meydana gelen bazı olaylar üzerine inmiştir. İşte, ayetlerin inmesine sebep olan böyle soru ya da olaylara tefsir usûlü ilminde “nüzûl sebepleri" denilmektedir.

Nüzûl sebepleri, vahyin indiği şartların, ortamın ve ilgili olduğu olayların belir­lenmesine yardımcı oldukları için, ayetlerin doğru olarak anlaşılmasında önemli bir rol oynarlar.

Ayetlerin nüzûl sebeplerinin bilinmemesi, zaman zaman sahabilerin ayeti yan­lış anlamalarına sebep oluyordu. Aşağıda buna örnekler sunuyoruz:

Örnek 1:

“Ettiklerine sevinen ve yapmadıkları şeylerle övülmeyi seven kimselerin, azap­tan kurtulacaklarını sanma, onlar için elem dolu bir azap vardır.”12

Mervan b. Hakem bu ayetin müminlere yönelik bir tehdit olduğunu sanıyordu. Hizmetçisine şöyle dedi:

-Git, İbnu Abbas’a şöyle de: “Eğer, kendisine verilen bir şeye sevinen ve yap­madığı ile övünen herkes azap görecekse, biz hepimiz toptan azap göreceğiz de­mektir! ”

İbnu Abbas şöyle cevap vermiş:

-Bu ayetin hükmüyle sizin ne ilginiz var? (İşin aslı şudur:) Hz. Peygamber ya- hudileri çağırdı ve onlara bir şey sordu. Onlar da doğru cevabı Resulüllahtan sak­ladılar ve ona (gerçek olmayan) başka bir şey söylediler. Üstelik, bu söylediklerin­den dolayı ondan övgü bekleyen bir tavır sergilediler. Ayrıca asıl cevabı sakladık­ları için de sevinç duydular.

İbni Abbas bu açıklamadan sonra söz konusu ayetten bir önceki ayeti okudu:

“Hani Allah, kendilerine kitap verilenlerden, onu mutlaka insanlara açıklaya­caksınız, onu gizlemeyeceksiniz, diye söz almıştı. Onlar ise bunu kulak ardı ettiler, onu az bir dünyalığa değiştiler:”13

Örnek 2:

Rivayet edildiğine göre, Osman b. Maz’ûn ve Amr b. Ma’dîkerib, “İman edip salih ameller işleyenleri; Allah’a karşı gelmekten sakındıkları, iman ettikleri ve sa­hih ameller işledikleri, sonra Allah ’a karşı gelmekten sakındıkları ve iman ettikle­ri, sonra yine Allah’a karşı gelmekten sakındıkları ve iyilik ettikleri takdirde (daha önce) içtikleri içkiden dolayı bir günah yoktur. Allah iyilik edenleri sever”,14 aye­tine dayanarak şarabın helal olduğunu iddia ediyorlarmış. Nüzûl sebebini bilmedik­leri için ayeti yanlış anlıyorlardı.

Halbuki; Haşan el-Basrî ve diğerlerinin açıklamalarına göre bazı sahabiler, şa­rabı yasaklayan ayet inince, "Şarap daha midelerinde iken ölen kardeşlerimizin ha­li ne olacak? Zira Allah şarabın pislik olduğunu haber verdi’’, diye endişeye düş­meleri üzerine yukarıdaki ayet inmiştir.15

Görüldüğü üzere nüzûl sebebi bize, ayette; şarabın yasaklanmasından önce şa­rap içenlerin söz konusu edildiğini anlatmaktadır.

Örnek 3:

“Doğu da Allah ’indir, Batı ’da. Nereye dönerseniz Allah ’in yüzü (zatı) oradadır. Şüphesiz Allah(ın rahmeti ve nimeti) geniştir. O her şeyi hakkıyla bilendir.”16

Karanlık bir gecede namaz kılan bazı sahabiler, kıble yönünü bilemedikleri için namazda her biri bir yere yönelmişti.17 İşte ayet, kıble yönü bilinmediği için farklı yönlere doğru kılınan namazların geçerli olduğunu ifade etmiş oluyor. Eğer nüzûl sebebi bilinmeseydi bu ayet, namazda Mescid-i Haram’a (Kâbe’ye) yönelmeyi emreden, “Öyle ise yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir/”18 ayeti karşısında te­reddüde sebep olacaktı.

