Makale

EL-FELSEFET’ÜL - A RAB î YY E ADLI ESERİ HAKKINDA

Kitap Tenkidi:

EL-FELSEFET’ÜL - A RAB î YY E ADLI ESERİ HAKKINDA

HALİL EL-CAR, HANNA EL-FAHÛRÎ

I. Cilt 1957 - Beyrut

İslâm felsefesine dair çeşitli yayınlar bulunmaktadır. Yalnız bunların hiç biri İslâm felsefesini esas kaynaklarından incelemiş değildir. Bu hususta rastlanılan bazı çabalar noksan olup daha çok tarihe kaçmakta fikir cihetini ihmâl etmektedir. İslâm felsefesinin asırdan asra akışı tam bir silsile halinde takibedilmemiş sadece kesik incelemeler ve münferit şahıslar üzerinde çalışmalar yapılmıştır.

Bu durum karşısında yukardaki, adıgeçen, aslında, İslâm felsefesi olan “El-Felsefetü’l- Arabiyye” kitabını gözden geçirelim:

Yazarlar, önsözde Arap yani İslâm felsefesi hakkında şu iki görüşü özetlemişlerdir. Araplar felsefe yapmamışlar, sadece eski felsefeye bazı izahlar yapmışlar ve felsefe ile dini uzlaştırmağa çalışmışlardır. Diğeri, bir Arap felsefesinin varlığını kabul eden görüştür. Bu görüş sahipleri, bir sonraki felsefenin bir öncekinden faydalandığını ve her felsefede böyle olduğunu savunmuşlardır. Kitapta, Arap felsefesinin uzak ve yakın kaynakları ele alınarak doğuşunun, gelişmesinin, çeşitli fikir cereyanlarının ve sebeplerinin inceleneceğine söz verilmektedir.

Buna göre kitabı bölümlerinde görüp inceleyelim:

Birinci kitap iki bâba ayrılmıştır. Birinci bap umumî bir giriş olarak ısı sayfa tutmakta ve üç faslı ihtiva etmektedir. Birinci fasılda, felsefenin doğuşundan, gelişmesinden, konusundan ve ilimlerle olan münasebetinden bahsediliyor. İkinci fasılda felsefe ve doğu terimleri ve birbirlerine olan ilgilerinin neyi ifade ettiği açıklanıyor. Mısır, Sümer, Babil, İran, Hint ve Çin tefekkürünün ana hatlarına temas ediliyor. Üçüncü fasılda Yunan felsefesi ele alınıyor, bu felsefenin malzemesinin Yunanlı olmadığı, Yunanlıların dağınık fikirleri sistemleştirmede rol oynadığı ileri sürülüyor. Yunan’da kurulan felsefe okulları hakkında faydalı ve kısa bilgiler verilerek Sokrat, Eflâtun ve Aristo’nun kendilerinden önce geçenlerden daha büyük dehaya sahip olmadıkları bunların şöhret kazanma sebebi olarak eserlerinin bize kadar ulaşmış olması gösteriliyor ve bunun için felsefî sistemlerinin daha açık olduğu söyleniyor.

İkinci bap altı fasla bölünmüştür. İlk fasılda İslâm felsefesini anlamak için önce İslâm dinini anlamanın gerektiği haklı olarak ileri sürülüyor. Yazarlar bu sözlerini yerine getirmek için İslâm dîninin ana kaynakları olan Kur’an ve Hadis hakkında kısaca tarihî bilgi vermekle yetiniyorlar. Oysa, onlardan beklediğimiz bu iki kaynağa dayanarak İslâm dîninin felsefe olabilecek meselelerinin neler olduğunu tayin etmeleriydi. Bu önemli noktayı basit tarihi bilgi ile geçiştirmişler ve İhmâl etmişlerdir. Fıkhı mezheplere de kısaca temas edilmiş ve fırkalara geçilmiştir.

Yazarların Kur’an ve Hadîs’i iyi İncelemediklerinden dolayı bu iki kaynağın koyduğu “Bir Müslümanın diğerinden, üstünlüğü ancak Allah’a karşı gelmekten sakınma derecesinde olduğu” esasının Abbâsî’ler tarafından Araplarla İran’lıların aynı haklara sahip olduklarını göstermek için konulduğunu söyliyerek İslâm dini esaslarına ne derece nüfuz ettiklerini ortaya koymuşlardır.

İkinci fasılda, yazarlar fırkalara geçip, siyasî sebeplerden doğan ilk fırkanın Hâricîlîk olduğunu ve Şîanın Zeydiye, İmâmiye ve Gulât diye üç büyük fırkaya ayrıldığını söylüyorlar. Diğer taraftan Şîanın Hz. Peygamber’in ölümünde halifelik münakaşasında ortaya çıktığını zikretmişlerdir. Bu durumda ilk fırkanın Şia olmasının gerektiği gözlerinden kaçmıştır. Ve çelişikliğe düşmüşlerdir. Hâricîlikle Şîanın doğuş sebeplerinin hilâfet olduğunu ihmâl etmeden zikretmişlerdir.

