Makale

GÜNAH KAVRAMI VE İMAN PROBLEMİ HALİNE GETİRİLEN BÜYÜK GÜNAH/KEBİRE HARKINDAKİ KELÂMÎ TARTIŞMALAR

GÜNAH KAVRAMI VE İMAN PROBLEMİ HALİNE GETİRİLEN BÜYÜK GÜNAH/KEBİRE HARKINDAKİ KELÂMÎ TARTIŞMALAR

Mustafa TÜRKGÜLÜ*

Bu yazımızda, insanoğlunu zora sokan günah ile günahın çeşitlerinden özel­likle de iman problemi haline getirilip tartışma konusu yapılan büyük günah/kebire kavramından ve onun hakkında serdedilen kelâmî görüş ve düşüncelerden bahse­deceğiz.

Bilindiği gibi günah sözcüğü, dinî hayatımızı ilgilendiren en önemli kavram­lardan biridir. Din hayatımız açısından aynı değerde olan bir de sevap sözcüğü var­dır. Ne var ki bunlar, birbirinin zıddı/karşıtı olan kavramlardır. Gerçekten de günah, Allah’ın emirlerine aykırı düşen fiili, sevap ise Allah tarafından ödüllendirilen ha­reketi, iş ve tavırı ifade eder. Buna göre günah, cezayı gerektiren dinî suç, sevap da İlahî mükâfaatı kazandıran sâlih amel demektir. Nitekim Kur’an-ı Kerim de sevabı bu manada tanımlamış bulunmaktadır.1

Yazımızın asıl konusu olan bü yük günah/kebire, günah kavramı kapsamında bir alt kavram olarak karşımıza çıkmaktadır. Aslı ve söyleniş biçimi itibariyle Farsça olan günah kelimesi, Arapça’da daha çok zenb, ma ’siyet, cürm, hıyanet ve isyan ke­limeleriyle karşılanır. Günahı ifade etmek maksadıyla Kur’an-ı Kerim’in kullandı­ğı sözcükler ise ism, cünah ve zenb kelimeleridir.2

İsm, hayırda yaya kalmak, yavaş ve ağır gitmek demektir, ki bu, Kur’an’da gü­nah anlamında kullanılmıştır. Cünah da bir tarafa eğilmek demektir. Doğru davra­nıştan eğri ve yanlış davranışa meyletmeğe, dolayısıyla günah işlemeye de cünah denmiştir.3 Zenb ise kuyruk anlamındaki zeneb’den gelir. Zenub, uzun kuyruklu at, kulplu ve dolgun kova demektir. İstiare olarak nasip anlamında da kullanılmakta­dır.4 Ancak Kur’an-ı Kerim onu da günah, ceza gerektiren suç olarak kullanmıştır. Bir ayet-i kerimede şöyle denilmektedir: “Muhakkak ki bu zulmedenlerin de, geç­miş arkadaşlarının suçlarına benzer bir suç ve azab payları vardır; bunun için ace­le etmesinler”.5

Genel olarak Allah’a karşı işlenen günahları işaret eden isin ve zenb, “vahim ve tehlikeli olan her fiile ıtlak olunmaktadır”.6 Nitekim ayet-i kerimede de şirk, hak­sız yere adam öldürme, zina yapma gibi büyük suç ve günahların sonunda gelecek azaba esâm1, zulüm gibi haksız fiillerin sonunda gelecek azaba da zenub8 denilmiş­tir. Seyyid Şerif el-Cürcani (öl. 916/1510), ism ile zenb’in tariflerini ayrı tutmuştur. O’na göre “ism, şer’an ve tab’an sakınılması gereken şeydir”9. “Zenb ise seni Al­lah’dan perdeleyendir”10.

Doğu kutsal metinlerinde günah, “aldatıcı cazibesi olan şey” olarak tarif edil­miştir11. O da beşerî irade sevgisinin, yakıcılığını tek başına ortaya çıkarmak için Tanrı’dan ayrıldığı zaman gerçekleşir. Buna göre günah, beşeri arzunun İlahî arzu­ya uymayı reddetmesidir12. Ayrıca günah, Tanrı fikrine bir nevi karşı koyuş veya en azından Tanrı ile olan ittifakın bozulmasıdır13. Kur’an’ın genelinden çıkaraca­ğımız tarife göre ise günah, meşruiyetini Allah’ın varlığından alan her şeye saldırı ve gayr-i meşru olma keyfiyetini yine Allah’dan alan her şeyi yapma, irtikâp etme­dir. Bu da Allah tarafından yap denilenleri yapmamak, yapma denilenleri ise yap­mak demektir14.

Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v.) de günahın tanımını yapmıştır. Konu ile ilgili olarak Nevvas b. Sem’an şunları anlatmaktadır: Bir gün Resulullah (s.a.v.)’a iyilik ve günahın ne olduğu hakkında sordum. Resullah şöyle buyurdu: “İyilik (birr), ahlakın güzel olmasıdır. Günah ise kalbini ve vicdanını rahatsız eden ve insanların duyup öğrenmesinden hoşlanmadığın şeydir”15. Dârimî de buna ya­kın şu hadisi nakleder: “Resulullah Vabisa’ya şöyle dedi: Nefsine danış, kalbine da­nış ey Vabisa! İyilik, nefsinin kendisine ısındığı ve kalbinin itmi’nan (huzur) duydu­ğu şeydir. Günah ise nefsini tırmalayan ve göksiinde tereddüte yol açan şeydir”16.

Buna göre günah, izafî bir his ve duygu demektir. Zira, Gazalî’nin de dediği gi­bi, bir şeyden rahatsız olma, her şahsa ve her duruma göre değişir17. Ancak his ve duygunun günah olabilmesi için vicdanı bastırması ve kalbde mekân tutması gere­kir. Aksi halde kalbe rahatsızlık veren her şey günah addedilirdi. Söz gelişi eski bir hatıra bile günah sayılırdı. Çünkü mazide kalmış bazı hatıralar, geçen onca zama­na rağmen, hatırlandığında kalbimizi sıkıp tırmalayabilmekte, dolayısıyla da bize, az ya da çok üzüntü verebilmektedirler18.

Günahı, yukarıdaki tarifleri de içine alacak şekilde en iyi tanımlayan kişinin Şah Veliyyullah Dehlevî (M. 1703-1763) olduğu söylenebilir. Dehlevî’ye göre “gü­nah, insanın şeytana uyararak yaptığı ve arzusunda fani olduğu, dünyada ve ahi- rette cezasını çektiği; bütün mükemmellikleri fesada uğratan, Allah’a inkıyadı en­gelleyen ve Allah ve kul arasındaki perdeyi kuvvetlendiren her fiildir”’9.

Günah, büyük günah ve küçük günah olmak üzere iki kısma ayrılır. Bu ayırımı bizzat Kur’an-ı Kerim yapmaktadır. Nitekim Nisa suresinde, “eğer yasakladığımız büyük günahlardan sakınırsanız sizin küçük günahlarınızı örteriz ve sizi şerefli bir yere sokarız ”20 buyurulmakta, Necm suresinde ise, “ufak tefek kusurları dışında, günahın büyüğünden ve çirkin sayılan işlerden kaçınanlara gelince,şüphesiz Rabb’bin, affı bol olandır”21 denilmektedir. Ayetlerde geçen kebair, kebaire’l-ism ve zenûb kelimeleri büyük günahı ifade etmekte iken, seyyie ve lemem kelimeleri küçük günahları işaret etmektedirler. Bundan dolayı Gazali, “küçük günahlarla bü­yük günahların arasında fark olduğunu kabul etmemek uygun olmaz... Çünkü din­den öğrendiğimize göre bir günaha bazan büyük, bazan da küçük denilmektedir. Zi­ra günahlar, şahıslara ve durumlara göre farklılık gösterirler”22 demektedir.

VI-X1I. asrın önemli şahsiyetlerinden biri olan büyük muhaddis ve müfessir İbn-i Salah (532/1138 - 589/1193), büyük günahı tanımlarken, önce “kendisine bii- yiik ismi verilecek kadar büyük olan her günah kebiredir” genellemesini yapmakta sonra da büyük günah/kebirenin belirtileri hakkında şu detay bilgiyi vermektedir: Büyük günaha bir ceza (hadd) terettüp eder. Nitekim büyük günah/kebireyi işleyen, Kur’an-ı Kerim’de ve Resulullah (s.a.v.)’ın sünnetinde azap ve ateşle tehdit edilmiş­tir. Ayrıca kebireyi işleyen kimse, fâsık olarak isimlendirilmiş ve lanetlenmiştir23.

Başka bir tarifte de büyük günah ile küçük günah (kebire ile sağire birlikte ele alınmakta ve “kebire, üzerinde İsrar edilen, sağire de kendisinden istiğfar edilen günahtır” denilmektedir. Bu tarife göre günahın özüne ait büyüklük ve küçüklük vasfını, günaha yönelik fiilin devam edip etmemesi oluşturmaktadır. Fatih dönemi­nin ünlü alimlerinden ve üç Tehafüt’ten birinin yazarı olan24 Hocazade (öl. 893/1488) ise büyük günahı “sırf haram olan şey” şeklinde tanımlamakta ve onu şer-i şerifin fahişe diye isimlendirdiği filler olarak görmektedir. İbn-i Mes’ud’a gö­re de kebair, Allah Taâlâ’nın Nisa suresinin I -31. ayetleri arasında nehyettikleridir. Yine İbn-i Mes’ud’dan rivayet edildiğine göre kebair üç tanedir; onlar da Allah’a şirk koşmak, Allah’dan ümit kesmek ve Allah’ın cezasından emin olmaktır. İbn-i Abbas ise kebirenin tarifinde üç anlayışa sahiptir: 1) Büyük günah, Allah’ın yasak­ladığı şeydir. 2) Büyük günah, Allah’a isyan anlamına gelen şeydir. 3) Büyük gü­nah, Allah’ın, hakkında azapla, lanetle veya gazabla hükmünü bildirdiği fiillerdir. Şayet verilen bu ve benzeri diğer tarifleri bir araya getirir ve onlardan bir sentez yapmaya çalışırsak elde edeceğimiz ortak sonuç şu olur: Büyük günah, yerine ge­tirilmesi vacip olarak Allah Teâlâ tarafından bildirilen emir ve direktifleri ihlal et­mek, onlara karşı isyan edip itaatsizlik göstermektir25.

Peki küçük günah/sağ/re nedir? Yukarıda da belirtildiği üzere Kur’an-ı Kerim bu nevi günahları lemem2(> ve seviyyie-1 kelimeleriyle anlatmaktadır. İslâm bilgin­leri bundan küçük günahlar için şu tarifi çıkarmışlardır: Küçük günahlar, büyük gü­nahların dışında kalan, yani hakkında bir cezaIhadd bulunmayan, dolayısıyla faili için Cehennem ateşi tehdidi olmayan günahlardır. Ayrıca kebire tövbe ile affolunur­ken, sağirenin silinmesi için güzel amel (amel-i sâliha) yeterlidir28. Ancak küçük günahlar önemsenmez ve onlar İsrarla işlenmeye devam olunursa, büyük günaha dönüşebilirler. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.v.) Hz. Aişe (r.a)!yi bu konuda uyarmış ve şöyle buyurmuştur: “Ey Aişe! Önemsiz gibi görünen günahlardan sakın. Çünkü bu günahlar için Allah tarafından görevlendirilmiş bir görevli vardır”29. Ahmed İbn-i Hanbel’in Müsned’inde de yer alan bu hadisin son cümlesi, özet olarak şöyle bitmektedir: “...Çiinkii kiiçiik günahlar, insanda bir araya gelince, (çölde tek tek toplanıp üst üste yığılan çör-çöpün tııtuştıırulması halinde çevredeki canlıları ya­kıp yok etmesi gibi) onu helâk eder ”30.

