Makale

Erdemli insan erdemli toplum

Dr. Sâfi ARPAGUŞ
Marmara Üniv. İlühilat Fak.

Erdemli insan
erdemli toplum

"Ey Peygamber, Allah’tan bir rahmet ile onlara yumuşak davrandın!
Şayet sen kaba, katı yürekli olsaydın, hiç şüphesiz onlar etrafından dağılıp giderlerdi." (Al-i imran, 159)
"Mümin, ülfet eden ve kendisiyle ülfet edilendir. Kendisiyle ülfet edilemeyen kişide hayır yoktur!" (Ahmed b. Hanbel, 5/335)
Yüce dinimiz İslâm, inançta tevhidi, toplumda ise kardeşliği esas alır ve bunu "Allah’ın emirlerine ta’zim ve yarattıklarına şefkat" düsturu ile formülleştirir. Dolayısıyla Müslümanların yaşadığı toplum, sınırları imanla çizilmiş şefkat, merhamet, îsâr (başkalarını kendisine tercih etmek), nezaket, nezahet, anlayış, iyi muamele, adâb-ı muâşeret ve uhuvvet gibi unsurları bünyesinde barındıran huzur ve kardeşlik topluluğu olarak temayüz eder. Bu da hayatta "erdem"i esas alan, fert ve toplumun yapısının bu minval üzere şekillenmesini hedefleyen bir anlayışın uzantısıdır. "İyi ya da kâmil insan" ve "erdemli toplum" arayışı insanlık tarihi ile başlar. Peygamberler ve onların vârisleri olan, ilim, irfan ve fikir öncüleri, hep bu idealin gerçekleşmesi için çaba sarf etmişlerdir.
Erdemli toplumun ilk ortak özelliği sevgi, dostluk ve kardeşliktir. "İman etmedikçe cennete giremezsiniz, birbirinizi sevmedikçe kâmil bir imana sahip olamazsınız!", "Müminler ancak kardeştirler" (Hueurat, 12) ve "Müslüman, Müslümanın kardeşidir" (Müslim, Birr 32) şeklinde pek açık bir biçimde ifade edilen bu gerçek. İlâhî kitabımız ve sevgili Peygamberimiz tarafından gayet açık bir şekilde ifade edilmiştir. Tabiî ki, her ferdi arasında ülfet, muhabbet, meveddet, şefkat ve merhamet bağı olan bu toplumun fertlerinin birbirlerine karşı kardeşçe bir tutum ve davranış sergilemesi beklenir.
O halde nedir kardeşliğin ölçüsü ve gerekleri?
İslâm’da kardeşlik, tüm fertlerinin duygu, düşünce, tavır, elem-keder ve sevinçte yek vücut olması, kendilerini böyle hissetmeleri ve bu birlikteliği fert, aile ve toplum vasatına yaymalarıdır. Sevgili Peygamberimiz bu düşüncenin gerçekleşmesi yolunda bizlere şu tavsiyelerde bulunmaktadır:
"Müminler birbirlerini sevmekte, birbirlerine acımakta ve yekdiğerini korumakta tek bir vücud gibidir. Vücudun herhangi bir uzvu rahatsız olursa, öteki uzuvları da bu yüzden rahatsız olur ve uykusuz kalır" (Buhari, Edeb, 27), "Müslüman, Müslü- manı başına bir müsibet geldiğinde terk etmez, onu zalimin zulmünde bırakmaz. Müslüman kardeşine yardımda bulundukça Allah da ona yardımda bulunur. Kim bir Müslümanın dünya darlığını giderip de sevindirirse, Allah da kıyamet gününde onun sıkıntısını giderip mutlu eder. Kim dünyada Müslüman kardeşinin ayıbını örterse, Allah da kıyamet gününde onun ayıbını örter." (Müslim, Birr, 32)
İdealimizdeki "erdemli toplum"da fert her şeyden önce kendisi iyi olan ve herkese karşı iyilik düşünebilen bir yapıya sahip olmalıdır. İdeal olan, ahlâklı ve erdem sahibi insanın, önce aile bireylerine karşı erdemli olabilmesidir. Eşi ve çocukları, anne ve babası, yakın ve uzak akrabası ile
devam eden bir sıra ile kemali yakalamak gayreti içerisinde olmalıdır. Kemali elde etmek ise, düşünüldüğü kadar kolay değildir. Günümüzde kişisel gelişim ve kendini gerçekleştirme gibi kavramlarla ifade edilen donanım, İslam geleneğinde sûfî bir yaklaşımla "Kendini bilmek" ten geçmektedir. Yunus Emre kemal arayışındaki bu tahsili şöyle dile getirir:
"İlim, ilim bilmektir, ilim kendin bilmektir,
Sen kendini bilmezsen,
Bu nice okumaktır?" Aslında bu gelişim, sürekli artarak devam eden bir bilgilenme ve varlık ile eşyayı anlamlandırma ile başlar Bu yolda ilerlemek zordur, güçlükler ve engeller her zaman vardır. Dolayısıyla başarı için gerekli olan önemli hususların başında sağlam niyet gelir. Sonra gayret, biraz azim bu yolda mesafe almak için olmazsa olmazlar arasındadır. Sonucun hayırla neticelenmesi için niyetin de hayır olması elzemdir ’ Niyet hayır, akıbet hayır!" sözü bunu ifade etmektedir. İyi niyet bir anlamda kalp temizliği olarak da nitelendirilebilir. Kalp temizliği ise, daha çok hareketlerin temelinde aranır. Nitekim Hz. Peygamber de konumuza ışık tutacak şekilde; "Amellerin değer ölçüsü niyetlerdir. Herkesin eline geçecek olan da niyet ettiğidir" (Buhari, Bed’ülvahy, 1) buyurmaktadırlar. Çünkü "Allah suret ve şekillere değil, kalplerdeki niyet ve yönelişlere değer atfetmektedir."(Müslim, Birr, 32)
Öncelikle insan, hayatın maddî ve mane- tüm yönlerini dengelemelidir.
Maddî hayattaki başarısı oranında manevî hayatta da başarıyı yakalayabilmelidir. Bu da ancak gönül zenginliği, sağlam bir niyet ihlâs ve samimiyetle elde edilebilir. İnsanın, gelişiminin önemli bir kanadı olan manevî hayatta başarı için onu samimiyetle benimsemiş olmanın yanında, doğru anlamış olmak da lâzımdır. Yanlış bilgi ve anlayış üzerine ne tam ve mükemmel bir kimlik ve kişilik ne de tam bir manevî hayat inşası mümkün olur. Manevî yönü eksik bir tolumda "erdem" arayışı ise bizce hayaldir. Çünkü "erdem" bizâtihî "manevî" etkilerden bağımsız düşünülemez.
Sevgili Peygamberimiz bir hadis-i şeriflerinde; "Müslümanların iman yönünden en olgunu, ahlâkı en üstün olanıdır" (Buhari, Edeb, 38-39) buyurmuşlar, bir başka hadiste de, "Ahlâkî üstünlükleri tamamlamak üzere gönderildiğini" (Muvatta, Hüsnü’l-hulk, 8) bildirmişlerdir. Kur’an-ı Kerim de bunu teyit ederek, Hz. Pey- gamber’i, "En üstün ahlâk sahibi" (Kalem, 4) olarak nitelemiştir. İman olgunluğu ahlâkî üstünlükle doğru orantılıdır. Ahlâk-iman ilişkisi böylesine birbirinden ayrılmaz olunca, ahlâkî hareket de, iyi insan ve erdemli toplumun vazgeçilmez unsurları arasında gelir. Çünkü hikmet, şecaat, iffet, adâlet, cömertlik, tevâzû, sabır ve diğergamlık gibi bütün fazîletler tek tek incelendiğinde, bunların hemen hepsinin- de böyle bir manevî temel görmek mümkündür. Bu da gerek fert ve gerekse toplum bağlamında kemal ve erdem arayışımızda her türlü kemalin zatında mündemiç olduğu, Hz. Peygamber’in "en güzel örnek" (Ahzab, 21) olma vasfını ortaya koymaktadır.
Erdemli toplumun fertleri, her Müslümanın üzerinde taşıması gereken mühim hasletlerin başında gelen zararsızlığı ilke edinmelidirler. Zararsızlık anlayışı, bu toplumun mimarları olan gönül erlerinin de değişmez ilkelerindendir. Hz. Peygamberin "Zarar vermek ve zarara zarar vererek mukabele etmek yoktur" (Ibn Mâce, Ahkâm, 17) hadisi ile irfan ehlinin, "Eline, beline ve diline hâkim olmak" anlayışı arasında bir fark olduğu düşünülebilir mi? Yunus Emre’nin bu husustaki herkese örnek olacak yaklaşımı da şu dizelerde dile gelmektedir.
Kim bize taş atarsa, güller nisâr olsun ona,
Urmaklığa kasd edenin dü- şem, öpem ayağını
Her kim bana söver ise, her dem dua kılam ona
Çerâğıma kasd edenin Hak yandırsın çerâğını!
