Makale

OSMANLILARDA HAT SANATI

OSMANLILARDA HAT SANATI

Mustafa Bektaşoğlu

Hat; çizgi, satır, yazı, padişah yazısı, buyruk, ferman anlamına gelir. Hat; Arap harflerinden doğarak İslam medeniyetinde müstakil ve olağanüstü bir mevki kazanan güzel yazı sanatıdır. Hattat; el yazısı çok güzel olan sanatkar, iyi yazı yazan, yazı yaz­makta usta ve becerikli kimseye denir. Hat sanatı hiç şüphe yok ki, yazı temeli üze­rine kurulmuş bir resim sanatıdır. Hat sanatı; kamış kalem ve is mürekkebinin işbir- liğiyle insan elinin vücuda getirdiği bir çizgi sanatıdır. Basit çizgilerin böylesine şiir- leşmesi, İslâm’ın devam edegelen bir mucizesidir. Dünyada bu kadar çeşitli yazı var­ken ve hepsi kendine göre güzel yazılabiliyorken, nasıl olmuş da sadece İslâm yazısı gerçekten benzeri bulunmayan bir sanat haline gelivermiş? Hattın asırlar boyunca sa­nat alemine hükmedişinde, mistik kudretin rolü büyüktür zannederim.

Hat; mimarlık,tezyinat ve resim gibi müstakil, görende hayranlık uyandıran bir sanattır. Tenasüp, zarafet, ihtişam, ulvilik gibi sanat unsurlarıyla, güzel sanatlar ara­sında önemle yerini almıştır. Avrupa’nın bugün modern resim anlayışıyla varmak is­tediği seviyeye, Müslümanlar hat sanatıyla asırlar önce ulaşmışlardır. Modern resmin öncülerinden Picasso’ya: “Benim, resimde varmak istediğim son noktayı, İslâm yazı­sı çoktan bulmuş ” dedirten de, hep bu anlayış değil midir? Hem okunup ibret alın­mak, hem de mücerret bir resim tablosu gibi duvara asılıp seyredilmek... İşte bu, sa­dece Islâm yazısına hastır. Bir tablonun, bir mimari eserin bizde bıraktığı hayranlık ve güzellik duygulannı, celi yazılar, murakka, hilye ve fermanları seyrederken de his­sederiz.

Hat; mushaflarda, yazma eserlerde, mimaride, kitabelerde, mezar taşlarında, tah­ta ve metal işlerinde, kumaş, çini, tuğla ve dekorasyonlarda en deruni hislerle yazıl­mış ve işlenmiştir. Diğer sanatların bizde bıraktığı hayranlık ve zevkten ayrı, hüsni- hatta ruha akan ilahi güzellik, yani ulvilik vardır.

Bu yazıların olgunlaşmasında, güzelleşmesinde Ttirklerin çok hizmetleri vardır. Türklerin Islâmıyeti kabulü, hat sanatı için büyük bir şans oldu demek yerindedir. Türkler, bilindiği gibi ataları Uygurlar döneminden beri güzel yazıya karşı büyük il­gi ve istidat gösteren bir millettir. Başka bir ifadeyle hat sanatı, Türklerle kemale er­miştir dersek büyük bir hakikati ifade etmiş oluruz. Biz, sanat bakımından bununla if­tihar etmekte haklıyız. Bu yazılarda Türk’ün zarafeti ve hudutsuz sanat istidadı, Türk ruhunun inceliği okunur. Bütün İslâm dünyasında tartışılmaz bu gerçek, en güzel bi­çimde şu sözlerde ifadesini bulmuştur: “Kur’an-ı Kerim Hicaz’da nazil oldu, Mı­sır’da okundu, İstanbul’da yazıldı. ” Gerçekten İstanbul, ileride detayıyla temas ede­ceğimiz gibi Türkler tarafından fethedildikten sonra hat sanatının ölümsüz merkezi olmuştur. Bütün İslâm alemi, hat sanatını en güzel şekilde öğrenebilmek için İstan­bul’a koşmuştur. Türk İslâm sanatının en muhteşem dalı olan hat sanatının kalbi İs­tanbul’da atmıştır. Başta Mısır ve Irak olmak üzere, bir çok Islâm ülkesinde bu sanat Türk hattatlarının eli, çabası ve öğrencileri sayesinde filizlenerek yaşamıştır.

ANADOLU’DA HAT SANATININ OLUŞMASINI SAĞLAYAN AMİLLER

Türk sanatları, tarih öncesi çağlardan başlayarak devir devir çeşitli din, iklim ve coğrafyanın, medeniyetlerin izlerini alarak, Anadolu’da Islâm medeniyeti çerçevesin­de yepyeni bir senteze ulaşmıştır. Ön Asya’da çiçeklenen bu sanatların köklerini, Türkler’in Müslüman olmadan önceki devirlerinde yükselttikleri medeniyetlerde ara­mak gerekir. Son zamanlarda Rus ve Avrupalı Türkologların Orta Asya’da yaptıkları kazılar neticesinde ortaya çıkan maddi kültür belgeleri bu yakınlığı teyit etmektedir.

Zamanımıza kadar ulaşan Göktürk kitabeleri, Orta Asya’da inkişaf etmiş büyük bir medeniyetin mahsulüdür. Bu kitabeler, Türkler’de yazı sanat ve kültürünün ne de­rece gelişmiş olduğunu gösteren belgelerdir. Göktürk hakanları, ev yapan ve süsleyen (Bark Itgüci), yazı yazan (Bediz Taş Itgüci) sanatkârları korumuş, onlara önemli mevkiler vermişlerdir. Göktürklerde kullanılan bu yazının, Milâd’dan önceki Orta Asya Türk kavimleri arasında kullanılmış olduğu tahmin edilmektedir.

Uygur medeniyetinde mimarî, resim, heykel, şiir, musiki, raks, dokuma, çini, ka­ğıt imali vs. sanatlarda olduğu gibi, güzel yazıda da yüksek bir seviyeye ulaşılmış, ya­zının klâsik çağı idrak edilmiş, Uygur yazısı asırlarca kültür ve sanat yazısı olarak Or­ta Asya’da yaşamıştır, işte bu eski kültür ve sanat geleneğine dayanarak, Türkler Müslüman olduktan sonra da, Islâm yazılarının en önemli tekâmül merhalelerini ger­çekleştiren üstatlar yetiştirerek; bu sahadaki zevk, kabiliyet ve tecrübelerini göster­mişler, Islâm yazılarının gelişmesinde en büyük tarihi rolü oynamışlardır.

ilk Müslüman devletlerinden Karahanlılar ve Gaznelilerde yazı süratle gelişmiş, bilhassa mimarî eserlerde tezyinatla beraber, tuğlalar ile kûfî yazı teşkil etme sanatı­nın en eski örnekleri verilmiştir.

Islâm alemini siyasi ve içtimai kargaşadan kurtararak, İlmî ve İçtimaî müessese- leriyle, Islâm medeniyetine yeni bir hız ve istikamet veren Selçuklular, millî üslûba bağlı muhteşem mimarî eserler vücuda getirdiler. Türk sanatının klâsik çağına hazır­lanan Selçuklu mimarî üslûbu, bütün ananevi sanatlarla beraber Anadolu’da en ve­rimli devrini yaşamıştır.

Türk ve dünya tarihinde bir dönüm noktası kabul edilen Malazgirt zaferinden he­men sonra, Harezm ve Horasan’dan kitleler halinde Anadolu’ya akın akın gelen Türk oymak ve aşiretleri, Anadolu’yu yurt olarak seçtiler. Kısa zamanda bu gözü pek Türkmenler, meydanlarda Islâm adına kılıç çekerek Bizans hücumlarını göğüsleyip, Anadolu şehirlerini yıkılmaz bir İslâm kalesi haline getirdiler. Askerî ve siyasî başa­rılarının yanında İslâm medeniyetini, İlmî ve İçtimaî müesseselerini de kurarak Ana­dolu’da hakimiyetlerini kuvvetlendirdiler.

Dânişmendliler ve Selçuklular’ın idaresinde Anadolu şehirleri, Türk İslâm devlet ve sosyal hizmet anlayışıyla teşkilatlandı, imar edildi. Semerkantlı, Buharalı sanat­kârların maharetli elleriyle Türk ve İslâm ruhu taşlara işlendi. Mehabetli dağların eteklerinde yemyeşil vadilerde, yer yer cami, medrese, tekke, imaret ve şifahaneler boy gösterdi. Konya, Kayseri, Sivas, Tokat, Amasya... gibi şehirler yepyeni bir ideal ve ruhla canlandı, bereketlendi ve efsanevî bir çehre kazandı. Her biri birer kültür, sa­nat ve ticaret merkezi haline geldi.

Halka hizmet şuurunun bir tezahürü olarak Selçuklu sultan ve devlet adamları ta­rafından kurulan vakıflar, zaviyeler, medreseler ve diğer İçtimaî, dinî müesseseler Anadolu’nun İktisadî ve medenî yükselişinde müşterek rol oynadılar. Medreselerde devlete yön veren bilginler yetişti. Sultanlar ve beyler adına eserler telif ve tercüme edildi. İşlenmemiş boş araziler üzerinde, plânlı bir şekilde, halkın manevi terbiye ve ıslahı için kurulan bu zaviyeler bulundukları köy ve bölgelerde ticarî, sınaî ve ziraî gelişmelere, sanat ve imar faaliyetlerine öncülük etti.

Iç harplere, isyanlara, istilâlara rağmen on birinci asrın sonlarından on dördüncü asrın sonuna kadar Selçuklu hudutları dahilinde Türk zarafetinin, büttin çizgilerini aksettiren; koyu zümrüt yeşil ve lacivert çinileriyle gözleri kamaştıran, âbidevî eser­ler vücuda getirildi.

Türk tarihinde devamlılık gösteren, devlet geleneğine ve sosyal hizmet anlayışına göre, Selçuklular zamanında ilim, sanat ve tarikat mensuplan devletin himayesine alınmıştır. Medrese, imaret, han, dârüşşifa ve zâviye gibi kültür müesseselerine vakıf­lar bağlanmış, hizmetlilere maaş tahsis edilmiştir. Her türlti sanat ve ilim adamlannın Selçuklu saraylarında resmi mevkii vardı. Padişahlann çevresini, ona insaf ve adale­ti öğütleyen, yol gösteren, tecrübeli saray mürebbi hocalan, akıllı vezirleri, şairler ve sanatkarlar meydana getirirdi. Sultanın sohbet ve meclislerinde ilim, lisan ve yazı sa­natlarında temayüz etmiş, Üstadü’d-dâr, Üstadü’s-saltanat makamında alim ve fazıl kimseler bulunurdu.