Gerçekten de küçük günahları önemsemeyerek onları İsrarla yapmaya devam etmek, insanı iyiliklerden yüz çevirtip kötülüklere yönelme gibi ahlâkî olumsuzlu­ğa, psikolojik ve ruhsal bir değişikliğe uğratır ve onu, büyük günahları kolayca yapmaya müsait hale getirir. Hz. Peygamber (s.a.v.)’in Hz. Aişe (r.a.)’ye yaptığı uyarı, muhtemelen bu ruhsal bozulmayı ve ahlâkî sapmayı vurgulamak içindir.

Küçük günahlarda ısrar ve bunlara davam etmenin, insanın ruh ve vicdanı ile ahlâkî kişiliğinde yaptığı değişiklik, sadece büyük günahları kolayaca yapmaya mü­sait hale getirme değildir. Onun dışında asıl insanın günaha karşı olan hassasiyetini bozar. Çünkü insan, artık günah işleme alışkanlığı kazanmış olur ve o yüzden de nef­sinde ciddi bir rahatsızlık duymaz. Halbuki insanı günahtan koruyan en etkili şey­lerden biri, insanın kendi nefsinde ve vicdanında duyacağı rahatsızlık hissidir. Kü­çük günahları önemsemeyip işlemeye devam etmenin, insan ruhunda yapacağı de­ğişiklik nedeniyle meydana gelen diğer olumsuzlukları da şu şekilde sıralayabiliriz:

1) İnsanı her türlü günahtan haz duymaya götürür; ayrıca gayr-i meşru yollar­la elde edilenleri kâr saydırarak onların gerçek bedbahtlık sebebi olduğu gerçeğin­den gâfil bırakır.

2) Hemen cezalandırılmamasını, Allah tarafından verilen mühlet (istidraç) ge­reği değil de yaptıklarının doğruluğuna delil saydırır ve bu suretle insana, kendi ba­şına bir varlıkmış gibi davranma hissi verir.

3) Günahı işledikten sonra bunu başkalarının yanında söyletir ve bu suretle hem Settaru’l-Uyub olan Yüce Allah’ın suçu örtme ilkesine karşı bir haksızlık yap­tırmış, hem de duyan kimseleri suça teşvik ettirmiş olur ki, bu da zincirleme suç de­mektir3 1.

Günahlar hakkında nakletmeğe çalıştığımız yukarıdaki görüşler, genel olarak Ehl-i Sünnet’in benimsediği müşterek görüşü yansıtırlar. Ancak Hariciler, küçük günah olgusunu kabul etmezler. Onlara göre bir çeşit günah vardır o da büyük gü­nah/kebiredir. Çünkü her günah, Allah’a itaatsizlik demektir; onun da küçüğü, bü­yüğü olmaz. Mutezile mensuplarına gelince onlar, genelde Ehl-i Sünnet gibi düşün­müş ve büyük ve küçük günahların varlığında hemfikir olmuşlardır. Ancak, “onla­rı ne ile bilir ve anlarız" sorusunu cevaplamada ihtilaf etmişlerdir. Söz gelişi Kadı Abdulcebbar (öl. 415/1024) ve Ebu Ali Cübbaî (öl. 303/915), günah ve onun çeşit­leri naklen (şer’an) bilinir derken, Ebu Haşim el-Cübbaî (öl. 321/933), onlar ancak aklen bilinir demektedir32.

Büyük Günah/Kebire Probleminin Tarihsel Arka Planı

Büyük günah, Kelâm ve Mezhepler Tarihi literatüründe kebire olarak anılır. Kebire mes’elesi, İslâm tarihinde önemli siyasî olayların cereyan ettiği bir sırada ortaya çıkmıştır. O itibarla, başlangıcı itibariyle tamamen politik bir karakter taşır. Ancak kısa bir süre sonra ona bir de dinî motifler eklenmiş ve bu suretle hem siya­sî, hem de dinî niteliği olan iki boyutlu bir kavram haline getirilmiştir. Gerçekten de kebire, kendisini doğuran politik hadiseler dolayısıyla siyasî, sözü edilen bu olay ve hadiselere katılan müslümanların işledikleri fiiller ile ortaya koydukları eylem­lerin ahirette doğuracağı sonuç itibariyle de dinî bir kavramdır. Biz burada kebire kavramının sadece dinî olan yönü üzerinde duracak ve onun hakkında ortaya konu­lan mezhep görüşlerini belirtmeğe çalışacağız. Ancak konuya girebilmek için kebi­re problemini ortaya çıkaran politik tarihi arka planın ne olduğunun bilinmesi ge­rekmektedir.

Bilindiği gibi Resullah (s.a.v.)’dan sonra gelen ilk iki halife (Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer) döneminde müslümanlar, her hangi bir ciddî ihtilafa düşmeden birlik içinde sakin ve mutlu bir hayat yaşadılar. Ancak Hz. Osman döneminde bu huzur ortamını tümüyle korumak mümkün olmadı. Ortaya, gerek Hz. Osman’ın kendi şahsından, gerek çevresinde kümelenen yakınlarından, gerekse İslâm’dan ve müs- lümanlardan öç alma duygusuna kapılan birtakım menfi kişilerin art niyetlerinden kaynaklanan bazı ihtilaflar ve o ihtilaflara bağlı olarak da çeşitli hoşnutsuzluklar ortaya çıktı. Bu hoşnutsuzluklar zamanında giderilemedi ve sonunda Halife Hz. Osman’ın şehid edilmesine kadar giden bir isyan hareketine dönüştü.

Sözü edilen bu hoşnutsuzluk hali Hz. Ali döneminim de etkiledi ve bilinen o meşhur “Cemel” ve “Sıffîn” savaşlarını doğurdu. Kuşkusuz bu savaşlar İslâm tari­hi için çok önemlidir. Zira aynı savaşlarda müslümanlar, ciddi anlamda ilk kez kar­şı karşıya gelmiş ve kıyasıya dövüşüp vuruşarak birbirlerinin kanını dökmüşlerdir. Tabiatıyla bu durum, ümmet bütünlüğünü önemli ölçüde bozdu ve dolayısıyla İs­lâm toplumunun büyük sarsıntılar geçirmesine sebep oldu. Nitekim ümmetin bü­yük bir kesimi, ilk defa sınırları kalın hatlarla çizili siyasi kamplara bölünüp hasım hale geldi. Bu kamplaşmaların sonunda, önce daha çok siyasî karakter taşıyan ve etkileri günümüze kadar uzanan Şia ve Havariç fırkaları doğdu. Bu arada bir de Abdullah İbn-i Sebe’ ve emsali diğer art niyetli kişilerin sapık düşüncelerinin ve o düşüncelere yataklık yapan sebeiyye33 mezhebinin ortaya çıktığını görüyoruz. Bu fırkalar, buldukları her şeyi ustaca kullanıp kendi cephelerini güçlendirdiler ve bir- birleriyle çekişip didiştiler. Öyle ki zaman zaman düşmanca vuruşup bir çok ma­sum müslümanın kanını dökmekten bile geri durmadılar. 39/660 yılında müslü­manlar, eğer Haricilerin toplandığı Harrura’yı ve emirü’l-mu minin olarak seçtikle­ri Abdullah İbn-i Vehhab el-Rasibi’yi saymazsak, birinin merkezi Küfe, diğerinde­ki ise Şam olan iki ayrı halifeye sahiptiler. Aynı yılın hac mecsiminde her halife (Hz. Ali ve Hz. Muaviye) ayrı bir hac emiri tayin etmiş ve ne yazık ki tevhidi/birli­ği sadece inanç bazında değil, aynı zamanda cemaat/toplum bazında da arzulayan bir dinin mensubu olan müslümanlar, o yılki haclarını, birbirinden ayrı gruplar ha­linde bu emirlerin nezaretinde yapmışlardır34. Bunlar elbette acı veren şeylerdir; ama ne yazık ki İslâm tarihi, bu acı gerçeklerle doludur.

Yukarıda da ifade edildiği gibi esasını hilafet, yani devlet başkanlığı gibi poli­tik bir olayın oluşturduğu bu mücedeleler sırasında, grupların her biri, bir diğerine karşı akla gelen her cins silahı kullanıyordu. Öyle ki onlar, askerî ve siyasî yolla el­de edemedikleri başırıyı kazanabilmek için, silâh olarak İslâm dinini ve ona ait kut­sal değerleri bile kullanmaktan geri durmadılar. Sıffîn savaşında Kur’an sahifeleri- ni kılıçların ucuna takma uygulaması, bunun en yakın ve en çarpıcı örneği sayılır.

O yüzden, zamanla mücadelenin şekli de içeriği de değişti. Artık halifenin kim ola­cağı değil, hilafet mücadelesine katılarak kavga eden ve insan öldürme gibi büyük bir günahı işleyen kimselerin mü’ıninlik vasfı tartışılır hale geldi. İşte sözü edilen bu tartışma, İslâm düşüncesi tarihinde biiyiik günalılkebire mes’elesi diye şöhret bulmuş ve imanla alakalı bir problem olarak da Kelâm konuları içinde yer almıştır.

Kelâmî Problem Olarak Büyük Günah/Kebire

Kebire, Arapça’da, büyük manasına gelen kebir kelimesinin mıiennesiM^/- //’dir. Bu sözcük, Kur’an-ı Kerım’de büyük günah kavramının karşılığı olarak gel­miş ve kebair şeklinde kullanılmıştır. Kebair sözcüğü Kur’an-ı Kerim’in üç yerin­de; Nisa suresinin 31., Şûıa suresinin 37. ve Necin suresinin 32. ayetlerinde geç­mektedir.

Nisa suresinin 31. ayetinde Yüce Allah “eğer yasakladığımız biiyiik günahlar­dan sakınırsanız sizin küçiik günahlarınızı örteriz ve sizi şerefli bir yere sokarız" buyurmaktadır. Şûra suresi 37. ayette de, Allah’a tevekkül eden ınü’minler kastedi­lerek şöyle denilmektedir: “Onlar, biiyiik günahlardan ve hayasızlıktan kaçınırlar. Kızdıkları zaman da kusurları bağışlarlar. ” Necm suresinin 32. ayetinde ise, “ufak tefek kusurları dışında, günahın büyüğünden ve çirkin işlerden kaçınanlara gelin­ce, şüphesiz Rabbin affı bol olandır” denilmektedir.

Dikkat edilecek olursa bu ayet-i kerimelerde sadece büyük günahlardan değil, aynı zamanda küçük günahlardan da söz edilmekte ve belirleyici bir unsur olarak da küçiik günahlar için lemeın35 ve seyiye36 kelimeleri, büyük günah içinse ya ke- bairil kelimesi, ya da kebaire’l-ismi3S tamlaması kullanılmaktadır. Nevar ki bu ke­limelerle, günahların büyüklü küçüklü olduğunu öğrenmekte isek de, günahlardan hangilerinin büyük, hangilerinin küçük olduğuna dair net bir bilgi elde edememek­teyiz. Çünkü onlar, konuya ışık tutacak kadar bir açıklık getirmemişlerdir.

Yukarıda da işaret edildiği gibi, genelde günahlar hakkında beyan edilen şey şudur: İslâmî hükümlerin açıkça hiçe sayılması ve vahye dayanan dinî bir emrin pervasızca ihlal edilmesi gibi ya bu dünyada, ya ahirette, ya da her ikisinde ceza­yı/haddi gerektiren suçlar büyük günah, geri kalanlar ise küçük günahtır.

