Makale

TÜRK DİLİNİ ZENGİNLEŞTİREN VE ZAYIFLATAN SOSYAL ŞARTLAR

TÜRK DİLİNİ ZENGİNLEŞTİREN VE ZAYIFLATAN SOSYAL ŞARTLAR

Mehmet Kara
A.Ü. Türk Dili Okutmanı

Dilimizin ilk yazılı belgelerinden olan Kül Tigin Abidesi’nin doğu yüzünde, dört tarafın düşmanla kuşatılmış olduğu bir zamanda bile bilgili, yiğit kişiler olan Bumin ve İstemi Kağan’ın gayretleriyle Türk milletinin düzenli ve huzurlu bir hayat sürdüğünden söz edilmektedir. Bu refahı sağlayan önemli bir nokta dikkati çekiyor: Sadece kağanlar değil, halk da bilgili, yiğit ve dürüsttür. İdare edenlerin ve onlara uyanların bu güzel vasıflarla, güçlü bir uyum içerisinde bulunmaları, milletin saadet içinde yaşamasını sağlamıştır. Ancak bunların ölümünden sonra, idareciler ve idare edilenler, bilgisiz ve düzensiz imişler. Dürüst hareket etmediklerinden, hep birlikte, hilekâr ve aldatıcı Çin milletine esir düşerek illerini kaybetmişler; oğulları köle, kızları cariye olmuştur.
Burada anlatılan sosyal şartlardan birincisinde Türk milleti, birçok yönden ilerlemiş; ikincisinde ise, bir başka milete esir düşerek sahip olduğu değerlerin çoğunu yitirmiştir.
İşte Türk milletinin yükselme dönemlerinde, sosyal hayatta olduğu gibi, dilde ve edebiyatta da gözle görülür gelişmeler olmuş, uyumun kaybolduğu ve gerilemenin belirmeye başladığı devirlerde ise, çok defa dil ve edebiyat da zayıflamıştır.
İlk metinlerimizin edebî kıymetini gösteren bir örnek verelim: Tonyukuk Abidesi’nin güney yüzünde "Düşmanımız çevremizde ocak gibi idi, biz ateş idik" şeklinde veciz bir söz vardır. İlk yazılı belgelerimizden birinde bulunan bu zengin ifade, bize hem o dönemin jeopolitik şartlarını anlatmakta hem de edebî ifadenin VIII. yüzyıl Türkçesinde-ki durumunu göstermektedir. "Ocak"la "ateş" birbirini tamamlayan iki öğedir. Buradaki manasıyla ateş, ocaktan daha önemlidir. Çünkü ocağın bulunmadığı bir yerde de ateş yakabilirsiniz. Ancak ateş olmayınca ocak anlamını yitirir. Yani Türk milleti olmazsa, düşman işe yaramaz. Bir de ateşin aydınlatma ve ısıtma gibi fonksiyonları vardır. Söz konusu ifadeden ocağın bir başka yönü de hatırlanmalıdır: Ocak, ateşi dağılmaktan korur. Belki de Türk milleti, dört tarafı düşmanla çevrili olduğundan, birbiriyle uyum ve dayanışma içerisinde bulunmuş olabilir, işte o günün bir cümlesinin bizde çağrıştırdığı dünyalar bunlardan İbarettir. Ocak-ateş örneği, bu gün Türkiye’nin içinde bulunduğu duruma da uygun düşmektedir.
Devletin ve milletin güçlü olduğu devirlerde dilin ve edebiyatın da geliştiğinin bir başka delili, bu gün elimizde bulunan eserlerin hemen hepsinin güçlü Türk devletleri döneminden kalmış olmasıdır. Göktürkler, Uygurlar, Karahanlılar, Kıpçaklar, Harezmşahlar, Çağataylar ve Osmanlılar zamanından kalma zengin metinler bize kadar ulaşmıştır.
Göktürkler devrinde, dilde yabancı öğeler yoktur. Uygur Türkleri, Budizm ve Maniheizm dinlerini benimsediği için, özellikle tercüme eserler yoluyla, bu dinlere ait terimler Türk diline girmeye başlamıştır. Ancak o günün hayatını ifade edebilecek yeni Türkçe kelime ve kavramlarla dilimiz gelişmesini ve zenginleşmesini sürdürmüştür.