Selçuklu sultan ve valilerinin sanatkârlara gösterdikleri bu alâka ve saygı; Herat, Horasan ve Semerkant gibi kültür merkezlerinden şair, musikişinas, hattat, nakkaş, meşayih ve ulemanın Konya, Kayseri, Sivas ve Amasya gibi şehirlerde toplanmasına sebep oldu. Abdülmelik Berekendî, Ebû Nasru’l-Kâşânî, Mahmud Yesevî, Takiyyüd- din Mehmed Buharî, Tâceddin Yusuf, Pir llyas Halvetî, alim ve irfan ordusuyla Orta Asya’dan Amasya’ya gelenler arasında bulunuyordu.

Türk İslâm medeniyetinin Anadolu’da kurulması ve gelişmesinde, Amasya’nın ilim ve sanat merkezi haline gelmesinde bu mana erlerinin büyük hizmet ve gayret­leri olmuştur. Amasya şehri, Türk kültür ve sanatlarında bu yüksek mevkii sebebiyle Selçuklular zamanında Kubbetü’l-ulema, Türbetü’l-evliya, Dâru’n-nasr, Dâru’l-izz gibi Unvanlarla tanınmıştır.

Güzel yazı öğrenme zevk ve geleneğinin Amasya’da yayılmasında ilk fetih yılla­rında ve daha sonra Türkistan ve diğer kültür merkezlerinden Amasya’ya yerleşen hattatların önemli rolleri olmuştur. Bu üstadlar arasında, Ali b. Hilâl yazılarını taklit ederek kendini yetiştirmiş olan Abdülmü’min b. Safiyyüddin’in, Amasya’da hat sa­natıyla temayüz ettiğini, Yâkût Muşta’ sımî’nin başlangıçda bu zattan yazı meşketti- ğini Tuhfe kaydetmektedir1. Anadolu’da hat sanatının teşekkülünü hazırlayan amille­ri sıraladıktan sonra; Osmanlılarda hat sanatına şekil ve yön veren kilometre taşları hat üstadları hakkında bilgiler vermeye çalışacağız.

YAKÛT-I MÜSTA’SIMİ

İsminin delaleti ile Türk neslinden olması lazım gelip, rivayete göre Amasya’dan Bağdat’a göç etmiştir. Abbasî halifesine kâtip olan Yakût-ı Müsta’sımî (ö:1299) ve altı öğrencisinin teşkil ettikleri Esatize-i seb’a = yedi üstad’ın sonuncuları; Abdullah- ı Sayrefî ve I. Yahya Sofî’nin XIV. Asır ortalarında İslâm dünyasında büyük hattat­lar yetiştiği bilinmemektedir. XV. Asır ortalarına doğru, İslâm dünyasının lideri ol­maya başlayan Osmanlı devletinin ülkelerinde her sahada oluşum ve şekillenme ham­lesi görülmeye başlandı. Sanatın her şubesinde bu hali müşahede etmekteyiz. Mima­ride üç şerefelinin şöhreti dünyayı tuttu. Edebiyatta Türk dili ile mühim eserler veril­meye başlandı. Musikide bir taraftan Abdülkadir-i Meragi de en mühim eserlerini verdi. İstanbul alınıp yirmi altı metre kubbeli cami ile geniş Fatih külliyesi yapıldı.

Hat da bu yolda hissesine düşeni fazlası ile ifade etti. Bu devirde yetişen hattatlar, yeni vâdi ve tarz arayıp buldular. Her biri devamlı olarak en mükemmelini aradılar. Yazının harf harf, terkip ve hareketler itibariyle daha ihtişamlı, aynı zamanda munis, sevimli ve kıvrak, her türlü keskin köşelerden, sert dönüşlerden kaçındılar. Yeni bir şekil almasına gayret edip, yazının dikey ve yatay kalınlıklarında farklar elde ettiler. Ancak XIX. Asırda Mustafa Râkım’ın zuhuru ile celî hatta yeni bir ahenk ve inkişaf gelebilmiştir.

Divânı hat da Fatih devrinde pek mütekâmil bir dereceye varmıştır. Nesta’lik’ten gayrı bütün Islâm yazılarının şahikasını teşkil eden Osmanlı mektebi, II. Bâyezid devrinde bu derecesini bulmuştur. Ancak kök, hemen bütün giizel sanatlarımızda ol­duğu gibi, Fatih zamanına uzanmakta, filizleri bu devrin manevî havası ile beslen­mektedir. Binaenaleyh Osmanlı yazı sanatının esası Fatih devrinde atılmıştır, şeklin­de bir hüküm hatalı olmaz kanaatindeyiz2.

ŞEYH HAMDULLAH ÖNCESİ HAT SANATI

Hat sanatı, Islâm’ın doğuşundan itibaren asırlarca tarihi tecrübeden geçerek, Şeyh Hamdullah mektebiyle gelişmesini tamamlamış, Türklerin millî sanatı haline gelmiş­tir. Başlangıçta pek iptidai bir şekilde bulunan yazı, Islâm devletinin müesseseleşme­si, Kur’an-ı Kerim’in yazısıyla tespiti gibi dinî, İçtimaî ve İdarî zaruretler neticesinde ıslah edilerek, Arap dilim tespit ve ifade edebilen bir yazı haline getirilmiştir.

Allah kelâmı, Hz. Muhammed’in sözleri, davranışları, mektupları ibadet zevkiy­le yazılmıştır. Başta Hz. Ali, Zeyd b. Sâbit olmak üzere, sayıları kırk ikiyi bulan va­hiy kâtiplerinin gayretiyle, şekil bakımından da güzelleşmeye başlamıştır. Zamanla Müslüman sanatkârların duygu ve düşüncelerinin de ifade vasıtası olmuş, Islâm sa­natlarının en önemli bir şubesi olarak günümüze kadar canlılığını ve ifade gücünü ko­rumuştur.

Yazının, çeşitli form ve terkipler kazanarak, sanat seviyesine yükselmesinde Emevî ve Abbasîler devrinde yetişen hattatların büyük hissesi vardır. Yazıya ilk de­fa üslûp kazandıran sanatkâr, Emevî sarayında çalışan ve dört yazı geliştiren, Kubbe- tü’l-Muharrir’dir3. (Muharrir, hattat kelimesi karşılığında kullanılan en eski sıfattır)

Fatih zamanına baktığımızda kıymetli hattatlarımızın var olduğunu görüyoruz. Bu itibarla yazı o asırda çok ileri gitmiştir. Taş üzerine Fatih Camii’nin 1470 tarihli meş­hur kitabesi, Bab-ı Hümayun üzerindeki 1478 tarihli kitabe Ali Ibn-i Mürid-i Sufi’nin fevkalâde nefis celi yazılarındandır. Hele Bab-ı Hümayun iç ve dış kapıları üstünde­ki “aynalı” denen çifte yazı, devrinin bir sanat harikasıdır. Gerek Çinili Köşk’te ve gerekse Davutpaşa Camii’nde fresk nakışlar arasında celî ve kûfî yazılar vardır.

Devrinin mezar taşlarındaki yazılarda tam bir istif ve itina görülmese de Rûmî ve Hatâî nakışların dikkatle ve bozulmadan hakkedıldiği görülmektedir. Lâkin o devir­de istinsah edilen kitaplardaki yazılar dikkate şayandır. Temellük kitabelerinde, saray hattatlarının yazıp da nakkaşların tahrire çevirip süsledikleri yazılar, yazı sanatımızın ve tezyinatımızın hayli ileri bir mevkide olduğunu göstermektedir.

Fatih devrinin hattatları memleketimize, hepsi bizim kültürümüze mensup sanat­kârlardır. Ta’lik yazısının 1417’den sonra Tebrizli hattat tarafından icat edilmesi, bu­nun bize de intişarını mucip olmuştur. Fatih’in babası zamanında her ne kadar ta’lik ile istinsah edilmiş eserler elimize az geçmiş ise de, Fatih zamanında onun için istin­sah olunan kitaplara da rastlanmaktadır. Divan yazısı bizde ayn bir üsluptadır ve eli­mizde bu yazıya vakıf Fatih devri nişancılarından epey zevat vardır4.

Alimlerin, sanatkârların, dolayısıyla hattatların hâmisi olan Fatih Sultan Mehmet, sanata cidden meraklı ve ondan iyi anlayan bir hükümdardır. Bu merakın, kendisin­de ihtisas derecesine vardığını onun zamanında ve onun için hazırlanan büyük ve kü­çük eserlerden anlıyoruz. Fatih öyle bir hükümdardır ki, sanatkârlara ne istediğini an­latabilmiş ve onların pürüzsüz çalışmalarında nazım bir rol oynamıştır. Fatih gibi şer’i ve müspet ilimlerde, edebiyatta, tarihte, coğrafyada ileri fikirlere sahip olan, bü­yük düşünüşlü bir idareci zamanında Türk sanatının ileri bir dereceye varmasına te­reddüt etmemek lazımdır5.

Fatih Sultan Mehmet, Osmanlı padişahları arasında, ilim ve marifeti, fen ve sana­tı himaye etmekle temayüz etmiş büyük bir şahsiyettir. Türk tarihinin bu şanlı devri, fetih ve zaferlerle olduğu kadar ilim ve hünerle de doludur. Fatih, İstanbul’u fethet­tikten sonra bu güzel şehri bir ilim merkezi yapmak için mümkün olan her şeyi sar- fetmiş, maddi-manevi hiçbir fedakârlığı esirgememiştir. Ulemayı ve sanatkârları bu­raya toplamayı kendine en büyük şiar edinmiştir. Böyle bir devirde ilim ve marifet, hüner ve sanat elbette ilerler. Çünkü marifet iltifata tabidir^. Fatih’in ilme ve sanata ne derece kıymet verdiğini anlamak için büyük edibimiz Namık Kemal’i dinleyelim:

Hele zamanında telif olunan kitaplann kıymetini takdir etmek ve ashabına büyük ihsanlar etmek ve pek değerlilerini fermanlarla etrafı milke neşrettirmek kendine mahsus bir fazilet idi7.

Güzel sanatların her çeşidi, Fatih Sultan Mehmet’in himayesiyle gelişirken, bun­dan bir hat sanatının uzak kalabilmesi düşünülebilir mı? Fatih, alimlere, şairlere, res­samlara sonsuz ümit ve imkân sahaları açarken devrinin hattatlarına da ibzal ve ikra­mını, takdir ve tahsisini bol bol bahşetmekten uzak kalmamıştır. Zamanında hat sana­tının temeli atılmış, celî yazı8 en müterakki devirlerinden birini idrak etmiştir. Aklâm- ı sitte (altı kalem) denilen sülüs ve çeşitlerinden başka, divani yazı, Fatih devrinin ber- güzarıdır, Siyakat yazısı9 da resmi evrakta kullanılmaya başlanmış, vakıf ve tahrir def­terleri siyakat’la yazılmıştır. Fatih’in otuz senelik saltanat devrinde otuzdan fazla hat­tat yetişmesi, hat sanatının revaçta olduğunu göstermektedir10. Hat sanatına gönül ver­miş, emek vermiş, eser vermiş bütün üstadlanmız saygıdeğerdir. Makalemizde hepsi­ne yer verme imkânına sahip olmadığımız için,hat sanatının günümüze kadar ulaşma­sına sebep olan ekol sahibi üstadlarımızı kısaca tanıtmakla iktifa edeceğiz.