İmam Gazalî (M. 1056-111 l)’nin büyük günahları üç kategoriye ayırarak sıra­ladığını, sıranın en başına da, en büyüğü ve en kötüsü oldukları için, küfrü ve şirki koyduğunu görmekteyiz. İkinci sırada da Gazalî, insan nev’inin devamını ilgilen­diren hayata ve aile kurumuna karşı işlenen suçları saymaktadır ki bunlar, cana kıy­mak ve zina yapmaktır. Onu takip eden sırayı, haksız yere mal gasbı ile ilgili fiil­ler oluşturmaktadır. Hırsızlık, yetim malı yemek ve faiz almak gibi fiiller bu tür­dendir. Son sırada yer alan fiiller ise içki içmek, kumar oynamak iffetli mü’mine kadınlara haksız yere zina isnadında bulunmak ve savaş meydanından kaçmaktır39.

Sayısı yetmişe kadar çıkarılan büyük günah/kebire ile ilgili olarak Sahih-i Müslim’in Kitabü’l-İman bölümünün 141^146 numaraları arasında altı hadis var­dır. Bunlardan biri Enes b. Malik (r.a)’ten rivayet edilmiştir. Enes b. Malik’in nak­lettiğine göre Resulüllah (s.a.v.), büyük günahlar olarak, öncelikle Allah’a ortak koşmayı, cana kıymayı ve ebeveyne eziyet etmeyi zikretmiş ve arkasından da: “Bü­yük günahların en büyüğünü haber vereyim mi?" diyerek onlara yalanı, daha doğ­rusu yalancı şahitlik yapmayı ilâve etmiştir40. Diğeri de Ebu Hureyre (r.a.)’nin ri­vayetine dayanmaktadır. Bu hadise göre büyük günah yedi tanedir. Ebu Hureyre di­yor ki: “Resulullah (s.a.v.), ‘helâk edici yedi şeyden çekininiz’ buyurdu. ’Ya Rasu- lallah! Onlar nedir?’ denilince de şöyle buyurdu:

1. Allah’a şirk koşmak,

2. Sihir yapmak,

3. Bir hak karşılığı olmaksızın Allah’ın haram kıldığı bir cana kıymak,

4. Yetim malı yemek,

5. Faiz yemek,

6. Düşmana hücum sırasında harb meydanından kaçmak,

7. İlgisi olmadığı halde müslüman kadınlara zina isnat etmek”41.

Yine Müslim’den öğrendiğimize göre Hz. Peygamber, maişet endişesiyle ken­di çocuğunu öldürmeyi, zina etmeyi42 ve kişinin kendi ebeveynine sövdürmesini43 de büyük günahlardan saymıştır. Birçok İslâm bilgini, yine hadislere dayanarak, buna hırsızlık yapmayı ve içki içmeyi44 de eklemişlerdir. Bu suretle büyük günah sayısı, toplam olarak öndörd’e çıkmaktadır.

Ancak İslâm bilginleri, insanlar havf ve reca arasında olsunlar, günahlar karşı­sında ihtiyat, tedbir ve temkin içinde bulunsunlar diye büyük günah/kebire konusu­nun müphem bırakıldığını45, dolayısıyla “büyük günah şu kadardır” diyerek kesin bir rakam vermenin mümkün olmadığını söylerler. Onları belli bir tasnife tabi tu­tan İmam-ı Gazalî de aynı görüşü paylaşır. Onun buna dair düşünceleri şöyledir: Büyük günah/kebire hakkında “efradını cami, ağyarını mani bir sayı elde etmeğe çalışmak, mümkün olmayan bir şeyi istemek demektir. Çünkü hasr (tahsis) ifade eden bir sayı elde etmek, ancak onu Hz. Peygamber’den (...) duymakla mümkün­dür. Eğer Hz. Peygamber hasr üslûbundP?(öze/J bir söz söylememişse bundan şu an­laşılır: O, bu rakamlarla hasr ifade eden belli bir sayıyı kasdetmemiştir”.46

Bilindiği üzere kebire problemi, günahların hangilerinin büyük, hangilerinin küçük; dahası hangi büyük günahın diğerinden daha büyük veya küçük, veya bü­yük günah sayılarının yetmiş mi yoksa daha mı az, daha mı çok olduğu mes’elesin- den çıkmamıştır. Problemin asıl sebebi, “inanan bir şahıs, bu fiillerden hangisini işlerse dinden çıkar” sorusunun altında yatmaktadır. Söz gelişi, “adam öldüren, anaya babaya itaatsizlik eden, yalan şehadette bulunan, içki içen, kumar oynayan ve zina eden bir mü ’minin imanına zarar gelir mi gelmez mi, onu Islâm ’ın dışına atabilir miyiz atamaz mıyız? Ayrıca Allah (c.c.) böyle bir suçu bağışlar mı bağışla­maz mı?” İşte, büyük günah/kebire mes’elesinde asıl problem budur.

Gerçi Kur’an-ı Kerim bu konuda bir açıklık getirmiş ve Gazali’nin ilk sırada saydığı iki fiili, yani küfürle şirki affedilmez suçlar olarak göstermiştir. Gerçekten de küfür denilen Allah’ı tanımama fiili büyük bir suçtur. Şirk de küfre eşdeğer bir günahtır ve Kur’an’ın beyanına göre en büyük zulümdür.47 Fakat Kur’an-ı Kerim, küfür perdesini yırtarak imanın aydınlığına çıkmış ve mü’min olmuş bir kimsenin, beşerî zaafları sebebiyle bazı günahlar işleyebileceğini prensip olarak kabul eder ve ayrıca onların Allah tarafından affedilebileceği görüşünü benimser. Ancak Kur’an- ı Kerim, Allah Taâlâ’nın şirk işleme suçunu mü’minin inanmışlık vasfı ile bağdaşır bulmaz. Onun içindir ki imandan sonra şirke sapan kimselerin asla bağışlanmaya­cağım bildirmiş ve bu arada şirk suçunu işleyenleri şiddetli bir azap ile de tehdit et­miştir. Gerçekten de Yüce Allah, küfür ve şirk hariç, büyük ve küçük demeden, mü’minlerin hasbelbeşer işlediği diğer günahları affedeceğini ifade buyurmuştur, Bu hususa değinin bir ayet-i kerimede şöyle denilmektedir: “Allah, kendisine ortak koşulmasını elbette bağışlamaz. Fakat ondan başka günahları, dilediği kimse için bağışlar. Kim Allah’a ortak koşarsa tamamen sapıtmış olur”.48

Mezheplerin Büyük Günah/Kebire Hakkındaki Görüşleri

Görüldüğü gibi yukarıda mealini verdiğimiz Kur’an ayeti, affedilemez günah olarak sadece şirkten haber vermekte ve onun dışında affedilemez nitelikte bir baş­ka büyük günahın varlığından söz etmemektedir. Buna binaen İslâm bilginleri, şirk dışındaki bütün günahların Allah tarafında’ft âffedilebileceği görüşünü benimsemiş­lerdir. Bir istisna olarak sadece Hariciler bu görüşe katılmazlar. Zira onlar, hang işe- kilde olursa olsun, Allah’ın emirlerine itaatsizliği affedilmez büyük günah ve bu gü­nahı işleyenleri de kâfir saymak gibi aşırı bir düşünceye kapılmış bulunmaktaydılar.

Haricî fırkası ve taraftarları, sadece hangi şekilde olursa olsun, Allah’ın emir­lerine itaatsizliği affedilmez büyük günah ve bu günahı işleyenleri de kâfir sayma noktasında kalmadılar: Ona ek olarak başka bir aşırılığı da irtikâp ettiler ve bu su­retle büyük günah işleyen kimseleri kâfir saymayan, dolayısıyla kendi görüşlerini paylaşmayan herkesi müşrik görme gibi bir yanlışın içine düştüler.49 Tabiatıyla ameli imandan sayan, dolayısıyla ameli terketmenin imanı terketmek olacağı sonu­cunu doğuran bu görüş yanlıştır. İşte büyük giinah/kebire hakkında cereyan eden tartışmlar, işaret edilen bu yanlış görüş ve iddialar yüzünden ortaya çıkmıştır.

Yukarıdaki açıklamalardan da anlaşılacağı üzre büyük günah/kebire hakkında- ki ilk iddialar, Hariciler’e aittir. Demin de ifade edildiği gibi Haricilerin nazarında büyük günah işleyen, müşrik ve kâfirdir. Ayrıca Haricî görüşte, küçük günah işle­menin, hattâ bazan farzın dışındaki nafileler (nevafıl)i terketmenin bile müşrik ol­maya ve imandan çıkmaya yeter bir sebep olduğu yer almaktadır. Çünkü onlara gö­re dinin belirlediği şeyleri terketmek, Allah’a itaatsizliktir. İtaatsizliğin ise büyüğü, küçüğü olmaz. Nitekim Kur’an-ı Kerim, büyük küçük ayırımı yapmaksızın, Allah ve resulü’ne yapıln her türlü itaatsizliğin cezasını belirlemiş ve bunun da Cehen­nem olduğunu bildirmiştir. Bir ayet-i kerimede şöyle denilmektedir: "Kim Allah’a ve Resulüne baş kaldırır ve yasaklarını tanımazsa, Allah onu temelli kalacağı bir ateşe sokar ve onun için alçaltıcı bir azap verir ”.50

Hariciler, kendi iddialarına delil olarak şu nasları da kullanmışlardır:

1. “Gerçekten şeytanlar, sizinle mücadele etmeleri için dostlarına telkinde bu­lunurlar. Eğer onlara uyarsanız şüphesiz siz de Allah’a ortak koşanlardan olursu­nuz”.51

2. “Kim bin mit’mini kasden öldürürse, cezası ebedî Cehennem’dir.”5^

3. “Mü’inin olduğu halde zânî, zina yapmaz...”53

Hariciler’in bu iddialarına karşı, denebilir ki ilk görüş beyan edenler Mürcie mensuplan olmuştur. Sözü edilen bu iki mezhep mensuplan, politik mülahazaların önemli ölçüde rol aldığı bir platformda çok hararetli münakaşalar çıkarmışlardan Daha sonra aynı tartışmalara, tabiinden olan Haşan el-Basri (öl. 110/728) ile Mute- zile’nin kurucusu Vasıl b. Ata (öl. 131/748)’nın da katıldığını görmekteyiz.

Mürcie, imandan başka ibadet tanımayan, ameli imanın gerisine atan, hiçbir günahın imana zarar vermeyeceğini, ayrıca işlenen günahların cezasını Allah’a ha­vale (irca) etmenin daha doğru olacağım söyleyen görüşün adıdır. Mürcie yanlıla­rı, Havaric ve Mutezile’nin yaptığı gibi ameli imandan saymazlar. Zira onlara göre iman, sadece bilgi (ma’rifet)den ibarettir. Bir insan, Allah hakkında gerekli bilgiye sahip olursa artık o mü’min sayılır.54 Sadece amel değil, ikrar ve tasdik bile ima­nın rüknü ve tamamlayıcısı değillerdir. Halbuki büyük günah/kebire tartışmaların­da ele alınan konular, tamamiyle amel cinsinden olan iş ve eylemlerden ibarettir. O halde emel imandan cüz değildir. Amel imandan bir parça sayılmadığına göre ya­pılan iş ve eylemin imana zarar vermesi ve Haricîler’ce iddia edildiği gibi fâilini imandan çıkarması düşünülemez. Bu sebeple büyük günah işleyen kâfir olmaz. O, her durumda mü’min ve müslimdir. Böyle birinin ahiretteki durumu, yani işlediği günah ve ma’siyetten dolayı ebedi mi, yoksa işlediği günahın durmuna göre belli bir süre mi Cehennem’de kalacağı hakkında hüküm vermek bize düşmez. Zira uh- revî hüküm Allah’a aittir. O halde yapılacak en doğru şey, işi Allah’a havale (irca) etmek ve O’nun takdirine bırakmaktır.55