X. yüzyılda hep birlikte Müslümanlığı kabul eden Kara-hanlı Türklerinin önünde yepyeni bir ufuk açılır. Yeni din ile birlikte yeni medeniyet dairesine girilir; zengin İslâm kültürüyle, işlenmiş Türk kültürünün kaynaşmasından doğan canlı bir kültür ve edebiyat ortaya çıkar.
Türkler, yeni medeniyeti iyi tanımak; onun ilmini, düşünce sistemini ve edebiyatını kavramak için Arapça ve Farsça-yı öğrenme ihtiyacını duyarlar. Bunun sonucunda şekillenmekte olan yeni hayatımızda, kültür dilimizde öncelikle kullanmamız gereken ve kendimizde bulunmayan bazı kelime ve terimler, Türkçeye girmeye başlar.
Türklerin Orta Asya’dan Batı’ya doğru göç etmelerinden sonra birtakım siyasî, sosyal, kültürel değişme ve gelişmeler meydana gelir. Bu dönemde Batı Türkçesi, oluşmaya başlar, Kuzey-Doğu Türkçesi de gelişmesini sürdürür. Kuzey-Doğu Türkçesi 15. asırda Kuzey ve Doğu Türkçesi olarak ikiye ayrılınca Türk dünyasında üç yazı dili ortaya çıkmış olur. Batı Türkçesi, Kuzey Türkçesi, Doğu Türkçesi. Bunlardan Batı Türkçesi Oğuzca; Kuzey Türkçesi Kıpçakça; Doğu Türkçesi ise Çağatayca temeline dayanmaktadır.
Kısa bir ara dönem sayılan Harezm Türkçesi, Oğuz ve Kıpçak Türkçesinin etkisi altında gelişmiştir. Bu dönemden kalan ve XIV. yüzyıla ait bir eser olan Nehcü’l-Ferâdis (Cennetlerin Açık Yolu), o dönemde kullanılmakta olan Türkçe kelimeler yönünden zengin bir kaynaktır
Batı Türkçesinin. Eski Anadolu Türkçesi, Osmanlı Türkçesi, Türkiye Türkçesi olmak üzere üç ana devri vardır.
Eski Anadolu Türkçesi döneminden sonra, XVI. yüzyılda, Azeri Türkçesi yavaş yavaş ayrı bir kol olarak gelişmeye başlamıştır.
Doğu Oğuzoası da denen ve Oğuz Türkçesinin Doğu Türkçesinden en çok etkilenen kolu olan Türkmence ise, XVIII. yüzyılda yazı dili haline gelmiştir.
Kıpçak Türkçesinin birinci yayılma alanı, Karadeniz’in kuzeyidir. İkinci yayılma alanı ise, Mısır ve Suriye’dir. Özellikle Mısır’da hakimiyet kurmuş olan Kıpçak Türkleri zamanından kalma Kıpçakça-Arapça sözlükler ve bunların içerisinde bulunan gramer kısımları önemlidir.
Temelini Kıpçakçadan alan yeni Türk şiveleri Tatarca, Kırgızca ve Kazakçadır.
"Doğu Türkçesi" terimi Çağataycayla özdeşleşmiştir. Çağatayca, Ali Şir Nevaî’nin öncülüğünde gelişmesini sürdürerek XV-XVI. yüzyıllarda en parlak devrine ulaşmıştır. Ali Şir Nevaî’nin Türkçeyle Farsçayı karşılaştıran ve Türkçenin çeşitli yönlerden Farsçadan geri kalmadığını dile getiren Muhâkemetü’l-Lügateyn (iki Dilin Karşılaştırılması) adlı eseri ve şiirleri önemlidir. Nevaî, birçok Türk şairinin Çağataycayı bırakıp şiirlerini Farsçayla yazmasını tenkit etmiş, ancak Muhâke-metü’l-Lügateyn’inde kendisi de Farsçanın etkisinde kalmıştır.