YAZI ÜSTADLARI ŞEYH HAMDULLAH

XVI. yüzyıl başlarına kadar OsmanlIlarda henüz müstakil ve Türk zevkini tama­men gösteren bir mektep yok gibiydi. Yazı, Arap ve Iran tesiri altında yürüyordu. Os­manlIlarda ilk mektebi açan, kendisinden sonra gelecek yazı üstadlarına üstad olan ve hattatlar arasında Şeyh diye tanınan Amasyalı Hamdullah (ö:1520) ismindeki zattır.

Hamdullah genç yaşında, devrinin klâsik bilginleri yanında güzel yazı yazmaya merak ederek tanınmış hattat Hayreddin-i Mar’aşî (Maraşlı Hayreddin)’den ders al­dı. Daha sonra bu sanatkânn hocası olan Abdullah-ı Sayrafî ile, onun da hocası olan Yakût-ı Muşta’sımî’nin yazılarını yani hat örneklerini toplayıp onlara bakarak meşk11 etmek suretiyle hat sanatında ilerlemeye başladı.

Şeyh Hamdullah, henüz Amasya’da iken orada valilik vazifesinde bulunan Şeh­zade II. Bâyezid’in dikkatini çekti. Geleceğin padişahı, ondan güzel yazı öğrenmeye başladı. Bu, hoca ve öğrenci münasebeti, Hamdullah’ın hayatında yeni bir devrenin açılmasına sebep oldu. Şehzade, güzel yazı yazmakta yükselerek hocasından icazet­name aldı12. Babası Fatih’in 1481’de ölümü üzerine tahta geçmek için Amasya’dan ayrılırken hocasını İstanbul’a davet etli. Bir müddet sonra Osmanlı Imparatorlu- ğu’nun başşehrine gelen Şeyh Hamdullah, kendinden önce buraya gelen akrabaları Amasyalı hattatlardan Cemaleddin ile Abdullah’ın evine misafir oldu. Bilahâre Sul­tan Bâyezid, Şeyh’e sarayda hususi bir yer ayırarak alâka ve sevgisini göstermekten geri kalmadı. Burada kâtip ve hat öğretmenliğine tayin edildi. Böylece hattatın sanat hayatının ikinci ve en önemli devresi başlamış oldu. Şeyh, sarayda büyük bir sevgi ve alâka gördü. Yazı yazarken II. Bâyezid, çoğu zaman onun divitini elinde tutmuş, ar­kasını yastıklarla beslemek tevazuunu ve dolayısıyla hürmetini göstermiştir. Böyle alâkaların sanatkârlar üzerinde şüphesiz müspet etkisi olmuştur13.

Şeyh’e ekseriya “Biraderim ” diye hitap eden Bâyezid-i Velî, annesine selâm gön­derip duasını ister, hürmet ve muhabbet gösterirdi. Hatta sık sık beraber sürek avına da çıkardı. Bu münasebetle aralarında bir manevi rabıta ve dostluk meydana gelmiş­ti.

Şeyh ve Sultan arasındaki kadim dostluğa dayanan yakınlık, ulema arasında hoş karşılanmıyordu. Bu sızlanışları sezen Bâyezid, devrin büyük ilim adamlarını bir ara­ya topladı. Şeyhi de davet etti. Sonra şeyhin el yazısıyla yazılmış olan kelâm-ı ka- dîm’i getirip mecliste hazır bulunan ulemanın her birine temaşa ve ziyaret ettirdi. Hayranlıkları sükuta varan ulemaya Bâyezid “Böyle bir hattat-ı muhterem ve kûtib-i mes ’ud-rakama miilûk-i mâziyyedeıı kimesrıe malik olmamıştır” diyerek hattatlığın kutbu, feyiz saçan üstadın kendi zamanında zuhurundan duyduğu saadeti dile getirdi. Daha sonra mecliste bulunan ulemanın bütün telif ve şerhleri kemal-i edeple önünde­ki rahlenin üzerine üst üste dizdi. Sonra da şeyhin yazdığı Kelâm-ı Kadîm’i alıp ule­maya: “Bu kitabı, kitapların üzerine mi, yoksa altına mı koymak caizdir? ” diye sor­du. “Kıtr’an-ı Az.imiişşıın üstüne kitap veya başka bir şey koymak nasıl caiz, olur:”’ diye cevap verdiler. Sultan Bâyezid lâtife yolu ile ulemayı susturdu. Böylece hüner ve marifeti gönül tacı yapmış sultan, ilim erbabını da incitmeden bir hakikatin zuhu­runa sebep olmuşlardır14.

1512’de tahtı oğlu Yavuz Sultan Selim’e terkedince, Şeyh Hamdullah da hiddet ve şiddetiyle tanınan bu yeni padişahın herhangi sert bir hareketine maruz kalmamak için Alemdağı’nda Sangazi köyüne çekildi. Kanuni Sultan Süleyman’ın 1520’de Os- manlı tahtına oturduğu sırada artık iyice ihtiyarlamış, buna rağmen yazı yazmaktan vazgeçmemişti.

1520’de Yavuz’un ölümü üzerine tahta oturan Kanuni Sultan Süleyman, hattatı huzuruna çağırıp iltifatta bulundu. Adeta gönlünü aldıktan sonra kendisi için bir Kur’an yazmasını istedi. Şeyh, ihtiyarlığım ileri sürerek özür diledi ve kendi yerine halazadesi Muhyiddin’i tavsiye etti. Bu tarihten kısa bir zaman sonra 1520 senesinin sonlarında hayata veda etti. Karacaahmet mezarlığına gömüldü. Çok alçak gönüllü olduğu için mezar taşına adının yazılmasını bile istememişti. Ünlü hattat Hafız Os­man, hiç olmazsa ruhuna Fatiha okunabilmesi için mezar taşına adım yazmak istemiş, fakat Şeyh’in vasiyetini hatırlayarak bu teşebbüsten vazgeçmiştir.

Şeyh Hamdullah, Osmanlı-Türk hattatlarının babası sayılır. O, hüshiihatta estetik bakımdan yeni görüşler getirdi. Gelişmesinde ve aklâm-ı sitte’yi geliştirmesinde do­ğuştan var olan kabiliyeti yanında II. Bâyezid’in alâka, teşvik ve takdirlerinin de ro­lü oldu. İstanbul’da yazısını geliştirerek Islâm’ın ana yazıları demek olan aklâm-ı sit- te’ye herkesin beğendiği bir Türk karakteri kazandırdı. Bütün hattatlar da bu yeni üs­lûbu benimsemeye başladı. O, Osmanlı-Türk hattatlarının babası olduğu kadar, diğer Islâm ülkelerindeki hattatların da üstadı olarak kabul edilir. Şeyh, hem yeni bir üslû­bun (ekolün) hem de aklâm-ı sitte’de klâsik Türk ekolünün kurucusudur. Biz, onun aklâm-ı sitte’de açtığı bu yeni çığıra veya üslûba Şeyh Hamdullah Ekolü adını veri­yoruz. Onun, üstünlüğünü herkese kabul ettirmeye muvaffak olduğu aklâm-ı sitte, ye­ni bir safhaya girdi. Bu yazılar, Arap ve Iran sahasında Yakût Ekolü’nün mahdut sa­nat anlayışı içinde devam ederken Anadolu sahasında büyük bir gelişmeye mazhar ol­du. Abbasiler’in kuruluşu tarihinden yıkılışı tarihine kadar geçen 524 sene, adı geçen yazıların merkezi olan Bağdat ehemmiyetini kaybederek, İstanbul Islâm yazısının merkezi haline geldi.

Şeyh Hamdullah’ın sanatı, koyduğu estetik kaidelerin kesinliği ile özetlenebilir.

O, Yakût-ı Muşta’sımî ekolünün yazı kaidelerini ve estetik anlayışını ortadan kaldı­rarak yazıya yeni matematik ve geometrik ölçüler getirdi. Onun yazısındaki sertliği tatlı bir görünüşe döndürdü. Aklâm-ı sitte’ye dinamizm kazandırdı. Yakût-ı Muşta’sı- mî, anatomi yani yapı bakımından harflere oldukça güzellik getirebilmişti. Fakat fiz­yolojik olarak (harflerin duruşu)bakımından eksikleri vardı. Yazılarında kelimeler ile satırlar arasında tam bir birlik yoktu. Kelimeler adeta dağınık bir görünüşe sahipti. Şeyh Hamdullah bu eksikleri tamamlamak suretiyle istikrarı sağladı15. Şeyh Hamdul­lah’tan sonra yetişenler, hep onun gibi yazmaya gayret ettiler. O kadar ki, ünlü hat­tatların muvaffakiyeti "Şeyh gibi yauh" veya “Şeylı-i Sânı” (=Ikinci Şeyh Hamdul­lah) sözleriyle anlatılır olmuştu. Bu hal yüz elli yılı aşkın bir zaman devam etti.

Nihayet, XVII. Asrın ikinci yarısında İstanbul’un sanat ufku yeniden bir hat nu­ruyla aydınlandı. Hafız Osman( 1642-1698) adındaki bu hat dehası, vaktiyle Şeyh Hamdullah’ın Yakût’dan yer yer seçip topladığı yazı güzelliğini elemeye tabi tuttu.

Eskisine göre daha da safiyet kazanan, kendisine has bir şiveyi ortaya koyarak, o va­dide yazmaya başladı. Artık Şeyh üslûbu, yerini Hafız Osman’ınkine terk ediyordu. Onun yazdığı ve okuyana huzur veren Kur’an-ı Kerim’ler, XIX. Asırda İstanbul’da bastırılıp çoğaltılarak, bıı matbu nüshalar bütün Müslüman ülkelerine gönderilmiştir. Bu yüzden, ünü Islâm aleminde en çok duyulmuş olan hattatımız, Hafız Osman mer­hum olsa gerekir16.

HAFIZ OSMAN

Hafız Osman adıyla meşhur olan bu hattat; vezir Köprülüzade Mustafa Paşa’nın himayesinde yetişti. Hafız olduktan sonra, güzel yazıya merak ederek Şeyh Hamdul­lah ekolünün ünlü hattatlarından biri olan Derviş Ali’den aklâm-ı sitte adı verilen al­tı çeşit yazı dersleri almaya başladı. Birkaç sene yazı öğrendikten sonra, yaşlılığı do­layısıyla hocası onu talebelerinden Mustafa Eyyubi “Suyolcuzade Mustafa Eyyııbi” ye yolladı. Bu tarihlerde on sekiz yaşında olan Osman, yazıda eksiklerini tamamlaya­rak aynı yılda icazetname aldı. Buna rağmen yazıda bir türlü tatmin olamadığından, diğer iki hocası gibi Şeyh Hamdullah ekolüne mensup olan “Nefeszade ” Unvanıyla tanınan Seyyid İsmail Efendi’ye başvurdu. Bu zat, aklâm-ı sitte yazılarında Şeyh Hamdullah derecesindeydi.

