Makale

Uğur Derman: “Sanat, insanın kendini olgunlaştırıp yetiştirmesi için bir basamaktır.”

Uğur Derman:
“Sanat, insanın kendini olgunlaştırıp yetiştirmesi için bir basamaktır.”

Türk Petrol Vakfında nadide eserlerin bulunduğu bu mekânda, eserlerden yola çıkarak estetik anlayışımızdan, hat sanatından, hattatlardan, sanatımızın mânâsından konuşalım izninizle. Hemen kapının üzerinde bir besmele levhası var. Biz de besmeleyle başlayalım ede- ben.
"Besmeleyle idelim fethi kelâm / Fethola tabı muammayı menam" demiş şair.
Efendim, mümin zaten, hep sözüne "Rahman ve Rahim Olan Allah’ın adıyla" başlar. Biz de onun için, kapımızın üstüne besmeleyi koymuşuzdur. Bu besmele celi talik hattı ve zerendut altınla yapılmış bir yazı. Halim Özyazıcı’nın hattı.
Zaten, Kur’an-ı Kerim’de sure başlarında, bir surenin de içinde geçer besmele. Dolayısıyla, hattatların da en çok yazdıkları, hiç şüphe etmiyorum ki, besmeledir. İşin hoş tarafı, hat sanatına da çok uygun gelir besmele. Hattatlar, Kur’an-ı Kerim’i kitap olarak, yazmanın dışında bir ayet yazmak istediklerinde -bir sipariş geldiyse öyle de yazarlar- mânâ ile birlikte onda hüsnü hat kaidelerine göre harflerin nasıl oturacağı, nasıl bir bedii görüntü kazanacağını da hesap ederler.
Hattat, talebesine meşk ettirirken nasıl bir müfredat takip eder?
Talik yazı öğretilirken elif, be, cim, dal gibi harflerin tek tek yazılması öğretilir. Ondan sonra, iki harfin birbiriyle bitişmesi öğretilir. Ona da müfredat meşki denir. O bittikten sonra ki bu en az iki yılı almıştır- eğer bu işle uğraşanda istidat varsa, o zaman ona tertip imkânı veren sözler -bu ayet olur, hadis olur- ama umumiyetle silsile gitsin diye bir kaside yazılması tercih edilir. Meselâ, Molla Camii’nin Farsça bir besmele kasidesi vardır, her harf için bir beyit söylemiştir, 19 beyitlik bir besmele kasidesi, o yazılmaya başlanır. Zaten onun ilk mısraı "Bismillahirrahmanirrahim"dir.
Ama, sülüs, nesih öğrenilirken, ki o daha ziyade Arapça diline, dolayısıyla Türkçe’ye hitap eden bir yazı cinsidir -harekeli olduğu için, onda önce ’Rabbi yessir ve la tuassir rabbi temmim bi’l hayr’ yazılır ve hiçbir harfle uğraşmadan doğrudan doğruya onu yazan bir genç, kabiliyeti yoksa zaten tasfiyeye uğrar.
Kur’an, Kahire’de okundu, İstanbul’da yazıldı deniyor.
Ona hiç şüphe yok; ama, ben Hak’tan yanayım, eğer eski çalışmalar olmasaydı, İstanbul’da bu öyle birdenbire ortaya çıkamazdı. Yani, bunu besleyen bir arka plân var. Önce bu hattın ilmi yapılmış Arap âleminde. Düşünün, 800’lerde, Milâdi 700 - 800’lerde yetişen ihlâslı İslam âlimleri var Arap âleminde. O zaman, işin ilmi yapılmış, önce ilm-i hat teşekkül etmiş, yazı kaideleri teşekkül etmiş ve bunu Rahmetli Nihat Çetin çok iyi bilirdi. IRCICA’nın bastığı ’Islâm Kültür Mirasında Hat Sanatı’ kitabında çok güzel işlemiştir 14-15 sayfa içinde. İlm-i hat teşekkül etmekle beraber, onun yanında sanat tarafı da oluşmaya başlıyor. Önce kûfi devresi var, o bitiyor; yuvarlaklık ağır bastıkça hatta, işin güzelliği meydana çıkıyor. Arap âleminde, bilhassa ilk Emevi,
Abbasi devirlerinde, dikkat ederseniz, mimaride köşe hakimdir, sert ve köşeli olmak hakimdir. Yazı da onun paralelinde gidiyor, kûfi yazı da öyle. Vaktaki, yazı yuvarlaklık kazanıyor -bütün bildiğimiz, bilhassa OsmanlI’nın kullandığı yazı çeşitleri, hep o yuvarlaklığa dayanır- ondan sonra, estetik evci balasına çıkıyor eski tabirle ve OsmanlI, o işin başlarında devreye girmiyor. Selçuklularda da aynı şekilde; yani,
1300’ler, 1400’lerin ilk yarısı, o şekilde. Fakat, İstanbul’u aldıktan sonra, aşağı yukarı, zaten İslâm kültür ve sanatının merkezi, makam durumuna geçiyor İstanbul. Yüz yıl içinde, ondan sonra kimse elinden tutamıyor, yetişemiyor.
