Makale

OSMANLI DEVLETİ’NDE DEVLET CEMİYET VE FERT TELAKKİSİ

OSMANLI DEVLETİ’NDE DEVLET CEMİYET VE FERT TELAKKİSİ*

Prof. Dr. Ercüment Kuran

Bilindiği gibi, Türkler IX. asırdan itibaren Islâmiyeti benimsemişlerdir. Tarihin en eski çağlarından beri dünyanın çeşitli bölgelerine yayılmaları da, Islâmiyeti kabul et­tikten sonra hız kazanmıştır. Anavatanları Orta Asya’da hüküm süren sert hayat şart­larının kendilerine sağladığı dinamizmi Islâmiyetin iman kuvvetiyle birleştirerek, XI. asır sonlarında Anadolu’yu fethetmişler ve Türkleştirmişlerdir. XIV. asırda Anadolu Selçuklu devletinin yerini alan Osmanlı Beyliği, İslâmî “gaza” ruhundan kaynakla­nan itici güçle, nispeten kısa zamanda Avrupa, Asya ve Afrika’da yayılmış ve böyle- ce altıyüz yıl devam edecek olan büyük bir imparatorluk meydana gelmiştir.

Osmanlı Devleti, her imparatorluk gibi, çeşitli kavimleri sınırlan içinde topluyor­du. imparatorluğun her ferdi, müslüman olmak şartiyle, devlet teşkilâtında vazife gö­rebiliyor ve sadrazamlığa kadar yükselebiliyordu. Devlet hizmetine girenlerden ana­dili Türkçe olmayanlar da Türkçe öğreniyorlardı. Zaten, Anadolu’dan sonra Rumeli de fethedilmiş ve geniş ölçüde Türkleştirilmişti. Böylece Anadolu ve Rumeli Türkle- rin ikinci vatanı olmuştu.

Osmanlı devleti en yüksek seviysine XVI. asır ortalannda, Kanunî Sultan Süley­man’ın dönemi zamanında erişmiştir. Avusturya imparatorunun elçisi olarak 1555’de Türkiye’ye gelen Busbecq, Padişahın ülkesinde gördüklerini mektuplar halinde kaleme almıştır. Busbecq Sultan Süleyman’ın huzuruna kabul edilişini şöyle anlatmaktadır:

“Biz huzurda iken büyiik bir kalabalık vardı. Vilâyet beylerbeylerinden birço­ğu hediyeleriyle gelmişlerdi. Bütün hassa süvarisi, sipahiler, gıırebalar, ıılûfe- ciler burada bulunuyordu. Birçok da yeniçeri vardı. Bu koca mecliste hiç bir adam yoktur ki, haiz olduğu mevkii ve rütbeyi kendi şahsî liyakat ve cesaretine borçlu bulunmasın. Hiç kimse sırf filanın neslinden gelmiş olmak dolayısiyle diğerlerinden miimtaz bir mevkie çıkmaz. Her adama uhdesindeki vazife ve memuriyete gore hürmet edilir. Bundan dolayı, burada merasimde tefevvıik kavgası yoktur. Herkesin ifaettiğı vazifeye göre tayin edilmiş bir mevkii var­dır. Herkese bizzat sultan, vazife ve memuriyetlerini tevcih eder. Bıınıı yapar­ken ne zenginliğe ehemmiyet verir, ne boş rica ve davalara. Bir namzedin haiz olabileceği niifıız ve şöhreti hiç düşünmez. Yalnız liyakate bakar, seciye arar, fıtrî kabiliyet ve istidadı düşünür, işte bu suretle her adam istihkakına göre mü­kâfat görüyor. Memuriyetlerin başında o vazifeleri görmeye hâdim kimseler bulunuyor. Türkiye’de herkes kendi mevkii ve ikbalinin banisidir. Sultanın hiikmü altında en yüksek mevkilere çıkmış olanlar çok kere çobanlıktan yetiş­mişlerdir. Bunlar böyle kiiçtik mevkiden doğmuş olmaktan utanmak şöyle dur­sun, bilâkis bunu bir iftihar vesilesi telâkki ederler. Ecdatlarına ne kadar az borçlu bulunurlarsa kendilerini miiftehir olmakta o kadar haklı görürler. Türk- ler insanlarda meziyetin irs tarikiyle intikal ettiğine, bir miras gibi elde edildi­ğine inanmazlar.