5. Bir Tek Meale Bağlı Kalınmamalıdır

Meal okurken, güvenilir bir meal esas alınmakla birlikte, bir tek meale de bağ­lı kalınmamalıdır. Başka meallerden, hatta tefsirlerden de yararlanmalı, gerekli kar­şılaştırmalar yapılmalıdır. Bu tür karşılaştırmalar, “meal” kavramının ifade ettiği anlamın ortaya çıkmasına yardımcı olacaktır. Ayrıca, aynı ayete ait farklı tercüme­lerin hangi gerekçe ya da gerekçelere dayandığının araştırılması, okuyucunun ken­disini yetiştirmesine zemin hazırlar. Bu, özellikle, Arapça altyapısı olanlar için ge­çerli bir düşüncedir. Vereceğimiz örnekler, farklı kaynaklara başvurmanın gerekli­liğini açıkça ortaya koymaktadır.

Aşağıda zikredeceğimiz iki ayete ait tercümelere bakalım:

Hac sûresi, ayet, 36:

“Artık, sıralar halinde onların üzerine Allah’ın adını anın. ” (Bahaeddin Sağlam)

“O halde onlar bir dizi halinde (ayakta) boğazlanırken üzerlerine Allah’ın adı­nı anın.” (Celal Yıldırım)

“Onlar ön ayaklarını sıralar halinde yere basmış durumda iken üzerlerine Al­lah’ın adını anın.” (Süleyman Ateş)

“Öyle ise onlar bir dizi halinde (veya saf futmuşçasına ayakta durup) boğazla­nırken Allah’ın adını anın." (Ali Bulaç)

“Onlar ayakları üzerine sıralanmış halde dururken üzerlerine Allah’ın adını anın." (Yaşar Nuri Öztürk)

İsra Sûresi, ayet, 29:

“Elini bağlayıp boynuna asma. Ama onu büsbütün de açma. Sonra kınanır, hay­ret içinde bir köşede büzülür kalırsın.” (Yaşar Nuri Öztürk)

“Elini boynuna bağlanmış olarak kılma, büsbütün de açık tutma. Sonra kınanır, hasret (pişmanlık) içinde kalırsın.” (Ali Bulaç)

“Elini boynuna bağlı olarak asma. Bütün bütün de açma. O zaman kınanmış ve perişan olarak kalırsın." (Ziya Kazıcı - Necip Taylan)19

Yukarıda görüldüğü üzere, her iki grupta sunulan örnekler kapalıdır. Ayetlerden ne kastedildiğini net olarak ortaya koyamamaktadırlar. Bu durum birinci ayetin ar­ka planının, ikinci ayette ise bir mecazın dikkate alınmamasından kaynaklanmak­tadır.

İlk grupta çeşitli tercümeleri yer alan Hacc sûresi, 36. ayetinin doğru tercümesi şöyledir:

“... Binaenaleyh ön ayaklarından biri bağlı olarak, bir düziye üzerlerine Al­lah’ın ismini anın!" (Elmalılı Hamdi Yazır)

“Elmalılı Hamdi Yazır’ın bu manayı vermesinin önemli bir sebebi vardır. Çün­kü koyun ve keçi gibi hayvanlar ayakları bağlı halde yatırılarak boğazlanırken (zebh) bunun aksine, develer ayakta iken ve fakat ön ayaklarından biri bağlı ola­rak kesilir (=nahr). Develerin (hareket etmemeleri maksadıyla) bu şekilde kesilme­lerinin, ayette ‘savaffe’kelimesiyle tasvir edilmiş olmasının nedeni işte budur. (Za- mahşerî)”20

İkinci grupta İsra sûresinin, 29. ayeti için sunulan tercüme örneklerinin netlik kazanabilmesi için, ayette geçen “elin boyuna bağlaması” ifadesinin “cimrilik”, “elin açık olması”nın da “savurganlık" anlamına kullanılmış mecazi bir ifade ol­dukları dikkate alınmalı ve bu yönde bir açıklama yapılmalı idi.

