KUR AN IŞIĞINDA AZINLIKLARIN HAK ve HÜRRİYETLERİ
İlahî kitapların sonuncusu olan Kur’ân-ı Kerim’in mesajı yalnız Müslümanlara değil, bütün insanlığa şamildir. Kur’ân bir çok âyetlerinde, İslam dışındaki din mensubu bu azınlıkların ferdi ve İçtimaî hukuklarına, aynen Müslümanların hukuku gibi yer vermiş, onların hak ve hürriyetlerini teminat altına almıştır, ö)
İslam nazarında insanlar yaratılış açısından eşittir, çünkü insanlık Hz. Adem’den, Hz. Adem de topraktan yaratılmıştır. İslam’ın bu prensipten hareketle en mükemmel bir hukukî sistemi temelleştirdiğini anlamak zor olmayacaktır. Çünkü Kur’ân bütün insanların, nerede yaşarlarsa yaşasınlar, aynı kökten geldikleri anlayışını daima ön planda tutmuştur.
Meseleye bu açıdan baktığımız
zaman, İslam’a göre Müslümanların lehine olan hukukî müeyyide ve düzenlemelerin azınlıkların da lehine, Müslümanların aleyhine olan durumların zimmilerin de aleyhine olduğu görülecektir. İslam’ın temel prensipleri arasında yer alan bu gerçeği Kur’ân-ı Kerim bir çok âyetiyle vurgulamıştır.1 (2) 3
Kur’ân nazarında yaratıkların en şereflisi olan insan, aynı zamanda yeryüzünde Allah’ın vekili, halifesidir/3)
Bir ülkede hakim unsurların dışında kalan, ekseriyeti teşkil etmeyen ve ötekilerden sayıca az olanlar anlamına gelen azınlıkların hukukunu Kur’ân-ı Kerim diğer dinler me- yanında korumuş, teminat altına almıştır .(4) 5 6 Bunun çok güzel örnekleri ta Hz. Peygamber (s.a.s.)’den günümüze bütün İslam toplumlarında görüldüğü ve dünya hukuk otoritelerince sözlü ve yazılı olarak çeşitli platformlarda ifade edildiği halde, ne hazindir ki bu konu, çoğu kez İslam aleyhine kullanılmak istenmiştir. Halbuki İslam azınlıkların her tülü hukukî statülerinin korunarak farklılıkların önlenmesinde "Gerçekten Allah size, emanetleri ehil olanlara vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder..." ® âyetini hukukun vazgeçilmez bir ilkesi kabul etmiştir.
Tarihte ilk Medine Antlaşması diye anılan, Hz. Peygamber (s.a.s.)’le gayr-i müslimler arasında gerçekleştirilen muahade de karşılıklı şekilde hukukî statüler tesbit edilmiş, Müslümanlarla Yahudilerin birlikte cemiyet teşkil ettikleri, Yahudilerin dinlerinin kendilerine, Müslümanların dinlerinin de kendilerine ait olduğu vurgulanmıştır/®
Medine Site Devleti Anayasası da denilen bu metin, İslam tarihinde genel hak ve görevleri tesbit eden ilk yazılı anayasa olması itibariyle hukuk tarihi açısından önemli bir belgedir.(7) 8 9
Bu tarihî metnin bir diğer adı Medine Vesikası’dır.
, Yine aynı şekilde Hz. Peygamber (s.a.s.)’in Necran Hristiyanlarıyla®, Halid b. Velid’in Hire halkı ile, Hz. Ebu Ubeyde’nin Şam Hristiyanlarıyla yaptığı anlaşmalar günümüze kadar intikal etmiş bulunmaktadır.®
Sadece birkaçını zikrettiğimiz bu belgeler her şeyden önce İslam’ın insan şahsiyetine, hak ve hürriyet mefhumuna ne kadar önem verdiğini göstermektedir.
İnsan hürriyeti problemi, yüzyıllardır, hem filozofların, hem de ke- lamcıların çok ciddi şekilde meşgul olduklan bir meseledir. Bu probleme en kesin çözümü yine Kur’ân-ı Kerim getirmiş ve "Biz insanı en güzel biçimde yarattık." (l0) buyurmuştur.
Kur’ân-ı Kerim’in en fazla üzerinde durduğu konuların başında insanın şahsiyeti gelmektedir.