Bunu kısmen Allah’ın bir ihsanı, kısmen de çalışmanın, zahmetin ve gayretin mükâfatı diye telâkki ederler. Nasıl güzel sanatları, musikîye, yahut riyaziye ve hendeseye istidat ırsî bir şey değilse, bir oğul nasıl mutlaka babasına ben­zemek lâzım gelmezse seciyesinin de irsi olmadığına, bir oğlun babaya ben­zemek lâzım gelmediğine, meziyetleri, kendisine Cenâb-ı Hak tarafından bah- şedildiğine kanidirler, işte bu suretle, Türklerde şeref ve makam, idarî mevki­ler liyakat ve maharetin mükâfatıdırlar. Namussuz, tembel ve atıl olanlar hiç­bir zaman yükselmezler, ehemmiyetsiz ve hakir bir halde kalırlar. Tiirklerin neye teşebbüs ederlerse muvaffak olmalarının, hâkim bir ırk haline gelmeleri­nin ve her gün hükümetlerinin hudutlarını genişletmelerinin hikmeti bunda­dır”1.

Busbecq, daha sonra, şunları yazmaktadır:

“Bıı muazzam kalabalık içinde medhe değer görünen nokta sessizlik ve disip­lindir. Hiçbir bağrışma ve uğultu yoktur. Halbuki, alelade kalabalıkta böyle şeyler eksik olmaz. Bir nokta da toplantıda görülmüyordu. Herkes kendisine ta­yin edilen noktada rahatça duruyordu. Zabitler, yani generaller, miralaylar, yüzbaşılar ve mülazımlar-ki, bunların hepsine Tiirkler ağa unvanım verirler- yerlerine oturmuşlardı. Alelade neferler ayakta idiler. En çok göze çarpan he­yet miktarları birkaç bine varan yeniçerilerdi. Bunlar diğer kuvvetlerden ayrı bir mevkide uzun bir saf halinde duruyorlardı. O kadar sessizlerdir ki, benden çok uzak bulunmadıktan halde acaba canlı adamlar mıdır, yoksa birer heykel midiler, diye kendi kendime soruyordum. Onlara mutat ve âdet veçhile selâm vermemi söyledikleri zaman, hepsinin selâmıma mukabele olmak ıızere başla­rını salladıklarını gördüm”2.

Türk cemiyeti ve ordusunun liyakat ve disipline dayanan muhteşem manzarası karşısında, Busbecq şu düşünceleri açıklamaktan kendini alamamaktadır:

“Türk sistemini kendi sistemimizle mukayese ettiğim zaman istikbalin başımı­za getireceği şeyleri düşünerek titriyorum. Bir ordu galip gelecek ve payidar olacak, diğeri de mahvolacaktır. Çünkii, şüphesiz, ikisi de sağlam surette de­vam edemezler. Türklerin tarafında kuvvetli bir İmparatorluğun bütün kaynak­ları mevcut; hiç sarsılmamış bir kuvvet var; harpte tecrübe ve tatbikat var; se­fer görmüş askerler, zafer itiyatları, meşakketlere tahammül kabiliyeti, vahdet, intizam, disiplin, kanaatkârlık ve uyanıklık var. Bizim tarafta ise umumî fuka­ralık, hususî israf, sarsılmış kuvvet, bozulmuş maneviyat, tahammülsüzlük ve idmansızlık var. Askerlerimiz serkeştir, zabitlerimiz tamahkârdır. Disiplini is­tihkar ediyoruz. Serbazlık, serkeşlik, sarhoşluk, sefahat bizde bol bol mevcut­tur. Bütün bunların en kötüsü, düşmanın zafere, bizim de hezimete alışkın bu- lunmamızdır”3.

Busbecq’in anlattıkları hiç mübalağalı değildir. Gerçekten, Yakın Doğu memle­ketleri XV, XVI ve XVII. asırlarda, Osmanlı Türklerinin idaresi altında, Avrupalı ta­rihçilerin “Pax Ottomana ” adını verdikleri uzun bir banş devri yaşamışlardır. Bu ge­niş topraklarda meritokrasi esasları tatbik ediliyor, adalet hüküm sürüyordu. Osman­lI imparatorluğu, pek tabii ki, bir İslâm devletiydi ve şeriat hükümlerine tabiydi. An­cak, Osmanlı padişahları pratik mülâhazalarla devleti örfî kanunlarla idare ediyorlar, Ebussuud Efendi gibi, devlet menfaatini gözönünde bulunduran şeyhülislâmlar, ver­dikleri fetvalarla, söz konusu kanunları şerileştiriyorlardı.