Türk boylarının bu şekilde farklı coğrafyalara dağılmalarının, Türk diline birtakım etkileri olmuştur. Oğuzların Orta Asya’dan Batı’ya doğru göçmelerinden sonra Oğuzca, yavaş yavaş yazı dili hâline gelmiş ve Yunus Emre’nin şiirleriyle en güzel örneklerine kavuşmuştur. Yunus’un Kur’an ve Hadis pınarının duru sularıyla yıkanmış gönlünden kopan şiirler, bu gün bile berraklığını yitirmemiştir. Burada gönlün zenginliği ile dilin zenginleşmesi arasında bulunan kuvvetli bir bağdan söz etmek gerekir. Dil, gönlün aynası durumundadır. Gönlü çorak bir insan, hoş sözler sarfedemez. Ayrıca gönül, kendi zenginliği oranında dilin kelimelerine yeni bir ruh verebilir. Bu yüzden dillerini zenginleştirmek isteyen milletlerin, önce insanların gönlünü zenginleştirmekle işe başlamaları gerekir.
Beylikler devrinde Oğuzcayla kıymetli eserler verilmişti. Ancak Osmanlı İmparatorluğu devrinde Arapça ve Farsça kelimelerle tamlamaların dilde yoğunlaştığı görülür. Bu yoğunlaşma, Türkçenin canlı kök ve eklerinden oluşacak kelimelerin şekillenmesine meydan vermemiştir.
Tanzimat’tan sonraki devirlerde dilde sadeleştirme hareketleri yavaş yavaş kendini hissettirmeye başlar ve Cumhuriyet döneminde ağırlık kazanır. Ancak yetişmiş dilci ve dilbilimcilerin yetersizliği ile konunun uzmanı olmayanların işe karışması, yapılan yeni kelimelerde dil kurallarının görmezden gelinmesi, yaşayan canlı dilin kullanılması yolunun bırakılmak istenmesi gibi sebepler yüzünden sadeleştirme hareketi dilimizi zenginleştireceği yerde zayıflatmıştır. Hele Cumhuriyet tarihinin uzun sayılabilecek bir döneminde siyasî malzeme olarak kullanılması, Türk dilinin büyük yaralar almasına sebep olmuştur. Öte yandan Doğu kültürüne kökten karşı olan bazı aydınların Arapça ve Farsça kelimelerin dilimizden atılmasını isterken Batı’dan alınanlara ses çıkarmamaları, dilimizi çıkmaza sokan bir başka etkendir. Çünkü bu gün Türkçe, Batı kökenli kelimelerin istilâsına uğramaktadır. Sadeleştirme hareketinin bir başka olumsuz etkisi de şudur: Bu günün gençleri, karşılarında, hiçbir yabancı kelime bulundurmayan bir metin görmek istemektedirler. Bu durum, genç nesli tembelleştirmiş ve sözlükleri gereksiz bir hâle getirmiştir.
XIX. yüzyıl sonlarıyla XX. yüzyıl başlarında değişik coğrafyalarda yaşayan Türklerin birbirinin dilini anlamak için bir hazırlık ve gayretin içine girdiği bilinmektedir. İsmail Gaspı-ralı, çıkarmış olduğu Tercüman Gazetesi’yle bunun öncülüğünü yapmıştır. Ancak Ruslar, Gaspıralı’nın ortaya attığı "Dilde, Fikirde, İşte Birlik" prensibinin kendilerinin aleyhine bir ortamı hazırlayacağını anlamışlar ve Gas-pıralı’yı engellemek için ellerinden geleni yapmışlardır. Eğer bütün coğrafyalarda bulunan Türkler birbirinin dilini ve gönlünü anlayabilir hâle gelmiş olsalardı, Türk dili, bu günkünden daha zengin bir dil olacaktı. Gaspıralı’nın bu hareketinin aksine Ruslar, ağızların esas alınarak yeni Türk yazı dillerinin meydana getirilmesini amaçlamışlar ve sonuçta birçok Türk yazı dili ortaya çıkmıştır. Ruslar, ayrıca birleşmelerini ve ortak hareket etmelerini engellemek için boylar arasına nifak sokmuştur.