Bazen birden fazla meale başvurmak da konunun netleşmesi için yeterli olma­yabilir. Bu durumda okuyucu, Türkçe tefsirlerden yararlanabilir. Türkçe tefsir de­nince, genelde ilk önce Elmalılı Tefsiri (Hak Dini Kur’an Dili) akla gelmekte ise de, meal okuma düzeyindekiler için bu tefsirin everişli bir başvuru kaynağı olma­dığı kanaatindeyiz. Zira söz konusu tefsir, fikri-felsefı yönü ağırlıklı olan bir tefsir­dir. Belli bir Kur’an kültürüne sahip olmayanların, konuların içinde boğulup kal­maları söz konusudur. Bazı ayetlerin ise yalnız tercümesi ile yetinildiğini hatırlata­lım. Bu konuda Mehmet Vehbi Efendi’nin Hülâsatü’l-Beyan Fi Tefsiri’l-Kur’an ad­lı eseri, tefsiri tercüme örneği olarak yararlanılabilecek bir eserdir.

6. Meal Okumada Süreklilik

Yapılan bir işte nihâî başarının sağlanması sürekliliğin sağlanmasına bağlıdır. Bu noktada Hz. Peygamber’in “Allah katında amellerin en sevimlisi, az da olsa, devamlı olandır”21 şeklindeki uyarısı unutulmamalıdır. Sürekliliği sağlayacak en önemli etken, yapılacak işin gerekli olduğuna inanmaktır. Önem atfedilmeyen bir işte süreklilik sağlamak mümkün değildir.

Kur’an meali ile sürekli olarak birlikte olmayı sağlayacak yollan bulmaya ça­lışmalıdır. Arabasında, müzik kaseti yerine meal kaseti dinleyen bir zatın, sırf bu yolla elde ettiği Kur’an bilgisi oldukça dikkatimizi çekmişti.

III- KUR’ANLA İLGİLİ GÜNCEL KONULARIN BİLİNMESİ

İslam tarihi boyunca, Kur’an daima bilim dünyasının merkezi konumunda ol­muştur. Kur’an etrafında şekillenen görüşler ve münakaşalar, ortaya çıktıkları de­virlere damgasını vurmuştur. Halku’l-Kur’an (Kur’an’ın mahluk olup olmadığı) meselesi ile İcazu’l-Kur’an (Kur’an’ın mucizeliği) konusu kapsamında ortaya çı­kan “sarf e”22 meselesi bu alanda ilk akla gelen örneklerdir. Günümüzde de Kur’an etrafında geliştirilen birtakım görüş ve iddialar vardır ki, meal okuyucusu bir din görevlisinin, ana hatlarıyla da olsa bunlardan haberdar olması gerekmektedir. Aşa­ğıda bu görüş ve iddialardan belli başlılarına kısaca değineceğiz.

1. Türkçe İbadet Meselesi.

“İbadetin Türkçeleştirilmesi", bazı çevrelerce öteden beri zaman zaman günde­me getirilen bir konudur. Burada, kasdedilen şey, namazda Kur’an’ın aslî lafızları ile değil de Türkçe çevirileri ile okunmasıdır. Bu iddia ve istekler gündeme getiri­lirken, Kur’an’ın ne olduğu; İslam’ın konu ile ilgili tutumunun hangi yönde oldu­ğu görmezlikten gelinir. Arapça bilmeyen insanların namazda “ne söylediklerini" bilmeleri gerektiği temel bir sebep olarak öne sürülür. Münakaşalar yapılır, yazılar, kitaplar yazılır, konu bir müddet sonra gündemden kalkar.23

Konu üzerinde Cumhuriyetin ilk yıllarında seslendirilen isteklere karşı Ahmed Hamdi Akseki “Namaz ve Kur’an” adlı basılmamış çalışması ile cevap vermiştir. Türkçe İbadet talebi ilk defa Besim Atalay tarafından “Türk Dili İle İbadet” adı al­tında kitaplaştırmıştır. Nihayet Cemal Kutay, yine, “Türk Dili ile İbadet” adlı kita­bı ile konuyu yeniden gündeme taşıdı.