Osmanlı cemiyeti, din farkı gözetilmeksizin, askerî ve reaya olarak iki sosyal ta­bakaya ayrılmıştı. Askerlerden başka saray erkânı, devlet memurları ve din adamları da askerî tabakaya dahil olup vergiden muaftılar. Geri kalan müslim ve gayrimüslim bütün tebaa reaya tabakasını teşkil ediyordu. Reaya ziraat, sanat ve ticaretle uğraşı­yor, üretici olarak da vergi ödüyordu. Osmanlı cemiyetinde nisbî bir sosyal hareket­lilik mevcuttu. Harpte yararlılık göstermek, medrese öğrenimi sonunda ilmiye züm­resine katılmak gibi yollarla askerî tabakaya geçmek mümkün olmakla beraber, be­lirli mükellefiyetleri yerine getirmeyenlerin imtiyazlarım kaybederek reaya statüsüne dönmesi usûldendi.

Osmanlı düzenin diğer bir vasfı “millet" sistemine göre teşkilatlanmış olmasıdır. Fatih Sultan Mehmed devrinden, yani XV. asır ortalanndan beri, Osmanlı cemiyetin­de, bütün müslümanları içine alan “millet-i miislime”nin yanında Rum, Ermeni, Ya­hudi v.s. “milletler"i meydana getirilmişti. Bu sistem dm esasına dayanıyordu. Nite­kim Rum milleti, Rumlardan başka Sırp, Bulgar, Ulah soyundan ortodoks tebaayı ih­tiva ediyordu. Ermeni milleti de gregoryen Ermenilerden teşekkül ediyor, katolik Er- meniler ise, diğer katolik Hıristiyanlarla birlikte, ayrı bir millet sayılıyordu. Her mil­let kendi dinî reisine tâbi idi. Patrikler ve hahambaşı ibadet, sosyal hayat, eğitim, ver­gi toplama faaliyetlerinde, kısmen de yargılamada muhtariyete sahip olup padişaha karşı mesul idiler.

Osmanlı imparatorluğu, Islâm olduğu kadar da, bir Türk devletiydi. Ne var ki, fü­tuhat neticesinde sınırlar genişlemiş, Balkanlarda yaşayan gayri Türk ve gayri müs- lim kavimler Osmanlı camiasına katılmışlardı. Bu kavimlerden Arnavutlar ve Boş- naklar kütle halinde İslâmlaştılar. Devşirme usulü sayesinde de Hıristiyan topluluk­ların cüzi bir kısmı Islâmiyete ve Türklüğe kazandırıldı. Fakat, Rumeli’nin Türkleş­me ve İslâmlaşmasında en kuvvetli âmil Anadolu’dan Rumeli’ye vukubulan Türk boylannın göçüdür. Osmanlı imparatorluğunda Türk göçebelerinin rolünü Profesör Paul Wittek şöyle belirtir:

“Göçebelerin... bu ülkelere hakim ve savaşçı unsur olarak vermiş oldukları in­san malzemesi, Türk ırkının faziletlerine tamamiyle sahip bulunarak yurtlarda büyüyen gençlik tarfından devamlı bir şekilde yenılenmeseydi, çabuk erirdi.

Bu cinsten bir etnik ihtiyat haznesinin mevcudiyeti, Oğuz göçü boyunca mey­dana gelen siyasi teşekküllerin sonuncusu ve en önemlisi olan Osmanlı İmpa­ratorluğunun mukadderatında katî âmillerden biridir... Göçebe unsurlar Osmanlı cemiyetine girmekle, bu cemiyette Türk unsurunu devamlı olarak kuv­vetlendirip yenilediler; fakat, köylü olan ve öyle kalanlar müstesna, az veya çok zamanda ‘Osmanlılaşma’ya mahkûm oldular. Köylüler birbirinden ayrı köylerde kendi aralarında yaşadıkları ve böylece yabancı tesirlerden korunmuş olduklarından, göçebe hayattan çıktıkları halde, Türk karakterini bozulmadan muhafaza ettiler”4.

