Makale

Dinin Aydınlığında Aile

Dilşad Aktaş

Dinin aydınlığında
aile

Günümüzün en iyi iş yapan meslek grubu hâlini alan aile terapistlerinin yardımları dahi neden evlilikleri ayakta tutmaya yetmiyor? Eğitim ve profesyonel yardımdan yana bir sıkıntısı olmayan yeni neslin, aile kavramıyla büyük sıkıntısı var gibi görünüyor. Bu çözülmenin sebebini yüzeyde değil, derinlerde aramak gerektiği ise aşikârdır.
Boşanma sayısındaki hızlı artış, dünyanın geri kalanında olduğu gibi Türkiye’de de kaygıyla izleniyor. Rakamlar, bizleri "aile anlayışımıza neler olduğu" hususunda düşünmeye sevk ediyor. Yeni neslin "aile" kavramını algılayış şeklinin bu problemin kaynağı olup olamayacağı sorgulanıyor. Sahiden nasıl oluyor da yeni çiftlerin neredeyse tamamına yakını ailede etkili iletişim üzerine kitaplar okuduğu, seminerler aldığı halde evlilikler bir türlü yürümüyor? Günümüzün en iyi iş yapan meslek grubu hâlini alan aile terapistlerinin yardımları dahi neden evlilikleri ayakta tutmaya yetmiyor? Eğitim ve profesyonel yardımdan yana bir sıkıntısı olmayan yeni neslin, aile kavramıyla büyük sıkıntısı var gibi görünüyor. Bu çözülmenin sebebini yüzeyde değil, derinlerde aramak gerektiği ise aşikârdır.
İnsanlık, modernleşme (Sanayi Devrim, Rönesans, Reform) ile geleneği ortadan kaldırarak alternatif bir sistem oluşturmaya çalıştı. Ancak bu dönüşüm sonrası ne hâkim sistem hâlini alan kapitalizmin, ne alternatifi komünizmin aile kavramını yüceltmediği açıkça görüldü. Kapitalizm, erkekleri, kadınları hatta çocukları daha fazla üretebilmek için çalışmaya mecbur etmekte, aileye büyük darbe vurmaktadır. Komünizm ise toplum menfaati için aileyi göz kırpmadan feda etmekte, Engels’in deyimiyle müşterek mülkiyet prensibi gereği münferit ailelerin ortadan kaldırılmasını bir gereklilik olarak görmektedir. Ortaya çıkan gerçek A. Izzetbegoviç’in ifadesiyle şu şekildedir: Bütün dinler, aileyi insanın yuvası, anneyi de ilk ve yerine kimsenin geçemeyeceği mürebbi olarak telâkkî edip yüceltmişlerdir. Yani, "anne" kavramı da "aile" kavramı da dini dünya anlayışına aittir. O halde, aile anlayışımızdaki sorunların sebebini kaybettiğimiz dinî ve ahlâkî değerler ışığında aramak doğru bir yol olsa gerektir.
Gerçekten de, farkında olmasak dahi "aile" kavramı etrafında yapılan konuşmalarda pek çok dinî ve ahlâkî ilkelere vurgu yapmaktayız. Henüz evlilik akdi yapılırken çiftlere: "Artık sizler birbirinize emanetsiniz", denilir. "Kadın erkeğe, erkek kadına Allah’ın birer emaneti olarak davranmalıdır" diye uyarıda bulunulur. Emanet şey bir çöp dahi olsa dinen ne kadar da kıymetli görülmüş, emanete hıyanet etmek ne kadar da kötü bir amel olarak değerlendirilmiştir. Oysa bizler, annelerimizin komşudan aldığı tabağı emanet diye gözünden sakınmasını saçma bulur olmuşuz. Bakıcılar, çocuk yetiştirme yurtlarında kendilerine emanet edilen çocuklara insanlık dışı muamele edebiliyor, bankerler kendilerine emanet bırakılan paraları vicdanları sızlamadan yiyebiliyor, otopark görevlileri kendilerine emanet edilen araba ile birkaç tur atmakta hiçbir sakınca görmüyor. Böyle çarpık bir emanet anlayışının bizi getirdiği nokta ise aile içi şiddet veya kötü muamele oluyor, maalesef.
Ailedeki mutluluğu garanti edecek daha bir dizi prensip dinî, ahlâkî kökenden beslenmekte aslında. Örneğin eğitimcilerin üzerinde durdukları önemli bir husus, ailede "ben-sen" değil, "biz" anlayışının inşa edilmesidir. Ben-merkezciliğin had safhada olduğu çağımızda, evliliklerde bu yüzden ciddî sıkıntılar gözlemlenmektedir. Maddî plânda bile, çoğu ailede para kazanan tek birey olan babalar, eşlerinin ve çocuklarının, kendilerinin büyük zorluklarla kazandığı parayı yemelerinden şikâyetçi olabilmektedir. Oysaki Peygamber Efendimiz (s.a.s.), "Kişinin hayır yolunda harcadıkları içinde sevabı en bol olanı, aile bireylerine yaptığı harcamadır" buyurmuştur, insanın sadece kendi çıkarını düşündüğünde, bu kadar çok yorulup da elde ettiği kazancı başkalarıyla paylaşma konusunda, bunlar ailesi dahi olsa, bencilce davranması şaşılacak bir davranış değildir aslında. Bu yüzden Resulullah gerekli uyarıyı çağlar öncesinden yapmış: "İnsanın aile bireylerini sefil bırakması günah olarak kendisine yeter" buyurmuşlardır.
Çiftler maddî plânda bile "biz" olma sorunu yaşıyor olunca, manen "biz" olmak iyice zorlaşıyor, şüphesiz. Yeni nesil karşılıklı ilişkilerde oldukça tahammülsüz davranabilmekte, "yürümezse boşanırız" gibi bir düşünceyle evliliğe adım atabilmektedir. Elbette bu evliliğinde çok ciddî problemler olan bireylere "kan kusup, kızılcık şerbeti içtim demeleri" hususunda bir telkin olarak de- ğerlendirilmemelidir. Maalesef, yeni neslin neredeyse geçinmek ve karşısındaki ile daha iyi iletişim kurmak gibi bir gayret içine bile girmediği gözlemlenmektedir. Oysaki çiftlerin, evliliğe, büyük uğraşı gerektirebileceği bilinci ile adım atması gerektiği bir gerçektir. Bunları, sadece annelerimiz, ninelerimiz değil; son yılların en çok okunan kitaplarından biri olan 5 Sevgi Dili’nin yazarı Gary Chapman dahi örneklerle ortaya koymaktadır. Yazar, kitap boyunca karşımızdakinin sevgi deposunun ancak bizim gayretlerimizle dolabileceğine vurgu yapmaktadır. Chapman’a göre, özellikle, eşimizin sevgi dili bizimkinden farklı ise ilişkimizi sürdürebilmemiz daha büyük fedakârlıklar gerektirebilir, eşimizin önceliklerine göre kendi hareketlerimizi değiştirmemize ihtiyaç duyulabilir. Bir ilişkiyi, özel durumlar müstesna, hemen bitirmek kolaya kaçmak olacaktır. Bizi bizden daha iyi tanıyan Rabbimiz bu hususta zaten muhteşem bir denge kurmuştur: İslâmiyet’te boşanma yolu bütünüyle kapatılmamış, ancak boşanma "en hoşlanılmayan helâl" olarak değerlendirilmiştir.
Eşlerin birbirleriyle olan uyumlarının dışında çocukların dünyaya gelişi evliliklere yepyeni boyutlar katmaktadır, şüphesiz. Yetişkinlerle sıklıkla yaşanmayan bazı iletişim problemleri, çocuklarla çok sık yaşanabilmektedir. Psikologlar, bir insanı en çok inciten şeyin reddedilmekten ziyade yok sayılmak olduğu hususunda hemfikirdirler. Bir yetişkini görmezden geldiğimiz belki pek vaki olmuyor ama sıra çocuklara gelince iş değişiyor. Örneğin bir eve girdiğimizde çocuklar yok gibi davranıyoruz. Oysaki "Allah Resulü, bir sokaktan geçerken, çocuklar oynuyorsa, onları büyük insan yerine koyar, onore eder ve onlara "Selâmün aley- küm" derdi, onlar da mukabele ederlerdi."diye kim bilir kaç kere okumuşuzdur. Bu Nebevî prensipten ne kadarda uzaklaşmış olduğumuz hemen fark ediliyor davranış şeklimize bakılınca. Hâlbuki çocukları birer birey olarak görmedikçe eğitimin ilk basamağını asla aşamayacağımızın bilincinde olmalı değil miyiz?
Aslında İslâm dini sadece selâmlaşma hususunda değil, tüm davranışlarımız için yetişkin- çocuk ayrımı yapmamıştır. Sürekli olarak bir yetişkine davranılabileceği gibi çocuklara da muamele edilmesi gerektiği vurgulanmaktadır. Yanlış olan sadece bir yetişkinin aldatılması değil aynı zamanda çocuğun da aldatılmasıdır. Sahabînin biri, çocukluğuna ait bir olayı şöyle anlatmıştır:
"Annem beni çağırarak:
- Gel sana bir şey vereyim, dedi.
Allah’ın elçisi anneme sordu:
- Ona ne vereceksin?
Annem:
- Ona bir hurma vereceğim, dedi.
Bunun üzerine Allah’ın elçisi anneme şöyle tembihte bulundu:
- Dikkat et! Eğer sen çocuğa bir şey vermeyecek olsaydın, sana bir yalan günahı yazılırdı.
Sonra oturanların hepsine birden şöyle hitap etti:
- Hiçbiriniz çocuğa bir şey vaat edip de sonra onu yerine getirmemezlik yapmasın."
Yine aynı yüce insan, secdede iken torunu sırtına bindiğinde, düşmesin diye sırtından ininceye kadar secdeden kalkmamıştır. Çocuklara değerli oldukları bu misallerden daha güzel şeylerle ifade edilemez sanırım.
Görülen o ki; şu kısıtlı örneklerin de ortaya koyduğu gibi, dinî ve ahlâkî değerlerimize sahip çıkabildiğimiz kadar mutlu bir aile ortamına yaklaşıyoruz. Seyhan Büyükcoşkun’un ifadesiyle "Bu elbette çok çetin bir çaba içine girmektir. Dünya hayatındaki imtihanı Rabbin rızasının yanı sıra çocukların geleceği için de kazanmaya çalışmaktır." (Seyhan Büyükcoşkun, "Ben Bana Verilenim", s. 224-225) Allah cümlemizi bu imtihanı kazananlardan eylesin, hem dünya hem ahiret saadeti için...