Rusya’nın dağılmasından sonra her konuda olduğu gibi Türk dili açısından da elimize değerlendirilmeyi bekleyen büyük bir fırsat geçmiştir.
Türk şiveleri, kelime tekrarları ve aynı manaya gelen kelimelerin sayıca çokluğu yönünden oldukça zengindir. Bizde, gerek sadeleştirme hareketi sırasında yeterince üzerinde durulmadığından ve gerekse yazarların faydalanmamaları yüzünden zengin bir dil hazinesine sahip olan ağızlar, sadece akademik çalışmalara malzeme olmuştur. Yaptığımız bir tarama sırasında, yalnızca -an/-en sıfat fiil eki alan ve bazı varlıkları karşılayan kelimelerin çeşit yönünden çok zengin olduğu ortaya çıkmıştır. Türk dilinin yüzü aşkın eki vardır. Kim bilir başka ekleri bulunduran ve -an/-en eki almış olanlarla aynı varlığı karşılayan kelimelerin sayısı ne kadardır? Bu gün hangimizin hafızasında yağmurun, dolunun ve rüzgârın bir veya ikiden fazla adı bulunmaktadır? Sözkonusu -an/-en ekini almış yağmur çeşitleri şunlardır:
Çoban ıslatan (geçecek diye ümit edilen, yavaş yavaş yağan yağmur; Antalya); çoban kurtaran (birdenbire yağmaya başlayan yağmur; İçel); kadıkaçıran (birkaç gün süren yağmur; Antalya); karyiyen (yerde kar varken yağan ve karları eriten yağmur; Edirne); keçedelen (ince ve sürekli yağan yağmur; İstanbul, Amasya, Tokat, Ordu, Sivas); kökçe giren (kışın lodos ye-liyle ince ince yağan yağmur; Ankara).
Aynı eki bulunduran rüzgâr çeşitleri şunlardır:
Dalkıran (çok şiddetli esen rüzgâr; Burdur); itsızlatan (sabahları ince ince esen rüzgâr; Maraş, Sivas); kıran (dağlardan denize doğru esen yel; Muğla); kurtçömelten (gün doğudan esen soğuk yel, ayaz; Sivas, Kayseri); oğlakkıran (Kuzeybatıdan esen yel, karayel; Yozgat, Kayseri); purçaçan (ağaçlar tomurcuktayken esen ve tomurcukların açılmasını kolaylaştıran yel;
Maraş); vurup öldüren (büyük fırtına; Antalya); yağdıran (yağmur getiren lodos yeli; Afyon, İçel, Antalya); yaprakdöken (sonbaharda esen yel; Rize).
Yine bu eki almış dolu çeşitleri ise aşağıdadır:
Otkabartan (küçük taneli dolu; Kastamonu); otyaran (dolunun büyüğü; Kütahya); yazgetiren (ufak taneli dolu; Niğde).
Halk ağzında bulunan bu örnekler, Türk Dil Kurumu tarafından yayımlanan "Türkiye’de Halk Ağzından Derleme Sözlüğü"nden alınmıştır. Anadolu ve Rumeli Ağızla-n’yla ilgili metin yayınları da incelenerek bu taramaların alanı genişletilebilir.
Yukarıda yeni Türk şivelerinden söz ettik. Bu şiveleri konuşan aydınların hemen hepsine, Rusça, ana dilleriymiş gibi öğretilmeye çalışılmış, bunun sonucunda birçok kimse, eserini Rusçayla kaleme alır hâle gelmiş, Rusça resmî dil olarak kullandırılmıştır. Bu sebeple yeni Türk cumhuriyetlerinde bulunan her şuurlu aydın, önce kendi şivesinin imkânlarını araştırmakla işe başlamalı, sonra da gerektiği yerde diğer şivelerden faydalanmasını bilmelidir. Çünkü Rusça düşünüp Özbekçe veya Türkmence yazmak, doğru bir yol değildir.