Avrupalıların Amerika’yı keşfetmeleri ve deniz yoluyla Hindistan’a ulaşmaları Osmanlı imparatorluğunun zayıflamasına sebep olmuştur. Gerçekten Osmanlı Türk- leri, Batılılann XVII. ve XVIII. asırlarda ilim, teknoloji ve iktisat sahalarında yaptık­ları ilerlemelere yabancı kalmışlardır. Gerilemenin açık belirtisi askerlik sahasında görülmüş, Avusturya ve müttefiklerine karşı 1683’de başlayan savaş mağlubiyetle neticelenerek, 1699’da Karlofça muahedesiyle ilk defa düşmana toprak terk edilmiş­tir. Merkezî idarenin güçsüzlüğü, XVIII. asırda, payitahttan uzak eyaletlerde yarı müstakil hükümetlerin kurulmasına, Anadolu ve Rumeli’de de mahallî âyan ve dere- beylerin hakimiyeti ele geçirmesine imkan sağlamıştır. Bu devirde devletin merkez ve taşra müesseselerinde meydana gelen değişiklikler Osmanlı sosyal bünyesinde kö­tü netıcler doğurmuştur. Meselâ, esnaf teşkilâtında “gedik” usûlünün yerleşmesi, il­miye zümresinde “beşik ulemalığı”mn ortaya çıkışı, bürokraside "intisap” ananesi­nin yaygınlaşması Osmanlı cemiyetinin gerilemesinde başlıca âmil olmuştur.

Bazı padişahlar ve devlet adanılan İmparatorluğu çöküntüden kurtarmanın çare­sini Batılılaşmada görmüşlerdir. Savaşlarda yenilmemek için düşmanın üstün silahla- n ve harp stratejisini almak gerekiyordu. Böylece askerlik sahasında ıslahata girişil­di. Bir taraftan da, Batı devletlerinde olduğu gibi, merkeziyetçi siyaset güdüldü. III. Sultan Selim’in başlattığı âyan ve derebeyleri ortadan kaldırma hareketi, II. Mah- mud’un kararlı tutumu sayesinde başanyla neticelendi. Yeniçeri ocağının 1826’da yı­kılmasından sonra da Padişahın mutlak otoritesi sağlanmış oldu.

Ancak, bir kısım devlet adamı Osmanlı imparatorluğunun varlığını korumak için askeri ıslahatı yeterli bulmuyorlardı. Batı hukuk sisteminin ana prensipleri de tatbik olunmalıydı. Bu maksatla, Mustafa Reşid Paşa’mn 1839 Kasım’ında okuduğu Gülha- ne Hattı Hümayunu bütün Osmanlı tebaasının “can, mal ve ırz. mahfuz.iyeti"nin ka­nunla sağlanacağını ilan etti. XVIII. asır Aydınlanma çağı filozoflarının ortaya atıp Fransız ihtilalinden sonra Avrupa ülkelerinin çoğunda gerçekleşen vatandaşların eşit­liği düşüncesi Osmanlı imparatorluğunda da devletçe benimsenmiş temel ilke oldu. Tanzimatçılar, yani Mustafa Reşid, Ali ve Fuad Paşalar, Gülhane Hattında vaadedi- len ıslahatı Batı’dan tercüme olunan kanunlarla gerçekleştirmeğe giriştiler. O derece­de ki, Osmanlı tebaası için bir medenî kanuna ihtiyaç duyulunca Âli Paşa Fransız Co- de Civil’inin iktibasını uygun görmüş ve Cevdet Paşa’nın itirazı üzerine bundan vaz­geçilmiştir. Cevdet Paşa’nın başkanlığında bir heyet 1870’den 1876’ya kadar çalışa­rak, İslam hukukunun ilkelerine dayanan Mecelle’yi hazırlamıştır.

