Makale

KUR’ÂN KENDİSİNİ NASIL TANITIR?

KUR’ÂN KENDİSİNİ NASIL TANITIR?

Dr. Kerim BULADI*

Kur’ân-ı Kerim, çeşitli kelime ve kavramlarla kendisini tanıtır. Özelliğini, gayesini, hedefini ve metodunu açık ve net olarak ortaya koyar. Muhatapları­na kendisini takdim ederken kesin ve şüpheden uzak ifadeler kullanarak yegâ­ne ve tek kitap olduğunu önemle vurgular. Îmanî ve amelî açıdan insanları şüp­he ve tereddütten arındırmakla işe başlar. Çünkü insanlığın en büyük kalp ve ahlâk hastalığı şüphe ve şek meselesinden kaynaklanmaktadır, imanın önünde en kalın perde, en büyük engel ve mania bu illetten neşet eder.

Şüphe, tereddüt ve kuşku hastalığının, imanın makarrı olan kalpten atılma­dan yakînî bilgiye ulaşmak mümkün değildir. Düşünce ve tasavvurların netleş­mesi ve Ibrahimî tefekküre ulaşması da buna bağlıdır, insanların iman, ilim ve kesin bilgiye sahip olması ve neticede hak ve doğru yolda yürümesi gönül dün­yasının arı-, duru ve halis olması ile mümkündür. Bütün varlıkların ve kâinatın sahibi ve halikı olan Allah, mükemmel bir şekilde yarattığı insanın bu konuda­ki zafiyetini en iyi bildiği için, Fatiha Sûresinden Nâs Sûresine kadar Kur’ân’ın Allah tarafından indirildiğini, âlemlerin Rabbi olan Allah’ın kelâmı olduğunu ve bunda asla şüphe ve tereddüt olmadığını, ısrarla vurgulamıştır.

1- Kur’ân’da Asla Şüphe Yoktur

Fatiha Sûresinden sonra Kur’ân’ın bir önsözü ve tertip bakımından Kur’ân’ın ikinci Sûresi durumunda olan, Kur’ân’ın zirvesi ve Kur’ân’ın hüküm­lerinin çoğunu açıklama özelliğini ihtiva eden Bakara Sûresinin ilk âyetinde Kur’ân, kendisinde asla şüphe olmadığını şöyle ilan eder:

"O kitap (Kur’ân); onda asla şüphe yoktur. O, muttakîler (sakınanlar ve arınmak isteyenler) için bir yol göstericidir."

Kur’ân’ın, ikinci sûresinin ilk âyetinde kesin ve net bir ifade ile kendisinde asla şüphe olmadığını ilan etmesi, duyurması ve bildirmesi gayet önemli ve an­lamlı bir mesajdır. Kur’ân, bu ifade ile temel özelliğini ve insanüstü bir kudre­tin eseri olduğunu, yanılmayan, hata etmeyen, unutmayan, gaflete düşmeyen, yerin, göğün ve bütün varlıkların idaresi elinde bulunan Allah’ın kelamı oldu­ğunu beyan etmektedir.

Kur’ân’ın İlahî bir kelam olduğuna inanan ve bu çerçevede onu okumak, tetkik etmek ve istifade etmek isteyen her mü’min, evvelemirde bu temel ana faktörü kavramak, hesaba katmak, düşünce ve muhakemesini buna göre te­mellendirmek mecburiyetindedir. Kur’ân’ı incelemeye çalışan ve onunla ta­nışma fırsatı yakalayan herkesin, onun diğer kitaplardan farklı ve eşsiz bir ki­tap olduğunu ilk başta kabul etmelidir. Böyle bir teslimiyet gösterilmeden Kur’ân’dan istifade etmek mümkün değildir. Çünkü Kur’ân, her yönüyle diğer okunan kitaplardan farklıdır. Kur’ân, nazım, lâfız, ihtiva ettiği manalar, pren­sipler, ilkeler ve insanlara sunduğu mesajlar itibariyle diğer kitapların hem fev- kindedir ve hem de onlardan muazzam bir şekilde farklıdır.

Kur’ân, en başta iman ve esasları ile ilgilenir. Hidâyeti ve ona ulaştıran yol­ları tayin eder. Bu hususta öyle bir yoğunlaşır ki, Fatiha Sûresinden Nâs Sûre­sine kadar durmadan, usanmadan, bıkmadan bu konuyu dile getirir. Kur’ân, ahlâkî ilkeleri açıklar. Bu hususta emirler ve yasaklar koyar, kanunlar vaz’ed- er, mü’minleri müjdeler, kafirleri uyarır ve korkutur. Tarihî olayları anlatır, ir­deler, sebep ve sonuçlarını ortaya koyar. Kültürel, sosyal, ekonomik problem­leri anlatır. Ancak bütün bunları anlatırken ve çözüm yollarını gösterirken ken­di metodunu takip eder. Onun metodu ve olayları sunuş tarzı kendine has bir seyir izler. Diğer kitaplar gibi bir yol takip etmez ve onlara uymaz, işte bu nok­tada Kur’ân’a inanan ve Kur’ân’ı inceleme konusu yapan insanın, bu ince nok­taları bilmesi ve bu espriyi kabul etmesi ve en başta teslimiyetini izhar etmesi gerekir. Şüpheden ârî, tereddütten, vesvese ve kuşkudan uzak bir kalp ve dü­şünce ile ebedî ve ezelî yaratıcının kelâmıyla tanışmak ve buluşmak hidâyete er­menin temel şartıdır. Bü îmanî bakışla Kur’ân, ele alınır ve ondan istifade et­meye azmedilirse, müşriklerin, müsteşriklerin (Oryantalistlerin), kâfirlerin ve münafıkların öteden beri Kur’ân hakkında duydukları şüphe girdabına yaka­lanmaktan kurtulmak mümkün olur.

"Kur’ân’ın dili, üslûbu, usûlü, tertibi niçin diğer kitaplara benzemiyor?" di­ye oluşan şüphe ve tereddüt, bu İlâhî kitabı, diğer kitaplarla mukayeseden doğ­maktadır. Halbuki bu kitap (Kur’ân), beşer ürünü olan kitapların hiçbirine benzemez. Çünkü o, "Alemlerin Rabbinden indirilmiştir." (Vâkı’a, 56/80) "Muhakkak ki o (Kur’ân), âlemlerin Rabbinin indirmesidir." (Şuarâ, 26/192)

Kur’ân’ın hidâyetinden, evrensel mesajlarından, insanlığı saadet ve mutlu­luğa davet eden ezelî ve ebedî prensiplerinden istifade etmek ancak bu bakış ve düşünce ile olur. Kur’ân,’in İlâhî bir düstur ve kılavuz olduğunu anlamakta bu anlayış ve espriye bağlıdır.

Yukarıda da belirttiğimiz gibi, Kurân’ı okumak, anlamak, tetkik etmek, araştırmak, Kur’ân’ın dünya ve âhireti kucaklayan cihanşümul ilkelerinin şef­kat, merhamet ve rahmet kanatlarının altına sığınmak, Kur’ân’ın bütün insan­lığa sunduğu mutluluk ve huzur pınarlarından kana kana içmek isteyen herke­sin karşılaşacağı İlahî talimat şudur:

"O kitap (Kur’ân); onda asla şüphe yoktur." (Bakara, 2/2)

Kur’ân’ın kendisini tarif etmek, tanıtmak ve anlatmak için yaptığı bu tanım, herhangi bir kitabın tarifine, takdim ve takriz yazılarına hiçbir şekilde benze­memektedir. Bu tanımda, bir meydan okuma, bir haykırma, bir davet, bir ses-\ leniş, bir ikaz vardır. Hamdi Yazır’ın ifadesi ile, bu kitap, tam, yegâne kitap de- ; nilmesine layık olan büyük Allah’ın kelamıdır. Bu tanımdan sonra “el-kitap" denilince Allah’ın yalnız bu kitabı anlaşılacak ve bunun yanında diğerlerine ki­tap denilmesi uygun olmayacaktır. Bu sebepledir ki, Müslümanlar arasında ki­tap denilince ancak Kur’ân anlaşılır. Hatta Hz. Peygamber’in hadislerine bile kitap denilmez de sünnet denilir.1

"Kitap" sözcüğü, insan zihninde belirli bir tasavvur, fikir ve düşünce oluş­turmaktadır. Önsöz, giriş, bölümler, sonuç vs. den oluşan bir beşer ürünü, bir eser, bir araya getirilmiş ve ciltlenmiş el yazması veya basılı sayfaların topu ak­la gelmektedir. Fakat "o kitap" denilince, bütün beşerî düşünce, tasavvur, de­ğerlendirme ve yorumlar, bu kitabın ebediyet ikliminde eriyor, kayboluyor ve bir hiç oluyor. "Bu kitabın" sunduğu hayat iksirinden beslenmeyen bütün dü­şünceler, ideolojiler, görüşler ve fikirler buharlaşmaya, sönüp gitmeye, yok ol­maya, silinmeye ve unutulmaya mahkumdur.