1694 yılının sonlarında Sultan II. Mustafa’ya yazı hocası olan hattat, sarayda pa­dişaha ders verirken, hacıların hac sırasında giydikleri cinsten bir ihram giyerdi. Pa­dişah da hokkasını tutacak kadar hocasına saygı gösterirdi. Padişah, yazı yazmak is­tediği zaman önce onu hocasına yazdırır, sonra onun üzerinde çalışarak onun gibi yazmaya gayret ederdi. Ayrıca şehzadeliğinde III. Ahmed de hattatın öğrencileri ara­sındaydı. Kendisini seven II. Mustafa, sırf maaş olsun diye ona, Diyarbakır mansıbı­nı (yüksek memuriyet) vermişti. Hattat, vazifesinin verildiği yere gitmeden İstan­bul’da oturarak maaşını alırdı.

Kırk sene süren sanat hayatı içinde verdiği eserlerle, aklâm-ı sitte yazılarında Türk zevkini ve üslûbunu dünyaya yaydı. Bu hususta, geçen yüzyılda İstanbul’da ba­sılan ve bütün Islâm ülkelerine gönderilen matbu Kur’an’lann rolü olduğunda şüphe yoktur. Sanatkârımızın yirmi beşten fazla Mushaf yazdığı bilinmektedir, ilkini yazdı­ğında on yedi yaşında olduğu anlaşılan hattat, onuncusunu 1675 yılında Fazıl Ahmed Paşa için hazırlamıştır. 1677’de yazdığı on birinci Kur’an’ı Velî Kethüda satın ala­rak, Hz. Peygamber’in ravzasına göndermiştir17.

Hafız Osman, Osmanlı tavrında güzel yazıyı Şeyh Hamdullah’ın klâsik yolundan ayrılmadan, bilhassa süliis18 ve nesih19 vadisinde kemalin zirvesine ulaştırmıştır. O kadar ki, bu büyük sanatkâr: “Kur’un Mekke’de inmiş, Mısır’da okunmuş, İstan­bul’det yazılmıştır” diye Araplara bir atasözü söyletenlerin başında gelir.

Kabrini defalarca ziyaret eden mütefekkir şairimiz Yahya Kemal’in Kocamustafa Paşa semtini terennüm eden şiirini düzenlerken yazdığı şu beyitlere bakınız:

Koca Mustâpuşu! Ücra ve fakir İstanbul!

Ta fetihten beri mü’min, mütevekkil, yoksul,

Hüznii bir zevk edinenler yaşıyorlar burada.

Kaldım onlarla bütün gün bu giizel rü ’yada.

Sarmaşıklar, yazılar, taşlar, uğuçlar karışık;

Hafız. Osman gibi hattatla gömülmüş bir ışık.

Bu mezarlıkta siyah toprağı aydınlatıyor;

Belli, kabrinde, O, bir ııûra sarılmış yutıyono

Doğan Kardeş Müessesesi, Hafız Osman’ın 1682 Ramazanı sonlarında, tam kırk yaşında iken, ölümünden on altı sene önce bitirdiği Kur’an-ı Kerim’i, yazılışından 285 yıl sonra 1967’de, aslı büyüklüğünde ve Haşan Çelebi’nin tezhibiyle aslına tama­men sadık kalmak suretiyle nefis bir surette basmıştır. Eserin sanat değerine halel gel­memesi için Kur’an’an hiçbir yerine dokunulmamış, eksiği fazlası aynen, Hafız’ın yazdığı gibi bırakılmıştır. Esasen bu esere dokunmaya cesaret edecek hattatımız da yoktur. On bir satirli ve dokuz yüz kırk sahifedir. Bu Kur’an-ı Kerim, Hafız Osman’ın en olgun çağma ait, en mükemmel eseridir21.

Hafız Osman’ın elliye yakın öğrencisi arasında en önde gelenler, vefat tarihleri sı­rasına göre şunlardır:

Bunların ilki Yusuf-i Rûmî’dir (ö: 1709). Edirneli hattatların yetişmesinde rolü ol­muştur. Mevlevî olan Derviş Ali “Ambunzûde” (ö: 1716) Hafız Osman’dan yazının inceliklerini öğrenmiş kudretli biri idi. Edirne’de bulunduğu sırada ona hattatların ye­tişmesine yardım eden Derviş Mehmed “Kevkeh Hafız” (ö: 1717); elli öğrenci yetiş­tiren Edime ve İstanbul saraylarında yazı hocalığı yapan Yedikuleli Seyyid Abdullah (ö: 1731); Saray yazı hocası Hasan-ı Üsküdarî “Hasım b. Numan ” (ö: 1732); Kürt Un­vanıyla şöhret bulan Bursalı İbrahim b. Mustafa(ö: 1733) ve ayrıca celî yazı ile de meşgul olup kitabeleriyle ve ta’lik yazılarıyla dikkati çeken Bursalı Mehmed b. Mus­tafa “Hezârfen” (ö:1740) Hafız Osman’dan yazı öğrenen kimselerdir.

Öğrencileri dışında ayrıca, saray hocası olan Ömer Ressam (ö: 1717) Hafız Os­man’ın hastalığından sonra onun kalemlerini açan Çinicizade Abdurrahman (ö: 1724); Derviş Ali’den (Ambarizade) icazetname aldıktan sonra saray hat hocalığında bulu­nan ve yirmi kadar öğrenci yetiştiren Hüseyin Hablî (ö: 1745); Seyyid Mehmed (ö: 1752); Nuruosmaniye Camii’nin yazılarını ve aynca on beş Kur’an yazan Yahya Fah- reddin (ö: 1755); Yedikuleli’nin usta çıraklarından olup altmış Kur’an yazan ve III. Ahmed’in takdirlerini kazanan Hoca Mehmed Rasim "EğrikapıU” (ö: 1755) ve onun kadar güzel nesih yazı yazan Ahmed Hıfzı (ö: 1767); Yedikuleli’den ders görerek ye­tişen ve yüz kadar Kur’an yazan Mustafa Râkım “Taşmektepli" (ö: 1767); nesih ya­zısının güzelliği ile Hafız Osman’a yaklaşan Yamak Salih (ö: 1783); III. Selim’e ya­zı hocalığı yapan saray yazı hocası Abdülkadir Şükrü (ö: 1806); Osmanlı-Türk celî ya­zısını kemale erdiren ünlü Mustafa Râkım’ın ağabeyi İsmail Zühdü "II. Zühdü” (ö: 1806); 454’ten fazla Kur’an yazan ve kalemi yani elinin sağlamlığı cihetiyle ağaçla­rın en sağlamı olan şimşir’e benzetilen ve halk arasında "Çenışir Hafız” olarak ün sa­lan Mehmed Salih (ö: 1820); Enderûn-i Hümâyûn yazı hocalığında bulunan Ömer Vasfi "Laz Ömer" (ö: 1824); daha ziyade celî sülüs ile uğraşmış olan ünlü Mustafa Râkım (ö: 1826); gururu yüzünden hocasız yetişen Şeyh Hamdullah ve Hafız Os­man’a takliden yazılarında onların derecesine ulaşan ve celî yazıda ekol sahibi olan Mahmud Celaleddin (ö: 1829); II. Mahmud’a hocalık eden ve pek çok öğrenci yetiş­tiren Mehmed Vasfi "Kebecizade" (ö: 1831); yazılarının keskinliği ve yumuşaklığı bakımından eşi emsali olmayan Kadıasker Mustafa izzet (1801-1876); Mısır’da yazı hocalığı yapan ve bu yüzden "Mısır hattatı ” Unvanını kazanan Abdullah Zühdü (ö: 1878); Bursa Ulu Camii’nin yazılarını tamir eden Mehmed Şefik (ö: 1879); Hafız Os­man’ın adeta bir kolunu kuran ünlü Şevki Efendi (1829-1887); hayatını Kur’an yaz­makla kazanan Hafız Osman "Kayışzade" (ö: 1894); Reisülhattatin unvanını kazanan Abdullah "Muhsinzade” (1832-1894); yirmi beş Kur’an sahibi olan Yahya Hilmi (ö: 1907); titizlik gösterdiği zaman, şaheser denecek eserler ortaya koyan Hacı Arif "Bak­kal" (1830-1909); her çeşit yazıda usta Mehmed Nazif (1846-1913); hilyeleriyle22 meşhur ve yıllarca Mısır’da yazı hocalığı yapan ve öğrenci yetiştiren Azir Efendi “RufCıî" (1871-1934); yirminci yüzyılın Hafız Osman’ı denmeye lâyık ve Güzel Sa­natlar Akademisi’ nde yazı hocalığı yapan ve reisülhattatin Unvanını kazanan Kâmil Akdik (1861-1941); her çeşit yazıda mahir Halim Özyazıcı (1898-1964); Osmanlı- Türk hattatlarının son büyük halkasını teşkil eden, İslâm ülkesi hattatlarınca örnek alınan, çok az ders görmekle birlikte, her çeşit yazıyı ustalıkla yazan Hamid Aytaç (1891-1982), Hafız Osman ekolünün en seçkin sanatkârları idiler23.

MUSTAFA RAKIM

Mustafa Râkım denince akla önce gelen celî sülüs yazısı gelir. Celî sülüs denince de daima Mustafa Râkım hatırlanır. Ünye’de doğan (1757-1826) Mustafa Râkım, İs­tanbul’daki ağabeyi ünlü hattat İsmail Zühdü tarafından yetiştirildi. Medrese tahsili yaptığı sırada güzel yazıya merak ederek aklâm-ı sitte yazılarını ağabeyinden ve III. Derviş Ali’den öğrenerek on iki yaşındayken icazetname almayı başardı. Ayrıca re­sim sanatıyla da meşgul oldu. Yaptığı resimlerden biri Reisülküttap Râtıp Efendi ta­rafından III. Selim’e takdim edildi. Çok beğendi ve kendi resminin de yapılmasını emretti. Bu vesileyle müteaddit defa padişahın huzuruna çıktı. III. Selim, sanatkân takdir ederek ona müderrislik payesini verdi.

Aynı yıllarda sikke-i hümâyûn ressamlığına, yani paraların üzerindeki yazı ve tuğraları çizme ressamlığına getirildi. O sırada şehzade olan II. Mahmud’un yazı ho­calığına da tayin olundu.