Tanzimatçı devlet adamlarının iyi niyetinden şüphe edilemez. Fakat, Batı’yı tak­lit siyasetlerini müslüman halk epeyce yadırgamıştır. Bu hususta ilgi çekici bir örnek Abdurrahman Şerefin Tarih Musahabeleri başlıklı eserinde verilmiştir:

“Osmanlı tebaası arasında eşitlik yaratma siyaseti gereği, müslümanların gayri­müslimler hakkında küçük düşürücü tabirler kullanması yasaklanmıştı. Galata Kara­kolu tabur ağasına müracaat eden bir hıristiyan, kendisine gavur diyen bir müslüman- dan şikayetçi olması üzerine, tabur ağası müslümanı karakola çağırtarak onu şu söz­lerle azarlamıştır; “Ay oğul, anlatamadık mı? Şimdi Tanzimat var, gâvur denmiye- cek”5.

Tanzimatçılar İmparatorlukta yerleşmiş olan “millet” sistemini ortadan kaldırıp çeşitli etnik unsurları Osmanlılık ideolojisi etrafında birleştirmek istiyorlardı. Gayri­müslimler müslümanlarla eşit haklara sahip olunca devlete bağlancaklar ve impara­torluktan ayrılma emeli beslemeyiceklerdi. Ali Paşa’nın 1868’de Galatasaray Sulta­nisini kurmasının bir sebebi de buydu.

Tanzimatçılara muhalif olarak 1860’larda ortaya çıkan Yeni Osmanlılar da Os­manlılığa bel bağladılar. Yalnız onlar, “millet" terimini eski manasıyla “cemaat” karşılığında kullandılar ve Fransız ihtilalinin getirdiği “nation” kavramını “iinımet” terimiyle ifade ettiler. Yeni Osmanlı Hareketi öncüleri Namık Kemal, Ziya Paşa ve Ali Suavi, Mustafa Reşid Paşa’nın icraatını beğeniyor, lâkin halefleri Âli ve Fuad Pa­şaların otoriter idaresine şiddetle karşı çıkıyorlardı. Yeni Osmanlılar Islâm tefekkürü­nün ananeci şekillerini kullanmakla beraber, çağdaş Avrupa kavramlarından ilham alan bir siyaset nazariyesinin tatbikçisi oldular. Onlar Osmanlı devletinin kurtuluşu­nu, temelini Islami “meşveret" müessesine dayadıkları meşrutiyet rejminin yürürlü­ğe konmasında görüyorlardı. Padişahın selahiyetlerini sınırlayan bir anayasa kabul edildiği takdirde, imparatorluğun dağılması önlenmiş olacaktı. Namık Kemal ve ar­kadaşları halk oyuyla seçilecek temsilcilerden kurulu Mebusan Meclisi faaliyete ge­çince, bütün OsmanlIların “vatan"ın iman ve " ümmet ”in saadeti için elbirliğiyle ça­lışacaklarına inanıyorlardı. Bunun gerçekle ilgisi bulunmayan bir hayal olduğu, 1876’da Kanunî Esasî ilân edilip ilk Osmanlı Meclisi toplandıktan kısa zaman sonra anlaşıldı. Çünkü, gayrimüslim mebuslar devletin bütünlüğünü korumak yerine, ken­di milli davalarını güttüler.

Bununla birlikte, Profesör Kemal Karpat’ın dediği gibi “Yeni Osmanlılarm, hu­susiyle Namık Kemal’in, vatan, siyasi hüviyet ve Osmanlı-tslam kültürü çerçevesinde devlete sadakat kavramlarını geliştirdikleri” inkar olunamaz6. Basında yayınladıkla- n makalelerle de memleketimizde halk efkânnın doğuşuna hizmet ettikleri aynca kayda değer.

II. Sultan Abdülhamid, 1877 Osmanlı-Rus harbi sırasında, gayrimüslim mebusla- nn Mebusan Meclisinde sürdürdükleri milli birliği zedeleyici faaliyetlerini 1878 Şu­batında Meclis’i kapatarak sona erdirdi. Böylece Abdülhamid’in otuz yıl devam ede­cek olan otoriter idaresi başladı. O Sırp, Rum, Bulgar ve Ermenilerin aynlıkçı gaye­lerini gerçekleştirmek için çalışmaktan vazgeçmiyeceklerini anlamıştı, imparatorlu­ğun bekası müslümanlann devlete bağlılığını pekiştirmekle mümkün olabilirdi. Rus harbinin felaketle neticelenmesi üzerine, Balkanlar ve Kafkasya’dan çok sayıda müslümanın Anadolu’ya göçetmesi de Padişahı Islâmcı siyasete yöneltti. Abdülhamid’in İslâmcılık siyaseti gütmesi Anadolu’da ve Rumeli’nin bir kısmında millî birliği güç­lendirmiştir.