Kur’ân, yalnız manadan ibaret bir kitap değildir. O lâfzı ile de Allah’a ait bir Kitab-ı Kerimdir. Yüce Allah meleklere karşı Hz. Âdem’e verdiği ayrıcalığı, sadece manaları öğretmekle değil, belki isimleri öğretmekle vermiştir. Hz. Pey­gamberimize indirilmiş olan da Kur’ân’ın yalnız manası değil, hem nazmı (laf­zı) ve hem manasıdır. Bundan şüphe etmemeli ve asla kötü zanna düşmemeli­dir. Çünkü onda şüphe yoktur O, her türlü şüpheden uzak ve her töhmetten uzak kılınmıştır. Kitaplar içinde hak "kendisinde şüphe olmayan" Allah’ın ki­tabı olduğunu bunun kadar kesinlik ve şüphesizlik ile bilinen ve doğru yolu bu­nun kadar gösteren hiçbir kitap yoktur. Bunun ne vahyinin niteliği ve inmesin­de bir şüphe, ne de tebliğinde bir töhmet vardı. Bu kitabın i’cazına da söz yok­tur. Hakk’ın indirdiği, hakkın şiarı, doğru haber veren, maksadı yalnız iyilik ve insanlığın mutluluğu olan bu kitapta, şüpheye izin verecek ne bir cehalet ve gaflet, ne de bir kötü niyet ve bozuk maksadın tasavvuruna imkan yoktur.2

Kurân’ın kemâlinde, doğruluğunda, Allah’a ait olmasında şüpheye düşecek olanların iki sınıftan biri olduklarını belirten Hamdi Yazır’ın tesbiti oldukça mühimdir. "Bunlar ya bilmemekle beraber, bilmediğini de bilmemeye boyan­mış, özel gayelerinden başka hiçbir şeye değer verme duygusu kalmamış olan kalpleri mühürlenmiş inatçı kafirlerdir. Veya tam cahilliğe inanmış, her husus­ta şek ve şüphe ruhlarını kaplamış, hakkı anlamaya, ilim ve sağlam bilgiye, gü­zel ahlaka erdirecek basiret nurları sönmüş, münafıklığı, kötü zannı şiar edin­miş şüphecilerdir. Artık bunların şüpheleri, kuşkuları da tamamen anlamsız, hükümsüz ve haksızdır. Bu kafirlerin, münafıkların durumlarını da yakından görürsünüz.3

Kur’ân kadar hakkı tavsiye eden, Kur’ân kadar dosdoğru istikameti tayin eden, Kur’ân kadar huzur, güven ve itimat veren, Kur’ân kadar doğru, net, açık ve isabetli konuşan, Kur’ân kadar mutluluk sunan hiçbir kitap, yoktur. Çünkü

O Allah’ın kelamıdır.

Kur’ân, varsayımlara, tahminlere, şüpheye ve tereddüde dayanan bir kitap değildir. Kur’ân, gerçeğe dayanır. Ö, gerçekleri ifade eder, gerçek prensipleri, düsturları, ilke ve kaideleri ortaya koyan İlahî bir kitaptır. Zira onu indiren kâ­inatın ve varlıkların yaratıcısı Allah’tır. Allah’ın ilmi, her şeyi kuşatmıştır. Onun ilminde asla noksanlık yoktur. Onun ilmi kesindir, Kur’ân da böyle ke­sin bir ilme sahip olan Allah’ın kelamıdır. Bu sebeple Kur’ân’ın içindekiler hak­kında asla şüpheye mahal yoktur. Ancak imanı, irfanı ve ihlası olmayanlar on­dan şüphe duyar. Onun, insanlığı hidayete ve ebedî mutluluğa ulaştırmak için getirdiği kanunlar, emir ve yasaklar, açıkladığı bütün olaylar hakikatin ta ken­disidir. Onun talim ettfği her emir ve yasak kesin, net, açık, pürüzsüz, şüphe­siz ve tartışmasızdır. Îmanî açıdan problemi olanlar, kalplerinde eğrilik, hile,, desîse, fitne ve fesat, haset, kin, nefret ve şiddet bulunanlardan başkaları on­dan asla şüphe etmez. Onun ilke ve öğretilerini eğip bükenler, kalplerinde ni­fak, şirk ve ilhad hastalığı bulunanlardır. Kendi hevâ ve heveslerine göre Kur’ân’ın âyetlerini yorumlayanlar, medyatik olmak ve şöhrete ulaşmak gaye­si ile onun kesin ve açık olan hükümlerini tartışmaya açanlar, Kur’ân’ın İlâhî hakikatlerini tebliğ, neşir ve ilan etmekten ziyade, nefislerini tatmin eden bo­zuk niyetli, fesat düşünceli, müfteri ve mürâî kimselerdir.

Doğru ile eğriyi birbirine karıştıranlar, bile bile gerçeği gizleyenler veya baş­kalarının rızasını Hakkın rızasından önemli addedenler, mevki ve makamları­nın hatırına hak ile batılı birbirine karıştıranlar, fitne ve fesat çıkarmak için âyetlerin net ve açık olan hükümlerini ters yorumlayarak başka yönlere çeken­ler, kötü duygularını şöhret aracı kılarak arzu ve heveslerini tanrı edinenler, Kur’ân’dan istifade edemeyen kimselerdir.

2- Kur’ân Bir Hidâyet Kitabıdır

Bu kutsal kitabın en çok zikredilen ismi Kur’ân’dır. Bu ismin etrafında odaklaşan çeşitli isimler bulunmaktadır ki, Kur’ân-ı Kerim’in içerisinde bunlar zaman zaman zikredilmektedir. Kur’ân’ın önemli isimlerinden birisi de "hüdâ, "hâdî" dir.

Kur’ân bir hidâyet kitabıdır, insanlığı, hidâyete, doğruya, hakka ulaştırmak ve onları müstakim bir yola iletmek ve bu yolda yürütmek için gönderilmiştir. Bu konuda Kur’ân kendisini şöyle tanıtır:

"Ramazan ayı, insanlara yol gösterici, doğrunun ve doğruyu eğriden ayır­manın açık delilleri olarak Kur’ân’ın indirildiği aydır..." (Bakara, 2/185)

Bu âyette Kur’ân’ın bütün insanlara yol gösterici, istikamet tayin edici bir kitap olduğunu özellikle vurgulamaktadır Bu âyet, Kur’ân’ın bir rehber oldu­ğunu ve insanların bu rehberin kılavuzluğu ile doğruya erişeceğini ve bu rehbe­rin talimatları ile hidâyete kavuşacağını belirtmektedir. Bu kitap, gönderiliş amacı, muhtevası, gönderiliş sebebi, özelliği, mahiyeti ve ihtiva ettiği prensip­leri ile baştan sonuna kadar hidayettir.

Peki, bu kitap, kimler için hidâyet ve rehberdir? Kimlere yol gösteren bir kı­lavuzdur. Kimlerin yolunu, önünü, ufkunu, zihnini ve kalbini açan bir delil ve nurdur? Bu soruların cevabını Kur’ân’ın diliyle anlamaya çalışalım.

"...O muttakîler (sakınanlar ve arınmak isteyenler) için bir yol gösterici­dir." (Bakara, 2/2) Bu âyeti şu şekilde anlamlandıranlar da olmuştur." ... Bu İlahî kelam Allah’a karşı sorumluluklarının bilincinde olanlara bir rehber (ola­rak) indirilmiştir."4

Görüldüğü gibi, âyette geçen "muttakî" kelimesine alışılagelen "Allah’a karşı gelmekten sakınan" anlamı verildiği gibi, şirk, küfür, nifak ve isyandan "arınmak"5 manası da verilmiştir. Ayrıca "sorumluluk bilincinde olan" şeklin­de de bir anlam yüklenmiştir.

Bütün bu yaklaşım ve izahların ışığı altında şunu söyleyebiliriz: Kur’ân’da hidâyet bulmak isteyen bir kimse, en başta ona selim ve arınmış bir kalple, dü­şünceyle, fikirle ve samimi bir niyetle yaklaşmak mecburiyetindedir. Samimiyet ve Ihlasın en temel unsuru da "Kur’ân’da asla şüphe yoktur" İlahî düsturunun kalbe nakşedilmesidir. Bu sebepledir ki, Kur’ân, evvel emirde "Bu kitapta ke­sinlikle şüphe yoktur" şartını bütün insanlığa ve özellikle Allah’a karşı sorum­luluk duygusu taşıyan herkese dikte etmektedir. Zaten bu, Kur’ân’ın vazgeçil­mez şartıdır.