Tercüme ile ibadet meselesi esas itibari ile, İslam ilim tarihi boyunca münaka­şa edilmiş, Hanefi mezhebi dışında hiçbir mezhebin “olur "unu alamamıştır.

Ebû Hanife, Kur’an tercümesinin namazda okunabileceği görüşüne sahiptir.

Hanefi mezhebinin iki büyük İmamı Ebu Yusuf ve İmam Muhammed, namaz­da tercüme ile kıraatin cevazını asıl metni okumaktan aciz olma şartına bağlamış­lardı. Ebu Hanife’nin sonradan görüş değiştirerek Ebu Yusuf ve İmam Muham- med’in görüşünü benimsediği tezi ön palana çıkarılmıştır.

Doğrusu şu ki, Kur’an Arapça lafzı ile Kur’an’dır. Tercüme, Kur’an değildir. Namazda Kur’an okumak farzdır. Öyle ise “namazda kıraat" meselesinde Hanefi mezhebi dışındaki mezheplerin görüşüne itibar etmek gerekir.24 Özellikle “me- al"in neyi ifade ettiği anlaşıldıktan sonra bu düşüncenin haklılığı iyice ortaya çıkar.

2. “Ezmânın Teğayyürü İle Ahkamın Teğayyürü” Meselesi

Bilindiği üzere İslam Hukuk Metodolojisinin ittifakla kabul ettiği prensibe gö­re “Mevrid-i nasda içtihada mesağyoktur."25 Yani, hakkında Kur’an ya da sünne­te dayalı kesin hüküm bulunan konularda ictihad yapılmaz, bu hüküm değiştirilme­ye yeltenilemez. Bu tür hükümler İslam’ın temel çatısını oluşturur. Bu konuda, hükmün itikat, ibadet veya muamelat alanları ile ilgili olması sonucu değiştirmez. Ancak hakkında nas bulunmayan muamelata dair konularda ictihad etmek, değişen zaman şartlarına göre, temel islami sisteme aykırı olmamak kaydıyla ehil kimsele­rin farklı görüşler belirtmesi mümkündür. Hatta bu çoğu kere zorunlu hale gelebi­lir. İşte bu gerçek İslam hukuku metodolojisindeki “Ezmânın teğayyürü ile ahka­mın teğayyürü inkar olunamaz"26 genel kuralının şekillenmesini sağlamıştır. Nas- sın bulunduğu yerde içtihadın sözkonusu olmadığı hükmü ortada iken, bu durum görmezlikten gelinerek, “Zaman değişmiştir. O halde dini hükümler de değişmeli­dir. Zaten ‘Ezamanın teğayyürü ile ahkamın teğayyürü’prensibi dinde vardır” gibi sığ iddialar ortaya atılmaktadır. Bu tür iddia sahiplerinin, İslam’ın bünyesinden kaynaklanan iki prensipten birini görmeyip diğerini ön plana çıkarmalarının iyi ni­yetle bağdaşmayacağı açıktır. Konuya biraz eğilen kimse, içine düşülen çelişkiyi hemen görebildiği için bu yol pek başarılı olamamaktadır. Onun için başka yollar aranmış ve bulunmuştur. Buna aşağıda değineceğiz:

3. Kur’an’ın Tarihselliği İddiası

Kökeni itibarı ile bazı Batılı müsteşriklerin malı olan, “Kur’an’ın tarihselliği” iddiası Kur’an’daki ahkam ayetlerinin, nazil oldukları dönem ve şartlarla kayıtlı ol­duğu, daha sonraki dönemler için bağlayıcılıklarının bulunmadığı varsayımına da­yanmaktadır.

Yukarıda değindiğimiz "Zamanın değişmesi ile ahkamın da değişeceği" gerek­çesiyle başvurulan saptırma girişiminin başarı şansı az olduğu, ya da başarının uzun vadeye bağlı olduğu bir gerçektir. Bu noktada daha kısa bir yol olarak, bu iddianın ortaya atılmış olduğunun söylemek mümkündür.