Yukarıdaki izahlara dayanarak Mürcie’nin, iman ile amalin ahiret hayatı ile olan ilgisi hakkındaki düşüncesini şu şekilde özetleyebiliriz: Cennet’e girmek için ma’rifete dayanan iman yeterlidir; amel, sadece Cennet’te derece kazanmaya yarar. Kulun Allah’a ait olan bilgisi (ma’rifetullah), amelinden doğan günahlarının affı için de yeterlidir. Yeter ki bu bilgi yok olmamış olsun. Mürcie taraftarlarına göre bunun böyle olduğunu hem Kitap, hem de Sünnet haber vermektedir. Nitekim Ce- nab-ı Hak, Kur’an-ı Kerim’de Resulüne hitaben şöyle buyurmaktadır: “De ki: Ey kendi nefisleri aleyhine haddi aşan kullarım! Allah ’m rahmetinden iimit kesmeyin. Çünkü Allah bütün günahları bağışlar. Şüphesiz O, çok bağışlayan ve çok esirge­yendir”.56 Hz. Pygamber de, “her kim Allah’dan başka ilah olmadığını bilerek ölürse Cennet’e girer’’51 buyurmuştur.58

Kulda irade ve ihtiyarı yok sayan Cebriye’nin görüşü ise daha başkadır. Cebri­ye taraftarlarına göre insanın fiillerini Allah yaratır, dolayısıyla kişinin ne sevap kaznması, ne de günah işlemesi kendi elindedir. Zira kendisinde bunları yapacak hür irade yoktur. O sebeple şahsın kâfir olması da, mü’min kalması da Allah’ın di­lemesi ve yaratmasıyla olur. Kul, İlâhî iradeye tabidir; dolayısıyla Allah isterse ku­lunu Cennet’e kor, isterse Cehennem’e gönderir.59 O nedenle kebire, yani büyük günah konusunda kulu ilzam edecek bir şey yoktur. Çünkü kabireyi yaratan da, onu kula işleten de Allah’dır. Allah’ın ezelî olan ilmi, kulların fiillerine o fiiller meyda­na gelmeden önce taalluk etmiş ve bu suretle kula ait istitaa fiilden sonraya itilmiş­tir. Buna göre fiilin aynen yapılması zorunludur. Aksi halde Allah’ın ilminde deği­şiklik olması söz konusu olur. Bu ise muhaldir. Ayrıca kulu, kendi fiilini kendi ira­de ve ihtiyariyle yapar görmek, onu müstakil fail mevkiinde görmek anlamına ge­lir, ki bu olamaz. Çünkü Allah’dan başka bir failin varlığnı kabul etmek, tevhid inancına aykırıdır.60

İnsana ait fiiller ile irade ve ihtiyar konusunda Cebriye karşıtı bir görüş sergi­leyen Mutezile, kebire konusuna mezhebin kurucusu olan Vasıl b. Ata’nın va’zetti- ği “el-menzile beyne’l-menzileteyn’’ prensibini esas alarak yaklaşmıştır. Vasıl b. Ata, Haşan el-Basri’nin talebesidir. Bir gün, Haşan el-Basrî’ye büyük günah işle­yenin durumu hakkında bir soru sorulur. O sırada Vasıl da oradadır. Haşan el-Basrî vereceği cevabı düşünürken Vasıl ileri atılır61 ve şöyle der: Büyük günah işleyen kişi ne mü’min ne de kâfirdir, onun yeri, iki menzile arasında bir menzile {yer)dir. Bu yer de fâsıklık mevkiidir. “El-menzile beyne’l-menzileten” diye meşhur olan bu cevabın Haşan el-Basrî’nin hoşuna gitmediği ve neticede aralarının açılmasına ve Vasıl’ın, hocası Haşan el-Basrî’nin yanından ayrılmasına sebep olduğu söylenmek­tedir. Nevar ki bu ayrılık, bir yandan Mutezile diye yeni bir mezhebin kurulması­nı62, öte yandan da dinî konuları akılcı (rasyonel) yol ve yaklaşımlarla izah etme geleneğinin doğmasını sağlamıştır.63 Vasıl b. Ata ile yola çıkan Mutezile, zaman içinde çeşitli merhaleler katetmiş olmasına rağmen, kebire işleyenin yerini belirle­mek maksadıyla söylenen “El-menzile beyne’l-nıenzileteyn” sözünü hep muhafaza etmiş ve onu vazgeçilmez beş prensibinden biri olarak devam ettirmiştir.

Görüldüğü gibi Mutezile, büyük günah işleyen mü’mini, işlediği ma’siyetten dolayı kâfir değil fâsık sayar ve dünyada iken ona müslüman muamelesi uygular. Mutezile’ye göre büyük günah sahibinin kâfir ya da mürtet olmamasının sebebi, onda imanın diğer bir rüknü olan tasdikin hâlâ bulunuyor olmasından dolayıdır.64 Ancak böyle biri tövbe etmeden ölürse, gideceği yer ebedi Cehennem’dir.65 Fakat orada maruz kalacağı muamele, yine de kâfirinkinden hafif olur. Çünkü onda, bir yandan sözü edilen tasdik vardır, bir yandan da aynı tasdik çerçevesinde yaptığı iyi­likler ve o iyiliklere karşılık elde ettiği bir takım sevaplar bulunmaktadır. Bununla ilgili olarak Izutsu, Eş’arî’nin Makalât’ından aldığı Cübbaî’ye ait şu görüşü naklet­mektedir: Bir fâsıkta da iman olabilir. Ama biz ona, bu imanından dolayı tam ve kâ­mil mü’min demeyiz. Zira tam ve gerçek iman, Allah’ın yüklediği ödevleri yerine getirmekle hasıl olur66.

Bilindiği gibi Mutezile ve Havariç, Emevî karşıtı iki gruptur. Fakat Mutezile; muhalefetini daha çok fikir planında yürütürken, Hariciler bu işi aktif politika yo­luyla yapmaktaydılar. Hariciler, genelde bir otorite tanımak istemiyorlardı; bu bağ­lamda siyasî otoritenin, özellikle Arap kabilelerinden birinin eline geçmesinden hoşlanmamaktaydılar.67 Çünkü onlara göre siyasi otorite demek olan hilâfet/devlet başkanlığı, şer’î bir mecburiyet olmayıp ihtiyaçtan dolayı lüzumludur. İnsanlar kendi aralarında birliği, beraberliği, hak ve adaleti gerçekleştirebilirlerse halifeye ihtiyaç kalmaz. Ayrıca halifeliğe liyakat bakımından, Arap kabilelerinin hiçbiri di­ğerinden daha üstün bir meziyete ve rüchaniyete sahip değillerdir. O bakımdan ha­lifenin mutlaka Kureyş’ten olması diye bir şart yoktur. Halife, başka bir Arap kabi­lesinden olabileceği gibi Arap olmayan kabilelerden, söz gelişi bir Habeşli’den de olabilir. Aslında şeriata muhalefet edip hak ve hukuku çiğnediğinde onu halletmek kolay olsun diye halifenin Arap olmayan kabilelerden seçilmesi daha uygundur. Zi­ra bu suretle onu himaye edip koruyacak kimse bulunmaz ve yerine uygun olan bi­rinin getirilmesi kolaylaşır.68

Bu bağlamda olmasa bile onlar, ilk etapta hem tahkimi kabul ettiği için Hz. Ali’yi, hem de o şaibeli tahkim sonucuna göre Halife seçildiği için Hz. Muaviye’yi tanımayıp reddetmişlerdir. Çünkü onların her ikisini de tahkime rıza göstererek Al­lah’ın hükmünü hiçe sayan, müslüman kanı döktüren, bu suretle büyük günah işle­yip dinden çıkan kimseler olarak görmekte ve şayet tövbe etmezlerse ahirette gide­cekleri yerin ebedî Cehennem olacağını söylemekteydiler. Ancak yukarıda sözünü ettiğimiz Mürcie fırkasıdır ki bunlara karşı çıkmış ve özellikle Emevî yanlısı bir politika izleyerek onların etkisini azaltmaya çalışmıştır. O nedenle Mürcie fırkası, ister politik, isterse teolojik alanda olsun, serdedilen bütün Haricî ve Mutezilî gö­rüşleri reddetmiştir; sonuçta da hem tahkim olayını Allah’ın hükmüne aykırı bul­mayarak kabul etmiş, hem de kebire konusuna ihtiyatlı yaklaşıp büyük günah işle­yeni mü’min saymıştır.

Mürcie’nin bu yaklaşımı, genelde Haricî ve Mutezilî yaklaşımdan daha uygun ve mutedil görülmüştür. O nedenle Mürcie’nin irca görüşü, hem İmam-ı Azam’ın, hem de daha sonra gelen Ehl-i Sünnet kelâmcılarının tasvibini kazanmıştır69.

Az ileride Mutezile mezhebinden bahsederken, büyük günah/kebire mes’elesi ile ilgili olarak kendisine soru sorulan ve onun hakkında görüş beyan edenlerden birinin de Haşan el-Basrî olduğunu söylemiştik. Kebire işleyeni miirai sayan ve bu görüşüy­le sanki Mutezile yanlılarının kullandığı fâsık kavramına kaynaklık eden Haşan el- Basrî, talebesi Vasıl b. Ata’nın oıtaya attığı “el-ınenzile beyne’l-menzileteyn" görü­şünü benimsememiştir. O, Hariciler’in tekfir görüşü ile Mürcie’nin irca görüşüne de karşı çıkmıştır. Haşan el-Basrî, siyasette Emevî karşıtı bir konumda bulunduğu için, özellikle Mürcie’nin günah işleme konusunda insanlara ve bahusus devlet ricaline cesaret veren irca görüşünü ahlâken ve siyaseten sakıncalı buluyordu. Ona göre bü­yük günah işleyen kimse, gerçi kâfir değildir, fakat kâmil bir mü’min de sayılmaz. Zira büyük günah işleyen kimse, iman için gerekli olan ihlas ve samimiyetten yok­sun demektir. Eğer bir mü’minde ihlas ve samimiyet olsa, ondan büyük günah değil, aksine sâlih amel sâdirolur. Çünkü mü’minin Allah’a olan iman ve itaati samimi, iç­ten ve gönüldendir. Gönülden itaati olmayan bir kimse, olsa olsa ismen müslüman- dır, ki din dilinde ona miirai denir. Müraillik ise düpedüz münafıklık demektir70.

Haşan el-Basrî, büyük günah/kebire işleyen hakkında verdiği miirai ve müna­fık hükmüne, dinin emir ve yasaklarına uymayı ifade eden fiil ve amele verdiği bü­yük önemden dolayı varmış olmalıdır. Nitekim Ciircanî (öl. 816/1413), onun, Hz. Peygamber’e ait iki hadise dayanarak bu görüşü benimsediğini söylemektedir71. Münafıklığın alametlerinden söz eden o hadislerin ilkinde münafığın alametinin “’yalan söylemek, vadini yerine getirmemek ve emanete hıyanet etmek”72, İkinci­sinde ise, bu üç olumsuz vasfa ilave olarak, "hasımlaştığı zaman haktan ayrıl­mak"1^ olduğu bildirilmektedir. İnsanları bu hadislerin ışığında değerlendiren Ha­şan el-Basrî’nin, büyük günah işleyenleri yalan söyleyen, va’dini yerine getirme­yen, emanete hıyanet eden ve hasımlaştığı zaman da haktan ayrılan kimseler olarak gördüğü anlaşılmaktadır.

Haşan el-Basrî, belirtilen bu görüşüyle insanları mü’min, kâfir ve münafık di­ye üç inanç kategorisine ayırmış olmaktadır. Nevar ki o, kâfirleri umursamaz. Zira onlar için zaten yapılacak bir şey yoktur. Ahiretten ziyade dünya işleriyle ilgilen­dikleri için büyük günah işlemekten çekinmeyen münafıklara gelince, onlar, mü’minin samimi haline sahip olmayan mürai kimselerdir. Buna rağmen onlarda bir ümit ışığı vardır. Haşan el-Basrî’ye göre onların İslam toplumunun dışına atıl­mamaları gerekir. Çünkü onlar ıslah edilebilirler. O nedenle, hayatlarını İslâmî ma­nada tanzim etmeleri hususunda kendilerine yardımcı olmak lazımdır. Aksi halde hepten dalalette kalır ve mahvolurlar74.