Yugoslavya, Yunanistan, Bulgaristan, İran, Irak gibi ülkelerde yaşayan Türklerin durumları daha zordur. Çünkü ana dillerinin kurallarını doğru bir şekilde öğrenmeleri ve eserlerini bununla yazıp bastırmaları çok defa mümkün değildir. Üstelik buralarda yaşayan Türkler, o ülkelerin resmî dillerinin sadece kelimelerinden değil, gramerlerinden bile etkilenmektedirler. Türk dilinde yüklem, daha çok cümle sonunda bulunurken, söz konusu dillerden etkilenen bazı Türk aydınları, bu yüklemi çoğunlukla kelimenin başına veya ortasına yerleştirmektedir. Başka dillerle düşünüp ana dilleriyle yazmaya çalışmaları bir başka problemdir.
Bazı zorluklar olmakla birlikte, dünyada meydana gelen değişiklikler sonucunda ortaya çıkan fırsatlardan faydalanmak gerekir. Hepimiz karşılıklı olarak birbirimizin şivesini öğrenmeli, edebî ve fikrî eserlerimizi okuyup anlar hâle gelmeliyiz. Birlik, beraberlik ve uyumu sağlayacak yolları araştırmalıyız. Eğer maddî ve manevî kalkınmayı birlikte gerçekleştirebilirsek, 21. yüzyılda dünyanın sayılı güçlerinden biri oluruz; bizim güçlenmemiz, dünyaya zulmü değil, merhameti ve refahı getirir. Bütün bunlar yapılabilir ve şartlar iyi giderse, bir gün ortak bir yazı dili meydana gelecek ve bu gün konuşan insan sayısının çokluğu yönünden dünyanın 5. dili olan Türkçe, bir iletişim dili olacaktır. Bundan kimsenin kuşkusu olmasın. Çünkü Türk şiveleri, zengin ve sağlam bir kültürel miras temeli üstünde yerlerini almışlardır.

Güldürmeyin İnsanı Lütfen…

Türkçemiz, dünyanın birinci sınıf lisanlarından sayılmaya lâyıktır. Çünkü o, üç büyük coğrafyanın mahsullerini toplamıştır.
Orta Asya bozkırlarında kaynağını bulmuş, serpilmiş; Arap çöllerinin fikir meyvelerini, Iran çimenlerinin çiçeklerini derleyerek ifade demetine istediği güzelliği verebilecek çapta bir dil olmuştur. Bu dili konuşan halk ise, yeryüzünde bir benzeri daha olmayan güzellikte bir iklim üzerinde yaşamaktadır. Edebiyatımızın böyle bir güzelliğin mahsulü olabilmesi için çok üstün meziyetlere sahip olması lâzımdır. Bunun için de:
1- Dilin kurallarını mükemmel surette toplayıp tanzim ve tespit etmelidir.
2 Dilin kısımları, imlâ ve mânâ bakımından, görünüşte değil, gerçekte birleşmelidir.
3- Dil. her bakımdan tabiileşmen ve bu tabiiliğe engel olan unsurlardan ayrılmalıdır.
4- Kelimelerimiz, bütün halkın kullandığı kelimeler olmalı ve halk nasıl kullanıyorsa öyle kullanılmalıdır.
Ama ne yazık ki. halkın anlayamayacağı dilden konuşarak kendini aydın gösterme hastalığına yakalanılmış son zamanlarda. Her kesimin anladığı "Lokanta" yerine "Otlangaç", "Hayat" yerine "Yaşam" vb. kelimeler kullanılmaya başlanılmış
Fena mı idi "Millet" kelimesi9 Ne zarar gördük ondan da illâ "Ulus" demeye mahkûm ediliyoruz. "Birleşmiş Milletler" yerine "Birleşmiş Uluslar"
Sakın ola ki hiç kimse "Sen hâlâ atalarının dilini kullanmaktan yana mısın?" diye bir soru sormasın bana. "Efendim çağdaşlaşmak" diyecekler... Güldürmeyin insanı lütfen. Çağın ilmî gerçeklerini yakalayıp her yönde hamleler yapmaya, dilin aslını muhafaza etmek mani midir Allah aşkına?

Gaffar TETİK
Süreli Yayınlar Şubesi Müdürü