Kur’ân’dan feyiz almak ve istifade etmek, Allah’tan korkmaya, O’na saygı duymaya bağlanmıştır. Allah’tan korkmayan, O’na karşı gelmekten sakınma­yan ve en önemlisi Allah’ın varlığına ve birliğine inanarak O’na saygı ve sev­giyle bağlanmayan kimseler, Kur’ân’ın hidâyetinden hisseyâp olamazlar. Kalp­leri tereddüt, şüphe, vesvese, hile ve entrikalarla dolu olanlar ve Kur’ân’a böy­le bir ruh haleti ile yaklaşanlar, O’nun kılavuzluğundan nasiplenemezler. Bü­tün önyargı ve tereddütlerden uzak ve arındırılmış bir vicdanla Kur’ân’ı kucaklamadıktan, ona bütün teslimiyeti ile yönelmedikten, onun ilke ve prensipleri­ni kabul etmedikten sonra, inanmayan bir insan gibi Kur’ân’a yaklaşmanın îmanî açıdan sağlayacağı bir fayda yoktur.

Allah’a karşı sorumluluğun bilincinde olan ve her şeyden önce Allah Te- âlâ’nın kudret ve azameti karşısında kendi hiçliğinin idraki içinde olan ve bu arada nefsini tanımaya çalışan bir insan, Kur’ân’ın önderliğinden müstefit ola­bilir. "Allah’ı unutan ve bu yüzden Allah’ın da onlara kendilerini unutturduğu kimseler gibi olmayın. Onlar yoldan çıkmış kimselerdir" (Haşr, 59/19) âyetin­de belirtildiği gibi Allah Teâlâ, kendisini unutanlara, kendisine karşı sorumlu­luk duygusunda olmayanlara, kendilerini de unutturmaktadır. Kendi varlık se­bebini, mahiyetini, gaye ve hedefini anlamayan, neden ve niçin kâinat sarayın­da misafir edildiğinin sırrına vakıf olmayan veya olmaya çalışmayanlar, Kur’ân’ın hidâyet pınarından su içemezler.

Mevdûdî’nin belirttiğine göre Kur’ân’dan yararlanabilmenin birinci şartı, "muttaki" yani, Allah’a karşı gelmekten sakınan, emir ve yasaklara uyan, hak ile batılı ayıran salih kimseler arasına girmek isteyen biri olmaktır. Şüphesiz bu kitapta hidâyetten başka bir şey yoktur. Fakat kişinin ondan faydalanabilmesi sağlam bir kafa ile ona yaklaşmaya bağlıdır. Her şeyden önce Allah’tan kor­kan, hakkı seven biri olmalı, hak ile batılı birbirinden ayırabilmeli ve doğru ya­şamalıdır. Bunun aksine hak ile batılı gözetmeyen, kendi ihtirasının veya dün­ya nimetlerini elde etmek için hep bu uğurda vakit harcayan, yahut da dünya­daki yolculuğu boyunca amaçsız dolaşan kimseler için Kur’ân’da hidâyet yok­tur.6

Bu kitabın, sapıklıktan çıkıp hakkın korunmasına girmek isteyenlere bir belge olduğunu söyleyen Hamdi Yazır, şu izahatı yapmaktadır: "Kendisinde şüphe olmayan bu kitap, muttakîlere hidâyetin ta kendisidir. Sapıklıktan çıkıp hakkın korumasına girmek yeteneğine sahip olanlara, hakkın hükümlerini bil­direcek bir delil, doğru yolu gösterecek apaçık bir belgedir. Diğer bir ifade ile bu kitapta pek büyük bir hidâyet-i Rabbâniye vardır."7

Bu kitabın, muttakîler (günahtan sakınanlar) için bir hidâyet rehberi oldu­ğunu belirten Hamdi Yazır, bundan faydalanarak istenen gayeye erecek olan­lar; şek ve şüpheden, şüpheli yollardan sakınarak kendilerini koruma, akıbet­lerini kazanma kabiliyetine sahip bulunan muttakîlerdir, demektedir. Hamdi Yazır, bu kitabın temelde bütün insanlar için hidâyet olduğunu, genellikle in­sanları irşat etmek ve doğru yolu göstermek için indirildiğini, iyilik ve yumu­şaklıkla yol göstermek demek olan bu hidâyetin, bu çağrı ve rehberliğin esas itibariyle, şuna buna tahsis edilmediğini izah ettikten sonra şöyle demektedir: "Fakat hidâyetten istenen şey, ihtida yani, maksada kavuşma gayesi, şimdiki halde veya gelecekte sakınma sıfatına sahip olanlara nasip olacak, fıtrî kabili­ yetlerini kaybetmiş olanlar bundan faydalanamayacak ve belki zarara uğramış olacaklardır."8

Demek ki, şirk, nifak ve çeşitli günahlarla fıtrî kabiliyetlerini lekeleyenler, köreltenler ve bozanların Kur’ân’ın mesajlarından faydalanmaları söz konusu değildir. Kalplerinde zerre kadar imanı kalıpda günahın günahlığını kabul edenlere Allah Teâlâ’nın haram kıldığına haram, helal kıldığına helal olarak iti­kat edenlere Kur’ân’ın hidâyetinden istifade etme kapısı açıktır.

Kur’ân’ın, Muttakîler (kötülükten korunanlar) için hidâyet olduğunu söy­lenmesinin bir nüktesi olduğunu, bu kitapla gerçekleşen Allah’ın irşadının et­kili olması ve başarıya yaklaştırması için muhatap olan insanların ihtiyarî fiil­lerinin adeta şart kılındığını vurgulayan Elmalılı’nın şu yorumu oldukça önem­lidir: "Kur’ân, herkese genel bir şekilde doğru yolu göstermek için inmiş ol­makla beraber, herkes bunu kabul etmede ve isteyerek seçmede eşit olmayacak, bir kısmı buna iradesini harcamayacaktır. Çünkü insanlığın fıtratının (yaratılı­şının) aslında genel olan hitap kabiliyeti, bir takım insanlarda kötü alışkanlık­larla tamamen ortadan kalkmış bulunacağından, Kur’ân’ın irşatları tam bela­gatı ve kapsamlı gerçekleri ile beraber, o gibilerin kalplerinde tabii olarak se­vinç arzusunu uyandırmayacak ve belki ters etki yapacaktır. Bunun için hitabı­nın esas faydası, hüsn-i ihtiyar (doğru tercih) yeteneğine sahip olan kabiliyet sahiplerine ait olacaktır ki, bunlar da takvası veya en azından sakınma yetene­ği bulunan muttakîlerdir."5

Evet Kur’ân, bütün insanlığı hidayete ulaştırmak için gönderilmiştir. Ancak bu hidâyetten istifade etmenin ilk şartı, Allah’tan gereği gibi korkmayı ve ko­runmayı talep etmektir. Böyle bir istek, arzu ve iştiyak olmadan hidâyete, kur­tuluşa ve doğruya ulaşmak mümkün değildir. Ayette geçen muttakî kelimesi, ittikâ kökünden türemiştir. Ittikâ kuvvetli bir himayeye girerek korunmak, kendini iyi sakınıp korumak, demektir. Bunun gereği olarak korkmak, kaçın­mak, sakınmak ve çekinmek manalarına da kullanılır. En kapsamlı ve en kuv­vetli koruma ise ancak Allah’ın korumasıdır, iyi korunmak demek olan gerçek korunma, ancak Allah’ın korumasına girmekle gerçekleşir.10

Demek ki, Kur’ân’dan istifade, öncelikle Allah’a teslimiyetten geçmektedir. O’na teslim olmak, O’nun hükümlerine boyun eğmek ve bütün varlığıyla Al­lah’a yönelmek, Kur’ân’dan istifade etmenin vazgeçilmez şartlarıdır.

3- Kur’ân Bir Rahmet Kitabıdır

Kur’ân-ı Kerim’in bir rahmet kitabı olduğunu birçok âyet bildirmektedir. Bazı âyetlerin anlamlarını sunarak bu konuyu açıklamak istiyoruz.

"...İşte size de Rabbinizden açık bir delil, hidâyet ve rahmet geldi...”