_ Denebilir ki, İlâhî kitaplar içinde insan hak ve hürriyetlerine en geniş şekilde yer veren, bu hürriyetleri en geniş kapsamı ile teminat altına alan yegane İlahî kitap Kur’ân-ı Kerim olmuştur. "İnsanların hakkı olan şeyleri kısmayın. Yeryüzünde bozgunculuk yaparak karışıklık çıkarmayın"^ buyuran da Kur’ân-ı Kerim’dir.
Arapça "hürr" kökünden gelen ve yapma bir mastar olan hürriyet "Köle olmayan" demektir.
Hukuk, Tarih, İktisat, Sosyoloji vb. disiplinlerde birbirinden ayrı şekilde terim manaları taşıyan "hürriyet" kelimesi umumiyetle "Zorlama bulunmaması", "dilediğini yapan kimsenin durumu" vb. anlamlarını ifade etmektedir. İnsan hürriyeti kavramı daha çok "hak" kelimesi ile bütünleşerek kullanılmaktadır.11 12 (13) 14 15 16
Hangi hukuk sistemi olursa olsun, bu sistemin öncelikle üzerinde durması gereken en önemli husus, kişinin "hak ve hürriyeti" problemi olmalıdır. Bu yapılmadığı, kişinin hak ve hürriyetleri teminat altına alınmadığı takdirde, diğer hukukî düzenlemelerin gerçekleştirilme-si mümkün değildir.
Kur’ân-ı Kerim’in en önemli bir diğer özelliği, bütün beşeriyete hi- tabederek, İslam dışındaki dinlere de mesajını ulaştırmasıdır. Davet me
todunda şiddet ve zorlamaya asla yer vermeyen Kur’ân, tebliğinde "Dinde Hürriyet" i esas almış, "Dinde zorlama yoktur...düsturu ile bunu pekiştirmiş, İslam dışındaki azınlıkların varlığını kabul ederek Hz. Peygamber (s.a.s.)’e "Sen iman etmelerine düşkün olsan bile yine de insanların çoğu iman edecek değillerdir." (,5> buyurmuştur.
İşte İslam’ın uyguladığı ve geliştirdiği bu tolerans iklimi, İslam top- lumlarında yaşayan azınlıkların kendi hür iradeleriyle Müslüman olmalarını sağlamıştır.
Kur’ân-ı Kerim prensip olarak "Mümin olanlar, Yahudi olanlar, Sâbiiler, Hristiyanlar, Mecusiler ve Müşrik olanlara gelince, muhakkak ki Allah bunlar arasında Kıyamet gününde hükmünü verir. Çünkü Allah her şeyi hakkıyla bilendir." âyeti ile altı çeşit dinî topluluğun mevcudiyetine dikkatimizi çekmiştir. Bu bir bakıma İslam ve İslam dışındaki dinlerin Kur’ân açısından zikredilmesidir. Bazı müfessirlere göre Kur’ân-ı Kerim, bazı âyetleriyle Hinduizm, Budizm, Şintoizm, Caynizm, Konfüçyanizm ve Taoizm dinlerine de atıfta bulunmuştur.
Kur’ân-ı Kerim, Müslümanların gayr-i müslim azınlıklarla her türlü ilişkilerinin barış ilkesine dayanması gerektiğini müteaddid âyetlerinde dile getirmiş, "Sizinle din uğrunda savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayanlara iyilik etmekten ve onlara adaletle davranmaktan Allah sizi menetmez-âyetiyle, barış iklimini bozmaya Müslümanların değil, onların düşmanlıklarının sebep olacağını açıklamıştır.
Kur’ân-ı Kerim’in din ve vicdan hürriyeti konusunda üzerinde durduğu önemli noktalardan biri de, azınlıklara, İslam Dini’ne girmeleri için herhangi bir baskı uygulamaya asla iltifat etmeyişidir. "De ki, Hak Rab- binizdendir. Artık dileyen iman etsin, dileyen inkâr etsin" (’8) âyeti tek başına bu gerçeği ifadeye kafidir.
Her siyasi ve sosyal sistem gibi İslam da kendi mensuplarıyla yabancılar arasında bir ayırım yapar. Bu ayırımda iki karakteristik hususiyet vardır; .
1- İslam ideolojisini kabul etmek suretiyle bu engeli aşma kolaylığı.