Devrin tanınmış sadrazamı Küçük Said Paşa 1880 Ağustosunda Abdülhamid’e sunduğu bir lâyihada şunları yazmıştır:

“Maarif-i umumiye intişar etmedikçe Devlet-i seniyyeleri ıımıır-ı dahiliye ve hâriciyesini hiisn-i idareye muktedir rical, hukıık-i ammeyi hakkıyle hall-ii fasl edecek hiikkâm, askeri hiisn-ı idare eyleyecek kumandan ve varidatın menbaım fenn-i tedbir-i servete göre imâl-u tevsi esbabını gösterecek mal memuru bula­maz. Ve servet-ii saadet-i ammeye hizmet eden kaffe-i tesisat ve ameliyat ma­arif münteşir olmadıkça vıicııda gelemez”7.

Abdülhamid Said Paşa’nm tavsiyesine uydu ve lâyihada ileri sürülen ıslahatı ger­çekleştirmeğe gayret sarfetti. Maarif Nazırı Safvet Paşa’nın 1869’da hazırladığı Ma- arif-i Umumiye Nizamnamesi’ma 1879’da tatbike konulmasıyla orta ve yüksek öğre­timde ciddi bir eğitim hamlesine girişildi. Otuz yılda müslümanlardan asker ve sivil, oldukça geniş bir aydm zümresi yetiştirildi.

Bu aydınların çoğu XIX. asırda Avrupa’da yayılan fikir cereyanlarının tesirinde kalarak Abdülhamid’in zamanla artan baskı rejimine karşı cephe aldılar. Namık Ke­mal’in vatan, hürriyet ve meşrutiyet kavramlarını yücelten şiirleri Abdülhamid’in aç­tığı veya ıslah ettiği okullarda gizlice okunuyor, gençler isyana hazırlanıyordu. 1889’da Mekteb-i Tıbbiye’de teşkilatlanmaya başlayan Genç Türk hareketi bir taraf­tan Ahmed Rıza vasıtasıyla pozitivizme, diğer taraftan da Abdullah Cevdet’in tesiriy­le Sosyal Darwinizm’e bulaşmıştır. Materyalizmin ilk olarak Mekteb-i Tıbbiye’de görülmesini Dr. M. Şükrü Hanioğlu şöyle açıklamaktadır:

“Bu olgunun ilk olarak Mekteb-i Tıbbiye’de ortaya çıkışının nedeni ise, pozi­tivizmin Fransa’da aydınlar arasında egemen olduğu bir dönemde bu ülkeden getirilen kitaplar ve eğiticilerin etkisiyle bu okulda biyolojik materyalist ve bundan dolayı da, dinin büyük ölçüde belirleyiciliğe sahip olduğu bir toplum­daki tüm değerler sistemiyle çatışan bir aydın tipinin ortaya çıkmasıdır”8.

Yurt içinde ve dışında faaliyete geçen Genç Türkler, 1908 Temmuz’unda, Sultan Abdülhamid’i Meşrutiyeti yeniden yürürlüğe koymağa zorladılar. II. Meşrutiyet, ço­ğu Rumeli’de vazife gören Harbiye mezunu subayların öncülüğünde gerçekleşti. Devleti kurtarmak gayesiyle ihtilal yapan bu subaylar Ittihad ve Terakki Cemiyeti’ne mensuptular. Başlangıçta iktidarı eski devrin tecrübeli devlet adamlarında bırakarak icraatı dışarıdan takip ettiler; fakat, 1909 Nisan’ında "31 Mart Vakası” patlak verin­ce Abdiilhamid’i tahttan indirerek hükümete kendilerine taraftar şahısları getirdiler. 1914 Mayıs’ında da devlet idaresine doğdudan doğruya el koydular.

ittihatçılar önceleri Osmanlılık siyaseti güttüler. Zaten ihtilâli Rum, Bulgar ve Er­meni komitelerinin işbirliğiyle gerçekleştirmişlerdi. Ancak, 1908 Aralık ayında açı­lan Mebusan Meclisi’nde gayri Türk mebusların Osmanlılığı hiç hesaba katmayarak, mensup oldukları kavmin istiklâlini sağlamağa çalıştıklarını hayretle gördüler. 1912 Ekim’inde başlayan Balkan harbinde hemen bütün Rumeli’nin elden çıkması da on­ları derinden sarstı. Tekinalp’in belirttiği gibi "Selanik ve Rumeli’nin kaybından son­ra Tiirklerin yüzü Turan’a çevrildi”9.