Türk yazı tarihinde celî sülüs’te ve tuğra’da yaptığı inkılâbın mahiyetini anlamak için onun sanatını üç noktada mütâlâa etmek lâzımdır:

1. Celî sülüs yazı, estetik değerler bakımından kemale, olgunluğa onun sayesin­de kavuşmuş; başka bir ifadeyle anarşiden, düzensizlikten, âtıl ve durgun bir görü­nümden sıyrılarak, canlı bir varlık gibi dinamizm kazandırmıştır. Harflerde, gövde ve duruş güzelliği, onun sanatkâr anlayışının müdahalesiyle temin edebilmiştir.

Bu yazı türü onun zamanına gelinceye kadar büyük dalgalanmalar geçirmişti. XV. Yüzyılda Fatih devrinde Ali b. Yahya es-Sofi’nin elinde o devre nazaran hayrete dü­şüren bir gelişme gösteren celî daha sonraki yüzyıllarda durgun bir safhaya girmişti.

Celî yazı hattatları; Şeyh ve Hafız Osman’ın sülüslerindeki güzelliği celî’ye tat­bik etmişlerse de, bundan tam bir netice alamamışlardı. Bu iniş ve çıkışlar ve inkişaf devrindeki sanatkârların gayreti bu yazıya bir yere kadar istikamet vermiş ve onu mu­ayyen bir noktaya kadar ulaştırmıştı. Bütün bunlara rağmen ideal ölçüler, nispetler henüz elde edilememişti, işte bu estetik değerler için Râkım’ı beklemek gerekiyordu.

Râkım, celî’deki ustalığını Hafız Osman’a borçludur. Önceleri onun sülüs ve ne­sih yazılarını incelemiş, eline geçirdiği yazılarına veya murakkalarına24 bakarak bu yazılan tıpkı onun kadar güzel yazmıştır.

2. Celî’de istif (composition) güzelliğini temin etmiştir. Hattatlıkta istif25, harf- len ve kelimeleri gelişigüzel üst üste yığmak değildir.Bunlann birbirleriyle uyuşabi- len ve kaynaşabilenlerini bulmak ve aralarındaki mesafeleri ayarlamak, yani ölçülü tutmaktır. Bilhassa dikey harflerin boylannı, onlann estetiğini bozmadan uzatıp kı­saltmak ayrı bir maharet işidir. Hattatlar uzun yüzyıllar bu işi hakkıyla başaramamış­lardı.

Râkım, istifteki dağınıklığı ortadan kaldırdı, harf ve kelimeler için uygun durum­lar buldu; boşluklan bertaraf etti, istif tekniğini kuvvetlendirdi. Kendinden öncesi hiçbir hattat bu derece üstün bir istif şuuruna ulaşamamıştır.

3. Tuğra’yı26 kesin ölçüler içine almıştır. Zamanına kadar küçük değişikliklere uğrayan Osmanlı tuğrasını kendi anlayışına göre tadil ederek artık değişmeyecek bir biçimde ortaya koymuştur. Padişahlardan III. Selim, IV. Mustafa ve II. Mahmud’un tuğraları onun elinden çıkmıştır.

Mustafa Râkım’ın üç meşhur öğrencisi vardır. Bunlardan birincisi; usta hattatlan şaşırtacak derecede güzel levhalar yazan padişah II. Mahmud’dur. İkincisi; Râkım’ın ölümü üzerine Nusretiye Camii’nin dışındaki yazılan tamamlayan ve ona yakın dere­cede yazan Hâşim “Mehmed Hûşim Efendi”, Üçüncüsü de; yine bu hattatla birlikte aym caminin yazılarına yardımda bulunan Mehmed Recâi "Mehmed Şakir Recâi”dir. Bunların dışında bu ekolü temsil edenlerden II. Râkım veya Küçük Râkım diye bili­nen Ahmed Râkım (ö: 1865) Haşim Efendi’nin öğrencisidir. Ayrıca, padişah Abdül- mecid’in emriyle bir aralık Mahmud Celaleddin ekolünün etkisinde kalan fakat onun ölümünden sonra Râkım ekolüne dönmesine rağmen birinci ekolün izlerini de tama­men silemeyen, fakat sanat kefesinin ağırlığı Râkım tarafında olan musikişinas Kadı- asker "Kazasker” Mustafa izzet (1801-1876) unutulacak sanatkârlardan değildir. Çok öğrenci yetiştiren hattatın, halen Ayasofya Camii’nde bulunan sekiz levhasında harf­lerin genişliği otuz beş cm’dir. Levhaların çaplan da yedi buçuk metredir ki, bu ölçü­lere nazaran Islâm dünyasının en büyük yazıları olmalıdır. Bu levhalar, Ayasofya’da mozaik araştırmaları sırasında yere indirilince büyüklükleri anlaşılmış ve hiçbir kapı­dan geçmediği görülerek tekrar yerine asılmıştı. Kazaskerin öğrencilerinden Abdul­lah Zühdü (ö: 1878); Mehmed Şefik (ö: 1879); Alâaddin Bey (1844-1887); Çarşam- balı Hacı Arif Bey (ö: 1892); Abdtilfettah Efendi (1814-1896); Ali “Çırçırlı" (ö: 1906); Sâmi Efendi (1838-1912); Mehmed Nazif Bey (1846-1913); Osmanlı impara­torluğu’nun son tuğrakeşi, ayrıca müzehhip ve ressam olup hatır ve hayale gelmeye­cek derecede ustalıkla istifler yapan Tuğrakeş İsmail Hakkı Altunbezer (1873-1946); Halim Özyazıcı (1898-1964); büyük hattatlann son halkası olup bilhassa Arap ülke­lerindeki sanatkârlara hocalık etmiş olan Hâmid Aytaç (1891-1982), ayrıca Hâmid Aytaç’ın öğrencilerinden olup Arabistan, Abudabi, Malezya ve başka yerlerde yapı­lan camilerin yazılarını yazan Haşan Çelebi, devrimizin tanınmış isimlerindendir27.

AHMET KARAHÎSARÎ

Dört padişahımızın hayatını idrak etmiştir. Mütevazî ve temiz bir hayat sürmüş­tür. Çok temiz ve itina ile giyinen bir zattır. Zamanının en mükemmel ve ince bir sa­natkârı olan Karahisarî, hakikaten üzerinde durulacak bir şahsiyettir. Afyonlu olan Karahisarî altı talebe yetiştirmiştir: Haşan Çelebi, Derviş Mehmed Çelebi, Ibrahi- mü’l-Hasenî, Muhiddin Halife, Süleymanü’l-Hicazî ve Ferhat Paşa.

Hattatlar arasında Karahisarî Ahmed Efendi, bir mektep ve bir tavır sahibidir. Hattat Amasyalı Şeyh Hamdullah muasırı ve zamanının büyük üstadıdır. Onun da bir yolu vardır. O da Yakut yolunu ileri götürmüş ve bir üslûp sahibi olmuştur. Osmanlı Türkü’nün diğer şark milletlerine nazaran çok ileride olan bu sanat aleminde Karahi­sarî şeşkalem’de28 Anadolu’da Yakût-ı Müsta’sımî derecesinde sayılmıştır. Eskiden yetişen hattatlann bunları mutlaka birlikte yazmaları şarttır.

Karahisarî, yazıda bir iislûp sahibi olduğu kadar birçok yenilikler ve çeşitler de or­taya koymuştur. Menâkıb-ı Hünerveran, Karihasarî’yi Anadolu hattatların yedi bü­yük üstadlarından beşincisi sayıyor. Görülüyor ki Karahisarî sülüs ve nesih yazıda bir şahsiyet sahibi olmuştur. Fakat Karahisarî kolu yaşamıyor29.

KIVÂMEDDİN KASIM B. HALİL

Kıvâmeddin Kasım b. Halil (1462-1513-14) Taşköprü’de doğdu. Şekâik yazarı­nın amcasıdır. İlim tahsiline babası Halil Efendi’den başladı. Kardeşi Muslihuddin ve dayısı Mehmed Niksarf nin yanında ilmini ilerletti. Hüsnihatta merak ve kabiliyeti görülünce Şeyh Hamdullah Efendi’den hat sanatını öğrendi.

Bursa’da, Manastır medresesi müderrisi, Kızıl Katır Muslihuddin Efendi ile Çen- dik medresesi müderrisi Şeyh Mehmed b. Hocazade’nin derslerine devam etti. Hoca­sı Muslihuddin Efendi Edirne Üç Şerefeli Medresesine tayin edilince onunla beraber Edirne’ye gitti. Muslihuddin Efendi’nin vefatından sonra Sahn-ı Semân Müderrisi Müeyyedzade ve Lütfı Efendi’lerden aklî ve dinî ilimlerde ihtisas yaptı. Her ikisinin de takdirlerini kazandı. Zamanın ileri gelen alimleri arasında yer aldı. Bir müddet Ru­meli kazaskeri ve Manisavizade’nin hizmetinde bulunduktan sonra Bursa’da, Esediy- ye ve Hüsrev, İnegöl’de Ishak Paşa medreselerinde müderrislik yaptı. Bu vazifesi es­nasında vefat etti. Taftazanî’nin Mutavvel adlı eserine hâşiye, ayrıca ilm-i kelâma da­ir bir risale yazdı.

Yazısı güzel olduğu için bir hayli kıymetli eser istinsah etmiş, II. Bâyezid’in tak­dir ve ihsasına nail olmuştur30.

CELÂLZÂDE MUSTAFA ÇELEBİ (KOCA NİŞANCI)

Yavuz Sultan Selim zamanında devlet hizmetine girdi. Kanuni Sultan Süleyman devrinde kanunların tedvininde bilgisi, İlmî ve ahlâkî fazileti ile şöhret buldu. Koca Nişancı31 diye anılan Mustafa Çelebi’nin babası Kadı Celâleddin, Tosya’lıdır. Kadı Celâl, medreseden yetişerek Rumeli tarafındaki kazalarda kadılık etmiş ve derecesi Eşrâf-ı Kuzzât rütbesine kadar yükseldikten sonra emekli olmuştur. Kadı Celâleddin doğruluğu, halim ve mütevazi olmasıyla kendisini sevdirmiş; meşhur hattat Amasya­lI Hamdullah’tan yazı meşk etmiştir32.

Kadı Celâleddin’in Mustafa, Salih ve Ataullah adlarında üç değerli oğlunun en büyüğü olan Mustafa Çelebi, takriben 1490-149133 senesinde Tosya’da doğdu, ilk medrese tahsilini memleketinde gördükten sonra İstanbul’a gelmiş, Sahn-ı Semân medresesinde dânişmendliğe (yüksek tahsil derecesi) kadar çıkmıştır. Divanî34 yazı­daki maharetinden ötürü Veziriâzam Piri Mehmed Paşa ile Nişancı Şeydi Bey’in ken­disini himaye etmeleriyle medrese hayatını bırakarak 1516’da Yavuz Sultan Selim zamanında divan-ı hümâyûn35 kâtipliğine alınmıştır.