Büyük günah/kebire konusunda Zahiriye Mezhebi’ııin önde gelen şahsiyetle­rinden biri olan İbn-i Hazm (öl. 456/1064) da görüş beyan etmiştir. İbn-i Hazm, Ha- riciler’in büyük günah/kebire hakkındaki görüşlerini tamamiyle reddetmiştir. Ancak

o, Haşan el Basrî’nin miirai-münafık görüşüne de takılmış ve onu şiddetle eleştir­miştir. Münafiğın kim olduğunu ve onun herkes tarafından bilinip bilinemeyeceği hususunu açıklayarak tenkidine başlayan İbn-i Hazm, görüşlerini serdederken özet olarak şunları söylemektedir: Münafığın başta gelen vasfı, nifak sahibi olmasıdır. Nifak, iman görünümü altında kalbde ve ıuhda küfrü saklamak demektir. Nevar ki kalbde ve ruhda olanı Yüce Allah’dan başkası bilemez. Şahısların kişinin kalbinde olanı anlamaya girişmesi, gaybı tahkike cür’et anlamına gelir, ki bu apaçık bir ha­tadır. Hz. Peygamber (s.a.v.)’in bile insanların kalblerini açıp ortaya sermek gibi bir görevinin olmadığı ve hattâ onun bu işe gücünün yetmeyeceği Kur’an-ı Kerim’de açıkça ifade buyurulmuştur. Nitekim Tevbe suresinde bu hususa vurgu yapılarak şöyle denilmektedir: “Çevrenizdeki bedevi Arapkir ’dan ve Medine halkından bir ta­kım münafıklar vardır ki, münafıklıkta maharet kazanmışlardır. (Kurnazca davandıkları için) sen onları bilmezsin, (fakat) biz onları biliriz" 15 Buna göre büyük gü­nah/kebire işleyen birine münafık demek, sadece Allah Taâlâ’ya mahsustur. Kaldı ki Yüce Allah, büyük günah/kebire işleyen kimseye münafık dememiştir. Ayrıca bü­yük diye vasıflandırılan günahlardan birini işlememiş olmak, bir kul için çok zor bir hadisedir. Çünkü insan masum değildir. Meleklerin ve nebilerin mutlak masumiyet­leri konusunda bile müslüman bilim adamları arasında ihtilaf varken, beşer olarak büyük günah işlememiş olduğunu söylemek mümkün değildir. Şayet böyle biri var­sa, kesin olarak bilinmelidir ki o, Kur’an-ı Kerim’in yasaklamış olduğu böbürlen­me suçunu işlemektedir. Böbürlenerek kendisini diğer insanlardan farklı göstermek ise enbüyük günahlardandır. Büyük günah/kebire konusunda üzerinde ehemmiyet­le durulması gereken şey şudur: Günah ve kötülükleri işlediğimiz anda, hakikaten Allah ve Resulü hakkında herhangi bir şüphemiz var mı, yok mu? Eğer büyük gü­nah işlerken bile hâlâ Allah’a ve peygamberine iman etmekte ve yaptığımız şeyin kötü ve yanlış olduğunu bilmekte isek, o takdirde hemen itiraf etmeliyiz ki büyük günah işlemek, kimseyi küfre götürmeyeceği gibi münafık da yapmaz.76

Büyük giinah işleyene mürai-münafık denilmesi, Ehl-i Sünnet tarafından da doğru bulunmamıştır. Çünkü münafık küfrünü gizleyendir. Halbuki kebire işleyen için böyle bir hal söz konusu değildir. O, ne küfrünü gizler, ne de batıla inanır. Ehl- i Sünnet’e göre Haşan el-Basrî’nin münafık dediği kimse, olsa olsa imanı olgunlaş­mamış günahkâr biri olabilir. Şüphesiz makul ve doğru olan görüş budur. Nitekim Haşan el-Basrî’nin daha sonra kendi fikrinden vazgeçerek Ehl-i Sünnet’in bu görü­şüne uygun görüş belirttiği bildirilmektedir.77

İslâm bilginlerinin büyük çoğunluğunu temsil eden Ehl-i Sünnet’in büyük gü­nah/kebire hakkındaki görüşüne geçmeden önce Hariciliğin önemli kollarından olan İbadiye mezhebinin konuya ilişkin fikir ve düşüncelerinden de bahsetmek is­tiyoruz. Genel Haricî görüşten daha çok Ehl-i Sünnet’in görüşüne yakın görüş ser- deden İbadiye, büyük günah işleyeni şirkten uzak tutar. Ayrıca o, iman hiyerarşisi içine münafık ve fâsık kavramlarını da koymaz. İbadiye’ye göre Allah, insanları mü’min ve kâfir olmak üzere iki kategoriye ayırmıştır. Delili de aşağıdaki ayet-i ke­rimelerdir. İşaret edilen ayetlerde Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: “İnkâr eden­ler, bölük böliik Cehennem’e sürülürler”78, “Rablerine karşı gelmekten sakınanlar,

bölük bölük Cennet’e götürülürler79, “Şüphe yok ki biz, insana doğru yolu gös­terdik. İster şükretsin, isterse nankörlük etsin”.80

Bu iki sınıf böylece belirlendikten sonra diyor İbadiye, ister münafık, ister âsi ve zalim, isterse fâsık olsun, hepsi de öldükleri zaman kâfir olarak ölmüş olurlar. Ancak küfür iki çeşittir. Bunlardan biri nimet küfrü, diğeri’de şirk küfüdür. Büyük günah işleyen kişi, şirk küfrü değil, nimet küfrü işlemiş olur. Böyle birinin ceza gö­receği ve Cehennem’e gireceği de muhakkaktır. Fakat onun Cehennem’de ebedî kalmama şansı da vardır. İnsana verilen o şans ise tövbedir. Onun için insan, gün­de yetmiş kere tövbesini bozsa bile yine de tövbeden vazgeçmemeli, onu asla ih­mal etmemelidir. Bu görüşten hareketle İbadiye fırkası, Allah’ın azabının gerçek­leşmemesi için önemli iki şart koymuştur. Bunların ilki, işlenilen günahdan tövbe edip Allh’a sığınmak ve O’ndan bağışlanma dileğinde bulunmak, İkincisi ise işlen­miş kötülükleri silecek kadar iyilik yapmaktır. Sözü edilen bu şartlar yerine getiril­mediği takdirde Allah’ın azabı gerçekleşir ve insan, ister büyük olsun isterse küçük olsun, ceza olarak işlediği her günahın karşılığını mutlaka görür.

Görüldüğü gibi Mutezile fasıklıktan, İbadiye de nimet küfründen kurtulabil­mek için tövbeyi önermiş ve onu önemsemiştir. Aslında tövbe herkes için önemli­dir. Çünkü küfürden imana geçilebilmesi, ya da ihmal edilmiş dinî hayat ile yitiril­miş ahlâkî kişiliğin yeniden elde edilebilmesi tövbe ile mümkündür. O nedenledir ki Allah tövbe kapısını insanlar için daima açık tutmuş ve herkesi tövbeye çağır­mıştır. Bu bağlamda Kur’an, “Ey inananlar! Kurtuluşa ermeniz için hepiniz tövbe ediniz”81 buyurmaktadır. Kur’an-ı Kerim, Yüce Allah’ın, tövbe eden kimselerin tövbelerini kabul edeceğini de bildirmiştir. Nitekim hataya düşüp günah işleyenle­rin ilki olan Hz. Adem82, hatasını anlar anlamaz tövbe edince Allah onun tövbesi­ni kabul buyurmuş ve günahını affetmiştir83. Tövbe-i nasûh kavramı ile birlikte ele alan Kur’an-ı Kerim’deki bir ayette mü’minlere hitaben şöyle denilmektedir: “Ey iman edenler! Nasûh (samimi) bir tövbe ile Allah’a dönün. Umulur ki Rabbiniz kö­tülüklerinizi örter, Peygamber ’i ve onunla birlikte iman edenleri utandırmayacağı (ahiret) gününde, Allah sizi içlerinden ırmaklar akan Cennetlere fcor”.84

Bütün bunlar, kişinin ister imanını elde etmede, isterse İslâmî kimliğini ve ah­lâki kişiliğini muhafazada tövbenin ne derece önemli olduğunu göstermektedir. Fa­kat bunun için tövbenin şartlarına uymak gerekir. Yukarıdaki ayet-i kerimede Yüce Allah, yapılacak tövbenin tövbe-i nasûh şeklinde olmasını istemektedir. Muaz İbn-

i Cebel, ayette geçen nasûh tövbesini öğrenmek maksadıyla Hz. Peygamber’e gi­der ve “Ey Allah’ın Resulü! Nasûh tövbesi nedir?” diye sorar. Muaz’ın bu sorusu üzerine Hz. Peygamber (s.a.v.) şu açıklamayı yapmıştır: “Nasûh tövbesi, kulun yapmış olduğu günaha pişmanlık duyup özrünü Allah’a arzettikten sonra, sütün memeye geri dönmemesi gibi bir daha o (günaha) dönmem esidir ”.8 5 O halde İba- diye taraftarlarının söylediği gibi günde yetmiş kere tövbe edip yetmiş kere tövbe bozmak, sonra da Allah’ın tövbeleri kabul edeceği va’dini delil göstererek o tövbe­den fayda ummak yanlıştır. Çünkü tövbenin kabul edilmesinin şartı, yapılan kötü­lüklerden pişmanlık duymak ve bir daha işlememek üzere o kötülüklerden uzaklaş­maktır. Nitekim Tevvabu’r-Rahim olan Yüce Allah, “Ben, tövbe edip durumlarını düzeltenleri affederim”86 buyurmaktadır.87

Tövbede içtenliği ve samimiyeti ifade eden nâsuh kelimesi, mana olarak piş­manlık duyulan işin şimdiki zamanda ve gelecekte bir daha yapılmaması ve geç­mişte işlenen günahlardan doğan zararın telafi edilmesi gibi çok önemli hususları da içermektedir. Tövbe ederken geçmişteki günahlardan doğan zararın telafisi hak­kında Hz. Ali’nin söyledikleri çok anlamlıdır. Bir gün: “Ey Allah’ını! Senden beni bağışlamanı diliyor ve sana tövbe ediyorum” diyen bir adama Hz. Ali: “Ey adam! Tövbede dil çabukluğu, yalancılara has bir tövbe şeklidir” der ve arkasından da şunları anlatır: Gerçek tövbenin altı şartı vardır: 1) Geçmiş günahlara pişmanlık duymak, 2) Farzları iade (kaza) etmek, 3) Mazlumun hakkını vermek, 4) Düşman­larla helalleşmek ve bir daha o duruma düşmemeye azmetmek, 5) Nefsi günah için­de nasıl besleyip büyütürse, onu Allah’a itaat yolunda öylece eritip küçültmek, 6) Nefse günahların tadını tattırdığın gibi, itaatin de acısını tattırmak.88