2- Bu dünya işlerine ait hususlarda iki grup arasında mevcut olan eşitsizlik. (*9)
Değerli alim Prof. Dr. Muhammed Hamidullah’ın burada vurgulamak istediği husus, bir bakıma "Ya Muhammed! De ki: Ey Kafirler! Ben sizin tapmakta olduklarınıza tapmam. Şu anda siz de benim kulluk ettiğime kulluk etmiyorsunuz. Ben de sizin taptıklarınıza asla tapacak değilim. Öyle ya siz de benim kulluk ettiğime kulluk etmezsiniz. O halde sizin dininiz size, benim dinim bana" W âyetleriyle ifade edilen İslam’ın temel taşlandır.
Bir sulh dini olmak açısından İslam’ın gerek idaresi altında, gerek komşuluk münasebetleri yönünden gayr-i müslümlerle gâyet dostane münasebetler kurduğu tarihen tesbit edilmiş bir gerçektir. Ancak konumuzla doğrudan alakası olmaması sebebiyle bu noktaya girmeyeceğiz.17 18 19 20 (21)
Şu noktayı da özellikle belirtmeliyiz ki, İslam’ın azınlıklara bakışı ve onlar hakkındaki hukukî düzenlemeleri, çoğu zaman Müslümanlar aleyhine kullanılmış, İslam’ı tenkit etmek isteyenler bu konuya, aleyhte bir materyal bulacakları zannı ile el atmışlardır.
Burada öncelikle Müslümanlara düşen görev, bu konuda da Allah’ın Kitabı’nda ve Rasulü’nün (s.a.s.) sünnetinde buyurulan hususlan en ince ayrıntılarına kadar açıklamaktır.
Gerçekte "Azınlıklar" terimini bir Müslümanın gönül rahatlığı içinde kullandığını söylemek oldukça zordur; ayrıca bu terimin İslam’ın ruhuna tam manasıyla uygun olmadığını da ifade etmeliyiz. Kur’ân-ı Kerim, gayr-i müslim de denilen Yahudi ve Hristiyanları "Ehlu’l-kitap", Hadis-i Şerifler de "Ehlü’z-zimme" tarifleriyle ifade etmiştir. Müslümanlar arasında yaygınlık kazanarak literatürlerine giren bu iki terim, fıkıh kitaplarında ve onunla ilgili düzenlemelerde aynı şekilde yer almıştır. Bu bakımdan hangi inanca bağlı olurlarsa olsunlar, bütün gayr-i müslimler bu iki terimin şümulü içinde incelenmiştir.
İslam’ın ruhunda "çoğunluk" ve "azınlık" terimleri, Batıkların anladığı anlamda bir yer işgal etmediği gibi, konumuz olan "azınlıklar" terimi de "Ehlü’z-zimme" ile tam olarak bağdaşmamaktadır. Batıkların kullandığı şekilde "Etnik" (ırki) ekalliyetleri ifade etmek için İslam terminolojisinde özel bir terim bulmak da oldukça zordur. Terminolojiden kaynaklanan bu zorluğa rağmen günümüz ilahiyatçı ilim adamları "azınlık" terimini "Ehl-i zimme" karşılığında kullanmaktadır. Batıklara
hitap açısından bir bakıma bu tür kullanım zorunluluk arzetmektedir.
İslam, Müslümanlığı kabul eden azınlıkları başkalarından, ayırt etmek için İçtimaî birtakım düzenlemelere gitmek lüzumunu duymamıştır. Çünkü onlar artık İslam toplumunun birer ferdidir. Nitekim Selman (el-Farisî), Su- heyb (er-Rumî), Bilal (el-Habeşî) vb. Müslümandırlar ve onlarla diğer (Haşimî, Kureşî) Arap arasında hiçbir fark gözetilmez. İslam nazarında onların, kalb ile tasdikten sonra Kelime-i Şahadet’i getirerek dil ile ikrarları önem taşımaktadır. Artık o andan itibaren onlar için temiz bir sayfa açılmıştır. Bundan sonraki ferdî ve İçtimaî hukukları aynen Müslümanların durumları gibi cereyan edecektir.
İslam devleti hakimiyeti altında yaşayan "dinî azınlıkların umumî bir adı olan "Ehlü’z-zimme" teriminin ta Hz. Peygamber (s.a.s.)’den beri kul- lanılageldiğini ifade etmiştik. Nitekim, "Bu Allah ve Rasulü’nden Yuhanna b. Ravbe ve Eyle halkı için bir eman- dır... Onlar için Allah’ın zimmeti ve Allah Rasulü Muhammed’in zimmeti vardır..." (22) sözlerinde bu açıkça vurgulanmıştır.