Mustafa Çelebi, çalışkanlığı ve vazifesini kavraması, ketum olması sebebiyle kı­sa zamanda kabiliyetini gösterdi. Himaye edenlerin tavsiyesiyle Sultan Selim de Ce- lâlzâde’ye itimat etmişti. Mısır kanunnamesinin düzenlenmesinde önemli rol oynadı. Göstermiş olduğu hizmet ve liyakatine karşılık olarak 1525 yılında Reisülküttap36 ta­yin edildi. Bu hizmette on sene bulundu. 5 Aralık 1554’de Nişancılığa tayin edilen Celâlzâde Mustafa Çelebi bu vazifede yirmi üç sene kaldı. Asıl şöhretini bu çeyrek asırda temin etti; devlet kanunlarında yegâne merci oldu. Kendisini yetiştiren Seydî Bey’den ziyade şöhret buldu. Devlet idaresine ait bütün kanunlar onun elinden geçti ve onun tedbirleriyle hallolundu. Kanunnâmedeki tabir üzere bihakkın Müfti-i kâ­nun37 olup, Koca Nişancı diye şöhret buldu. En muğlâk meselelerin halli için onun mütalâası alınıyordu.

Meşhur Tâcizâde Cafer Çelebi’den sonra Celâlzâde kudretinde bir nişancı gelme­miştir. Yapmış olduğu kanunlar, tahrirat, ahkâm ve menşurlardaki yazış tarzı kendi­sinden sonra yarım asırdan fazla örnek olmuştur38.

XVI. yüzyılda bir nişancı’da aranan başlıca iki özellik; resmi yazışmaların “in- şû "sında ustalık ve devlet kanunlarında uzmanlıktı. Yirmi üç yıl aralıksız olarak ni­şancılık hizmetinde bulunan Mustafa Çelebi, bu niteliklerin ikisine de tam olarak sa­hipti. Ferman, menşur, nâme gibi padişah adına çıkarılan yazılarda Celâleddin’in kul­landığı hitaplar ve ifade biçimleri, en az XVII. Yüzyılın ilk çeyreğine kadar Osman­

lI bürokrasisinde örnek tutulmuştur. Kendisinden sonra düzenlenen birçok kanunna­mede kanunların geçerliliği için Celâlzâdenin yetkili merci olarak anıldığı görülmek­tedir. Sağlam bir medrese öğrenimi görmüş olan Celâlzâde, Osmanlı örfî hukukunu oluşturan kanunlann yalnız birbiriyle değil aynı zamanda şeriatla bağdaşmalan yo­lunda çok emek vermiştir. Bu hususta Şeyhülislâm Ebussuud Efendi ile işbirliği yap­mıştır. Kanuni Sultan Süleyman’a “Kanunî" lâkabının verilmesinde Celâlzâde Mus­tafa’nın büyük payı olduğu şüphesizdir. Hizmetleri padişah tarafından takdir edilerek has’lan o zamana kadar hiçbir nişancıya nasip olmayan üç yüz bin akçeye çıkarıldı. 1557’de emekli olduğunda Kanuni on iki yönden mükafatlandırdı. Seleflerinden hiç­birine gösterilmemiş bir lütuf olarak nişancılık haslarının tamamını üstünde bıraktığı gibi, törenler ve seferlerde padişahın yanında bulunma şerefini bahşeden müteferrika- lık39 rütbesine de kavuşturdu. Velhasıl, kaynakların hepsi Celâlzâde Mustafa’nın cö­mertliğinden ve şefkatinden bahsetmektedir40.

KAZASKER MUSTAFA İZZET EFENDİ

Tosya’da doğan (1801) Kazasker Mustafa izzet Efendi, Destanağazade Mustafa Ağa’nın oğludur. Babasının ölümünden sonra annesi okuması için tstanbul’a gönder­di. Fatih’te Başkurşunlu Medresesinde çalışmaya başladı. Sesi de çok güzeldi. Bir Cuma günü Sultan II. Mahmud Bahçekapı’daki kendisinin yaptırdığı Hidayet cami­ine gelmişti. Mustafa Efendi’nin orada müezzin mahfelinde güzel naat-ı şerif okuyu­şunu dinledi. Çok beğendi. Yanındakilere, bu gencin terbiyesine itina edilmesini ve sonra Enderun’a alınmasını emretti. Uzun zaman ney çaldı ve hanendelikle meşgul oldu. Çömez Mustafa Vasıf Efendi’den sülüs, ve nesih, Yesârizâde Mustafa izzet Efendi’den ta’lik meşk ederek icazet aldı.

Anlaşıldığına göre Mustafa izzet Efendi, musikide hüner sahibi, bestekâr, hanen­de olduğu için daima eğlence alemlerinde aranan bir adam olmaktan hoşlanmıyor, as­ker olup bu meslekte ilerlemeyi tasarlıyordu. Fakat II. Mahmud kendisini çok sevdi­ği için padişahın yakınları onun asker olup saraydan uzaklaşmasına meydan verme­diler. O da nihayet hacca gitmek için izin istedi. Bu izni kopannca padişahın yakım ve Nakşibendi şeyhlerinden Kayserili Ali Efendi ile birlikte Hicaz’a gitti. Hicaz’dan Mısır’a geçti ve orada yedi ay kaldı. Bilahare İstanbul’a döndü. Mahmut Paşa Hama­mı civarında bir ev tuttu. Sarayın semtine bile uğramadı. Kendisini kimse tanıyama­dı, çünkü başında takkesiyle bir Özbek dervişi kılığında geziyor, kendi halinde şura­da burada dolaşıyordu.

Bir Ramazan günü Bâyezid camii’nde Kur’an okumakla meşgul olduğu sırada se­sinin güzel olduğunu bilen birkaç kişi kendisinden ayakta bir iç ezanı okumasını is­tediler. Mustafa "Padişahımız çoğu zaman hu camiye geliyor, benim sesimi işitecek olursa iyi olmaz ” dedi ise de kabul ettiremedi, ikindi namazında Mustafa izzet Efen­di o davudî güzel sesiyle ezan okumaya başladığı sırada padişah camiye girdi ve eza­nı dinleyerek namaza durdu. Namaz bittikten sonra padişahın yaveri Işkır Ali Efendi müezzin mahfeline çıkıp “Şevketlii efendimiz soruyorlar, ezanı okuyan kimdi?" de­mesi üzerine Müezzinbaşı, Mustafa izzet Efendi’yi gösterdi. Yaver hayli zaman be­raber bulunduğu halde yeni kılığı içinde onu tanıyamadığı için padişaha “Bir Özbek dervişi imiş" dedi ise de padişah “Ben Mustafa Efendi’nin sesini tanımaz, mıyım? Öz­bek ’tir diye beni mi aldatıyorsunuz? ” dedi. Mustafa Efendi böylece yakalanmış oldu. Padişah onun saray hizmetini bırakarak bu kılığa girmiş olmasına hayli kızmıştı. Par­mağıyla işaret ederek vücudunun yok edilmesini emretti. Hüsrev Paşa “Ferman Efen- dimizindir" deyip emri yerine getirmeye kalkınca, padişahı daima iyi yola sevk eden Müsahip Sait Efendi "Paşa sen çocuk musun, ne yapıyorsun?” diye eteğinden çekti. Padişah hiddetinden camide fazla durmadı, Dolmabahçe Sarayı’na gitti.

Padişah bir sohbet sırasında "Ben ona dargın değilim, kendisini ziyan ediyor da canım sıkılıyor” diyerek affetmiş. Mustafa izzet Efendi de sarayda bir saz alemine

davet edilerek kendisine ney ve bir kat elbise gönderilmesi üzerine Özbek kıyafetini değiştirmek zorunda kalmış. Mustafa izzet Efendi bundan sonra, Sultan Mahmud’un ölümüne kadar saraydaki saz alemlerine devam etmiştir. Besteci olarak yirmi üç ese­ri bulunmaktadır.

Sultan Abdülmecid tahta çıktıktan sonra Mustafa izzet Efendi mesleğini değiştir­meye karar verdi. Padişahtan Eyüp camii hatipliğini istedi, kabul edildi. Sultan Ab­dülmecid bir Cuma günü Eyüp camiine gitti, hutbeyi Mustafa Efendi’ye okuttu, çok beğendi. Muhtelif tarihlerde Selânik, Mekke, İstanbul kadılığı ve 1849’da Anadolu Kazaskerliği41 verildi. Arkasından Rumeli Kazaskerliği payesi tevcih edildi. Bir sene sonra da şehzadelerin yazı hocası oldu. Çok bilgili, hoşsohbet bir zat olan Mustafa iz­zet Efendi, zamamnda musikisevenler ve hattatlar arasında “Kazasker Efendi” diye anılırdı. On bir Kur’an-ı Kerim, o kadar Delâil42, otuzdan fazla En’am43, iki yüzden fazla Hilye, pek çok Kıt’a44 ve Murakka yazmıştır. Ayasofya Camii’nde asılı duran, üzerlerinde Allah, Muhammed, Ebu Bekir, Ömer, Osman, Ali, Haşan ve Hüseyin ya­zılı büyük levhalar onundur. Bu levhalar hüsnühattaki gücünün şahididir. Çok kıy­metli hattatlar yetiştirmiştir45.

Anne tarafından nesebi Şeyh Ismail-i Rûmî’ye dayanır. Çömez Mustafa Vasıf Efendi’den sülüs ve nesih, Yesârizade Mustafa îzzet Efendi’den ta’lik meşk ederek icazet aldı. Kendisinin ve hocalarının isimlerinin Mustafa olması garip tesadüfler­dendir.

HATTAT PADİŞAHLAR

Saygıdeğer hat üstadlarını hayırla yad ettikten sonra, onların rahle-i tedrisinden geçen hattat padişahları da zikretmeden geçemeyeceğim. Şehzade ve padişah ol­malarına rağmen sanat dallarının bir veya birkaçını öğrenme azmini göstermeleri, dolayısıyla sanata değer vermeleri takdire şayandır. Bununla beraber, makam ve mevkilerinin vermiş olduğu gururu bir tarafa atıp, hocalarına son derece hürmetkâr ve alçak gönüllü olmaları büyük bir erdemlilik örneğidir. Diğer bir cepheden baktığımız zaman; Osmanlı padişahlarının sanatı himaye etmelerinin yanı sıra, sa­nat erbabını maddi olarak da desteklemiş olduklarını, mağdur etmediklerini görü­yoruz. Marifet iltifata tabi olunca da, çok değerleri hattatların, musikişinasların, edebiyatçıların, alimlerin, şairlerin neşv ü nemâ bulması, terakki eylemesi kaçınıl­mazdır.