Bu noktadan itibaren büyük günah/kebire mes’elesindeki Ehl-i Sünnet görüşü­ne geçebiliriz. Ancak şunu belirtmeliyiz ki, kebire konusunda Ehl-i Sünnet ile Mür- cie ve İbadiye arasında belli bir yakınlık vardır. Nitekim Ehl-i Sünnet ile Mür- cie’nin her ikisi de büyük günah işleyenin mü’min olduğu görüşünü paylaşmakta­dırlar. Keza İbadiye’nin insanları sadece mü’min ve kâfir diye ikili bir inanç hiye­rarşisine tabi tutması da Ehl-i Sünnet’in anlayışına uygun düşmektedir. Ancak Mür- cie’nin, “hiç bir ma’siyet/günah imana zarar vermez ve mu minin vasfında bir de­ğişiklik meydana getirmez” iddiası, Ehl-i Sünnet tarafından reddedilmiştir. Gerçi Ehl-i Sünnet’e göre de ma’siyet imana zarar vermez, çünkü amel imanden cüz de­ğildir; lâkin büyük günah işleyenin mü’minlik vasfında, kemal bakımından bir değişiklik olur. Bu değişikliğin sonunda ortaya çıkan yeni vasfın adı ise Mutezi- le’nin de sıkça kullandığı/ân^M’tır. Ancak Ehl-i Sünnet’in kullandığı fâsıklık vas­fı, Mutezile’nin iddia ettiği gibi imanla küfür arasında üçüncü bir mertebe değildir. Çünkü fâsıklık, iman ile küfür arasında bir yerde kabul edilecek olursa, onda ne iman, ne de küfür olur. Halbuki bir kişi ya mü’mindir, ya da kâfirdir. Bu ikisinin or­tasında üçüncü bir iman ve inanç derecesinin bulunması aklen muhaldir.89

Bu anlatılanlardan hareketle, Haşan el-Basrî’nin görüşü baz alınarak oluşturu­lan “mü’min, münafık, kâfir” şeklindeki inanç hiyerarşisinin, Ehl-i Sünnet’in ger­çek görüşü olmadığı söylenebilir. Kur’an-ı Kerim’e göre münafık kâfir demektir. Çünkü onlar, hiç inanmadılar90 ya da “inandıktan sonra inkâr ettiler ”.91 O neden­le münafıkların kâfirlerin altında bir yer ve mertebeye oturtulmuş olması, bir inanç hiyerarşisi gereği olmayıp muhtemelen iki yüzlülükleri, kıskançlık, hıyanet ve ki­şilik noksanlığı içinde yaşadıkları aşağılık kompleksi ile İslâm’a ve müslümanlara sinsice verdikleri zarardan dolayıdır. Nitekim Kur’an-ı Kerim de münafıkları nite­lendirip sıfatlandırırken hep bu manada atıflar yapmış bulunmaktadır.92

O halde ya iman, ya küfür vardır. Ehl-i Sünnet bilginlerine göre küfrün eş an­lamlısı olan münafıklık vasfının, bir inanç tezahürü olarak mü’minde görülmesi dü­şünülemez. Çünkü biribirine zıt iki vasfın aynı yerde, yani kalbde birlikte bulunma­sı mümkün değildir. Fakat bu insanda biribirinden ayrı iki özellik olabilir. Mesela hem mü’min olma, hem de günahkâr olma özelliğini birlikte taşıma gibi. Zira iki şeyin biribirine zıt olabilmesi için aynı mahalde bulunmaları gerekir. Bilindiği üze­re imanın mahalli kalbdir. Halbuki büyük günaha sebep olan fiiller, insanın dış or­ganlarıyla alakalıdır. Dolayısıyla dış organlarda meydana gelen hatalı bir fiilin kalbdeki imanı yok etmesi düşünülemez93. Buna göre mü’min ve mücrim olma va­sıfları, farklı şeyler olmalarına rağmen, ayrı yerlerde hasıl oldukları için birbirinin zıddı/karşıtı sayılmazlar. Dolayısıyla iman ve fısk (maslyet)ın aynı kişide birlikte bulunması Ehl-i Sünnet’çe caiz görülmüş ve büyük günahın, günah olduğu inkâr edilmedikçe imanın aslına zarar vermeyeceği kabul edilmiştir94.

Görüldüğü gibi Ehl-i Sünnet kelâmcıları, amelle imanı birbirinden ayrı şeyler olarak görmüşlerdir. Onun için de büyük günah işleyeni mü’min saymakta ve Ce- hennem’de ebedi kalmayacağı inancını taşımaktadırlar. İmam Matüridî’nin konu hakkındaki düşüncelerini M. Ebu Zehra şu şekilde aktarmaktadır: “Gerçekten Ce- nab-ı Allah, Kur’an-ı Kerim’inde bir kötülüğü, bir günahı ancak misliyle cezalandı­racağını beyan ederek “kim ortaya bir iyilik koyarsa ona on katı verilir. Ortaya bir kötülük koyan ise misliyle cezalandırılır. Onlara haksızlık yapılmaz”95 buyurmuştur. Şüphe yok ki Allah’ı inkâr etmemiş ve O’na ortak koşmamış birinin günahı, kâfir ve müşrikin günahına nazaran daha aşağı derecede olur. O takdirde kebire (biiyiik gü­nah) işleyen birisi, Allah’ı tasdik etmiş olduğu halde bir kâfirin çekeceğine eş bir azap görürse, onun cezası bu defa günahının miktarından fazla olmuş olur. Bu du­rum ise, Cenab-ı Hakk’ın va’dine aykırı düşer. Halbuki Allah Taâlâ, kullarına hak­sızlık etmediği gibi, va’dinden de dönmez. Ayrıca günahkâr bir mti’minin kâfirle ay­nı derecede ceza çekmesi, Allah’ın hikmet ve adaletine de ters düşer. Zira günahkâr mü’min, hayırların en büyüğü olan imana sahip olmuş, şerlerin en çirkini olan kü­fürden uzak kalmıştır. Durum bu merkezde iken Allah, günahkâr mü’mini cehen­nemde temelli olarak tutarsa hayırların en faziletlisi olan imana vereceği sevaba kar­şılık, kötülüklerin en fecisi olan küfrün cezasını vermiş olur... (Oysa) adalet ve hik­metin icap ettirdiği şey, fazlasıyla değil, ancak misliyle cezalandırmaktır”96.

Büyük günah/kebire işleyen mii’minler hakkında yapılacak işlemin ne olacağını Allah’a havale etmek gerektiğini de ifade eden MatLiridî, “Allah isterse, bir lütuf ve rahmet olmak iizere onları affeder, isterse günahları miktarınca cezaya çarptırır. Bit da onların ebediyyen cehennemde kalmayacakları anlamına gelir” demektedir97.

Ehl-i Sünnet kelâmcıları, şirk dışındaki başka bir günahın küfrü gerektirmeye­ceğine dair yaptıkları bu aklî ve mantıkî izahlar dışında Kur’an-ı Kerim’den de çe­şitli deliller getirmiş ve görüşlerinin doğruluğunu ispatlamaya çalışmışlardır. On­lardan bir kaçını, kısa açıklamalarıyla birlikte aşağıya alıyoruz:

1. “Allah kendisine ortak koşmayı bağışlamaz, ama bundan başkasını dilediği­ne bağışlar. Zira Allah’a ortak koşan kimse, şüphesiz büyük bir günah ile (Allah’a) iftira etmiş olur”,98 Bu ayette şirk dışında kalan bütün günahların Allah tarafından affedilebileceği bildirilmektedir. Dolayısıyla her büyük günah, sahibini küfre ve ebedi Cehennem’e götürmez.

2. “Eğer mü’mirilerden iki zümre dövüşürlerse onların aralarını (bulup) barış­tırın”.99 Bu ayet-i kerimede Yüce Allah, bıribirleriyle savaşarak büyük günah işle­yenleri mü’min olarak nitelendirmektedir.

3. “Ey iman edenler! Benim de düşmanım, sizin de diişmanınız olanları dost edinmeyin.”’00 Bu ayet-i kerimede, çeşitli mülahazalarla Allah’ın düşmanlarını dost edinenlere mü’min denilmiştir.

4. “Ey iman edenler! Yapmadığınız şeyi niçin söylüyorsnuz!”’0’ Bu ayette Yü­ce Allah, mü’minleri azarlaınıştır. Azarlama ise büyük günaha ait ceza demektir. O halde büyük günah, insandaki mü’min olma vasfını kaldırmaz.

5 “Ey iman edenler! Öldürülenler hakkında size kısas yazıldı!”’01 Bu ayet-i kerimede, en büyük günahlardan biri olan adam öldürmenin imanla birlikte zıkre- dildiği, dolayısıyla öldürme fiilinin imanı yok etmediği görülmektedir.

6. “Ey iman edenler! Hâlis bir tövbe ile Allah’a dönitıı”’0*. Tövbe, büyük kü­çük tüm günahlar için yapılır. Bu âyette ıniı’ıninlerin günah işledikleri, işledikleri bu günahlara rağmen yine de mü’min sayıldıkları görülmektedir.

İşlenen büyük günahın kişiyi imandan çıkarmadığına dair hadîsler de vardır. Bunların en meşhur olanı Ebu Zerr el-Gıfârî (öl. 32/652)’den rivayet edilmiştir. Bu hadisinde Resul-i Ekrem şöyle buyurmaktadır: “Allah’tan başka tanrı yoktur, Mıı- hammed O’nun elçisidir diyen ve bu ikrar iizere ölen hiç bir kimse yoktur ki Cen­net’e girmiş olmasın”.

Ebu Zerr, Resulüllah (s.a.v.)’ın bu beyanını duyunca: “Zina yapınış, hırsızlık etmiş olsa da mil” diye sormuş. Resulüllah da: “Evet, zina yapmış, hırsızlık etmiş olsa bile” şeklinde cevap vermiştir.

Ebu Zerr, kendi anlayışına uymayan böyle bir cevapla karşılaşınca soruyu üç defa tekrarlamış, her defasında da aynı cevabı almıştır. Sonuncusunda ise Hz. Pey­gamber: “Ebu Zerr bu durumdan hoşlanmamış olsa bile Cennet’e girer” buyurarak zina ve hırsızlık gibi büyük günahların imanla beraber bulunabileceğini ve sözü edilen fiilleri işleyenlerin de Cennet’e gideceklerini açıkça belirtmiştir104.

A. Saim Kılavuz; İmam Bakillanî, Cüveynî, Nesefî, Şehristanî, Taftazanî, Sabu- nî ve İbn-i Teymiye gibi Ehl-i Sünnet kelâmcılannın büyük günah/kebire konusunda­ki genel görüşleri hakkında şunları yazmaktadır: “Büyük günah işleyen bir kimse, yaptığını helâl görerek, hafife alarak, alay ederek yapmazsa, dünyada onun riddetine {dinden çıktığına) hükmedilemez. Mü’minler gibi kendisine ganimetten pay ayrılır, cenaze namazı kılınır, müslüman mezarlığına gömülür. Ahirette de Allah dilerse işle­diği büyük günahı rahmet ve faziletiyle affeder, yahut işlediği günah miktarınca ce­zalandırır. Fakat kalbinde imanı bulunduğu için neticede Cennet’e girdirir”.105

Ehl-i Sünnet kelâmcıları, büyük günah/kebire işleyenlerin mü’min olduklarına dair icma bulunduğunu ifade etmekte ve Asr-ı Saadet’ten beri ehl-i kıbleden oldu­ğu söylenerek musalla taşına konulan herkesin cenaze namazının kılınmasını ve lehlerine dua yapılmasını da buna delil göstermektedirler. Çünkü İslâmî gelenekte bu tür dinî uygulamalar, sadece mü’minler için yapılan işlerdir.106

SONUÇ

Sonuç olarak değinmek istediğimiz husus ise, yukarıda saydığımız olumsuz fi­il ve davranışlardan doğan ve dinî suç diye nitelendirilen günah olgusudur. Bilindi­ği gibi Kur’an-ı Kerim, insanlarla ilgili günahlara oldukça fazla yer vermiştir. Bu da bizi, ister istemez bazı tespit ve değerlendirmeler yapmaya götürmektedir. Şüp­he yok ki Kur’an’da günahla ilgili böylesine geniş bir alan oluşturan etimolojik özellik, Kur’anî öğreti ve dünya görüşünün, içtimaî/sosyal ahenk, düzen ve intiza­ma ne kadar önem verdiğinin belgesi sayılır. Ayrıca Kur’an-ı Kerim’in ahlâk öğre­tisi içinde, çok farklı yoğunluktaki manalarıyla çok çeşitli kelimelerin günah kav­ramının izah ve anlatımı maksadıyla kullanılması da, onun, toplumsal hayat ile her noktadan temasa geçip bireyleri ahlâkî olgunluk ve fazilet adına etkileme amacını taşıdığını göstermektedir.107

Hakikaten günah, her insanın kendi dinî, İçtimaî ve ahlâkî hayatını tanzim ederken gözetmesi gereken en önemli şeydir. Çünkü onun, imanın rüknü ile olma­sa bile kemaliyle çok yakın ilgisi vardır. İmanın kemali, sâlih amelle sağlanır, an­cak sâlih ameli gölgeleyen şey, günahtır. Onun içindir ki mutasavvıflar, günah işle­meyi ateşe girmekten daha büyük bir bedbahtlık olarak görmüşlerdir. Çünkü günah, Allah ile kul arasına giren kalın bir perde ve en büyük engeldir.108 O halde güna­hın büyüğüne de küçüğüne de yaklaşmamak lazımdır. Şayet beşerî zaaf eseri ola­rak günaha doğru bir yakınlaşma söz konusu ise ondan hemen uzaklaşmalı ve va­kit geçirmeden tövbe edip Yüce Allah’dan af dilenmelidir. Çünkü kabulü hakkında herhangi bir kuşkuya kapılmaksızın samimiyetle yapılan her tövbe Allah katında kabul görür ve günahların silinip yok edilmesini sağlar.