Gerçekte “dinî azınlıklar" terimi insan türünün birliği açısından ayrı bir önem taşımaktadır. "Ey insanlar! Biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık.
Birbirinizi tanıyasınız diye milletlere ve kabilelere ayırdık. Allah katında en üstününüz takvası en fazla ola- nınızdır." <23> âyet-i kerimesi bunu net bir şekilde açıklamaktadır. Aynı manayı teyit etmek bakımından . Dikkat edin! Ne bir Arabın Acem’e, ne bir Acem’in Arab’a, ne bir kızıl tenlinin siyaha, ne de bir siyahın kızıl tenliye, takvadan başka hiçbir üstünlüğü yoktur.” 23 (24) hadis-i şerifi de bu gerçeği ifade etmektedir.
İnsan türünün birliğini, eşitliğini, dinin birliği ve birbirini takip edişini en net bir şekilde açıklayan Kur’ân-ı Kerim, diğer din mensubu "azınlıklara”, Müslümanlara tanıdığı hakların tamamını vermiştir. İşte bundan dolayıdır ki, Kur’ân, "Onların hidâyeti sana bir görev değildir. Fakat Allah dilediğine hidâyet eder" <25 26> âyet-i kerimesi ile, bir bakıma hidâyet olayına dikkatimizi çekmete, bunun Allah’a ait olduğunu açıklamaktadır. Rasul de olsa hidâyete ulaştırma veya tahakkümde bulunma kudreti ve zannını Allah, hiç kimseye vermemiştir.
Kur’ân-ı Kerim’in bütün insanlığa tanıdığı geniş din ve vicdan hürriyetinin tatbikatı Allah Rasulü (s.a.s.)nün Yemen halkı ile, "Kim Yahudiliği ya da Hristiyanlığı üzerinde ise, o kimse ondan döndürülemez...” (26)^ Necranlılarla "Malları, canları, ırzları ve dinleri... ellerinin altındaki az veya çok her şey hakkında Allah’ın ahdi ve Allah Rasulü Nebi Mu-
hammed’in zimmeti vardır. Hiçbir uskuf uskufluğundan, hiçbir rahip rahipliğinden, hiçbir kahin kahinliğinden edilemez" -27) 28 şeklindeki antlaşmasıyla belgelenmiş bulunmaktadır. Aynı şekilde Hz. Ömer de Benu Tağlib Hristiyanlarına, "Kendi dinleri dışında başka bir dine zorlanmayacaklar" (28^ şeklinde Hz. Peygamber (s.a.s.)’in teminatına benzer bir teminat vermiştir.
Meseleye bu prespektiften bakıldığında kıtal ve cihad âyetlerinin düşmanlığı ve din hürriyeti engellerini ortadan kaldırmak için nazil olduğu görülür. "Allah din hususunda sizinle savaşmayan ve sizi yurdunuzdan çıkarmayan kimselere iyilik yapmanızı ve onlara karşı adil davranmanızı yasaklamaz...” (29) âyeti de buna işaret etmektedir.
Kişi hak ve hürriyetlerine en geniş şekilde yer veren "Andolsun ki biz in- sanoğullarını şerefli kıldık..."(30) yüce ilkesini prensip edinen İslam, çeşitli ırk, din, dil ve kültürlerden oluşmasına rağmen hiçbir şekilde azınlıkların hukukî statülerini, onların aleyhine bir uygulama ile tahrip etmemiş, bununla ilgili bir hukukî düzenleme getirmemiştir.
Günümüzde Müslüman ülkelerdeki azınlıklar, ümmet kavramı içinde vatandaşlığın gerektirdiği eşitliği gerçekleştirmek gayesiyle, Müslümanlarla birlikte yaşamlarını sürdürmekte, İlahî ve Nebevî kaynaktan oluşan ulvî ortamda İslam’ın himayesinde güven ve huzur içinde yaşamaktadırlar. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s.)’in, önünden geçmekte olan bir Yahudi cenazesi için durduğu görülmüş, bu davranışının sebebi sorulduğunda:
- O bir insan değil midir? cevabını vermiştir/31
Halife Hz. Ömer b. el-Hattab, dilenmekte olan yaşlı bir Yahudiye devlet hâzinesinden maaş bağlayarak şöyle demiştir: "Allah’a yemin olsun ki onun gençliğini tüketir, sonra da yaşlılığında terkedersek ona karşı adaletli ve insaflı davranmış olmayız." (32)
İslam, her fırsatta azınlıklar için hür ve emniyetli bir hayat ortamının kapılarını ardına kadar açmış, onlardan, kabiliyet ve istidatları ölçüsünde (vezir, bürokrat, şair, edip, alim, tabip, ziraatçi, sanatkar, filozof vb.) yetişmesine zemin hazırlamış,
sonra da bu elemanlara devletin her kademesinde, hatta en kritik mevkilerde görev vermekte beis görmemiştir.
Bilindiği üzere, zekat, İslam’ın rükünlerinden biridir, yalnız şartları haiz olan Müslümanlardan alınır. "Kafi gelmek, karşılığını vermek, ödemek” manalarına gelen cizye (Baş Vergisi) ise, İslam devletinde gayr-i müslim teb’a ile yapılan zimmet anlaşması sonucunda erkeklerden alınır. Kadınlar, ergenlik çağma gelmeyen çocuklar, yaşlılar, rahip ve rahibeler cizyeden muaftırlar. Miktarı zamana, alındığı bölgeye, ferdî ve müşterek oluşuna göre farklılıklar arzeden Cizye, 1856 Islahat Fermanı ile Osmanlı İm- paratorluğu’nca kaldırılmıştır.31 32 (33)
Bir Hristiyan olan Thomas Ar- nold’un Cizye hakkındaki, "Bu vergi bazılarının bizi inandırmak istedikleri gibi İslam inancını kabule yanaşmadıkları için bir ceza olarak Hristiyan olan azınlıklara konmuş değildir" tesbiti cidden manidardır.
Bununla beraber "Haraç "in aksine Cizye, Müslümanlığı kabul eden zım- milerden alınmaz. Wellhausen’in, "Başlangıçta İslamiyeti kabul eden zımmilerin, haraç da dahil olmak üzere hiçbir malî mükellefiyete tabi tutulmadıkları" şeklindeki iddiası İlmî mesnetten mahrumdur. Hz. Peygamber (s.a.s.) Muaz b. Cebel’i Yemen’e vali olarak gönderirken O’na her yetişkin erkekten cizye alması talimatım vermiştir.
Gerçekte Zekat ve Cizye dinî düşüncenin bir in’ikasıdır. Bir zillet ifadesi olmakla beraber Cizye, Müslümanların Zekat’ına mukabil sayılabilir. Askere alınanlardan Cizye düşmektedir.
Kur’ân’a göre, Ehl-i Kitap’ın zenginlerden, onların himayeleri karşılığında alınan Cizye, zamanın şartlarına göre kaldırılabilmektedir. Eğer azınlık mensubu bir kişi ölür veya Cizye ödemede gecikirse bu borçlar mirasçılardan alınmaz.(34) 35 36
Cizye’nin, azınlıkların askerlik yükümlülüğünden kurtulmaları için konduğu, Necran Hristiyanlarıyla yapılan sözleşmeden de pekala çıkarılabilir. (35) İslam, bu ahval ve şeraitte azınlıkların hak ve hürriyetlerini korumuştur. Nitekim, Müslümanlardan biri tarafından öldürülen zımminin durumu Hz. Peygamber (s.a.s.)’e intikal ettirilince;
- "İçinizde onun emniyetini sağlamaya en yetkili olanınız benim " diyerek kısası emretmiş, katil de bunun üzerine öldürülmüştür. (3Ğ) Buna benzer bir vak’a Hz. Ömer zamanında ce
reyan etmiş, o da Hz. Peygamber (s.a.s.)’in uygulamasına benzer bir uygulamada bulunmuştur.(37)
İslam, azınlıkların gözetilerek himayelerini ve haklarına do- kunulmamasını emretmekle kalmamış, vatandaşlığın yanı sıra onların "Allah ve Rasulü’nün zimmetinde oluşları" şeklindeki izafi konumlarını da temel bir ilke olarak baş tacı etmiştir.
İslam, azınlıkların korunması ve ayırımcılığın önlenmesi konusunun Birleşmiş Milletler İnsan Haklan Ko- misyonu’nca 1947 yılında gündeme getirilmesinden 1400 küsür yıl önce onlann her türlü hak ve hürriyetlerini garanti altına almıştır.