(En’am, 6/168-169) "Ey insanlar! Size Rabbinizden bir öğüt, gönüllerdekine bir şifa, mü’minler için bir hidâyet ve rahmet gelmiştir." (Yunus, 10/57) "...(Bu Kur’ân) uydurulabilecek bir söz değildir. Fakat o, kendinden öncekileri tasdik eden, her şeyi açıklayan (bir kitaptır); iman eden toplum için bir rahmet ve hi­dâyettir." (Yusuf, 12/111) "Biz bu kitabı, sana sırf hakkında ihtilafa düştükle­ri şeyi insanlara açıklayasm ve iman eden bir topluma da hidâyet ve rahmet ol­sun diye indirdik" (Nahl, 16/64) "Ve o (Kur’ân), mü’minler için gerçekten bir hidâyet rehberi ve rahmettir." (Nemi, 27/97) "İşte bu ayetler, hikmet dolu Ki­tabın âyetleridir. Güzel davrananlar için bir hidâyet rehberi ve rahmet olmak üzere (indirilmiştir)." (Lokman, 31/1-2) "Bu (Kur’ân). insanlar için bir basîret nurları, kesin olarak inanan bir toplum için hidâyet ve rahmettir." (Casiye, 45/20) "...Bu (Kur’ân), Rabbinizden gelen basiretlerdir (kalp gözlerini açan be­yanlardır); inanan bir kavim için hidâyet ve rahmettir." (A’raf, 7/203)

Kur’ân’ın en önemli özelliği bir rahmet kitabı oluşudur. Âlemlere rahmet olarak gönderilen Hz. Muhammed (a.s)’e indirilen ve kutsal kitapların en son halkası olan Kur’ân, bütün insanlık için bir rahmet, bir hidâyet, bir şifa ve bir öğüt kaynağıdır. Kur’ân, insanlığın dünya ve âhiret saadetini temin eden İlâhî rahmet hâzinelerinin menşei, membaı ve ambarıdır. Onun rahmet damlaları ol­madan, insanlığın hiçbir şeyi yeşermez ve hayat bulmaz. Vicdanları, kalpleri, düşünceleri, duyguları ve hisleri temizleme ve arındırma imkanına sadece rah­met kitabı Kur’ân sahiptir, insanın fıtratını kirleten, lekeleyen, karartan ve ya­ratılış istikametinden saptıran her fikrin, düşünce ve felsefenin yıkıcı tahribatı­nı önleyecek olan tek güç Kur’ân’ın rahmet düsturudur, insandaki, sadakat, ahde vefa, doğruluk, merhamet, adalet, şefkat, cömertlik gibi yüce duygular ve hasletler, Kur’ân’ın rahmet prensibi ile canlanmakta, yeşermekte, dal budak salmakta, çiçek açmakta, meyveye durmakta ve aksiyoner hale gelmektedir. Yine insanda bulunan kin, öfke, nefret, haset, cimrilik, zalimlik, cehalet, ada­vet gibi süfli duygular ve vasıflar, bu rahmet iksiri ile temizlenmekte ve itidal sınırına çekilmektedir. Eğer bu rahmetin sunduğu ilâhî terbiye olmasaydı, in­sanlık nasıl ahlak ve fazileti yakalardı? Mükerrem olarak yaratılan insan, nasıl kendisini bu ulvî meziyetlerle donatabilir veya kendisini insanlık makamından mahrum edecek çirkin huylardan, âdetlerden ve alışkanlıklardan nasıl kurtara­bilirdi?

Bu açıdan düşündüğümüz de şayet insanlık tarih boyunca birçok medeniyet kurabilmiş ise, genelde ilâhî soluklu ve kaynaklı mukaddes kitaplara ve özel­likle Kur’ân’a borçludur. Bütün medeniyetlerin, doğruların, güzelliklerin, ah­lak ve faziletlerin, insanlık onuruna yakışan faaliyetlerin altında bu temel ger­çek yatmaktadır. İlâhî kitapların koruyucusu, muhafızı ve son halkası olan Kur’ân’ın insanlığa sunduğu ilkeler olmasaydı, bugün insanlık, hangi medeni­yetten bahsedebilirdi? Dolayısıyla medeniyetlerin kökeninde bu ilâhî talimatlar yatmaktadır. Bu ilâhî talimatlarla şekillenen, terbiye edilen, temizlenen vicdan­lar, düşünceler, iradeler ve beyinler insanlığa faydalı olmaktadır.

"Rahmet", iyilik, acıma, merhamet, esirgeme, şefkat gösterme anlamlarına gelmektedir.11 Bu anlamları göz önüne aldığımızda şu gerçeği kavramamız mümkün olacaktır. Rahman ve Rahîm olan Allah, öyle merhamet, öyle şefkat, öyle ihsan ve acıma sahibidir ki, varlıklar içerisinde en mükerrem olarak yarat­tığı insanoğlunun hidâyet, kurtuluş ve saadeti için bir rahmet kitabı olan Kur’ân’ı, Cibrîl-i Emîn vasıtasıyla Resûl-i Ekrem Efendimiz’e indirmiştir. Ken­disine inen bu rahmet kitabını, âlemlere rahmet olarak gönderilen Peygambe­rimiz, ümmetine noksansız tebliğ etmiş, anlatmış, açıklamış ve onun hükümle­rini teori ve pratik anlamda göstermiştir.

Dünya ve âhiret mutluluğu ancak bu rahmet kitabının ortaya koyduğu prensiplerle elde edilebilir. İnsanlığı yükselten ve yüceltecek medeniyetler, bu rahmet kitabının öğretileri ile kurulur. Birey, aile, toplum, devlet ve milletler bu rahmet kitabının kuşatıcı rahmeti, şefkati, esirgemesi ve rehberliği ile barı­şa, huzura, sükûna, güvene ve emniyete kavuşurlar. Keşke insanlık, böyle bir fırsatı kaçırmasa! Keşke böyle bir rahmetin altında kana kana ıslansalar! Keş­ke böyle bir imkanı hiç olmasa deneseler ve tecrübe etseler! (Gerçi bunun de­nendiği ve mükemmel uygulandığı zamanlar olmuş ve buna daha önceki çağ­larda yaşayan insanlar şahit olmuştur. Rahmet kîtabı olan Kur’ân’ın en mü­kemmel, en doğru ve en sahih anlaşıldığı ve hükümlerinin tatbik edildiği zama­na da asr-ı saadet dönemi denilmektedir.) İnsanlık bugüne kadar neyi deneme­di ki? Kapitalizmi, sosyalizmi, faşizmi, kominizm v.b. birçok izimleri, düşünce­leri, felsefeleri denedi durdu. Hangisi insanlığın yüzünü güldürdü? Hangisi in­sanlığın gönlünü, vicdanını, düşüncesini temizledi ve rahatlattı? Hangisi insan­lığa, kendi dışındaki insanları düşünebilme melekesini sağlayabildi? Hangisi in­sanlığa, komşusu açken, tok yatmanın ıstırabını, vebalini aşılayabildi? Hangi­si insanlığa, kendisi için sevdiğini ve istediğini bir başkaları için sevme ve iste­me erdemini öğretebildi? Hangisi insanlığa, dünyaya niçin ve neden geldiğini hissettirebildi? Hangisi insanlığa, eninde sonunda bu dünyanın son bulacağını ve neticede bütün insanların kâinatı ve varlıkları yaratan Allah Teâlâ’nın hu­zurunda toplanılacağım ve herkesin hesap vereceğini duyurabildi ve benimse­tebildi? Hangisi insanlığa faizcinin, rüşvetçinin, soyguncunun, gaspçının,vur­guncunun, talancının, fakir, yetim ve kimsesizlerin hakkına tecavüz edenlerin Allah tarafından dehşetli ve şiddetli bir azaba mutlaka çarptırılacaklarını ha­ber verdi veya vazgeçirebildi? Bu gibi soruları çoğaltabiliriz. İşte bütün bunla­rı ve insanlığın yaratılış gayesini açıklayan, sadece rahmet kitabı olan Kur’ân-ı Kerim olmuştur.

4-Kur’ân’da Hiçbir Çelişki ve Çarpıklık Yoktur

Kur’ân, kendisinde kesinlikle bir çelişkinin, bir çarpıklığın, bir karışıklığın ve bir tezadın olmadığını özellikle vurgular.

11 îsfehâm, el-Müfredât ft Carîbi’l-Kur’ân, Beyrut ts. s. 191; Ebû Bekir er-Râzî, Muhtâru’s Sıhâh, İstanbul, s.

"Hamd olsun Allah’a ki, kuluna (Muhammed’e), kendisinde hiçbir (tezat) ve eğrilik bulunmayan kitabı indirdi." (Kehf, 18/1) Ayetin Arapça metninde "ıvec" kelimesi geçmektedir. ‘Ivec’ terimi, eğrilik, çarpıklık, zorluk, karışıklık, yoldan çıkma, yolu karıştırma, tahrif, saptırma, dal ve benzeri şeylerin eğri ve bükük olması, anlamlarına gelmektedir.12 Bu kelimenin anlamına bakarak şu­nu ifade edebiliriz. Kur’ân, gayet açık, kolay ve pürüzsüz bir ifade ağı ile örül­müştür. Onun beyanları, anlatım tarzı, olayları sunuş şekli, hükümlerini orta­ya koyma usûlü son derece sade ve nettir. O, her türlü karışıklık, bulanıklık, tutarsızlık ve çelişkiden uzak bir kitaptır. Onun lafzında, manasında ve muh­tevasında asla bir tezat yoktur. O, tutarlı, ahenkli, uyumlu bir kitaptır. Hamdi Yazır’ın ifadesiyle o, dolambaçlı değil, çarpık değil, yalanı ve yanlışı olmayan bir kitaptır.13

O, mesajını, eğmeden, bükmeden, karıştırmadan, zorlaştırmadan net olarak ortaya koyar. O, insanların gönlünü, fikrini, kalbini, vicdanını, tasavvurunu, düşünce ve muhakemesini bulandırmadan, saptırmadan ve çelmeden hükümle­rini ve prensiplerini izah ve ilan eder.