Böyle bir toplumun üyesi olan müminlerin, inançta tevhidi, ibadette ihlâslı olmayı, günlük hayatta doğruluktan ayrılmamayı, sanatta incelik, zarafet ve estetiği, işinde sağlamlığı şiâr edinmek ve temel vasıfları olarak kabul etmeleri gerekmektedir. Hz. Peygamber’in "Allah Teâlâ sizden birinizin bir iş yaptığı zaman, onu sağlam (güzel) yapmasını sever" (Beyhakî, Şuabu’l-lmân, ıv/334) sözleri de zaten bu seviyenin sağlanmasına yönelik beyanlarıdır.
Bu yolun engelleri de vardır. Nefis, arzu, istek ve şehvetler, his ve hevesler, şeytan ve onun aldatmaları kemal ve erdemin önündeki en büyük engellerdir. Hisler ve hevesler bizi, genellikle daha serbest, hatta bir anlamda başıboş, kayıtlardan uzak ve duygusal bir yaşayışa sevk etmek istemektedir. Bu noktada sağlam bir irade ile disiplin, düzen, ölçü ve murakabe gibi kavramlardan uzak kalmayacak kıvam, arzu edilen toplum modelinin oluşması ve şekillenmesinde gereklidir. "Arzu, his ve he veslerin istenilen toplumun inşası için Hz. Peygamber’in mesajına tâbi kılınması", günümüzün pek karmaşık gidişatı ve kontrolsüz savruluşu içinde daha büyük bir önem arz etmektedir. Nitekim Ra- sul-i Ekrem’in insanın nefsine karşı gerekli gördüğü mücadelenin, "en büyük cihad" diye vasıflandırılmış olması da bu yüzden olsa gerektir. Bu açıdan sevgili Peygamberimiz; "Arzuları benim getirdiklerime uymadıkça hiçbiriniz kâmil Müslüman olamaz" (Ne- vevî, Erbeûn, 4i) buyurmamışlar mıdır?
Biliriz ki, "kul kusursuz olmaz", "beşer, şaşar!" İslâm inancına göre hiçbir insanın doğuştan hatalı veya günahkâr olması mümkün olmadığı gibi, anasından doğduğu gibi, hiç hata yapmadan tertemiz kalması da mümkün değildir. Zaten böyle bir durum Allah’ın muradı da değildir. Çünkü O, hata eden insanın kendine gelmesi ve hatasında direnmeyip bağışlanma talebinde bulunmasını istemiştir. "(Ey Rasûlüm!) De ki: (kulluk ve) yalvarmanız olmasa, Rabbim size ne diye değer versin?"
(Furkan, 77) O halde marifet, her ne sebeple olursa olsun, işlenmiş olan hatada ısrar etmeyip onu affettirmeye yönelik olmalıdır. Her hu susta müsamahayı kendine rehber edinen insan, aksine kendi hataları konusunda müsamahasız davranmayı düstur edinmelidir Netice itibariyle insanın üstün nitelik ve meziyetlerinden birisi de, hatalarından ders çıkarabilen ve o hatalarını düzeltebilen bir kabiliyete sahip olmasıdır.
Kâmil insanların tasada ve kıvançta ortak oldukları, anlayış, nezâket, nezâfet, nezâhet gibi kavramları paylaşmaları, erdemli toplum bireylerinin değişmez kriterleri olmalıdır. "Güler yüzün sadaka olduğu" (Müslim, Birr, 36, 45) bir altyapıya sahip fertlerden oluşan toplum vasatı gaye olmalıdır. Kültürümüzde "çelebi" sıfatıyla nitelenen, hayırhah, kendisi ve çevresi ile barışık, mü- tebessim bir simâ ve sürekli problem üreten değil, çözümün bir parçası olan birey tipi her zaman var olmuştur. Bugün ihtiyacımız olan ise, millî, manevî ve kültürel dünyamızda zaten var olan hasletlerimizin bütün fertlerimiz tarafından yeniden kazanılıp hayata geçirilmesidir. Bu maddî-ma- nevî kalkınmamız ve insanlığın muasır kazanımlarına iştirak bakımından olmazsa olmaz ihtiyaçlarımızın başında gelmektedir. Konuyu Hz Mevlâ- nâ’nın bu husustaki şu ölümsüz tavsiyeleri ile noktalayalım: Cömertlik ve yardım etmede akarsu gibi ol!
Şefkat ve merhamette güneş gibi ol! Başkalarının kusurunu örtmede gece gibi ol!
Hiddet ve asabiyette ölü gibi ol!
Tevâzû ve alçakgönüllülükte toprak gibi ol!
Hoşgörüde deniz gibi ol!
Ya olduğun gibi ol, ya göründüğün gibi ol!