Bilindiği üzere Kur’an’daki hüküm ayetlerinin sayısı 317’dir.27 Bunlar bazı is­tisnalar dışında detay vermezler. Birer temel prensip niteliği taşırlar.

Kur’an, itikada, ibadete, ahlaka ve muamelata (bireyler arası ilişkilere) dair hü­kümleriyle, hayatı bütün olarak kuşatan bir metindir. Bu kuşatma, sınırlayıp bağla­ma tarzında değil, genel hatları belirleme, ana yönü ve hedefi gösterme tarzındaki bir kuşatmadır. Bu genel belirleme ve yönlendirmeler dışında kalan hareket alanla­rını Kur’an ve sünnet çizgisinde doldurma, düzenlemeler yapma işi akla, yani insa­na, müslümanlara ait bir görevdir. Çizdiği dairenin merkezinde vahyin bulunduğu akıl, bu daire çapını; yer, zaman ve ihtiyaçlara göre genişletmek yetkisindedir. Va- hiy-akıl ilişkisindeki bu temel ölçü korunduğu sürece, bu iki temel unsurdan biri­nin diğerini bastırması söz konusu olamaz. Tarih boyunca, bu dengenin bozulduğu­nu gösteren olumsuz örnekler, ne vahyin ne de aklın hatasıdır. Yanlışlığın temelin­de insan unsurunun zaafları yatmaktadır. Bu sebeple geçmişte ve günümüzde yaşa­nan kötü örnekleri gerekçe göstererek Kur’an’ın ahkamını tarihin belli bir süreci­ne, hatta belli bir coğrafyaya "hapsetmek”, Kur’an’ın nihai amacı ile bağdaşmaz.

Temelde seküler anlayışın beslediği “Kur’an’ın tarihselliği” iddiasını, Türki­ye’de seslendirmeye çalışıldığı şekliyle şöyle özetlemek mümkündür:

Kur’an’ın insanlara her şeyi verme niteliği yoktur. Kur’an sadece tarihin belli kesimindeki problemleri çözmüştür. Kur’an’ın temel amacı ahlakiliği ortaya koy­maktır. “Kur’an insan aklına hizmet etmek için gelmiştir. Müslümanlar bir hata ya­parak Kur’an’ı aklın yerine koydular. Kur’an mesele çözmez. Çözümlerini Kur’an’da aradığımız sorunlar çözülmedi. Faturayı Allah’a çıkardık. Sorunların çözümünü bizzat akıldan beklemeli. Din bireyle Allah arasındaki ilişkiyi düzenler. Toplumsal sorunlarla ilgilenmez. ”28

Kur’an’ın insanlara her şeyi verme niteliği olmadığı görüşü eğer, “Kur’an ha­yatın tümüne yönelik genel prensipler koyar”, anlamında kullanılıyor olsaydı bu ni­teleme doğru olurdu. Ama kastedilen bu değildir. Kastedilen, Kur’an’ın kapsam alanının insan hayatının bütünü değil, sadece bir yönü olduğudur. Halbuki “Kur’an’ın akla yardım etmesi”, onun hayatın topluma bakan kesiminden soyutla­makla değil, aksine onun getirdiği “plan"m doğru algılanıp doğru uygulanması ile gerçekleşir. Kur’an temel amacı olan ahlakiliği, olaylara müdahale etmeden nasıl gerçekleştirecektir? Ahlak, toplumda sergilenen temel davranışların hülasasıdır. Dolayısıyla bir toplumun ahlakı, o toplumun davranışlarına yön veren etkenin bo­yasını taşır. Kur’an’ın hükümlerini “tarihsel” sayarak Kur’an ahlakını sağlamak mümkün olmaz.

"Kur’an’ın insan aklına hizmeti” nasıl olacaktır? Tabi ki aklın önüne geniş yol­lar açarak, ama onu asla başıboş bırakmayarak. Kur’an tabii ki mesele çözmez. Me­seleyi çözecek olan akıldır. Ama çözüm, Kur’an’ın getirdiği "formüller ”e göre ola­caktır. İçinden formülleri çıkarıp attığımız bir cebir kitabı, acaba gerçekte “cebir kitabı" mıdır?