Zaten hat sanatının en büyük hususiyeti, tam eski tabiriyle istifa hareketi, yavaş yavaş süzülüp arınması.
Bazı yazılar munis ve insanı öylece kuşatıyor, bazı yazılar daha sert ya da ben böyle algılıyorum. Eğer hata yapıyorsam bağışlayınız lütfen. Hattatın karakteri yazıya yansıyor galiba?
Karakterin çok rolü var bu işte. Meselâ, Osmanlı devrinden misal vereceğim; yazı gittikçe incelik, yuvarlaklık, göze güzel görünme hassasını kazanıyor. Ama, meselâ, tarihe çok sert karakterli olarak geçmiş bir hattatımız var -bizim, burada da yazıları var- Mahmut Celalettin. 18 inci asrın sonu, 19 uncu asrın başlarında yaşayan hattatın -vefatı 1829’dur- sert karakterli olduğu anlaşılıyor ve bu yazısına aksetmiş. O yumuşama devrinde, karşınıza apayrı bir hava içinde çıkıyor ki, ince yazılarında çok yumuşak görüntüsü olan bu zatın, celi dediğimiz uzaktan okuma vasfını kazanmış büyük yazılarında o sertliğiyle çıkıyor karşımıza. Üslûbu beyan, ayniyle insan derler, o yazı için de geçerli. Zaten, yazıdan insanın karakterini çıkaran bir ilim var.
Tuğralar güç ve estetiğin birleştiği formlar olarak tarif edilse de meselâ, burada "Ya Hazret-i Mevlânâ, Celâleddin-i Rumi" tuğra formunda yazılmış.
Tuğra, bir padişah amblemi olarak çıkmış ve her padişah için yenilenmesi âdet. Ama, Osmanlı sultanları kendilerine has olan bu şeklin, şekil zenginliğinn başka hususlarda da kullanılmasına müsamaha göstermişler Meselâ, tuğrayla bir ayet yazılması, tuğrayla bir hadis yazılması, tuğrayla tarikat pirlerinin isimlerinin yazılması, Osmanlı saltanatında uygun görülmüş, sultanlar buna izin vermişlerdir.
İslâm estetiğinin temel prensiplerinden birisi de ölçü ve ahenk. Bu yazıda da biz, uzatan harflerde bu ölçüyü görüyoruz.
Ona çok dikkat eder hattatlar. Her yazının bir vezni vardır. Meselâ, uzatmalı harfler var. Onları öyle yere oturtulur ki, hem başta hem sonda bir vezin hâsıl olur. Yani, bir tarafa toplansaydı onlar, nitekim muvazene bozulurdu. Yani, hele bu istifli yazılarda meraklı hattatlar aylarca estetiği yakalamaya çalışırlar. Söz ve sözün resmi olan yazıdır hat. Hemen kalemi eline alıp yazılmıyor hatlar.