Yukarıda sunduğumuz âyette geçen ‘ıvec kelimesi, Kur’ân’ın manalarında, anlam ve ifadelerinde bir çelişkinin, bir ihtilafın olmadığını belirtmek için ifa­de edilmiştir. Manalardaki eğrilip bükülme, eşyanın zatında bulunan eğriliğe benzetilmiştir.14 Bu tefsir ve izahlar da gösteriyor ki, Kur’ân’ın ne manasında, ne lafzında asla çelişki ve ihtilaf yoktur. Çünkü o, âlemlerin Rabbi olan Allah tarafından indirilmiştir. Allah’ın kelamında, O’nun sanatında, O’nun yaratma­sında, O’nun fıîl ve sıfatlarında asla tutarsızlık yoktur. Kur’ân’ın bu konudaki ifadesine bir göz atalım: "Hâla Kur’ân üzerinde gereği gibi düşünmeyecekler mi? Eğer o, Allah’tan başkası tarafından gelmiş olsaydı onda birçok tutarsızlık bulurlardı." (Nisa, 4/82)

Kur’ân’da çarpıklığın, çelişki ve karmaşanın bulunmadığını başka bir âyet şöyle dile getirmektedir: "Korunsunlar diye, pürüzsüz Arapça bir Kur’ân indir­dik." (Zümer, 39/28) Kur’ân, her türlü şüpheden, çelişki ve ihtilaftan uzak ola­rak indirilmiştir. Onda asla eğrilik bulunmamaktadır.15

Kur’ân-ı Kerim, hem ifade bakımından, hem mana ve hüküm bakımından bir bütünlük arzetmektedir. insanların söylediği sözler, güzellik ve düzgünlük bakımından daima aynı olmaz. Yazan ve söyleyenin içinde bulunduğu hal ve şartlara göre değişir. Kur’ân’ın ifade ve üslûbu ise baştan sona emsalsiz bir gü­zellik ve düzgünlük içindedir. Bu sözlerin ihtiva ettiği mana, hüküm ve haber­ler de yaratılış öncesinden ebediyete kadar hemen her şeye temas ettiği halde tam bir tutarlık, bütünlük, sıhhat ve uyum arz etmektedir. Yalnız bunları dü­şünmek ve tespit etmek bile, Kur’ân’ın insan eseri olmadığını, Allah’tan gelmiş bulunduğunu anlamaya yetecektir.16

Kur’ân’ın sûreleri ve âyetleri arasında öyle bir insicam, öyle bir âhenk var­dır ki, bu konuda Kur’ân gibi olması bir tarafa, ona yaklaşan bir tek kitap bi­le gösterilemez. Kur’ân’ın lafızları ve manaları arasında öyle bir uyum vardır ki, yirmi üç yıl gibi uzun bir zaman dilimi içinde gelişen olay ve hadiselere gö­re parça parça inmesine rağmen Kur’ân’ın uslûbunda ve nazmında tam bir bü­tünlük ve vahdet vardır. Çeşitli zamanlarda, çeşitli olayların tesirinde ve çeşit­li ruhî hallerde söylenen insan sözlerinin arasında, tertip ve tanziminde böyle bir tutarlılık ve ahengin olması hiçbir zaman mümkün değildir, işte bu, Kur’ân’ın mükemmelliğini ve her şeyi mükemmel yaratan Allah’ın eseri oldu­ğunu ispatlar.

Bu güzel nazmı, tefekkürle tetkik eden bir insan, bizzat kendisi de bu bina­nın hangi elden çıktığını, bu nizamın hangi dikkatli nazarın eseri olduğunu ve onun Cenab-ı Allah’ın tavsif ettiği üzere "Hiçbir eğri tarafı olmayan pürüzsüz bir Arapça Kur’ân" (Zümer, 39/28) olduğunu müşahade edecektir. Kur’ân-ı Kerim, velev ki bir sûrenin olsun, bir benzerini meydana getirmeleri için Arap- lara ve dolayısıyla bütün insanlara meydan okumuştur. Arapların edebî tenkit­te ne kadar ileri gittikleri dünyaca meşhurdur. Bu işte bu kadar maharetleri varken, Kur’ân cümlelerinin nazmında tenkide değer yerler olsaydı, elbette on­lar bunları bulurlar ve bütün âleme teşhir ederlerdi.’7

Kur’an’da tenkit edilebilecek hiçbir mahal yoktur. Ne mana, ne lafız, ne ter­tip bakımından onda çelişki, tezat, ihtilaf, şüphe, karışıklık, tutarsızlık, çarpık­lık yoktur. Çünkü "Ona önünden de ardından da batıl gelemez. O, hikmet sa­hibi, çok övülen Allah’tan indirilmiştir." İlahî beyanı ile onun sıhhati, doğrulu­ğu, sade ve pürüzsüz olduğu ispatlanmış ve bütün âleme ilan edilmiştir. Böyle- si bir kelamı ellerinde, dillerinde, kalplerinde bulunduran ona inanmakla şeref bulan, huzur ve sükûna eren, onun hükümleri yani, emir ve yasakları ile hayat­larına istikamet veren insanlar, mü’minler, muttakîler ne büyük bir lütfün ve nimetin içindedirler.

5- Kur’ân Dosdoğru Bir Kitaptır

Kur’ân, bütün insanlığı dosdoğru, en sağlam, en mükemmel yola iletmek için gönderilmiştir. Onun misyonu, onun amacı, onun hedefi insanlığı en düz­gün ve müstakim bir yola iletmek ve o yolda yürütmektir Kur’ân, kendi gaye ve konumunu şöyle açıklar: "Şüphesiz bu Kur’ân, en doğru yola iletir; Salih ameller işleyen mü’minlere, kendileri için büyük bir mükafat olduğunu müjde­ler." (Isra, 17/9)

Kur’ân, insanları bütün yollardan daha metin, daha sağlam ve daha doğru bir yola iletir. Onun doğruya iletişi mutlak ve kesindir. Onun bu özelliğinde ih­timal, zan, tereddüt, şüphe ve şek yoktur. Kur’ân, zaman ve mekana bağlı ol­maksızın her ferdi, her aileyi, her toplumu, her milleti her zaman ve her an doğ­ruya ulaştıran bir kitaptır. Onun hedefi, bütün hayırları ve doğruları kapsayan bir hidayettir.

Kur’ân, insanoğlunu kalbî, ruhî, fikrî ve zihnî yönden en sade, en açık ve en net bir akideye çağırmakta ve iletmektedir. Kur’ân’ın sağladığı bu arı, duru ve temiz akîdeyi bu kitaptan başka hiçbir kitap sağlayamaz. Kur’ân, insanoğlu­nun iç dünyası ile dış dünyası arasında daha değişik bir ifadeyle maddi yönü ile manevî yönü arasında bir bütünlük sağlamaktadır. Kur’ân, insanoğlunun duy­gu ve düşünceleri ile irtibat ve ahengi sağlarken, inancı ve ameli arasındaki in­sicamı ve birliği de temin etmektedir. Kur’ân, insandaki şahsiyet parçalanma­sını önleyerek tam bir bütünlük sağlayan tek kitaptır. Çünkü o, insanı yaratan, insanı en iyi tanıyan, tahlil eden, tarif eden, iç ve dış âlemine her yönüyle vakıf olan, insana şah damarından daha yakın olan (bkz. Kaf, 50/16) Allah Te- âlâ’nın kelamıdır, işte bu İlahî kelamdan başka insanı doğruya, hakikate erdi­recek bir kitap yoktur.

Kur’ân, bir denge kitabıdır, insanların yapmakla emrolundukları ibadetler, fiiller, hareketler, emirler ve yasaklarla, insan gücünün ve yapısının arasında öyle bir ahenk ve denge kurulmuştur ki, bunu Kur’ân’dan başka temin edecek hiçbir kitap, eser, hukuk sistemi, ideoloji ve dünya görüşü yoktur. Kur’ân, in­sanlar arasındaki münasebetleri tanzim etmede eşsizliğini ispatlamış ve bu ko­nuda en doğruya götüren bir şaheser olduğunu belgelemiştir. Fertler, cemiyet­ler, milletler, devletler arasında en temel ve doğru kaideleri, hukuk ve kanunu yerleştiren Kur’ân’dır. Bu açıdan Kur’ân, insanları en doğru ve sağlam bir çiz­giye getiren ve bu konuda benzeri olmayan bir kitaptır.