Problemlerin çözülemeyişi, çözümün Kur’an’da aranmış olmasından değildir. Şu sorulara nasıl cevap verilecektir?

Acaba gerçekten çözümleri Kur’an’da mı aradık? Aradıysak, nasıl aradık? Ne­den çözüme ulaşmadık? Ya da, çözümler neden sürekli olmadı? Problem, acaba kaynağın yanlış seçilmesi mi, yoksa iyi değerlendirilmemesi midir?

Kanaatimizce asıl problem, Batı kültürünce aşağılık duygusuna itilen irfanımı­zın, cevaplama gücünü kendinde bulamadığı bu soruları yok sayması problemidir? Yenilen kültürlerin çocukları hep aynı davranışı sergiler. Meseleyi Hz. Ali’ye izafe edilen bir söz ışığında ifadeye koyarak diyebiliriz ki, bâtılı bağrında barındıran, “hak” görüntüsündeki sloganlara sığınmak; bu ruh halinin temel karakteridir.

Ezik irfanın dine yönelik yansımalarından biri de bizzat din üzerinde sergilenen “mühendislik” denemeleridir. Sunulan “proje”ye. göre, din Allah ile kul arasında­ki ilişkileri düzenleyen bir olgudur, bir vicdan işidir. Yine aynı projeye göre “Kur’an’ın hitabı, bizim de içinde yaşadığımız çağla hemen hiçbir konuda örtüş- memekteydi. Kur’an ne çağdaş kavramlarla konuşmakta, ne de çağdaş sorunları ele almaktaydı. Dolayısıyla dış dünyada onun hitabının birer karşılığı yoktur."29

Bu konuda Mevdûdî diyor ki:

“Kur ’an ’in, belli bir zamanda yaşamış insanlara hitap etmesi ve bu insanların çevresindeki varlıkları, Allah’ın birliğine delalet eden birer delil olarak ele alma­sı; onun çağrısının belli bir zamana has olduğuna, seslenişinin sadece bir kıtaya yönelik olduğuna hükmetmek için yeterli olmaz. Kur ’an’ın, şirk inancını reddetmek amacıyla getirdiği argümanın, Arapların şirkine olduğu gibi, yeryüzündeki her tür­lü şirke de uygun düştüğünü, iddia sahibinin görmesi gerekir. İşte bundan sonra, her çağdaki ve her yerdeki müşriklerin inançlarını tanımlama konusunda Kur’an’m getirdiği aynı delillere başvurmamız uygun olmaz mı? Kur’an’ın, Al­lah ’ın birliğini ispat için kullandığı üslubu, basit değişikliklerle her zaman ve her yerde biz de kullanamaz mıyız?”

“Eğer bu sorulara verilecek cevap “evet” ise, o takdirde; Kur’an’ın belli za­manda ve belli bir yerde yaşamış olan bir topluma inmiş oluşuna dayanarak, onun evrensel ve ebedi çağrısının belli bir zamana ve belli bir yere has bir çağrı olduğu iddiasını haklı çıkaracak bir gerekçe yok demektir. ”30

4. Kur’an’a Yöneltilen Belli Başlı İtirazların ve Bunlara Verilen Cevapların Bilinmesi

Daha nazil olduğu süreç içinde, müşrik Arapların ileri sürdükleri “Kur’an şiir­dir”, “Muhammed onu başkasından yazıp alıyor”, “O bir sihirdir”, gibi ön yargılı iddialar, Kur’an’ın edebi üstünlüğü önünde yerini imana; onun Allah kelamı, Hz. Muhammed’in de Allah Resulü olduğunu kabule bıraktı. Bu sonucun alınmasında, Kur’an’ın edebi üstünlüğü, Hz. Peygamber’in tebliğdeki başarısı kadar, Kur’an’ın ilk muhatapları olan Arapların, edebi zevkleri sayesinde, kendi dilleri ile gelen bu ki­taba has özellikleri kısa süre içinde fark etmiş olmalarının da rolü vardır.