Osmanlı şehzadelerinin terbiye ve tahsilinde estetik unsurlardan istifade etmek te­amül hükmünde idi. Saray geleneklerine göre şehzadelere; biri kültür hocası, biri za­naat hocası, birisi de askerlik hocası olmak üzere üç türlü hoca tutarlardı. Bu sebep­le hemen hemen bütün Osmanlı sultanları bir sanat dalında temayüz etmiştir. Bunlar arasında güzel sanatlarda üstad mertebesine erişenler olduğu gibi, bir çoğu da devir­lerinin meşhur hattatlarından olmuşlardır. Biraz sonra hat sanatları hakkında bilgi arz edeceğimiz İkinci Bâyezid, Sultan Korkut, Sultan Süleyman, Üçüncü Murad, Dör­düncü Murad, Fazıl Ahmed Paşa, ikinci Mustafa, Üçüncü Ahmed, ikinci Süleyman, Damad İbrahim Paşa, ikinci Mahmud ve Sultan Abdülmecid, devirlerinin kabul edil­miş hattatlarındandı.

Osmanlı padişahlarının bir çoğu daha şehzadelikleri sırasında, bir kısmı da padi­şah olduktan sonra, sanatın kendi temayüllerine uygun bir dalıyla uğraşmışlardır. Biz burada konumuz itibariyle hat sanatında üstad olan ve bu sahada eser veren "Hattat Padişahlar”ı ele alacağız. Çünkü; büyük sanatkârların yetişmesine imkân veren ve desteğini esirgemeyen padişahlarımıza bu yönden minnet borçluyuz.

SULTAN II. BÂYEZİD

Fatih’in 1481 tarihinde vefatı üzerine Osmanlı tahtına çıktı. Babasının ilim ve sa­nat sahalarında başlattığı cihadın ikinci Bâyezid devrinde de bütün heyecanıyla de­vam ettiğini söyleyebiliriz.

Şeyh Hamdullah’ı, Amasya’dan İstanbul’a davet ederek, ona bu sanatın gelişme­si için her türlü imkânı ve desteği vermesi, geniş bir hat sanatı muhitinin Şeyh Ham­dullah merkezi etrafında toplanmasına sebep olmuştur. Kendisi de Şeyh Hamdul­lah’tan yazı meşk etmiş ve hocasına hokkasını tutacak kadar saygı ve hürmet göster­miştir.

İbn Kemal ve Idrıs Bitlisî’ye meşhur tarihlerini kaleme aldırmış, pek çok dinî ve İçtimaî müesseseler yaptırarak, Osmanlı mimarisinin altın devrini açmıştır. Zamanın­da otuzu aşan alim ve sanatkâr, onun lutfunu görmüştür. Bu yüksek kültür seviyesiy­le İstanbul Islâm dünyasının ilim ve sanat merkezi olmuştur. Amasya’da yirmi altı yıl süren şehzadeliği esnasında ilim ve sanat erbabını hima­ye ve her türlü maddi desteği neticesinde geniş, yüksek seviyede ilim, edebiyat, hat ve musiki çevresi oluşmuştur.

Bu ilim ve sanat hâmisi hattat, şair ve âlim Sultan ikinci Bâyezid 1512’de son günlerini geçirmek üzere Dimetoka’ya giderken yolda vefat etti. “Adlî” mahlasıyla Türkçe ve Farsça şiirler söylemiştir46.

Osmanlı devletinin hat, tezhip ve ciltçilik gibi birbirinin tamamlayıcısı olan kitap sanatlarındaki ilk parlak devri, Sultan ikinci Bâyezid’in saltanat yıllarına rastlar. Çün­kü bu padişahın ilim ve sanata olduğu kadar, yazma kitaplara da aşırı bir merak ve alâkası vardı. On altıncı yüzyılda kitap sanatları, Bâyezid devrindeki ihtişamını sür­dürüp devam ettirdi.

SULTAN KORKUT

ikinci Bâyezid’in oğlu olan Sultan Korkut Amasya’da doğdu. Tasavvufa, edebi­yata, musiki ve hat sanatlarına şiddetli alâkası ve mahareti vardı. Beste yapacak ka­dar musiki bilir ve icra ederdi. Aynı zamanda şiir zevki gelişmiş bir şekilde idi. Gön­lünün duygu zenginliğini, şiir yoluyla ifade ederdi.

Sultan Korkut, şiir ve musiki sanatlarında gösterdiği hüneri hat sanatında da gös­tererek zamanının kudretli hattatları arasına girmiştir. Aklâm-ı sitte’yi baba dostu Şeyh Hamdullah’tan meşk ederek mezun olmuştur. 17 Mart 1513 tarihinde Şehzade Ah- med’le beraber Bursa’da öldürülmüştür. Kabri Bursa’da Sultan Orhan türbesindedir47.

SULTAN SÜLEYMAN (KANUNÎ)

Osmanlı devletinin onuncu padişahı Kanuni Sultan Süleyman, devlet adamı ola­rak başardığı büyük işlerin yanında güzel sanatlara ilgi duymuş, “Muhibbî” mahlası ile şiirler yazmış, ta’lik hattıyla da meşgul olmuştur48.

IV. MURAD

Güçlü, kuvvetli, pehlivan yapılı bir padişah olan Dördüncü Murad, meşgul oldu­ğu cirit ve okçuluğun yanı sıra, ta’lik hattına da merak sarmıştır. Kimden ders aldığı bilinmiyor49.

II. SÜLEYMAN

Dördüncü Murad’ın padişahlığı sırasında ömrünün büyük bir kısmını haremde ha­pis olarak geçiren İkinci Süleyman, bu sırada hat sanatı ile meşgul olmuş, Tokatlı Ah- med Efendi’den sülüs ve nesih yazı dersi almıştır. Müstakimzade “Hattının güzelli­ğine diyecek yoktu " diyor50.

n. MAHMUD

Cesur ve azimkar bir padişah olan İkinci Mahmud, dış ve iç çeşitli gaileler ile uğ­raşmış olmasına rağmen, güzel sanatlar ve batı kültürü ile de meşgul olmuştur. Ma­arif ıslahı için çalışmış, Avrupa’dan hocalar getirtmiş ve zamanında Harbiye, Bahri­ye mektepleri açıldığı gibi, Şûra-yı Askerî onun zamanında kurulmuştur.

Müzik kültürü de olan İkinci Mahmud, huzurunda tertip ettiği fasıllar ile Türk müziğinin yeniden can bulması için çalışmıştır. Meşhur Türk bestekârlarından İsma­il Dede Efendi, Dellâlzade sarayda himaye görmüştür. Bizzat İkinci Mahmud’un bes­teleri olduğu gibi, “Adlî" mahlası ile şiirler yazmıştır. Bu sebepten bazı tarihçiler İkinci Mahmud’dan bahsederken “Mahmud-ı Adlı” tabirini kullanırlar. Bunun yanı sıra hat sanatına ilgi duyan İkinci Mahmud, herkesin anlayabileceği tarzda yazı yazıl­masını tasvip edenlerin başında gelir51.

Yazıya merakı daha şehzadeliği sırasında başlamış ve saray-ı hümâyûn hat hoca­larından Kebecizade Mehmed Vasfi Efendi’den sülüs ve nesih meşketmiştir. Şehza­deliğinin son yıllarında bir hilye yazarak icazet almaya hak kazanmıştır. 1808’de pa­dişah olduktan sonra da yazıyla meşgul olmuş ve Mustafa Rakım gibi bir hat deha­sından celî sülüs yazı meşk etmiştir. Bu yüzden celî yazılarında oldukça başarılıdır. İkinci Mahmud’un en güzel eserleri Topkapı Sarayındadır. Başka müze ve kütüpha­nelerde eserlerine rastlamak mümkündür52.

III. MURAD

1546’da Manisa’da doğan Üçüncü Murad, edebiyat ve bilhassa hat sanatına me­raklı bir padişahtır. Şiirlerinde “Muradı" mahlasını kullanan Üçüncü Murad’m Türk­çe, Arapça ve Farsça divanları vardır. Bunun yanında Esrarname ve Fütuhat-ı Siyam adlı iki de kitabı mevcuttur. Ayrıca İstanbul Üniversite Kütüphanesi’nde kendi hat- tıyla yazdığı Divan-ı Miiniri adlı eseri bulunmaktadır.

Üçüncü Murad, hat derslerini Halveti tarikatına mensup Kastamonulu Şeyh Şuca Halvetî’den almış, ondan nesih ve ta’lik meşk etmiştir. Tarihçi Mustafa Ali, hattat ve sanatkârlardan bahseden Menakıb-ı Hünerveran adlı eserini Sultan Üçüncü Murad’a ithaf etmiştir53.

II. MUSTAFA

ikinci Mustafa, önce on yedinci yüzyıl hattatlarından Hocazade Mehmed Efen- di’den, sonra da meşhur Hafız Osman’dan ders ve icazet almıştır. Hocasına saygısı, yazı yazarken hokkasını tutacak kadar ileridir. Ta’lik, sülüs ve nesih’e de çalışmış, bu yazılarla örnek vermiştir. Ayasofya Camii’nde bulunan bir besmeleyi tek kalemde yazdığı rivayet edilir. Yazılarında “Derviş Mustafa Al-i Osman” şeklinde imzasına rastlanır54.

III. AHMED

Edebiyata ve sanata düşkün ve bizzat hattatlıkla uğraşan Üçüncü Ahmed’in Türk hat sanatında önemli bir yeri vardır. İkinci Mahnıud ve Sultan Abdülmecid’den son­ra en çok yazılarına rastlanan padişahtır. Şehzadeliği esnasında hat sanatına alaka duymuş ve Hafız Osman’dan aklâm-ı sitte yazılarını meşk etmiş ve icazet almıştır.

Ta’lik yazıda hocası Veliyyüddin Efendi’dır. Padişahlığı zamanında devrin sanat­kâr ve hattatlan korumuştur. Yedikuleli Abdullah Efendi ve Hoca Mehmed Rasim, bunlar arasında sayılabilir. Üçüncü Ahmed’in yazılarına İstanbul’un muhtelif yerle­rinde rastlamak mümkündür. Üsküdar’da annesi adına inşa ettirdiği Yeni Valide Ca- mii’nde bulunan “Cennet anaların ayakları altındadır” ve “Hikmetin başı Allah kor­kusudur" hadis-i şeriflerini celî sülüsle yazmıştır. Üsküdar Ayazma Camii’nde küçük boy bir levhası vardır. Yine Üsküdar iskele meydanında kendi adına inşa ettirdiği çeş­menin deniz tarafında, celî sülüs hattın altında bulunan girift imzası oldukça sanatlı­dır. Ayasofya Camii’nin arkasındaki Üçüncü Ahmed çeşmesinin yazılarını da kendi­si yazmıştır. Bunlardan başka, Topkapı Sarayı Arzodası’nın sağ tarafındaki kapının üzerinde bulunan besmele ile, Hırka-i Saadet Daire’nin üzerindeki besmele de Sultan Üçüncü Ahmed’e aittir.