Allah Teâlâ, Kur’ân’ın dosdoğru bir kitap olduğunu şöyle beyan etmekte­dir: "Onu, dosdoğru (bir kitap) olarak (indirdi) ki, katından gelecek şiddetli bir azaba karşı (insanları) uyarmak ve yararlı işler yapan mü’minlere kendileri için güzel mükafat bulunduğunu müjdelemek için." (Kehf, 18/2)

Âyetin Arapça metninde kitabın (Kur’ân’ın) özelliğini belirten "kayyim" kelimesi geçmektedir." Kayyim" sözcüğü, başkan, idareci, kıymetli, düzgün an­lamlarına gelmektedir. Kendisinde bir meyil olmayan dosdoğru ve düzgün (müstakim) şeye de denir. "Kayyim", insanların din ve dünya işlerini idare eden, organize eden idareci anlamına da gelmektedir. "Kayyim", kendinden önceki semavî kitapları koruyan, muhafaza eden manasını da ihtiva etmekte­dir.18

"Kayyim" kelimesine "müstakim" (dosdoğru, düzgün) anlamı da verilmiş­tir. Buna göre Kur’ân, insanoğlunu öyle bir yola iletmektedir ki, o yol en doğ­ru ve mutedil bir yoldur. O yolda ifrat ve tefrit yoktur. O caddenin kaygan ze­mini yoktur. O yolun her tarafı aydınlık ve emniyetlidir. O yolda karanlık, iniş, yokuş, rampa vb. şeyler yoktur. O dosdoğru hakka giden bir yoldur.

Kur’ân’ın "kayyim" lik (idarecilik, doğruluk, düzgünlük, kıymetlilik, mu­hafızlık) görevini üstlenmesi, insanlığı her yönüyle terbiye etmeye, talim ve eğitmeye selahiyetli kitabın sadece o olduğunu göstermektedir İnsanı yaratan ve geçici bir süre kâinat sarayına misafir eden, âlemlerin ve bütün varlıkların yaratıcısı ve idarecisi olan Allah, yarattığı bu şerefli varlığı başıboş bırakma­mış, onu talimatlarla ve rehberlerle donatmıştır. İnsanlık tarihi boyunca resul­ler (peygamberler ve rehberler) göndermiş ve bu rehberlerle birlikte talimatna­meler, İlahî kanun ve düsturlar göndermiştir, işte bu İlahî kanun ve prensiple­rin en mükemmelini ve en sonuncusunu da, son peygamber Hz. Muhammed (a.s) ile birlikte insanlığa göndermiştir. Bu son mükemmel kitap, bütün mukad­des kitapların hem sonuncusu ve hem de onların destekçisi ve koruyucusu ol­muştur. Bu kitap, en son inmesine rağmen, bütün semavî kitapların koruyucu­su olma rütbesine nail olmuş ve mükemmeliyet açısından da onların şahı ol­muştur. Böylesi bir kitaba tabi olan, hakka götüren en kestirme ve en pürüzsüz yolu bulmuştur. Onun tayin ettiği istikamette, eğrilik, dolambaçlık yoktur. Onun gösterdiği istikamet, asla yanıltmaz, şaşırtmaz ve aldatmaz. Çünkü o, dosdoğru bir kitaptır.

6-Kur’ân Hak İle Batılı Birbirinden Ayıran Bir Kitaptır

Kur’ân, hak ile batılı, doğru ile yanlışı, iyi ile kötüyü, güzel ile çirkini, gü­nah ile sevabı birbirinden ayırt eden bir kitaptır. O, neyin doğru, neyin yanlış, neyin hak, neyin batıl, neyin güzel, neyin çirkin olduğun izah eder, ilan eder, belirtir ve bu konularda prensipler ve kaideler ortaya koyar. Kur’ân, bu özelli­ğini şöyle açıklar:

"Ramazan ayı, insanlara yol gösterici, doğrunun ve doğruyu eğriden ayır­manın açık delilleri olarak Kur’ân’ın indirildiği aydır..." (Bakara, 2/185)

Zikrettiğimiz âyette, Kur’ân’ın "furkân" (hak ile batılı ayıran) özelliğine vurgu yapılmaktadır. "Furkân" kelimesi, hak ile batılın arasını ayıran" anla­mındadır. O, öz ve kısa olarak hidâyet yolunu gösterir. Kur’ân’ın, "hüden" sı­fatı ile bu kastedilir. "Furkân" sıfatı ile de o, tafsilatlı olarak hidâyet yolunu gösterir. O, helali, haramı, hükümleri, hudutları açıklayan19, hak ile batılın, he­lal ile haramın arasım ayıran bir kitaptır.20

Kur’ân’ın önemli isimlerinden biri de "furkân" dır. Şu âyette bu açıkça ifa­de edilmektedir. "Ne yüce feyyâzdır O ki, dünyaları uyarmak üzere kulu Muhammed’e hakkı batıldan ayırt eden Kur’ân’ı indirdi." (Furkan, 25/1)

Âyette geçen "furkân", fark, tefrik etmek yani, ayırmak, ayırt etmek mana­larından mastardır. Genellikle "fark", aklen bilinen şeylerde, "tefrik", hissen bilinen şeylerde kullanılır. Sonra "furkân" "fârık" (ayıran), "mefrûk" (ayrıl­mış) manasına da gelir. Bu suretle mühim davaları çözüp neticeye bağlayan ke­sin delillere, mucizelere "furkân" denilir. Bu manaya göre Kur’ân’ın bir ismi de "el-Furkân" dır.21

"Furkân"sözcüğü, Kur’ân anlamında olduğu gibi, hak ile batılın arasının ayırt edilmesini sağlayan her şeye de "furkân" denilmiştir.22

"Furkân" kelimesi, fark kelimesinden daha beliğdir. Çünkü "furkân" hak ile batılın arasını ayırmada kullanılır. Nitekim şu ayette bu anlamdadır. "Ey iman edenler! Eğer Allah’a karşı gelmekten sakınırsanız O, size iyi ile kötüyü ayırt edecek bir anlayış verir..." (Enfal, 8/29) Yani kalplerinize hak ile batılın arasını ayıracak bir nur ve başarı verir, itikatta hak ile batılı, sözlerde doğru ile yalanı, amellerde iyi ile kötüyü ayırdığı için Kelâmullah’a (Kur’ân’a) "furkân" denilmiştir.23 Hak ile batılı, helal ile haramı, mücmel ile mübeyyeni, muhkem ile müevvel’in arasını ayırdığı için Kur’ân "furkân" ismi ile de anılmıştır "Fur­kân" kelimesine necât anlamı da verilmiştir. Çünkü insanlar, sapıklığın karan­lıklarından Kur’ân ile kurtuluşa ermişlerdir.24

Kur’ân’ın bir ismi olan "furkân" kelimesine yüklenen manalar çerçevesinde düşündüğümüzde, Kur’ân’ın emir ve yasakları ile, beyan ve açıklamaları ile, doğru yanlıştan, güzel çirkinden, iyi kötüden ayırt edilir hale gelmiştir. Hak ve hakikat, onun ortaya koyduğu prensipler ve kaidelerle güneş gibi ortaya çık­mıştır. Hangi ilke ve prensiplerin insanlığı mutluluğa götüreceği, hangi düstur ve kanunların fertleri, aileleri, toplum ve milletleri huzura, barışa, güvene, mut­luluk ve saadete kavuşturacağı Kur’ân’ın "furkân" sıfatı ile apaçık belli olmuş­tur. Onun insanlığa sunduğu İlahî talimatlar o kadar açık ve net ki, böyle bir açıklığı ve netliği hiçbir din, ideoloji ve felsefe sağlayamamıştır. Bu konuda Kur’ân, kesin bir şekilde mesajını bütün insanlığa şöyle sunmaktadır: "...Din­de zorlama yoktur. Artık doğruluk eğrilik birbirinden ayrılmıştır..."(Bakara, 2/256)

Doğruluk sapıklıktan artık iyice ayrılmıştır. Artık hak batıldan, hayır şer- den temyîz edilmiştir. Kur’ân’ın çağırdığı ve çizdiği yol küfrün sermayesi olan, şirk, şüphe, tereddüt, zulüm, haksızlık, haram, israf, lüks gibi insan ruhunu ka­rartan, körelten, bulandıran, lekeleyen ve fesada uğratan olumsuzluklardan be­ridir. Bu yolun bariyerleri hak ve adalet ilkeleri ile örülmüş, bu yolun seyir lev­haları ilahî emir ve yasaklar manzumesi ile işaretlenmiş, bu yol, Kur’ân’ın nur­lu lambalarından süzülen ışık huzmeleri ile aydınlatılmış, bu yolun hız limitle­ri vasat ümmetin fıtratı ile mütenasip bir şekilde dizayn ve tesbit edilmiştir. Bu yolda karmaşa yoktur. Bu yolda şerit ihlaline müsaade edilmez. Bu yolda her­kes ilahı talimat planına göre hareket etmek mecburiyetindedir. Bu yol, İlahî ve ebedî bir yoldur. Bu yol, dosdoğru hakka, İlahî rızaya, ebedî mutluluğa ve cen­nete götüren bir yoldur. Bu yol tek ve yegâne bir yoldur. Bu yolun dışındaki yollar, güvensiz ve tehlikelerle doludur. Bu yolun dışındaki yollar, batıla, şer­re, karanlığa, küfre ve cehenneme götürürler.