ittihatçılar Türklüğe yabancı değillerdi. Daha askerî okulda öğrenci iken, Süley­man Paşa’nın 1876’da basılan Tarih-i Âlem’ini ders kitabı olarak okumuşlar ve Tiirk­lerin en eski tarihi hakkında bilgi edinmişlerdi. Mehmed Emin (Yurdakul)’un 1897 Yunan harbi sırasında yazdığı Türklüğü yüceltici şiirleri de heyecanla ezberlemişler­di. Müslüman Arnavutların 1910 Nisan’ında ayaklanması, Arapların da çoğunlukta bulundukları vilayetlere muhtariyet tanınması için çaba göstermeleri onları Türkçü­lük ideolojisine yaklaştırdı. Böylece, 1912 Mart’ında İstanbul’da kurulan Türk Oca- ğı’nın çalışmalarına hız verildi. Ziya Gökalp’in Türkçülüğün esaslarını ortaya koyan eserleri lâik bir milliyetçilik anlayışı getiriyordu. Bu anlayış pantürkizm ülküsünün çekiciliğine kapılarak girişilen hareketin 1917’de Sarıkamış felâketiyle neticelenme­sinden sonra, daha gerçekçi bir mahiyet alacak ve kültür milliyetçiliğinde karar kılı­nacaktır.

ittihatçı hükümetin Birinci Dünya Savaşı’na Almanya tarafında katılışı ve sava­şın kaybedilişi üzerine, Osmanlı devletinin 1918 Ekim’inde Mondoros mütarekesini imzalayışı altı yüz yıllık imparatorluğun sona ermekte olduğunda şüphe bırakmıyor­du. Mustafa Kemal’in Türk milletinin esareti kabul etmeyeceği ve istiklal uğruna her türlü fedakarlığa katlanacağını sezerek Anadolu’da Millî Mücadeleyi başlatması Türk tarihinde yeni bir çağ açmıştır.

Türkiye’de ideolojik gelişmeler daha çok aydınlar zümresinde vukubulmuştur. Halk kütlesi ise asırların birikimi olan “diıı-ii devlet"c bağlılığını sürdürmüştür. Os- manlı devrinde meydana gelen devlet, cemiyet ve fert anlayışlarının kültür mirası ola­rak Cumhuriyet dönemine intikal etmesi tabiidir. Nitekim Gökalp’in laik milliyetçilik görüşü ve iktisatta tesaniitçülük doktrini yanında Auguste Comte’un pozitivizmi ve Tevfik Fikret’in hümanizminin izlerini Atatürk inkılaplarında bulmak mümkündür.

* Bu ya/.ı, ya/.arın, “Ülkemizi 12 Eylül’e Getiren Sebepler ve Türkiye Üzerindeki Oyunlar" (İstanbul, 1984) adlı eserinden alınmıştır (s: 69-78).

1 Busbecq, Türk Mektupları, çev. Hüseyin Cahit Yalçın, İstanbul 1939, s 81-83.

2 Busbecq, aynı eser, s 84

3 Busbecq, aynı eser, s. 141-142.

4 Paul Wittek, “Osmanlı İmparatorluğunda Turk Aşiretlerinin Rolü”, çev Ercümend Kuran, /. Ü Edebi- yat Fakültesi Tarih Dergisi, C XXXI (1963), s. 263, 268.

5 Abdurrahman Şeref, Tarih Musahabeleri, İstanbul 1939, s 73

6 Kemal Karpat, "The Transformatum oflhe Otlaman State, 17X9-1908", International Journal of Midd- le East Studies, C III, sayı 3 (Temmu/, 1972).

7 Si mİ Paşa’ııın Hatıratı, İstanbul, 1328, C. I, s 423.

8 M Şükrü Hanioğlu, Hir Siyasal Düşünür Olarak Doktor Abdullah Cevdet ve Dönemi, İstanbul, 1981, s 8.

9 Niya/.ı Beıkes, Türkiye’de Çağdaşlaşma, İstanbul, 1978, s. 413