Meselâ, son devrin en büyük isimlerinden meşhur hattat Sami Efendi, çok ağır yazan, yazdığını dürüp, büküp, kaldırıp üç ay sonra tekrar çıkarıp
bakan ve o nispette de mükemmel neticelere varan bir zattır. En güzeli yakalamak mesele. Şimdi, Sami Efendi’ye diyorlar ki, üstad altı ayda da yazı yazılır mı? Cevaba bakın: Altı ayda yazıldı demezler, Sami yazdı derler.
Hocam, burada kalem, kalem açacağı, hokka gibi birtakım aletler görüyoruz.
Bunlar, yazıyı vücuda getiren aletlerin en mühimi. Kalem, sulak yerlerde yetişen sazlardan yapılıyor. Tabiî, meselâ İstanbul’daki sazlardan böyle bir şey yapılamaz, dayanmaz çünkü. Is mürekkebi kullanılıyor. Kalemi kesmek için kalemtraşlar, yazı tashihinde kazımak için kullanılan tashih aletleri, kâğıt makasları vd... Zaten, hat sanatında kullanılan aletlerin çoğu -ki burada sanat eseri olanlar az, Topkapı Sarayında bulabiliriz- başlı başına bir sanat dalı olmuştur.
Ve yazı altlığı. Hattatlar, masa üzerinde değil diz üstünde yazı yazarlar, tabii dizin üstünde kâğıdı tutmak mümkün değil, bu tarzda bir destek konur alta. İsmini çokça andığımız büyük hattat Sami Efendi’nin yazı altlığı, yazılarını yazarken, nokta ölçüsüne göre ayarını yapmakta kullandığı pergelleri var gördüğünüz gibi. Osmanlı tarihi boyunca bu aletlerin de bir sanat eseri gibi ortaya çıkmasına gayret edilmiş.
Kaleme ve kağıda hürmet varmış bir zamanlar.
Kalem bir ayet-i kerimede alem olduğu için hattatlar kaleme ayrı bir değer vermişler ve kalemin açılışında ortaya çıkan, yonga dediğimiz küçük parçaları bir yere atmamışlar. Kalem kırığı da bittiği zaman atmamışlar, onları topluca yüksek bir yere bırakmışlar veya öldükten sonra yıkanacakları suyun bu yongalarla ısıtılmasını vasiyet etmişler.
Bediiyat yalnız yazı için bahis konusu değil, ona bağlı olan bütün sanatlarda da yer almış. Kitabı yazıyorsunuz, onun üzerine bir kap yapılması gerekiyor, o da en güzel şekliyle yapılmış Islâm âleminde; ama, OsmanlIlarda çok hoş cild örnekleri var.
Şimdi, bu kadar güzel çiltler yapılmıyor çünkü, bu masraflı bir yol. Üstünde, gördüğümüz hakiki altın. Onun dışında, ortaya çıkarmak kolay değil. Meselâ, Mimar Sinan Üniversitesinde sadece klasik cilt bölümü var, talip çok az zuhur ediyor. Diğer sanatlarla, meselâ hatla, tezhiple tek başına bir kimsenin uğraşması mümkünken, bunu yapabilmek için, muhakkak bir teşkilat, avadanlık lazım, alet edevat lazım. Onlar, bir atölye isteyen konular olduğu için, bütün ısrarımıza rağmen, çok az yetişiyor mücellit.
Karalama yazılar da var. Karalamaya, karalama deyip geçelim mi, onun bir yorumu var mı?
Var. Karalama, hattatın boş kaldığı zamanlarda elinin durmaması için devamlı yazıyla uğraşması... Bugün nasıl müzikle uğraşan bir kimse, bir piyanist, her gün çalışmazsa formdan düşüyorsa, hattat da öyle. Eğer normal siparişler dışında da kendisini hat sanatına adamazsa formundan düşer ve hiçbir mânâ düşünmeden, harf veya söz, aklına gelenleri üst üste yazar. Öyle ki, kâğıdın üzerinde beyazdan çok karalık hakim olduğu için, buna karalama adı verilmiştir. Ama, içlerinde o kadar güzel harfler zuhur eder ki, çünkü bir ısmarlama yok, içinden geldiği gibi, sonra onlar daha sonraki hattatlara yol gösteren rehberler olmuştur.
Hattatlar yazılarını ’falancanın talebesi falanca Allah günahlarını affetsin’ yazıp imzalıyorlar ve imzaları daha görünür. Müzehhiplerse imzalarını gizliyorlar.
Hattatlar onu yazarak, hem kendilerinin günahlarının affını, hatta bazen öyle gelir ki, ailesinin, ceddinin, hatta ve hatta o yazıya nazar edenlerin günahlarının affını dahi talep ederler imzalarının içinde. Onun için hattatların yazdığı beyitlerden biri de şudur: "Babı hakkı dakkedenler ben deyu / Reddolundu ben değilsin sen deyu."
Hak kapısını çalanlar, ben geldim gibilerden o kapıyı çalıyorlarsa, onlar ben değilsin sen diyerek reddedilirler demek istiyor. Hak kapısında reddedilirler, içeri alınmazlar demek istiyor.
Burada bir hilyemiz var.
Hazret-i Peygamberin bedenî ve ruhî vasıflarını anlatan rivayet. Hilye malum,
Arapça’da süs mânâsına gelen bir kelime ama tahsisen bu maksatla da kullanılıyor kelime. Herkes eski devirlerde o rivayeti bir bereket addederek üstünde taşımak uygun görülürmüş. Ama, bizim OsmanlI’nın dahi hattatlarından Hafız Osman -17 nci yüzyılda yaşamıştır- ilk defa levha şekline o getiriyor ve o zamandan itibaren bir hilye yazma geleneği başlıyor hattatlar içinde ve tezhip etme geleneği başlıyor müzehhip- ler içinde.
Kibrit kutusu büyüklüğünde hilyeler olduğu gibi boyu 225 santime kadar olan hilye de var.
Biz, hatta sözün resmi diyoruz, biz resmi öyle çiziyoruz. Şimdi düşünün, dışarıya gittiğiniz vakit, Hazret-i İsa’nın binbir çeşit resmi var. Biz, bunu, sözle ifade ediyoruz, siz tasavvurunuzda istediğiniz Hz. Peygamber’i yaratın, kimse ona bir şey diyemez. Estetiği böyle sağlıyoruz ve zaten hattatlar Kur’an-ı Kerim yazmaktan sonra en büyük emeği hilyeye vermişlerdir. Müzehhipler de, Kur’an-ı Kerim tezhibinden sonra, en büyük emeği hilyeye vermişlerdir. Bakın, şurada bir büyük hilye var. Bu zamanımızda yazılmış bir hilye. Hilye geleneği hâlâ devam ediyor ve o özen gösterilmeye gayret ediliyor daima. (Çiçek Derman söz alıyor): Bu hilye günümüzün bir eseri. Muhteşem bir örnek karşımızdaki. Hattı Mehmet Özçay’a ait. Müzehhibi ise Gülnur Duran. Çok canlı bir kırmızı kullanılmış; ama, yine bakarsak, lacivert, altın ön plânda. Diğer renkler onlara yardımcı olarak görünüyorlar. Burada, ilk defa denemiş çok güzel bir üslûp var, halkâri ile klâsik tezhibin bir arada uygulandığı, bu hakikaten bugüne kadar ilk defa yapılmış ve çok başarılı bir örnektir.
İcazet için hilye yazma ve hilye tezhibi yapma geleneği var değil mi?
Hatta hilye yazılması gerekmez. Tezhipte de hilye tezyinatı ile icazet alınır diye bir şey yok. Ama, son devirde öyle bir âdet çıktı ortaya. Bir kıta yapmak çok daha kolay, hilye ise daha güç.
Yirmi yıl evvel yahut yirmi beş yıl evvel, bu, artık Kaf Dağının arkasına çekildi diyordum ben şahsen. Hele yetiştiğim büyük üstatlar ümitsiz olarak gittiler bu iş bitti diye. Arkadan birden bir uyanış başladı 70’li yılların ortasında. Fakat, bu iş o kadar kolay değil.
Zaman zaman gözlerinizden yaşların süzüldüğünü görüyorum. Bizim estetik dünyamızda yazı hâlâ kıymetli. Gözyaşlarınız bir dua olsun inşaallah ve hepimizin gözleri aydın olsun. İnşaallah.