Kur’ân, insanlığı kendi yoluna, Allah Teâlâ’nın tayin ettiği sırat-ı müstaki­me (dosdoğru yola) çağırır. Kur’ân’ın çağırdığı yol tek Allah inancına dayanan tevhid yoludur. Bu açıdan o tek ve eşi olmayan bir yoldur. Tevhit ehlinin takip ettiği ve yürüdüğü yol da budur. Kur’ân’ın bu konudaki davetine ve emrine ba­kalım:

"Şüphesiz bu, benim dosdoğru yolumdur. Buna uyun. (Başka) yollara uy­mayın. Zira o yollar sizi Allah yolundan ayırır. İşte sakınmanız için Allah size bunları emretti. "(En’am, 6/153)

Demek ki, Kur’ân’ın davet ettiği yol birdir. Hak yol bir tanedir. Onun dı­şında bir sürü yollar vardır. Bu yollar insanları, Allah yolundan uzaklaştıran ve ayıran yollardır. Bu yollar, tevhid yolunun aksine, insanları sapıtan, dağıtan, parçalayan ve bölen yollardır. Allah’tan korkmanın, Allah’a saygı duymanın ve takvaya ermenin tek çaresi bu yola tabi olmak ve bu yolda seyretmektir. Bu yol, ahlak ve faziletleri ve bütün iyilikleri kendinde toplayan bir yoldur. İnsan­lığı düzlüğe, kurtuluşa ve ebedî âlemin saadetine çıkaracak ve götürecekte bu yoldur.

Hamdi Yazır’ın b’u âyete yaptığı tefsir ve yorum şayanı dikkattir. "Bu be­nim dosdoğru yolumdur. Doğrudan doğruya tuttuğum yolum; caddem, dini­min esası, açık ve geniş yolumdur. Siz de buna, bu benim yoluma uyunuz. Ve türlü türlü yollara gitmeyiniz. Çeşitli dinler, mezhepler, bid’at ve sapıklık olan çeşit çeşit yollar arkasında dolaşmayınız ki, sizi parça parça edip Allah yolun­dan dağıtmasın. Yollar o kadar çoktur ki, bütün bunların içinde gerçekten Al­lah yolu, Allah’a ulaştıran ve Allah’ın koyduğu, Allah ve elçileri tarafından da­vet olunan hak yol, doğru yol bir tanesidir ki, taraftarlarını toplayan, birleşti­ren, dağıtmayan, aldatmayan tevhid yoludur. Herhangi bir hususta hak birdir, batıl ise çoktur. Gerçi her bir olanın hak olması gerekmezse de, hak mutlak bir­dir."25

Bu izahlardan da anlaşılacağı gibi, Peygamberlerin tuttuğu yol Allah yolu­dur. Allah’ın emrettiği ve Rasûlünün irşat ettiği yola ancak ayrılıklardan ve ih­tilaflardan kurtularak ulaşılması mümkündür. Hamdi Yazır’ın belirttiği gibi, peygamber yoluna uymayıp türlü türlü yollara saparak tevhidden ayrılan kim­seler ayrılığa düşer ve perişan olurlar. Bu açıdan peygamberlerin yollarına uy­mak ve bunun dışındaki yollardan uzak durmak Allah’ın tavsiye ettiği bir yol­dur ki, insan ancak bu şekilde korunabilir. Hakiki korunma, tevhid yoluna gir­mekle olur. Çünkü ittifak (birlik) İlahî bir kuvvettir. Birlik olanlar, ayrı olanla­ra daima üstün gelirler. Fakat batılda ve kötülükte birliğin hükmü de çabuk kaybolmaktır. Gerçek kuvvet, hakta birleşmektir. Bu da peygambere uymak ve bu esaslara tutunup, daima birlik yönünü tutmakla olur.26

Yukarıda âyette geçen "sırat" kelimesi yol demektir ki, bu da Islâm’ın yo­ludur. "Müstakim" kelimesi ise, içinde eğrilik bulunmayan, dümdüz" anlamın­dadır. Yine âyette geçen "sübül" kelimesi "sebil" kelimesinin çoğuludur ve yol manasına gelmektedir. Bu "sübül" (yollar) kelimesi; Bugünkü Yahudiliği, Hı­ristiyanlığı, Mecusiliği (ateşperestlik) ve bunların dışındaki diğer dinleri, heva ve heveslerine uyan bid’at ve sapıklık ehlinin tuttuğu yolları içine alır.

Bütün bu izahlar gösteriyor ki, hak yol, Allah’ın razı olduğu yol birdir, tek­tir, eşi ve benzeri yoktur. Bunun dışındaki bir sürü yollar vardır ki, bunlar, sa­pık, saptırıcı, aldatıcı, yoldan çıkarıcı, hileli, dolambaçlı ve tehlikeli yollardır. Bu yollar, insanlığın fıtratını karartan, değiştiren ve bozan yollardır. Bu yollar, insanlığı bölüp parçalayan, insanların arasında kin, nefret, hased, düşmanlık gibi unsurları yerleştiren yollardır. Bu yollar, her türlü anarşiyi, fitne ve fesadı hazırlayan yollardır. Kur’ân’ın yolu ise, birleştirici, kaynaştırıcı huzur, sükûn, barış ve güven dolu bir yoldur. O tek ve biricik yoldur.

7- Kur’ân İbret ve Öğüt Veren Bir Kitaptır

Kur’ân-ı Kerim’in isimlerinden biri de "zikir" dir. Zikir bir şeyi anmak, te­laffuz etmek anlamındadır. Şan, şeref, şöhret, namaz, dua anlamlarına da ge­lir. Kur’ân, zikir, tezkiretün, zikrâ isimleriyle de anılmaktadır ki, bu kelimeler de hatırlamak, anmak, zikretmek, hatırlatmak anlamlarına gelmektedir.

Bu hususla ilgili âyetleri sunarak konuya açıklık getirmek istiyoruz. "İşte bu (Kur’ân) da, bizim indirdiğimiz hayırlı ve faydalı bir öğüttür. Şimdi onu inkâr mı ediyorsunuz?"(Enbiya, 21/50) Bu âyette Kur’ân’dan "zikir" olarak bahse­dilmektedir. Kur’ân, hatırlamak isteyen ve öğüt kabul etmek isteyen herkese için bir zikirdir.27

"Dediler ki: "Ey kendisine Kur’ân indirilen (Muhammed)! Sen mutlaka bir mecnunsun." "Kur’ân-ı kesinlikle biz indirdik; elbette onu yine biz koruyaca­ğız. "(Hicr, 15/6,9.) "Doğrusu Kur’ân, sana ve kavmine bir öğüttür, İleride on­dan sorumlu tutulacaksınız. "(Zuhruf, 43/44) Bu âyetlerde de açıkça görülmek­tedir ki, Kur’ân, "zikir" ismi ile anılmaktadır.

Fahruddin Râzî’nin beyanına göre, Kur’ân’ın "zikir" kelimesi ile anılmasın­da iki görüş vardır. Birincisi, O Allah Teâlâ’dan bir zikirdir. Allah Onunla Kul­larını uyarmakta ve onlara tekliflerini ve emirlerini tanıtmaktadır. İkincisi, Kur’ân iman eden bir kimse için bir öğüt, şeref ve övünç kaynağı olduğu gibi, Muhammed (s.a.s) ve onun ümmeti için de bir şereftir.28

Kur’ân, Allah’tan korkan ve Allah’a saygı duyanlar için, bir öğüt, bir hatır­latıcıdır. Onlara yollarını gösterecek bir tezkiredir. Bu hususu Kur’ân şöyle di­le getirir. "Doğrusu o, (Kur’ân), takva sahipleri için bir öğüttür."(Hakka, 69/48) "Böyle iken onlara ne oluyor ki, âdeta arslandan ürküp kaçan yaban eşekleri gibi (hâla) öğütten yüz çeviriyorlar.?"(Müddessir 74/49-50) "Asla (dü­şündükleri gibi değil)! Bilsinler ki bu, gerçekten bir ikazdır!" (Müddessir, 74/54) âyetlerde geçen "tezkiretün" kelimesi Kur’ân anlamında zikredilmiştir.29 Kur’ân büyük bir öğüdü ve ibreti ihtiva etmektedir. Böyle olmasına rağmen on­ların, Kur’ân’dan yüz çevirmelerine sebep nedir? Böyle bir durumu onların ba­şına getiren hangi şeydir?30

Kur’ân, "zikrâ" ismi ile de anılmaktadır. "Zikrâ" kelimesi, çok çok zikret­mek demektir. Zikirden daha beliğdir.31 Anma, yâdetme, hatırlama, hatırlat­ma, ibret, öğüt, örnek anlamlarına da gelmektedir.32 Bu hususta Kur’ân’ın ifa­desine bir göz atalım. "Sen yine de öğüt ver. Çünkü öğüt mü’minlere fayda ve­rir." (Zâriyat, 51/56)

Allah Teâlâ, Kur’ân’ın, zikir sahibi, zikir dolu bir kitap olduğunu yeminle ifade etmektedir. "Sâd, Öğüt veren Kur’ân’a yemin ederim ki, küfredenler, (id­dia ettiklerinin) aksine, bir gurur ve tefrika içindedirler."(Sad, 38/1-2)