Yüce Allah, günahların affına vesile olarak bir de ibadet ve iyilikleri göstermiştir.

O, konuyla alakalı olarak şu hatırlatmayı yapmış bulunmaktadır: “Gündüzün iki tara­fında (sabah, öğle ve ikindi), gecenin de yakın saatlerinde (akşam ve yatsı) namazı kıl. Çünkü iyilikler kötülükleri giderir. Bu, öğüt almak isteyenlere bir hatırlatmadır ”.109

İslâm bilginlerinin Ehl-i Sünnet kesimi, büyük küçük ayırımı yapmaksızın, bir günahın affedilmesini üç şeye bağlamışlardır. Birincisi Allah’ın dilemesi, İkincisi Resulullah (s.a.v.)’ın şefaati110, üçüncüsü ise kulun kendi suçunu itiraf edip özür be­yan etmesi ve o suça bir daha geri dönmemek üzere tövbe etmesidir. Yukarıda da işaret edildiği üzere Kur’an-ı Kerim “Allah kendisine ortak koşmayı bağışlamaz, ama bundan başkasını dilediğine bağışlar”1!1 buyurmaktadır. Ayrıca Yüce Allah, “Ben, tövbe edip durumlarını düzeltenleri affederim”112 va’dinde bulunmuştur. Şüphe yok ki Allah va’dini yerine getirir, çünkü O, asla va’dinden dönmez.113

Sadece İslâm’a has bir müessese olan tövbe sayesinde günahlarımızın affedilme­si ve bu suretle ruh ve kalbimizin temizlenip huzura kavuşması hem imanımızın, hem de İslâmî ve ahlâkî kişiliğimizin olgunlaşıp kemale ermesi demektir. Şüphe yok ki te­mizlenmiş bir kalb ile kâmil bir iman ve ahlâkî kişilik, insanoğlu için dünya ve ahiret saadetinin biricik anahtarıdır. Onun içindir ki hem Kur’an-ı Kerim, hem Sünnet-i Re­sul, hem de ister ameli, imanın bir rüknü sayan, isterse onların dışında kalan bütün mezhep ve Kelâm ekolleri, tövbeyi önemsemiş ve insanları ona davet etmişlerdir.114

“Hitamuhu misk” kabilinden olacağı inancıyla yazımızı, Kur’an-ı Kerim’deki şu ayet mealleriyle tamamlamak istiyoruz: “İşte onların erişebilecekleri bilgi bıulur. Şüphe yok ki senin Rabbin, (evet) O, yolundan sapanı daha iyi bilir. O, hidayette (doğru yolda) olanı da çok iyi bilir. Göklerde ve yerde olanlar hep Allah’ındır. O, kötülük yapanlara, işlediklerinin karşılığını verir; iyi davranış içimle bulunanları da daha iyisiyle miikâfaatlandırır. Ufak tefek kusurları dışında, biiyük günahlardan, ha­yasızlık sayılan kötü işlerden kaçınanlara gelince, doğrusu Rabbiniıı affı boldur. Si­zi daha topraktan var ederken ve de siz annelerinizin karınlarında cenin halinde bu­lunurken sîzleri eıı iyi bilen O’dur. Onun için kendinizi temize çıkarmayın. Çünkü O, kötülükten sakınanı çok iyi bilir”.115 “Günahın açığını da gizlisini de bırakın. Gü­nah kazananlar, kazandıklarına karşılık şüphesiz ceza göreceklerdir”16

*Fırat Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Görevlisi.

1 Bkz. Bakara, 2/103; Al-i İmran, 3/145, 148, 195; Nisa, 4/134; Kehf, 18/44,46; Meryem, 19/76; Ka- sas, 28/80.

2 Süleyman Ateş, Kur’an Ansiklopedisi, Günah maddesi, VI/526.

3 Bkz. Bakara, 2/158, 198, 229; Maide, 5/93.

4 S. Ateş, a.g.e., Giinah maddesi, VI/526, 530.

5 Zariyat, 51/59.

6 Ragıb el-Isfehaııî, el-Miijredal, Zenb maddesi, s. 181.

7 Bkz. Furkaıı. 25/68.

8 Zariya t, 51/59.

9 Seyyid Şerif el-Ciırcanî, Ta’rifat, s. 4.

10 el-Curcanî. a.g.e., s. 95.

11 Isha Upanişad’da yer alan bir dua şoyledır: "...Sen, bizim yaptığımız her şeyi bilirsin. Bizi güna­hın aldatıcı cazibesinden koru!” Bkz. Mehmet Ali Işın. Upan’tşadhtr (Tanrının Soluğu), s. 39, Der­gâh yayınları, İst. 1976.

12 Sadık Kılıç, Kur’an’da Günah Kavramı, Konya 1984, s. 27.

13 S. Kılıç, a.g.e., s. 30.

14 S. Kılıç, a.g.e., s. 33-34.

15 Müslim, Birr 5; Tirmizi, Zithd 52; İbn-i Hanbel, IV/162, 227.

16 Sıinen-i Darimî, Bıiyu 2.

17 Ebu Hamid Muhamıned b. Mııhammed el-Gazalî, İhyan Ulumi’d-Din, V/21, Mısır 1968.

18 S. Kılıç, a g.e., s. 35.

19 Şah Veliyyullah Dehlevi, HücceluHahi’l-Baliğa, 1/121, Seyyid Sadık neşri, Kahire, tarihsiz.

20 Nisa, 4/31.

21 Necin, 53/32.

22 Gazalî, a.g.e., V/21.

23 Ibıı-ı Salah, Felava-i İbn-ı Salah, Diyarbakır, larihsiz.

24 Tehafut geleneğini, felsefecileri tenkit etmek ıızere Gazali başlatmıştır. Oıııı Ibıı-i Rıışd takip etmiş ve yazdığı Telıafütu’t-Tehafut adlı eserle Gazalî’yı eleştirmiştir. Daha sonra Fatih Sultan Mehmet, Gazalî mi, yoksa Ibn-i Rıışd mu haklı diye merak etmiş ve bu konuyu araştırmak üzere devrin un­lu bilginlerinden Hocazade ile Alaaddın Tusî’yi görevlendirmiştir. Bu görevlendirme sonunda or­taya iki tehafut daha çıkmıştır. Ancak Fatih’in huzurunda yapılan değerlendirme toplantısında Ho- cazade’nın tehafııtü muteber bulunmuştur işte uç lelıafut derken Gazalî’nin Tahafutu’l-Felasife’sı, Ibıı-ı Ruşd’un TehafuUı’t-Tefafııt’ıı ve Hocazade’nııı bıı iki Tehafut hakkında yazdığı eser kastedil­mektedir Daha sonra Mııbahat Turker, bu eserler üzerine bir doktara çalışması yapmış ve yapılan bu çalışma, Üç Tehafiil Bakımından Felsefe ve Din Münasebeti adıyla 1956’da Ankara’da neşredil­miştir.

25 S Kılıç, a.g e„ s. 323; S. Ateş, a g e , Fuhuş maddesi, VI/298.

26 Bkz. Necin, 53/32

27 Bkz. Nisa. 4/31.

28 S. Kılıç, a.g.e , s. 330.

29 Ibn-i Mace, Ziılıd 29.

30 Bkz Ibn-i Haıııbel, Müsned, 1/402. V/331, VI/70.

31 S. Kılıç, a.g.e., s. 331.

32 S. Kılıç, a.g.e., s. 324.

33 Abdullah b. Sebe’, kendisine nisbet edilen Sebeiyye fırkası ile birlikte tarihi kişiliği tartışılan bir kimsedir. Çeşitli kaynaklara dayanarak varlığından soz edilen Abdullah b. Sebe’nin, aslında var ol­mayan muhayyel bir kişi olduğu söylenmektedir. Bkz. R. Fığlalı, Çağımızda /likadt Islâm Mezhep­leri, s. 300, Selçuk Yay. 3. Baskı, İst. 1986.

34 Ramazan Hurç, Islâm tarihi ders notları, Hz. Ali Dönemi, s. 92, 96, Elazığ 1999.

35 Bkz. Necm, 53/32.

36 Bkz. Nisa, 4/31.

37 Bkz. Nisa, 4/31.

38 Bkz. Şura, 42/32, Necm, 53/32.

39 Gazali, İhya, V/25-26; Mustaıısır Mîr, Kur’anî Terimler ve Kavramlar Sözlüğü, s. 38, İst. 1996.

40 Bkz. Müslim, İman 144; Buhari, Şahadet 10.

41 Bkz. Müslim, İman 145.

42 Bkz. Müslim, iman 141-142.

43 Resulullah, kişinin, bir başkasının ebeveynine sövmesi halinde onıııı da dönüp mukabelede bulun­masını, kişinin kendi ebeveynine sövmesi olarak değerlendirmektedir. Bkz. Muslini, İman 146.

44 Bkz. Müslim, Iıııan 100.

45 Ebu Talib el-Mekkî, Kütul-Kulûb, 1961, 11/303.

46 Gazalî, İhya, IV/24.

47 Bkz. Lokman, 31/13.

48 Nisa, 4/116.

49 Abdu’l-Kahir el-Bağdadî (Trc. R. Fığlalı), Mezhepler Arasındaki Faiklar, İst. 1979, s. 65, 73.

50 Nisa, 4/14.

5) En’am, 6/121.