Yazarlar, Mutezile fırkasından bahsederken önce adı üzerinde duruyor. Onun Vâsıl b. Atâ’nın Hasan-ı Basrî’den ayrılmasına bağlanmasının yanlış olduğunu söylüyorlar. Mu’tezilenin doğuşunun, aşağı yukarı her fırkanın doğuşunda büyük rol oynayan Müslümanlar arasındaki, iç savaşların hesabının kimden sorulacağı meselesi olduğunu açıklamakla fırkaların doğuşlarını cemiyetin hazırladığını ortaya koymuş oluyorlar. Mu’tezilenin üzerinde Yahudi ve Hıristiyan tesirinden bahsetmekle beraber fırka hakkında toplu bilgi verilmekte, beş esası ele alındıktan sonra, siyasî, tabiat ve ahlâk felsefelerini açıklamışlar ve Kant’ın ileri sürdüğü fikirlerin Mu’tezilede de mevcut olduğuna işaret etmişlerdir.

Memleketimizde de bazı kimseler İslâm dünyasında felsefî sistem ortaya koyan kimsenin yetişmediğini, sadece dağınık fikirler ileri sürdüklerini iddia etmektedirler. Yazarların bu gibilerine en güzel cevap “fikirleri bir vahdet teşkil edecek şekilde birbirine bağlı olup belli sistemlere dayanıyor. Ve onlardan ayrılmıyorlardı” sözleri İslâm düşünürleri hakkında olan bu yanlış kanaati değiştirmeğe yardım edecek mahiyettedir.

Üçüncü fasılda kelâm ilminden ve Eş’arî’den bahsediliyor. Yazarlar, kelâm ilminin tariflerini ve doğuşundaki gayeyi ele alarak Mu’tezileye hiç bir surette kelâmcı demeğe yanaşmıyorlar. Mu’tezileyi kelâmcılara karşı gösterirken bir yandan da kelâmın Eş’arî ile başladığını söylüyor ve kelamaların hadiscileri savunduğunu zikrederken hadisçilerin kelâmcıları tutmadığını zikrediyor; bu arada Mu’tezilenin dini savunmak için felsefe okuduklarını anmaktan kendilerini alamıyorlar. Oysa dini savunmak için felsefe okuyanlar kelâmcılardır. Bunlar Eş’arî ile başlamazlar. Doğrusu Mu’tezileyi ilk kelâmcılar kabul etmek gerekir. İlk Mu’tezile zamanında Ehl-i Sünnet’i temsil ettiği söylenebilecek ancak hadisciler vardı. Sonraları Mu’tezile ile hadisçilerin ifrat ve tefritlerini uzlaştırmak gayesi ile hareket eden bilginler yetişmiş ve bunlar Ehl-i Sünnet kelâmını ortaya koymuşlardır.

Dördüncü fasılda Gulât-ı Şîa’dan —aşırı giden Şiî fırkaları— bahsedilmiştir. Burada Emevîler ve Abbasî’ler zamanında meydana gelen isyanların asıl sebeplerinin iktisadî ve içtimaîliği üzerinde duruluyor. Dinî sebebin ikinci derccede rol oynadığı ve hatta Babek’in isyanında kendisine bazı Arapların katıldığı, kendisine katılan Müslümanlara dînî farîzeleri yerine getirmek için müsaade ettiği ve Zerdüşt olmasına rağmen İslâmiyeti mahvetmek istemediği savunuluyor.

Ca’fer-i Sâdık’ın oğlu İsmail’e mensup olduğunu iddia eden İsmâiliye fırkası hakkında önceleri sağlam bir bilgi edinilemediği için çeşitli fikirlerin ileri sürüldüğü, fakat son zamanlarda daha doğru bilgi elde etme imkânı bulunduğu, ve her ne olursa olsun İslâm fırkası sayılamıyacak derecede yıkıcı fikirlere ve dini inkâr etme gibi esaslara dayandığı eskidenberi anlaşılmış bulunduğu zikrediliyor. Bunların, koministlik fikirlerini sosyal hayata tatbik eden Karmatîlerin bir kolu olduğu belirtiliyor. Bunların tasavvufa tesir ettikleri ve mutasavvıfların bir çok terimleri (ıstılahları) onlardan aldıkları misâllerle ortaya konuyor.

Beşinci fasılda, “İhvân-üs-Sefa” hareketinden bahsediliyor. Yazarlar, risalelerdeki fikirleri incelerken nakiller yaparak kendi görüşlerini destekliyorlar ve fikirlerin asıl menşelerine işâret ederek kimden ve nereden aldıklarını gösteriyorlar. Durum ve fikirleriyle yeni ve her şeyden karışım bir din ortaya koymağa çalıştıkları, buna açıkça cesaret edemedikleri için remizli İfadelere baş vurdukları açıklanıyor.

Altıncı fasıl tasavvufa tahsis edilmiştir. İslâm tasavvufu olup olmadığını münakaşa ettikten sonra, eğer İslâm dininin ruhu tasavvufa müsait olmasaydı İslâmda tasavvuf meydana gelmezdi. Tasavvufun doğmasını sağlayan sebeplerin İslâm dininde mevcut olduğu, ecnebî unsurların onu geliştirdiği açıklanıyor. Bu arada Şiilerin tasavvuf üzerindeki tesirleri ve izlerinden bahsedilmektedir.

İşte buraya kadar birinci cildini tanıtmağa çalıştığımız bu bu eserin bazı hataları bir yana felsefî fikirleri asıl kaynaklatma dayandırmakta ve İslâmın fikir hareketlerini takibetmekte faydalı bir kitaptır. Dr. Hüseyin ATAY

Teşkilât Haberleri: