Makale

LORETO’NUN ÖĞRETTİĞİ DERS

İktibas:

LORETO’NUN ÖĞRETTİĞİ DERS

Çeviren: Şinasi SİBER

— Genç din adamlarına ithaf —

Pakistan çölünün çok fakir bir köyüne tayin edilen genç bir Misyonerin insan kabiliyeti ve cesareti hakkında öğrendikleri:

Dünyalık ufak tefek eşyalarımı bir Jeep’e yükliyerek, 14 aralık 1956 günü Pencab’ın Pakistan’a âit kısmının ortasındaki Thal çölüne müteveccihen Karaçi’den yola çıktım. 600 mil uzaktaki küçük ve yeni bir köye gidiyorum. Haritada bulunamıyacak kadar küçük olan bu köyün adı Loreto idi ve Asya hayatında yeni bir tecrübenin bir kısmını teşkil edecekti.

Pakistan Hükümeti Indus nehrinin sularını çöle getirmek üzere geniş bir kanallar sistemini ikmal etmiş bulunuyordu. Loreto vahası, çiftlik yapmaları için Pakistanlı 250 Katoliğe verilmişti. Bostonlu olan ve libas-ı ruhbânîyi yeni iksa etmiş bulunan ben ise onların papaslığını yapacaktım.

Çok sıcak çorak arazi içinden Jeep otomobilimi sürerken kafamın içi hayallerle dolu idi: Bir okul, bir hastahane ve bir kilise ve bütün bunları çevreleyen altın başaklı buğday tarlaları.

Heyhat, beni bekliyen hayal sukutu meğer ne büyük imiş! Gözlerim köyü görmeden burnum onun kokusunu aldı. Sıcak bir çöl rüzgârı burun direklerini kıran o kadar pis bir koku getirmişti ki bunun insanlarla meskûn bir yerden gelebileceğine inanamamıştım. Biraz sonra köyü gördüm ve kokunun oradan geldiğini anladım.

Sözde “Vaha” kumlar içine kazılmış tek bir su tulumbası ile bunun etrafında damları çör-çöple örtülü bir çamur kulübeler kümesinden ibaretti. Her kulübeyi sekiz on kişilik bir âile ile âilenin bir ineği ve bir kaç cılız hastalıklı tavuğu işgal ediyordu. Her tarafta inek tezeği ve insan gaitesi görülüyordu. El ile işleyen tek su tulumbası yıkanmağa yetecek kadar su çıkarmıyordu. Yemek pişirmek için yakacak tükenmişti. Halkın elbiseleri lîme lîme olmuştu. Kendimi insanlığın tekâmülünde binlerce yıl geriye gitmiş gibi hissettim. Tahayyül edilemeyecek kadar pislik ve mahremiyet kalmıyacak derecede birbirine sıkışmış bulunan bu insanlar yirminci yüz yıl Hıristiyanları mı idi? Benim dâire-i rûhâniyem bu mu idi?

Fordham Üniversitesi Misyonerlik Enstitüsünde aylarca süren mesaîmi bir düşündüm. İdare, sağlık, hukuk kurslarına devam ettikten ve mahallî lisan olan “Orduca”yı biraz öğrendikten sonra kendimi artık işim için iyi hazırlanmış sayıyordum. Fakat acaba hakîkaten öyle mi idi? Cemâatimin arasında dolaşırken fakr ve zarûretten ve zilletten daha fazla bir şey karşısında bulunduğumu takdir ediyordum. Hummalı bir parlaklık taşıyan fakat canlılık eseri göstermeyen gözlerle bana bakıyorlardı; sıtmalı idiler.

Onları bir araya topladım ve neler olup bittiğini sordum. Çiftlikler nere idi? sulama kanallarına ne olmuştu? Köylülerden biri biraz ileriye gelerek isminin Heri oğlu Mutab olduğunu söyledi ve beni kanala götürmeği teklif etti. Kanal yüz metre ötede idi. Şimal-cenub istikametinde ufka kadar uzanıyordu fakat içinde su yoktu. Fırtınaların silip süpürdüğü uzaktaki bir kanal parçası henüz tamir edilmemişti. Bu insanlar iki seneye yakın bir zamandanberi burada bulunuyorlardı ve bir türlü gelmeyen suyu bekliyorlardı. Tabiatiyle su olmadıkça hiçbir şey olamazdı: Tarla olamazdı, okul olamazdı, hastahane olamazdı, kilise olamazdı ve ümîd olamazdı.