52 Nisa, 4/93.

53 Müslim, Imatı 100-101.

54 Bağdadî , a.g.e., s. 183.

55 Toşhihiko Izutsu (Trc. S. Ayaz), Islâm Düşüncesinde İman Kavramı, İst. 1984, s. 106.

56 Ztimer, 39/53.

57 Müslim, İman 43.

58 Pezdevi, Ebu Yusr Muhammed (Trc. Ş. Gölcük), Ehl-i Sünnet Akaidi, İst. 1988, s. 189.

59 Pezdevi, a.g.e., s. 188-189.

60 Mevlüt Özler, Islâm Düşüncesinde Tevhid, İst. 1995, s. 223.

61 Izutsu (S. Ayaz), a.g.e., s. 106.

62 M. Watt, Ruhi Fığlalı tarafından tercüme edilen “Islâm Düşüncesinin Teşekkül Devreleri” adlı ese­rinde, Şehristani’ye dayanan bu goruşuıı “muahhar bir uydurma” olduğunu söylemektedir. (Bkz. a.g e., s. 263 - 270). Prof. Cario Nalino ve Ahmet Emin de aynı görüştedirler. Bunlara göre Mute­zile tabiri, Hz. Ali zamanında Sünnî ve Haricî diye teşkilatlanan iki siyasi partinindışıııda kalanlar için kullanılmaktaydı. (Bkz. Haydar Bammat, İslamiyetm Manevî ve Kültürel Değerleri, s. 167, An­kara 1963), Taben’ye dayanan Cihat Tunç ise, i’tizal hareketi tabirinin, Hz. Osman’dan sonra Hz. Ali’nin halife olmasını istemeyen ve Cemel Vak’asıııda ona karşı siyasi tavır alanlar için kullanıl- dığnı bildirmektedir. (Bkz. Tunç, Sistematik Kelâm, s. 14, Kayseri 1994). M. Sait Yazıcıoğlu da Mutezile’ye bu ismin verilmesini uç şeye bağlamaktadır: 1) Vasıl b. Ata’nın ayrılış sırasında Haşan el-Basrı’nin, “Kad İ’tezele Anna Vasilıin =Vasıl bizden ayrıldı” sözunıi söylediği için, 2) Büyük gü­nah işleyenler hakkında ifade edilen Harici ve Mürcî görüşlere katılmadığı için, 3) Büyük günah iş­leyeni mü’min ve kâfir değil, sadece “fâsık” sayarak ona ayrı bir statü tayin ettiği için. (Bkz. Kelâm Ders Notlan, s. 23-24, Ankara 1987).

63 Hilmi Ziya Ülken, Islâm Düşıincesi, s. 28, İst. 1964.

64 Ebu’l Muin Meymuıı b. Muhammed el-Nesefi, Bahru’l-Kelâm fı Akaid-i Ehli’l-İslâm, s. 24, Kon­ya 1329; Şerafettin Gölcük - Süleyman Toprak, Kelâm, s. 109, Konya 1992. Bu anlayış bize, İbn-i Şebib’in imanın bölünebileceği görüşündeki çelişkiyi hatırlatmaktadır.

65 N. Çağatay -1. Agah Çubukçu, İslâm Mezhepleri Tarihi, 1/92, Ankara 1965; Ş. Gölcük - S. Toprak, a.g.e., s. 31,109.

66 İzutsu, a.g.e., s. 64.

67 Bkz. Mustafa Turkgiılü, Kelâm İlmi, 1/45-46, Ankara 1997.

68 Havariç, bu görüşten hareketle kendisine Abdullah İbn-i Vehhab el-Rasibi’yi başkan seçmiş ve tah­kim olayından sona çekildikleri Harura’da ona, “Emirü’l-Mu’mın”lik unvanını vermiştir.

69 Gerçekten de imanın ııhireti ilgilendiren kısmının Allah’a bırakılması gerektiği konusunda Imam-ı Azam da Mıırcie gibi düşünmüştür Bu yüzden oıuı, Murcie’den sayanlar bile olmuştur. Fakat bu it­ham haksızdır. Zira kebire lıakkındaki görüşleri zahirde Mıırcie’nin görüş ve düşüncelerine benzese bile temelde onlardan ayrılır. Nitekim söylenenlere bakılırsa. Mıırcie mezhebi, benimsediği ’irca” fikriyle, belki de siyaseten uygun bulduğu Emevî idaresini teolojik manada desteklemek istiyordu (Bkz.: Izutsıı. a.g.e., s. 60) Halbuki Imam-ı Azam’ııı böyle bir ıııyetı yoktur. Çunku O, Eıııevi ıdaıe- sıne karşıydı Bu bakımdan oıııın, her tııılıı usulsüz ve gayr-ı meşru ful ve İdarî uygulamalaıa imkân veren “iman sırf ma’rıfetullalıdan ibarettiı” tezini kabul etmesi ve intanı sırf zihinsel bir bilgi aınelı- yesi olarak görmesi düşünülemez. Bilindiği üzerema’rifet, zihinde kendiliğinden hasıl olan bir bil­gidir ve onun ekle edilmesinde ne bir irade. ııe de sarfedilcıı biı celıd ve gayret vardır, halbuki iman­da asi olan şey, iradî celıd ve ona bağlı olarak kalbde meydana gelen samimi tasdikim Imnm-ı Azam’a gore bu tasdikte sevginin de oııemlı payı vaıdır. Dolayısıyla imanın bir boyutu iradî ikrar ve tasdik ise, diğer boyutu da doğrudan doğruya sevgdtr (Bkz M Oz. Imam-ı A:am ’m lieş Eseri, s 18-19, İst. 1992). Bıitıın bunlar ortada iken Imaııı-ı Azaııı’ı da Murcie’den saymak, insaf ehlinin işi olamaz.

70 Izutsu, a g e , s. 69.

71 Seyyıd Şerif el-Cürcani, Şerhıı’l-Mevakıj\ III/257, İst. 1311.

72 Bkz. Muslini, İman 107-108.

73 Bkz. Mıisliın, Imaıı 106.

74 Izutsu, a.g.e., s. 68-71; H. Rıtter, İslâm Ansiklopedisi, Hastın Basrî maddesi, V/I, İst. 1977, M E.B. yayım.

75 Tevbe, 9/101.

76 İzutsu, a.g.e., s. 71-13.

77 Ahmet Saim Kılavuz, İman Küfür Sınırı, s. 197, İst. 1994.

78 Zümer, 39/71.

79 Zümer, 39/73.

80 İnsan, 76/3.

81 Nur, 24/31.

82 Bakara. 2/35-36: A’raf. 7/19, 23.

83 Bakara. 2/37-38.

84 Tahrim, 66/8.

85 Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kıtr’an Dili, VIII/165, sadeleştirilmiş yeni baskı, tarihsiz.

86 Bakara, 2/160; Maide, 5/39.

87 ibadiye’nin görüş ve düşünceleri hakkında Bkz. Cihat Tunç, Sistematik Kelâm, Kayseri, 1994, s. 82-83; E. Ruhi Fığlalı, ibadiye’nin Siyasi ve İlikadî Görüşleri, Ankara Üniversitesi ilahiyat Fak. Dergisi, XXI/343-344.

88 Hamdı Yazır, a.g.e., VIII/165.

89 S. Kılavuz, a.g.e., s. 198.

90 Bkz. Bakara, 2/8.

91 Munafıkun, 63/3. Onun için, kâfirler gibi münafıklar da ebedî Cehennem vardır. Bkz. Tevbe, 9/63, 68.

92 Bkz. Hadid, 57/4; Tevbe, 9/47, 74, 77; Munafıkun, 63/4; Al-i İmran, 3/167; Bakara, 2/204.

93 S. Kılavuz, a.g.e., s. 198; el-Cuveyni, Imamu’l-Hararmeyn el-Meâlî, el-lrşad İla Kavalii’l-Edille fı- Usuli’l-I’likad, Mısır 1950, s. 387 vd.

94 S. Kılavuz, a g.e., s. 199; el-Cuveyni, a g e., s. 397.

95 Eıı’am, 6/160.

96 M. Ebu Zehra (Trc R Fığlalı-O. Eskicoğlıı), İshunda Siyasî ve liikadî Mezhepler Tarihi, İst., ts., s. 251-252.

97 Ebu Zehra, a.g e., s. 252.

98 Nisa. 4/48.

99 Hucural. 49/9.

100 Mıımtelıine. 60/1.

101 SalT. 61/2.

102 Bakara. 2/178.

103 Talinin. 66/8.

104 Bkz. Müslim, İman 154.

105 S. Kılavuz, a.g.e., s. 199.

106 S. Kılavuz, a.g.e., s. 201; Taftazanî, Şerhu’l-Akaid, İst 1297, s. 142. Ayrıca bkz. Pezdevi, a.g.e., s. 192-203.

107 S. Kılıç, a.g.e., s. 338.

108 S. Kılıç, a.g.e., s. 36-37.

109 Hud, 11/114.

110 Ehl-i Sunnet’e göre Hz. Peygamber’in şefaati haktır. Ancak Kur’an-ı Kerim, kimin şefaat edeceği­ni ve şefaatin kimler için kullanılacağını Allah Teâlâ’nın belirlediğini bildirmektedir: “Allah’ın iz­ni olmadan katında şefaat edecek olan kimdir’!" (Bakara, 2/255); “işi düzenleyen Allah’tır. O’nun izni olmadan kimse şefaat edemez." (Yunus, 10/3); “Onlar, Allah’ın hoşnut olduğu kimseden baş­kasına şefaat edemezler.” (Enbiya, 21/28)

111 Nisa, 4/48.

112 Bakara, 2/160; Maide, 5/39.

113 Bkz. Bakara, 2/80; Al-i İmran, 3/9; Hac, 22/47; Rum, 30/6; Zumer, 39/20.

114 Bkz. Cihat Tunç, Tövbe Hakkında Bazı Mes’eleler, A. U. İlahiyat Fak. Dergisi, XXIV/325-342, Ankara 1981.

KAYNAKLAR

Ateş, Sıilcyınan, Kıır’an Ansiklopedisi, Ktır’an Bilimleri Araştırma (KUBA) Vakfı yayını, ts. Bağdadî, Abdü’l-Kahir (Trc. Ruhi Fığlalı), Mezhepler Arasındaki Farklar, İst. 1979.

Cürcanî. Seyyid Şerif, Şerhu’l-Mevakıf ///, İst. 1311.

Cüveynî, İmamüTHarameyn el-Meâlî, el-İrşad İla Kuvatii’l-Edille fı-Usulî’l-İ’tikad, Mısır 1950.

Delılcvî, Şah Veliyyullah, Hitccetullahi’l-Baliğa, Seyyid Sadık neşri. Kahire, tarihsiz.

Ebu Zehra, Muhanııııed (Trc. E. Ruhi Fığlalı-Osınaıı Eskicioğlu), İslâmda Siyasî re İlikadî Mezhepler Tarihi, İst. tarihsiz.

Fığlalı, Etlıenı Ruhi, İbadive’nin Siyasî ve Itikadî Görüşleri, A. Ü. İlahiyat Fak. Dergisi. XXI. Gazalî, Ebu Hamid Mulıaııımed b. Muhanııııed. İhyan Ulûmi’d-Diıı, V/21, Mısır 1968. Gölcük. Şerafcttin - Süleyman Toprak, Kelâm, Konya. 1992.

İzutsıı, Toşhihiko (Trc. S. Ayaz), İslâm Düşüncesinde İman Kavramı, İst. 1984.

Kılavuz, Alııııet Saiın, İman Kiıfıır Sınırı. İst. 1994.

Kılıç, Sadık, Kur’an’da Günah Kavrtımı. Konya I9S4.

Mustaıısır, Mîr, Kur’anî Terimler ve Kavramlar Sözlüğü, İst. 1996.

Neşeti. Ebu’l-Mum Meymun b. Mulıaııımed, Balını’I-Kelâm fı Akaid-i Elıli’l-İslâm, Konya 1329.

Öz, Muştala, İmaın-ı Azaıtt’ın Beş Eseri, İst. 1992.

Özler, Mevlüt. İslâm Düşüncesinde Tevhid, İst. 1995.

Pezdevî, Ebu Yusr Muhaııımed (Trc. Ş. Gölcük), Ehl-i Sünnet Akaidi, İst. 1988.

Taftazaııi, Sa’duddiıı Mes’ud İbn-i Ömer, Şerlnt’l-Akaid, İst. 1297.

Tunç, Cihat. Sistematik Kelâm. Kayseri 1994.

Yazır, Mulıaııımed Hamdi, Hak Dini Kur’an Dili. Sadeleştirilmiş yeni baskı, tarihsiz.

115 Necnı, 53/30-32.

116 En’aııı, 6/120.