Burada zikir, şu üç manadan her biriyle açıklanabilir: Zikir, a) ismi anıl­mak: şeref ve şan manasına; "Gerçekten o Kur’ân, hem senin için, hem kavmin için bir şereftir." (Zuhruf, 43/44) âyetinde olduğu gibi, b) Anmak, hatırlatmak; öğüt ve hatırlatma manasına, şeriat ve hükümler, vaad ve tehditler, geçmiş üm­metlerin olaylarından ibrete vesile olacak kıssalar ve haberler gibi, c) Dinde ih­tiyaç bulunan şeyleri anlatmak manasına; yani şanlı, öğütlü, din öğreten, ibret dersi veren Kur’ân’a yemin olsun ki...13

Bütün bu açıklamalar bize gösteriyor ki, Kur’ân, öğüt veren, ibret sunan, hatırlatan bir kitaptır. Onun en önemli özelliği, insanlara öğüt vermek, onları ibret almaya çağırmak, onlara Allah’ın rahmetini, nimetlerini müjdelemek, se­vap ve ikabını hatırlatmak ve bu konularda onları ciddî manada uyarmaktır. Onun sunduğu öğütlerle, hikmetlerle, müjdelerle, uyarılarla insanlık istikame­tini tayin edecektir. Onun verdiği öğüt ve ikazları hiçbir kitap sunamaz. Onun tebliğ metodu, hem müjdeleyici, kolaylaştırıcı, sevdirici ve benimsetici bir mahiyettedir ve hem de uyarıcı, korkutucu, silkeleyici ve ikaz edici özelliktedir. Ki­mi zaman o, insanı, cennet bahçelerinde, cennet bahçelerinin ırmakları arasın­da, dayalı döşeli köşkleri, konakları içinde ve rahmet vadisinde gezdirir. Böyle bir gezinti içinde insanın, gönlü, ruhu , içi, dışı şâd olur. "Binlerce şükürler ve hamdler" olsun terennüm ile rahata kavuşur, zevk ve sefâ içinde kalır. Kimi za­man o, insanı, cehennemin şiddetli, soğuk ve sert rüzgarları arasında gezintiye tabi tutar. Bu gezinti esnasında yürekleri ağza çıkartır, sesleri kısar, gözleri dı­şarı fırlatır, yüzleri buruşturur, boyunları eğer ve organların güç ve kuvvetini azaltır. O, tebliğini tek taraflı yapmaz. Yukarıda belirttiğimiz gibi o, hem müj­deler ve hem de korkutur. Bu açıdan Kur’ân’ı tebliğ eden kimse, bu inceliği ve metodu bilmek ve ona göre hareket etmek mecburiyetindedir. Ne sadece kor­kutmak ve ne de sadece müjdelemek şeklinde yapılan tebliğ tek taraflı bir teb­liğdir ve noksandır. Böyle bir metod, Kur’ân’ın ve Hz. Peygamber’in tebliğ me­todu değildir. Hz Peygamberin hem müjdeleyici ve hem de uyarıcı sıfatı vardır. "Ey peygamber! Biz seni hakikaten bir şahit, bir müjdeleyici ve bir uyarıcı ola­rak gönderdik."(Ahzab, 33/45) "Şüphesiz biz seni, şahit, müjdeleyici ve uyarı­cı olarak gönderdik." (Fetih, 48/8) "Biz seni bütün insanlara ancak müjdeleyi­ci ve uyarıcı olarak gönderdik; fakat insanların çoğu bunu bilmezler. "(Sebe’, 34/28) gibi âyetler, Kur’ân’ın tebliğ usûlünü göstermekte, Kur’ân’ı ikrar eden mü’minlere, mübelliğlere ve mürşidlere yol göstermekte ve metot talim etmek­tedir.

Kur’ân, yukarıda zikrettiğimiz gibi, bu ümmet için ve ona inanan herkes için bir şereftir. Kur’ân’ın çizdiği ve tayin ettiği prensipler ve ilkeler doğrultu­sunda kendisine yön veren bireyler, aileler, toplumlar ve milletler bu şereften istifade etmişlerdir. Kur’ân’ın sunduğu şeref sayesinde, şerefli, şahsiyetli, va­karlı insanlar olmuşlardır. Onun himayesi ve gölgesi altında hatırlı, sözleri din­lenir bireyler, toplumlar ve milletler olmuşlardır ki, tarih bunun canlı şahididir. "...Halbuki asıl üstünlük, ancak Allah’ın, peygamberinin ve mü’minlerin- dir..."(Münâfikûn, 63/8) âyetinin verdiği mesaja göre asıl izzet ve şeref, Kur’ân’a inanıp onu rehber kabul edenlerindir.

Kuvvet, hakiki galibiyet, haysiyet Allah’ın ve O’nun aziz kıldığı kimselerdir ki, onlar da Allah’ın Resulü ve halis mü’minlerdir. Münafıkların izzeti yoktur, izzetleri olsaydı, nifaka, yalancılığa tenezzül etmezler, dünya hayatı için sonun­da Hakk’ın huzurunda yüzlerini kara çıkartacak olan ahlaksızlıkları, alçaklık­ları işlemezlerdi. Bu açıdan zayıf ve düşkün kendileridir.34

Kur’ân, kendisini daha başka sıfat ve isimlerle de zikretmektedir. Zaten Kur’ân, baştan sona kadar kendisini tanıtmakta ve âlemlerin Rabbi olan Al­lah’ın kelâmı olduğunu ısrarla belirtmektedir. Biz, bu yazımızda sadece Kur’ân’ın bazı önemli sıfat ve isimlerini anlatmaya çalıştık. Allah Teâlâ en iyi­sini bilir.

* Zeytinburnu İlçe Vaizi

1 Bkz. Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’ân Dili, İst. 1971,1, 162.

2 Yazır, I, 163-164.

3 Yazır. I. 164.

4 Bkz. Muuhammed Esed, Kur’ân Mesajı, trc. Cahit Koytak-Ahmet Ertürk, İst. 1999, 1, 4.

5 Bkz. Ali özek ve Arkadaşları, Kur’ân-t Kerim ve Türkçe Açıklamalı Meali, Medine, 1992, Bakara Sûresinin ikinci ayeti.

6 Ebu’İ-AIâ Mevdûdî, Tefhîtnü’l-Kur’ân, İstanbul, 1996 trc. Komisyon, I, 49.

7 Yazır 1,167.

8 Yazır 1,167.

9 Yazır, 167-168.

10 Bkz. Yazır, I, 168-169.

11 Isfehâm, el-Müfredât fi Garîbi’l-Kur’ân, Beyrut ts. s. 191; Ebû Bekir er-Râzî, Muhtâru’s Sıhâh, İstanbul, s.

202.

12 Bkz. tsfehânî, s. 351; Ebu Bekir er-Râzî, s. 394-395; Muhammed Esed, III, 584; Ferit Devellioğlu, Osman- lıca-Türkçe Ansiklopedik Lügat, Ankara, 1978, s. 566.

13 Bkz. Yazır V, 3223.

14 Bkz. Zemahşerî, Keşşaf, Beyrut, ts. II, 702 Beydâvî, Envâru’t-Tenzil, Beyrut, ts, IV, 81; Nesefî, Medârikü’l- Tenzil* Beyrut, ts. IV, 81, Hazin, lübâtu’t-Te’vîl, Beyrut, ts. IV, 81

15 Bkz. Zemahşerî, IV, 125; Beydâvî V, 311-312; Nesefî, V, 311-312; Hazin, V, 311*312 (Mecmüatü’n-Mi- ne’t-Tefâsîr, içindeler).

16 Ali özek ve Arkadaşları, Nisâ, 82. âyetin izahı.

17 Muhammed Dıraz, En Mühim Mesaj Kur’ân, trc. Suat Yıldırım, İzmir, 1994, s. 184-185. Ayrıca geniş bil­gi için bkz. aynı eser, s. 174-194)

18 Râzî, Mefâtîhu’l-Ğayb, Beyrut, 1990, XXI, 63-64; Zemahşerî, Keşşaf, Beyrut, ts. II, 702; Şevkânî, Fethu’l- Kadîr, Beyrut, 1994, III, 333.

19 Bkz. Beydâvî, I, 260; Nesefî, I, 260; Hazin I, 260.

20 İbnKesîr, 1,310

21 Yazır, V, 3561.

22 Ebû Bekir er-Râzî, s. 429.

23 Isfehânî, s. 378.

24 Râzî, II, 14.

25 Yazır, III, 2097.

26 Bkz. Yazır, III, 2098.

27 Şevkânî, III, 510.

28 Râzî, II, 14; Isfehânî, s. 179.

29 Bkz. Zemahşerî, IV., 656; Şevkânî, V., 413-414.

30 Bkz. Şevkâni,V., 413.

31 tsfehânî, s. 179.

32 Ferit Devellioğlu, s. 1428.

33 Yazır, VI. 4084.

34 Yazır, VII, 5009.