Fakr ve zarurete ve güçlüklere karşı hazırlıklı idim, fakat ümitsizliğe karşı değil. Gözlerimi kapadım ve bu insanlara bir hizmette bulunmak üzere bana kuvvet bahşetmesini Allah’dan niyaz eyledim.

Köye dönünce kalacağım yeri buldum. Bu, damı sazdan yapılmış bir kulübe idi ve öteki kulübelerden biraz uzakta bulunuyordu. Bavulumu indirip açınca hasta olanlar gelmeğe başladılar. Benden kendilerini iyi etmemi bekliyorlardı. Halbuki birkaç şişe aspirinden başka ilâcım yoktu. Bunları kendilerine dağıttım. Evet yatağıma henüz uzanmıştım ki çıplak ayakların yumuşak sesleri ve ağlama ve hıçkırıklar kulağıma gelmişti.

Dışarda bir anne hasta çocuğunu kucağında tutuyordu. Hummalar içinde bulunan küçücük beden etimi yakıyormuş kadar sıcaktı. Onu kulübeme götürüp elimde kalan son aspirini boğazından aşağı zorlamağa çalıştım. Bu küçük hayatı kurtarmak için mezbuhâne uğraşarak sabaha kadar uyanık kaldım. Bana öyle geliyordu ki onu kurtarırsam, bu ümit verici bir fâl-i hayır olacaktı. Fakat muvaffak olamadım. Çocuk sabahleyin ölmüştü.

Köyden yirmi mil uzakta hükümetin bir sağlık merkezi vardı. Hüsran içinde otomobilimi oraya kadar sürdüm ve sağlığın nasıl korunacağına dâir bir broşür, bir enjeksiyon iğnesi ve köydeki belli başlı hastalıkları teşkil eden sıtma, zatürree ve tifoya karşı birkaç esaslı ilâç aldım.

Köye döndüğümde sıtma iğnesi, penisilin iğnesi ve sülfamit iğnesi yapmağı öğrenmiş hatta yaraları dikmek hususunda oldukça mahâret kazanmıştım.

Fakat sağlık tedbirlerine ilâçtan daha fazla ihtiyaç vardı. Bütün ineklerin ve keçilerin kazığa çakılı olarak dışarıda tarlalarda tutulmasını sıkı sıkı tenbih ettim. Tavukların da kulübelerin dışında tutulması gerektiğini bildirdim. Bu hilâf-ı mu’tad taleplerime şaştılar. Fakat onları yerine getirdiler. O derece ümitsizlik içinde idiler ki, soru sual sormadan bir liderin peşinden gitmeğe hazırdılar.

Ancak, su olmaksızın devamlı bir iş yapmanın mümkün olamıyacağını onlar da biliyordu, ben de bizim bölgemizdeki kanal memurunu ziyaret ettim. Lâkin, bu zat kendi vazifesinin sadece otuz millik kanal parçasının bakımına inhisar ettiğini söyledi. Kanalda su bulunmaması ona âit bir iş değildi. Bunun üzerine bölge kanal müfettişine baş vurdum. Mumaileyh bu hususta yetkili makamın, şimalde Leiah’da oturan bölge mühendisi olduğunu beyan etti. Ben de oha gittim. Bana biraz sabır etmemi tavsiye etti. En nihayet çn yüksek yetkili makam olan bölge baş mühendisine gittim. Kendisi 100 mil cenubda Multon’da oturuyordu. Giderken, boş ve susuz kanalı bana ilk defa gösteren Mutab Hanı da beraberimde götürdüm. İngiltere Kıraliyet ordusunda vaktiyle askerlik etmiş olan bu otuz yaşındaki adamın mahallî bir lider olabileceğini düşünüyordum.

Mutab, hükûmetin su geleceğini vaad etmesi üzerine karısı ve üç çocuğuyla birlikte bu bölgeye nasıl hicret ettiğini, evvelce biriktirmiş olduğu bütün paranın nasıl tükendiğini baş mühendise anlattı. Mutab’ın âilesi ve köyün diğer sakinleri ancak UNICEF ve‘Katolik yardım servisi tarafından gönderilen buğday, süt tozu ve vitaminler sayesinde hayatta kalabilmişlerdi. Mutab buğday ve şeker kamışı ziraati hakkında bilgi sahibi olduğunu, çiftçi olarak faydalı bir hayat kurmak istediğini ve susuzluk yüzünden nasıl husrâna uğradığını anlattı. Anlattıkları dokunaklı bir hikâye idi.