Şüphesiz Hz. Peygamber’in davasının zafere ulaşması, Kur’an’a yöneltilen ya da yöneltilebilecek itirazların sonunu getirmiş değildir. Öteden beri onu hak bir ki­tap olarak kabul etmeyenler arasında çeşitli düzey ve dozda, hem genel planda hem de bazı özel konularda itirazlarını sürdüregelmişlerdir.

İşte, Kur’an’la ilgilenecek, Kur’an meali okuyacak bir kimsenin gerek bir bü­tün olarak, gerek belli düzeyde Kur’an’a yapılan itirazları ve bu konuda yazılıp çizilenleri bilmesi gerçekten önemlidir. Bu tür itirazlar ön yargıya dayalı olmalarına rağmen genelde konu hakkında yeterli bilgi sahibi olmayanlara ilk bakışta haklı ve doğru gelebilecek bir form ve mantık yapısı ile sunulmaktadır. Özellikle başlaya­cak olan "Cami Dersleri" faaliyetinden sonra Kur’an’ın gündemi daha çok işgal edeceği, buna bağlı olarak, Kur’an etrafında iyi niyetli ya da inkar kaynaklı sorula­rın yoğunluk kazanacağı düşünülebilir. Bu sebeple, özellikle meal okumakla görev­li bulunacakların hazırlıklı olmalan önemlidir.

Kur’an’a yönelik itirazlar genelde iki temel grupta toplanabilir. Birinci grupta, başta kadın, miras paylaşımı ve hadlerle ilgili hükümler olmak üzere Kur’an’ın ge­tirdiği ahkama ve değer ölçülerine yönelik itirazlar yer alır. İkinci grupta ise bizzat Kur’an metnini hedef alan ve özellikle, Kur’an’da sözde bir takım çelişkilerin bu­lunduğunu öne süren ön yargılı ve bilgisizce iddialar yer alır.

Söz konusu itirazların en sistemli ve ısrarlı olanları Batılı müşteşriklerce ortaya konmuş ve İslam bilginlerince bunlara reddiyeler yazılmıştır. Bu cümleden olarak İtalyan müsteşriki Caeteani (Kaytâni), nin yazdığı İslam Tarihi adlı, İslam ve Kur’an’a itiraz ve iftiralarla dolu kitabı ve Merhum M. Asım Köksal’ın buna yaz­dığı reddiyeyi31 hatırlatmak gerekir.

Ayrıca çeşitli platformlarda gündeme gelen itirazlara topluca cevap vermek üze­re, İsmail Fenni Ertuğrul’un hazırlamış olduğu Hakikat Nurları32 adlı eser de de­ğerli bir çalışmadır.

Dr. Süleyman Ateş’e ait “İslam’a itirazlar ve Kur’an-ı Kerimden Cevaplar”33 adlı eser de aynı paraleldeki dikkate değer diğer bir çalışmadır.

Son yıllarda kaleme alınan İlhan Arsel’e ait “Şeriat ve Kadın”34, Turan Dur- sun’a ait “Din Bu ”35 adlı kitaplar piyasada bulunmaktadır.

Bu kitaplardan ilkine Dr. Ekrem Keleş, tarafından, “Şeriat ve Kadın- Bir Eleş­tiri" adıyla ciddi bir eleştiri hazırlanmıştır.

Son kitaba yönelik olarak ise, Prof. Dr. Süleyman Ateş’in “Gerçek Din Bu”36 adıyla yayınladığı ciddi ve yararlı eseri anmak gerekir.

*Din İşleri Yüksek Kurulu Uzmanı.

1 Bkz. Fazlıır Rahman, Ana Konularıyla Kur’an (Tere. Alpaslan Açıkgençe, 2. Baskı, Fecr Yayınları, Ank.), s. 8 (Önsöz).

2 el-Bakara, 1-2.

3 Muhammed, 24.

4 en-Nisa, 82.

5 el-Muzzemmil, 20.

6 en-Neml, 92.

7 el-Furkan, 32, Müzzemmil, 4.

8 el-Kamer, 17, 22, 32, 40.

9 en-Nisa,163.

10 Bkz. Ali Şeriati, Kur’aıı’a Bakış (Çev Ali Seyidoğlu, 3. Baskı, Fecr Yayınevi, Ankara, 1992), s.27.

11 Tasnif, Ali Şeriati, a.g.e., s. 112’den alınmıştır.

12 Âlu Imran, 188.