Üçüncü Ahmed, tuğra ile de alakadar olmuş ve çok sanatlı tuğralar çekmiştir. Dört adet Kur’an-ı Kerim yazmış ve iki tanesini Medine’de Ravza-ı Mutahhara’ya hediye olarak göndermiştir. Hatt-ı Hümayunları da hat ve tezhip sanatı açısından çok kıy­metli olan Üçüncü Ahmed, çıkardığı bir kanunla nadir yazmaların memleket dışına çıkarılmasını yasaklamıştır. Kitaba ve kitap sanatlarına duyduğu alaka neticesi, Top- kapı Sarayı’nın içinde kendi adına inşa ettirdiği kütüphanenin raflarını nadide eser­lerle doldurmuştur55.

SULTAN ABDÜLMECİD

Sultan Abdülmecid de şehzadeliği yıllarında hat sanatıyla ilgilenmiştir. Bugün elimizde yazılan ve levhaları en çok bulunan padişahtır. Babası ikinci Mahmud, Râ- kım yolunda yürümesine rağmen Sultan Abdülmecid, Mahmud Celaleddin tavrını benimsemişti. Kendisi, Mahmud Celaleddin yolunda nesih, sülüs, celî ve rik’a ya­zardı56.

Konumuzu özetlemek gerekirse; “Son Hattatlar” eserinin sahibi tbnü’l-Emin Mahmud Kemal’in şu ifadeleri anlatmak istediklerimizin bir hülasası gibidir:

“Hakka riayet ve hakikate hizmet etmiş olmak iizere söyleyim ki süliis, nesh ve ce­lî yazıların tekâmülüne, Müslüman milletler içinde en ziyade Tiirkler ve bilhassa Os- nıanlı Tiirkler, fevkalâde himmet ve bu suretle medeniyete ve ilme hizmet etmişlerdir. Arap, Acem ve diğer Müslüman milletler arasında zuhur eden hattatlar, hiçbir devir­de Osmanlı Türkler mertebesinde süliis, nesih ve celî yazanıamışlarclır”51.

Vermiş olduğumuz bilgilerden de anlaşıldığı gibi, İslâm yazılannın her şubesini kendi milli zevki ve güzellik anlayışı içinde geliştirerek doruk noktasına ulaştıran Türk milletidir. Osmanlı hükümdarlan da bu sanatkârlara maddi-manevi iltifatta bu­lunmuşlardır.

1 Muhittin Serin, Halini Şeyh Hamdullah Hayatı, Talebeleri. Eterleri. Kubbealtı Akademisi Kültür ve Sanat Vakfı, İstanbul-1992,12-14

2 Ekrem Hakkı Ayverdi, Fatılı Devri Hattatları ve Hat Sanatı, İstanbul Fethi Derneği Yay., Istanbul- 1953, 55-56.

3 Serin, a.g.e., 11

4 A Sıiheyl Unver, Fatih Devri Ilım, Sanat ve İçtimai Tekâmül Hamlelerine Umumi Nazar, Istanbul- 1953, 14.

5 S. Ünver, Fatih KüUiyesı ve Zamanı Ilım Hayatı, İstanbul Ünıveısıtesi Yay , lstanbul-1946, 251.

6 Fatih Devrinde İlim ve O Devirde Yetişen İlim Adamları, Diyanet İşleri Başkanlığı Yay , Ankara-1953, 3

7 A g e , 7

8 Celî; lügatta “aşikâr, meydanda, iri anlamlarına gelirse de, hattatlıkta bir terim olarak; hat yazılarının uzaktan okunabilecek şekilde ve irilikte yazılmış olanlarına denir Camilerdeki büyük levhalarda, taş üstüne yazılmış kitabelerde kullanılır Kalınlığı ve büyüklüğü yerine göre değişir. Üç beş santimden el­li santime kadar kalın olanlar görülmüştür. Ayasofya’daki Kaza.sker Mustafa l//et Efendi’nm levhala­rı dünyanın en büyük yazılarıdır.

9 Siyakat, Kelimelerde kısaltma yapılmış, çok defa nokta da kullanılmamıştır. Okunması çok zordur. Maliye, Tapu, Evkaf gibi dairelerde resmi kayıtlar tutmada çok kullanılmıştır

10 Saınıha Ayverdi, Edebi ve Manevi Dünyası İçinde Fatih, İstanbul Fethi Derneği Yay., İstanbul-1953, 84

I 1 Meşk, Sır örneği taklit suretiyle öğrenme usulu, el alıştırması, ders

12 İcazetname; İcazet kağıdı, şehadetnaıne, diploma

13 Alı Alparslan, Ünlü Türk Hattatları, Kullur Bakanlığı Yay., Ankaıa-1992, 27-2X

14 Senn, a.ge ,32-33; Şevket RaJo, Tıiık Hattatları, 51

15 Alparslan, a.g.e., 29-35, E Hakkı Ayveıdi, a ge , 25-31; Rado, a.ge , 49

16 Alı Haydar Bayat, Hıisn-ı Hat Bibliyografyası, Kültür Bakanlığı Yay., Ankara-1990, XI.

17 Alparslan, a g e , 64-74; Unver, Hattat Hcıjır Osman Hayatı, Sanatı, Eserleri, Doğan Kardeş Matbaacı­lık, İstanbul-1967, 3-4

18 Sulıis; 2-3 mm. Kalınlığında kesilmiş kamış kalemle ya/ılır. Yazının esasıdır, bu yüzden ummıi’l-hu- tût=ya/ılann anası diye anılır Butun yazı nevileri ve kuralları ondan çıkmıştır.

19 Nesih; Sülüs’ün kıiçuğiı olan bu ya/ının sö/.lük anlamı “ortadan kaldırmak, iptal etmek”tır. Kitapların yazılmasında diğer ya/ılardan daha fazla kullanıldığı, yani onların hükmünü ortadan kaldırdığı için bu adla anıldığı kabul edilmektedir

20 Yahya Kemal, Kendi Cökkubbemİ7, 48, 1974.

21 Ünver, Hattat Hafız Osman Hayatı, Sanatı, Eserleri, Doğan Kardeş Matbaacılık, İstanbul-1967, 11-’

12.

22 Hılye; H/.. Muhammed (s.a.s.)’in dış görünüşünü, gü/el vasıf ve sıfatlarını tasvir eden eserlere verilen addır

23 Alparslan, a g e., 78-80.

24 Murakka; Kalınca kâğıt tabakalarını usulünce ust üste yapıştırarak elde edilen mukavvaya denir. Hat­tatların yazılarını yazdıkları âhârlı kâğıt bunun üzerine yapıştırılır, sonra yazının etrafı çerçeveye alınır, süslenirdi. Kıt’a denilen kuçuk yazı parçalarının bir kaçı bir araya getirilerek birbirine bağlanmak su­retiyle vucuda getirilen albümlere de Murakka denmektedir.

25 İstif; hat sanatında yazı düzenlemesidir

26 Tuğra; Osmanlı padişahlarının imzası, mühür.

27 Alparslan, a g e., 84-99; Rado, a g.e , 196-199.

28 Şelalem; Farsça “Altı çe.’jit ya/.ı" manasına gelen bu tabir ile “.siılüs, nesih, muhakkak, reyhanı, tevki, rıkaa” denilen yazılar kastedilmektidir

29 Ünver, Hattat Alvnet Karahisarî, Kemal Matbaası, Istanbul-Tarıhsiz, 5-9

30 Serin, a.g e., 66-67

31 Nişancı; Fermanlara Osmanlı padişahının tuğrasını çeken va/.ıfeli, tuğrakeş, tevkiî

32 Rado, a.g.e., 64; I.H. U/unçarşılı, Tosyalı Celâl Zûde Mustafa ve Salih Çelebiler. Belleten, c: XXII, sa­yı^, sayfa-391, Temmuz.’1958, TTK. Yay.

33 Bazı kaynaklar Celâlzâde Mustafa’nın doğumunu 1494 olarak gösteriyor ise de, bi/. Ord. Prof.Dr. I.H U/.unçarşılı’nın gösterdiği tarihi esas almayı uygun gördük.

34 Divanî, Osmanlı devletinde Dıvan’dan çıkan ferman ve beratlarda kullanılan ya/.ı çeşididir.

35 Divan-ı Humayun, Halkın dava ve şikâyetlerinin dinlenip hallolunduğu, devlet işlerinin görüldüğü pa­dişah huzuru.

36 Reisülküttap; Katiplerin başı, Divan-ı Hümayun katiplerinin bay (Dışişleri Bakanı fonksiyonu görürdü)

37 Müfti-i Kanun; Nişancı

38 U/.unvarşılı, 392-397.

39 Müteferrika, Padişah maiyetinde bulunan hususi va/.ifelı

40 Celıa J. Kerslake, TDVİA. "Celâlzâde Mustafa Çelebi” nıad., 7 / 260-261.

41 Kazasker veya Kadıasker; Osıııanlı İmparatorluğunda hakim demek olan Kadıların başı. 1481 yılından sonra sayılan ikiye çıkan Kadıaskerlerden Anadolu Kadıaskeri Anadolu’daki kadıların ve kıiçiık rütbe­

li müderrislerin; Rumeli Kadıaskeri Rumeli’deki Kadılarla küçük rütbeli müderrislerin başı idi. Kadıas- kerler divan üyesi idiler, yanı Sadrazam başkanlığında toplanan vezirler kurulu toplantısına girerlerdi.

42 Delâil, Ayetleri, hadisleri, çeşitli duaları içine alan yazma kitap.

43 En’am, Bazı ayet ve sûreleri ihtiva eden dinî dua kitabı.

44 Kıt’a; Bir yazı parçası. Kıt’alar kullanılan ya/ı biçimine gdre: Nesih Kıt’a, Sülüs Kıt’a, Ta’lik Kıt’a di­ye anılır Bizim hat sanatımızda en çok sülus-nesıh Kıt’alar yaygındır; bunda üst satır Sülüs, altında bir­kaç satır Nesih hattıyla yazılır Bu yazıların etraflarının altın yaldız, tezhip ve ebrularla süslenmesi adettir.

45 Rado, a.g.e , 216-217

46 Serin, a.g.e., 48.

47 Serin, a.g.e., 48-49; E Hakkı Ayverdı, Age., 42.

48 Rado, a.g e., 73

49 Rado, a.g.e., 94.

50 Rado, a.g e , 107.

51 Rado, a.g.e., 204-205.

52 A. Rı/a O/can, “Hattat Padişahlar" Osıııanlı Ansiklopedisi, 1/ Yay., İstanbul-1996, 5/99; Ibnu’l-Enıın Mahmut Keıııal, Son Hattatlar, 189.

53 Ö/can, a.g.e , 5/ 98.

54 Ö/can, a.g.e , 5/98.; Rado, a.g e., 108

55 Ö/can, a g.e., 5/98-99.

56 Ö/can, a.g e., 5/99

57 Ibnü’l-Emin Mahmut Kemal İnal, a.g.e , 2.