Dört gün sonra baş mühendis köyümüze uğradı. Kanalı iyice teftiş ettikten sonra dedi ki: “Muhterem peder! İkiyüz işçiyi başka işlerden alıp kanalın tamamlanmasına tahsis edeceğim. Ağustosa kadar buraya su gelecek. Size söz veriyorum.”

Ne kadar sevindirici haber! Bir bölge papası sıfatiyle, Mutab ile diğer dört şahıstan ibaret bir meclis teşkilini üzerime aldım. Sokakların planlanın tanzim ve yeni evlerle bir okul, bir kilise ve bir hastahanenin yerlerini tesbit ettik. Tabiatiyle bütün bunlar kâğıt üzerinde yapıldı. Fakat çok geçmeden binalar gerçekleşecekti. Mutab, çölün yakın bir bölgesinde bulunan toprağın su ile karıştırılınca tuğla yapmağa elverişli bir çamur teşkil ettiğini biliyordu. O, tahtadan bir kahp yaptı, içine bu çamurdan doldurdu ve güneşte kurumağa terketti. Hakîkaten bir inşaat tuğlası meydana gelmişti, köyde herkese onun misalini takip etmesi bildirildi. Bir âile kâfi mikdarda tuğla yapınca, bütün diğer köylüler seferber olarak bir ev inşası hususunda o âileye yardım ediyorlardı.

Nihayet Ağustos geldi ve onunla beraber su da geldi. Biz kanalın kenarında durup alkışlarken, hayat bahş edici bulanık su sel hâlinde yanımızdan akıp bekleyen tarlalara küçük ırmaklar, hâlinde dağılmakta idi. Su kuru kumlara gömüldükçe, biz susuzluğumuzun giderildiğini ve serinlediğimizi hissediyor ve birbirimize neş’e ile bakıyorduk.

Bir sene içinde Loreto evvelce tahayyül ettiğim hâle gelmişti. Her ailenin bir evi vardı. Bu evlerden bir kısmı nebatî boyalarla yapılan güzel duvar resimleriyle süslenmişti. Mutab, toprağı tutmak üzere arâzisinin etrafına ağaçlar dikti ve başkaları da onun misalini takip ettiler. Köy halkı UNICEF’in gönderdiği dikiş makinesinden yapılan temiz elbiseler giyiyorlardı ve herkes köyü ile öğündüğü için artık sokaklarda sığır tezeğine rastlanmıyordu. Tarlalarda bereketli buğday ve şeker kamışı mahsulü vardı.

1959 baharında, bölge meclislerine temsilciler seçilmesi için mahalli seçimler yapılacağı Pakistan hükûmetince bildirildi. Temel demokrasi tatbik mevkiine konulacaktı. Bu yeni bir programdı. Kendi kendini idare etmeği en küçük köy seviyesine kadar getirmeğe ma’tuf bir teşebbüstü. Okuma yazma bilsin bilmesin, her köylü mahallî meclis üyelerini seçmek üzere bir reye sahip olacaktı. Bu meclis üyeleri de daha yüksek bölge meclislerinin üyelerini seçeceklerdi.

Pakistan Başvekili, memleket için en sağlam ümidin temel demokrasi olduğunu açıkça beyan etmişti. Temel demokrasi muvaffak olursa, diktatörlüğün gölgesi altına düşen milyonlarca Asyalı için ilham kaynağı teşkil edecekti.

Seçim mes’elesini görüşmek üzere alelâcele Mutab’ın evine koştum. Muttasıf bulunduğu liderlik kabiliyetini göstermek için ona mükemmel bir fırsat çıkmıştı. Fakat o “Hayır, muhterem peder, ben namzetlerden biri olmağı tasarlamıyorum” cevabını verince hayret ettim ve üzüldüm.

O kendi evini çevreleyen tarlalara işaret ederek:

“Giriştiğim işi başardım. Tarlalarım ve ailem var. Mes’ud bir adamım. Politikaya ne için atılayım?” dedi.