13 el-Buhari, es-Sahih, Tefsir, 16.

14 el-Maide, 93.

15 Bkz. et-Taberî, İbnu Cerîr, Camin’l-Beyân (Tahkîk: Mahmud Muhammed Şakir-Ahmed Muhammed Şakır), Daru’l-Maârif, Mısır, Tarihsiz, X, 576-582.

16 el-Bakara, 115.

17 Bkz. et-Taberi, a.g.e., II, 531. Aynı ayetle ilgili olarak zikredilen diğer nuzûl sebepleri için bkz. et-Ta- beri.a.g.e., 11,526-536.

18 el-Bakara, 144.

19 Örnekler, Dücane Cıindioğlu, Kur ’an Çevirilerinin Dünyası (Kitabevi, İstanbul, 1999), s. 88’den alın­mıştır.

20 Dücane Cıindioğlu, a.g.e., s. 90.

21 el-Buhari, es-Sahih, iman, 32; Rikâk, 18.

22 “Sarfe”, “Sarf’; sözlükte çevirmek, uzaklaştırmak demektir. Mûtezile mezhebine mensup bazı kimse­ler, müşriklerin, aslında Kur’an’ın benzerini getirme gücüne sahip olduklarını, ama Allah’ın, onların bunu yapmalarına engel olduğunu iddia ediyorlardı. Bu gorıişte olanlar “Ehlü’s-Sarfe” diye anılırlar. İslam bilginlerinin çoğunlu ise hiçbir beşerin Kur’an’ın bir benzerini getirmeye asla gucu yetmeyece­ği görüşündedirler. Doğru olan da budur.

23 Halil Altuntaş, “Türkçe ibadet Üzerine”, Diyanet İlmi Dergi, Cilt: 34, Sayı: 1 (Ocak-Şubat-Mart 1998), s. 51.

24 Konunun teferruatlı münakaşası için bkz. Halil Altuntaş.A’iirV/n’m Tercümesi ve Tercüme de Namaz Meselesi, Tıirkıye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara, 1998.

25 Mecelle, Kavâıd-i Külliye, Mad., 14.

26 Mecelle, Kavâid-i Külliye, Mad., 39.

27 Bu, Abdulvahhâb Hallâf’ın belirlediği rakamdır (Ilm-i Usu’lı’l-Fıkh, Kahire, tarihsiz, s. 32-33). Ah­kam ayetlerinin sayısını 500’e, hatta 600’e çıkaranlar da vardır.

28 Diyanet İşleri Başkanlığı Din işleri Yüksek Kurulu, TV Yayınlarını izleme Komitesinin 13.04.2000 tarih ve ¡9 Nolu Raporundan.

29 Ömer Özsoy, Müslümanların “Yenilenme” Sorunları ve Kur’an, (Değişimde İslam - Kutlu Doğum-7, Kutlu Doğum Haftası, 1996, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara, 1997) içinde s. 9.

30 Ebu’l-A’lâ el-Mevdûdî, Mebâdi’ Esasıyye Li Fehmi’l-Kur’an (ed-Darü’l-Kiıveytiyye, Kuveyt, 1968/1388), s. 57-58.

31 M.Asım Koksal, İsnad ve iftiralara Reddiye, Balkancıoğlu Kitabevi Yayınları, Ankara, 1961.

32 İsmail Fenni Ertuğrul, Hakikat Nurları, Sebil Yayınları, İstanbul, 1979.

33 Süleyman Ateş, Gerçek Din Bu, 1-2, Yeni Ufuklar Neşriyat, 8. Baskı, İst. Tarihsiz.

34 İlhan Arsel, Şeriat ve Kaduı, 14. Baskı, Dilek Ofset, 1994.

35 Turan Dursun, Din Bu, 1-4, Kaynak Yayınları, İst, 1996.

36 Süleyman Ateş, Gerçek Din Bu, I-II, Yeni Ufuklar Neşriyat, 6. Baskı, İstanbul, Tarihsiz.