Makale

Takvâ ve Müttakî

Prof. Dr. Lütfullah Cebeci
Atatürk Üniv. ilâhiyat Fak.

Takva ve müttakî

Bugün Türkçemizde kullandığımız kelimelerin birçoğu Kur’an kelimeleridir. Bunlar asılları itibarıyla Arapça olmalarına rağmen, kültürümüzün ruhu mesabesinde olan İslamiyet’le beraber dilimize ve gönlümüze yerleşmiş, düşünce ufuklarımızı değiştirip genişletmişlerdir. "Takva" ve "müttakî" kelimeleri bunlardandır. Çünkü "takva" ve "müttakî" kelimesi, çeşitli kökleri ve isimleri ile, iki yüz elli sekiz ayette geçmektedir. Sırf bu rakam bile takvanın Kur’an’daki önemini göstermeye yeter.
Takva kelimesi, kök olarak, "bir şeyi koruma altına almak, eziyetten korumak, himaye etmek, zarar verecek şeyden onu sakınmak", "bir şeyi başka bir şeyle, bir tehlikeye karşı korumaya almak" anlamlarına gelmektedir. Takvanın esas anlamı, iki şey arasına engel koymaktır. Meselâ, aynı kökten olmak üzere, "O şeyden kalkan ile ittika etti." denir. Bunun anlamı, "o sözü edilen şey ile kendi arasına kalkanı engel yaptı" demektir. Peygamber (s.a.s.) kelimeyi, şu hadisinde bu manada kullanır: "Bir yarım hurma ile de olsa, (sadaka vererek) kendinizi cehennemden ittika ediniz, (yani koruyunuz)." Bu, "kendinizi, yarın hurma da olsa sadaka vermeyi âdeta kalkan edinerek, o büyük tehlikeye, yani cehennemin ateşine karşı muhafaza ediniz." demektir.
"Takva", Arap Cahiliyye devrinde aslında, "hayvan olsun insan olsun, canlı varlığın" dışardan gelecek yıkıcı bir kuvvete karşı kendini savunma davranışı" anlamını taşımakta idi. Bu, tamamen maddî bir tehlikeden korunmaktı. Kelime, Kur’an-ı Kerim’de bu öz anlamını yitirmemekle beraber, daha dolgun bir anlam kazanarak yepyeni bir kavram olmuştur. Kur’an’ın ona kazandırdığı anlam ile takva, "insanın, emirlerine boyun eğmek ve kulluk yapmak suretiyle kendisini Allah’ın muhafazasına koyarak, ahirette zarar ve elem verecek şeylerden titizlikle korunması, yani günahlardan geri durup hayır olan işlere sarılmasıdır." Bu anlamda "Allah’tan korkup-çekinip-sakınıp, kulluğu ile kendini koruma altına alan kişiye, "muttakî", yani "takvalı kişi" denmiştir. Demek ki Kur’an-ı Kerim takva ve muttakî ile bize kâmil bir mümini tarif etmektedir; ama özellikle onda bulunan Allan korkusunu medhederek ve ona ağırlık vererek anlatmaktadır.
insan, düşünen, etrafını gözleyen, hayatın birçok tehlikelerine karşı ne kadar aciz olduğunun farkında olan bir varlıktır. Bundan dolayı tehlikelere karşı kendini koruma ihtiyacını hisseder, İnsanı buna sevk eden, fıtratındaki korku hissidir. İşte Kur’an, "takva" ve benzeri kelimelerle, insanın fıtrî olan bu hissine yönelerek onu gerçekten korkulması gerekli olandan korkacak şekilde ayarlar. Çünkü bu ayarlama yapılmaz ise insanın ruh dengesi bozulur, ruhî bunalımlara ve akıl hastalıklarına kapı aralanmış olur, insanların çoğunda, korku hissini iyi ayarlanmadığı ve dengesine oturtulamadığı için, diğer bir ifade ile, korku asıl korkul- ması/çekinilmesi gereken Allah’a yönlendirilmediği için, insan bir sürü sahte korkunun elinde huzursuzluğun esiri olmuştur.
Fîruzabâdî, takvanın, Kur’an-ı Kerim’de şu beş anlamda kullanıldığını söyler: 1) Korkmak, 2) Sakındırma ve korkutma, 3) Günahtan geri durmak, 4) İhlas ve yakîn (kesinkes iman) ve 5) Tev- hîd ve doğru şahitlik... (Besair, 2/116) Bunlardan ilk ikisi kelimenin lügat anlamı ile, son üçü ise ıstıla- hî anlamı ile alâkalıdır. Bunların ışığında bir Kur’an terimi olarak takvayı biraz daha genişçe tarif etmek istersek şunu söyleyebiliriz: "İnsanın, gerçek Tanrısı ve Rabbi olan, göklerde ve yerde- kilerin sahibi, her şeyin yaratıcısı, bütün yaptıklarımızdan haberdar ve her şeyi bilici işitici görücü, hikmet sahibi, her şeyi gözetleyen, hesabı çabuk gören, cezalandırması şiddetli olan, bunlar gibi birçok celâl sıfatları yanı sıra; rahmet ve mağfiret sahibi, tövbeleri kabul edici olan Cenab-ı Allah’tan, kıyamet gününden ve cehennemden korkarak, kendisini emniyete almak, korktuğu dünyevî ve uhrevî maddî ve manevî azap, gazap ve cezalardan kurtulmak için, hem iman noktasında, hem de amel noktasında tedbir alması, yani iman ederek küf- rün-inkârın tehlikelerinden, amel-i salih işleyerek günahların tehlikelerinden sakınıp Allah’ın koruması altına girmesidir. Yani Allah’tan yine Allah’a sığınmaktır. Bu yüzden âlimlerimiz, "Takva, Allah’ın cezalandırmasından korkarak, Allah’ın verdiği bir nur (hidayet) üzerinde Allah’a itaat etmektir.", "Takva, nefse muhalefet etmek, hazzı ter- ketmektir.", "Nefsi, Allah’a kavuşmaya ve O’nun ihsanına manî olan şeyden uzak tutmaktır.", "Allah Teâlâ dışındaki her şeyden uzaklaşıp Cenab-ı Allah’a yönelmektir.’, "Allah’ın dışındakileri Allah’a tercih etmemektir." gibi tarifler yapmışlardır.