İslam’da zulmün hiç bir çeşidine, etnik kökeni ve dini ne olursa olsun, izin verilmemiş, buna herhangi bir geçit sağlanmamıştır.(38)
İslam’ın hükümran olduğu ülkülerdeki azınhklann seçme ve seçilme haklarının bulunduğu, her türlü İdarî tasarrufta söz sahibi oldukları, mahallî ve yerel meclis üyeliklerine seçilerek Müslümanlarla eşit statüde görev yapabildikleri bilinen bir gerçektir. Ne Kur’ân ne de Sünnet’te, - azınlıkların kendi anadillerini, dini erkanlarını, kültürlerini, gelenek ve göreneklerini giyim kuşam ve yaşayışlarını vb. muhafazayı engelleyen amir bir hüküm bulmak mümkündür.
Ayrıca İslam’ın bugün "azınlıklar" olarak tanımlanabilecek kişiler için tüm hukuk özerkliği öngören tek hukuk düzeni olduğu söylenebilir. Bu konuda A. von Kremer şöyle yazıyor; "Azınlıklar hemen hemen mükemmel bir hukuk özerkliğine sahiptir. Zira hükümet onlara kendi iç işlerinin idaresini bırakmıştı ve dini önderleri, yalnızca aynı dine mensup olanları ilgilendiren durumlarda hakimlik görevini yüklenebiliyorlardı.”
İslam’ın azınlıklara tanıdığı her sahadaki hak ve hürriyetleri Osmanlı İmparatorluğu da aynen ve arttırarak devam ettirmiştir. Bir defasında Yavuz Sultan Selim Rumların bir davranışına kızmış, Müslüman olmalarını, aksi takdirde şehri terk etmelerini istemişti. Bunun üzerine Şeyhülislam Zembilli Ali Cemali Efendi, fermanın İslam’a uygun bir tatbikat olamayacağını söylemiş, Yavuz Sultan Selim de bu kararından vazgeçmiştir. (40)
İslam’ın gayr-i müslimlere verdiği
hak ve hürriyetleri en geniş şekilde ülkesinde yaşayan azınlıklara uygulayan Osmanlı İmparatorluğu’ndan sonra Türkiye Cumhuriyeti Devleti de, hiç kısıntı yapmaksızın azınlıklara karşı toleransını en üst düzeye çıkarmıştır. Aşağıda okuyacağınız satırlar, Ermeni Patriği Dinlerarası İlişkiler Sorumlusu Mesrop Mutafyan’ın 11 Haziran 1997 tarihindeki beyanatından aynen alınmıştır:
"Türkiye’de yaşayan Ermeni asıllı azınlıkların ruhanî merkezi olan İstanbul Ermeni Patrikliği, Fatih Sultan Mehmet Han tarafından 1461 yılında verilen dinî hürriyet ve toleransın 536. yılını kutlayacaktır. Ben şahsen bir kilise tarihçisi olarak böyle bir olaya Dinler Tarihi’nin başka hiçbir sayfasında rastlamadım."
Aynı şekilde ülkemizde yaşayan Bulgarlar, Sultan I. Abdülmecid’in 27 Şubat 1870’de İstanbul’da yaşayan Bulgar azınlığa tanıdığı müstakil kilise kurma izninin 125. yılını 27 Şubat 1995’te büyük bir coşku ile kutlamışlardır.
Hemen belirtelim ki Osmanlı İmparatorluğu (1299-1923) çok etnik ve dinî kökeni farklı azınlıkları, şefkatli bir baba gibi bünyesinde barındıran dünyanın en uzun ömürlü imparatorluğudur. Böyle bir uygulama ile bu kadar uzun ömür süren ikinci bir imparatorluk gösterilemez.
Bütün bu tesbitler ışığında diyebiliriz ki İslam, Müslüman-Azınlık ayırımı yapmaksızın, idaresi altındaki bütün vatandaşlara karşı tam anlamıyla hak ve hürriyetler vermiş, hiçbir ferdini mağduriyete uğratmayacak hukukî düzenlemeler getirmiş, sistemini hiçbir zaman statik bir temel
üzerine bina etmemiştir. "Ezmanın ta- ğayyürü ile ahkamın tağayyür edeceği" ilkesini Mecelle’de mad- deleştirmeden çok önceleri de, ruhen ve fikren bu felsefenin muakkibi olmuştur. İşte bundan dolayıdır ki, İslam’ın hoşgörü ikliminde, Müslümanlarla birarada yaşayan azınlıklardan hiçbir ferdin memnuniyetsizliği görülmemiştir. İhtidaların bir sebebi de burada aranmalıdır. 4,