“Çünkü sen bir lidersin, Mutab! Çünkü en ehil olan sensin ve köyün sana ihtiyacı var.”

“Muhterem peder! Ben aynı şekilde düşünmüyorum. Köyün en büyük ihtiyacı tarlalarda çok çalışmaktır.”

O gece geç vakitlere kadar oturup münakaşa ettik. Yalnız Pakistana ve Loreto’ya karşı değil; fakat kendileriyle iftihar ettiği üç oğluna karşı da bir vazifesi bulunduğunu ona anlatmağa çalıştım. Mutab dinledi, cevap verdi ve yine yine dinledi. En nihayet onu kapısının önündeki küçük sundurmada çölün ebedî sessizliklerine dalmış bir vaziyette bırakıp ayrıldım.

Ertesi gün Mutab beni görmeğe geldi ve seçime katılacağını bildirdi. Bu anda hakîkî demokrasiye doğru kuvvetli bir adım attığımızı hissederek elini sıktım.

Sevincim çok sürmedi. Müteakip haftalar zarfında beni dehşete düşüren bir şeye şahit oldum. Köy Mutab’ın aleyhine dönmüştü. Onun tarlalarının daha bakımlı olması kendisine takdir değil, garaz ve kıskançlık kazandırmıştı. Mutab, köy meclisi bir mahkeme olarak toplantı yaptığında, şiddetli kararlar vermekle ittiham edildi. Mağrur ve mütekebbir olmakla, suçlandırıldı. Buna inanamıyordum.

Bütün bu müddet zarfında Mutab tam bir sükûnet ihtiyar etti. Karısı bu tenkidlere, cevap vermesi için yalvardığında o bunu reddetti. Köyde herkes kendisini yakînen biliyordu. Vereceği herhangi bir cevap, yeni bir şey ortaya çıkarmayacaktı. Köy halkı kendisinin ehliyetsizliğine inanıyorsa, bu onların bileceği bir şeydi.

Seçim günü gelip çattı. Köy halkı yüzde yüz seçime katıldı. Reyler sayıldığı vakit, Mutab’ın oy birliğine yakın bir ekseriyetle seçilmiş olduğu görüldü.

Neticelere bakınca, onları yanlış anlamış olduğumu takdir ettim. Bir demokraside liderlerini tenkid etmek halkın hakkıdır ve onlar buna mütemayildir. Fakat bir kere bunu yaptıktan sonra, onlar büyük, bir ihtimal ile en iyi namzedi seçerler. Bende endîşe uyandırması, hakikatte siyasî alâmetlerin en hayırlısı idi.

Ertesi ilk baharda Loreto’dan ayrılmağa mecburdum, çünkü artık vazifem bitmişti. Artık orada başka bir papas vardı. Ders vermek ve hemşirelik yapmak üzere üç rahibe gelmişti. Kilise ve okul yapılmış, bir sağlık sistemi kurulmuştu. Halk mes’uddu. Çünkü artık kendi kendilerine yeter bir duruma gelmişlerdi.

Bu insanlar ümidi erimin nescinin o kadar sıkı bir parçası haline gelmişlerdi ki kendilerine veda etmek üzere karşılarına çıkmağa gücüm yoktu... Göz yaşlarımı tutamıyacağımı biliyordum. Binaenaleyh geceyi bekledim ve Jeep otomobilime atlıyarak üç sene evvel geldiğim istikamete doğru çöle açıldım.

Bir mil gittikten sonra durdum ve gazı keserek geriye Loreto’ya baktım. Uzaktan köyün titrek lâmba ışıklarını görüyor, sulama kanalın hayat bahşedici hafif lıkırdısını işitiyordum. Beni ümitsizliğe düşüren ve îmanımı biraz sarsan zamanları hicap hissi ile hatırladım. Bu insanların benden çok daha fazla cesaret ve sebatı vardı. Hastalık ve fakr ve zaruret onları hayvani bir hayat içine sürüklemiş, fakat onları hayvanlaştırmamış, içlerindeki ilâhî insanlık kıvılcımını söndüremem şti. Bundan çıkan dersi asla unutmayacağım: İnsanın kabiliyeti ve iyilik arzusu hakkında bir daha yanlış hüküm vermiyeceğim.