Kur’an-ı Kerim’i tetkik ettiğimizde, ittika ve takvanın üç kademeli bir anlam ifade ettiğini görürüz: Birincisi, ebedî olarak cehenneme girme tehlikesinden korunmak için Allah’a şirk koşmaktan ittika edip (sakınıp) imana sarılmaktır. İkincisi; büyük günahları işlemekten ve küçük günahlarda ısrar etmekten kendini alıkoyarak, bunların cezasını cehennem azabı ile çekmekten sakınarak, bu tehlikeye karşı farz ibadetleri yerine getirmektir. Üçüncüsü; kalbi meşgul eden her şeyden temizleyip bütün varlığı ile Allah’a yönelip bağlanmaktır, "Ey iman edenler, Allah’a, O’na yaraşır biçimde ittika edin" (Al-i imran, 102) ayeti, bu mertebede bir takva emretmektedir. Rasulullah (s.a.s.)’ın şu hadisi de takvanın bu son mertebesine işaret etmektedir: "Kişi dinen sakıncalı şeyleri yapma tehlikesine düşmeyeyim diye sakıncalı olmayan şeyleri de terk etmedikçe müttakîler derecesine ulaşamaz." (Timizi, Kıyamet, 19; Ibn Mace, Zühd, 24) Bir diğer hadis-i şerifte terk edilmesi gereken bu şeyler açıkça şöyle belirtilmiştir: "Helâl olan şeyler ve haram olan şeyler bellidir. Bu ikisi arasında helâl mi haram mı olduğu belirsiz bazı şeyler vardır ki, birçokları onları bilmezler. Bu şüpheli şeylerden kim ittika eder (sakınırsa) dinini ve şerefini korumuş olur. Kim de şüpheli şeylere dalarsa, hayvanların otlatılması yasak koruluk kenarında hayvan otlatan çoban gibi, çok sürmez yasak bölgeye(haramlara) dalar. Haberiniz olsun her padişahın girilmesini yasakladığı bir korusu vardır. Dikkat edin Allah’ın yeryüzündeki korusu da haram kıldığı şeylerdir..." (Buhari, İman, 39; Müslim, Müsakat, 107).
Bakara suresi’nin 1 77. ayeti takva sahibi kişilerin niteliklerini çok güzel bir şekilde özetlemektedir. Peygamberimiz (s.a.s)’in, "Kim bu ayete uygun hareket ederse, imanını kemale erdirmiş olur." (Alusi, Ruhu’l- Meani, 2/48) buyurduğu bu ayette Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: "(ibadet ederken) yüzlerinizi doğu ve batı tarafına çevirmeniz "birr", yani gerçek iyilik değildir. Fakat asıl iyilik, Allah’a, ahiret gününe, meleklere, kitaba ve peygamberlere iman eden; malını (Allah) sevgisi ile (veya mala düşkün olduğu halde) akrabaya, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, dilenenlere ve (kölelerle esirleri) kurtarmaya veren, namazını kılan, zekâtını veren; ahitleştikleri zaman (söz verdiklerinde) sözlerini yerine getiren; zorda, darda ve savaş zamanında sabreden (kimselerin yaptığıdır). Sadıklar onlardır ve onlar takva sahiplerinin taa kendileridir." (Bakara, 177) Ayrıca onlar öfkelerini yutarlar, insanları affederler. (Al-i imran, 134); hata ve günahlarından dolayı hemen tevbe ederler (Al-i İmran,135); gündüzleri olduğu gibi geceleri de ibadetten geri durmazlar (Zariyat,l5- 19), adaletlidirler (Maide, 8) ve Allah’ın kitabına ve Rasulüne gerçek anlamda uyarlar (Hacc, 52; Nur, 52 v.b.)
Cenab-ı Allah, Kur’an’da, bu takvalarına karşılık olarak dünyada iken muttakîlere müjdeler, İlâhî yardım, muzafferiyetler, bereket, ilim, hakkı batıldan ayırmalarına yardım edecek bir nur/bir yetenek, her işte kolaylık, yeryüzünün mirasını, İlâhî rahmeti ile mağfiretini, dünyevî azabdan kurtuluş ve felâhı vadetmiştir. Ahiretteki nimetlerin ise haddi hesabı yoktur. Naim cennetlerinde, ebedîlik cennetlerinde, Adn cennetlerinde türlü türlü nimetler o muttakîler için, takvalarının bir mükâfatı olarak hazırlanmış onları beklemektedir. Çünkü adalet ve hikmet sahibi Allah Teâlâ mutta- kîlerin velîsidir; muttakiler de Allahın velileri, dostlarıdır ve, "İyi bilin ki, Allah’ın dostlarına korku yoktur. Onlar üzülmeyeceklerdir. Onlar iman ve ittikâ etmiş olan kimselerdir. Dünya hayatında da âhirette de onlar için müjde(ler) vardır. (Yunus, 63-64) Cenab-ı Allah iman ve takvalarından dolayı onları dost saymıştır, velîsi kabul etmiştir.