Makale

İNSANIN VARLIĞI, KONUMU ve NİHAÎ GAYESİ

İNSANIN VARLIĞI,
KONUMU ve NİHAÎ GAYESİ

Prof. Dr. Hüseyin Aydın
Uludağ Univ. İlahiyat Fakültesi

İnsana bir "soyut mahiyet" olarak bakmak, salt felsefî - spekülatif bir yaklaşımdır. Oysa insan varlığının bir "iç yapısal zenginliği ve yoğunluğu" vardır. Aynı zamanda insan, bu yapı zenginliğinden kaynaklanan bitimsiz bir eylem potansiyeline de sahiptir. Bu yapısal zenginlik ve tükenmez dinamizme sahip insanın, varlığı söz konusu olduğu zaman, ona böyle felsefî - spekülatif bir tavırla yaklaşmamız, onun realitesine ulaşmamıza engel olur. Zaten insanın gerçekliği bir tek yönden bakılarak yakalanamıyor. Bu zenginliği nedeniyle de ona hangi açıdan ve hangi otorite kaynaktan kalkılarak bakılırsa bakılsın, her bakış açısının ve her kaynağın verdiği imkanlarla insanın geniş bir gerçekliği ve farklı hakikatleri yakalanır; o yönden açıklanır ve o yönden anlam kazanır.

Ben burada insan varlığına Kur’an açısından bakacağım. Fakat herhangi bir alana herhangi bir otorite kaynak açısından bakılınca, yan tutan bir algılamaya maruz kalabileceği de kaçınılmazdır. Bu da düşünceyi ve çalışmayı, bilimsel yaklaşımdan uzaklaştırır; ama şurası bir gerçektir ki, araştırıcıyı yan tutma illetine karşı koruyan yegane tedbir, realiteye bağlı kalmaktır. Bu ilke gereği, bu yazımda benim dayandığım realite, Kur’an verileri ve insan gerçeğidir. Yani ben burada insan varlığına "Kur’an verileri" ve insana ait gözlemlerimiz ile yaklaşmaya çalışacağım.
İnsan varlığına, Kur’an açısından baktığımızda, onun çok daha derin bir varlık temeli ve çok daha geniş bir anlam boyutu olduğunu görüyoruz. Çünkü insan, yaratmanın ürünü bir varlıktır. Yaratma esnasında biz yokuz ve olmadığımız zaman ve alan hakkındaki bilgileri, kendi dışımızdaki kaynaktan almak zorudayız. Yaratma anında varolan yegane varlık Allah’tır ve O’ndan gelen bilgilerin kaynağı da Kur’an-ı Kerîm’dir. Kur’an’da insan varlığının tasvirini ararken, kültürümüzdeki beden, nefis ve ruh olarak parçalanmış ve çeşitli varyantları üretilmiş bir "geleneksel insan anlayışı" ile değil, aksine, parçalana- mayan bir insan bütünlüğü anlayışı ile karşılaşıyoruz. Çünkü geleneksel insan anlayışımız, parçalanmış ve parçalarının birbiriyle imtizacı mümkün olmayan bir insan anlayışıdır. Bu anlayışa göre insan, bazen beden, bazen nefis ve bazen ruh olarak eylemde bulunmaktadır ve bu parçaları arasında da sürekli bir hakimiyet mücadelesi vardır. Oysa bireysel yaşantılarımız ve insan hak- kındaki tek tek gözlemlerimiz bize, kâh beden kâh nefis ... olarak etkiyen insanı değil, bir bütün olarak eyleyen insan gerçeğini vermektedir.
Ama burada bir noktaya önemle işaret etmek isterim ki, biz insanın bütünlüğünden sözederken, bunu real insan, eyleyen insan için söylüyoruz. Oysa insan henüz yaratılış sürecinde iken çok farklı öğelerden oluşmuştur. Yani insanın bu parçaları ile, onun yaratılış sürecinde karşılaşıyoruz. Önce bu yaratılış sürecini kısaca tasvir etmek isterim.
İlahî Yaratmanın Ürünü Olarak İnsan
İnsana varoluşu açısından baktığımızda, önce onun yaratılmış bir varlık olduğunu görürüz. Ve aynı zamanda Kur’an’da yaratılışı hakkında en geniş bilgi verilen varlığın yine insan olduğu hemen dikkatimizi çeker.
"Yarattığı her şeyi en güzel şekilde yaratan Allah, insanın yaratılışına topraktan başladı."
Bilgisini veren Kur’an (Secde, 7), o toprağın türünü ve niteliğini de "balçık, işlenebilen kara toprak" olarak belirliyor (Hicr, 7-8).
Peygamberimiz de bir hadîsinde "Allah Adem’i yeryüzünün tamamından aldığı bir avuç topraktan yaratmıştır. Bunun içindir ki, adem oğulları yeryüzüne benzer gelmişlerdir..." buyuruyor. (Ebû Davud, Sünnet, 16; Tir- mizî, Tefsir, 2/1)
Ama insanın yaratılışı bu safhada kalmıyor. Yavaş yavaş kendine has yapısının oluşması başlıyor. Kur’an bize bu safhayı da, Allah’ın insan hayatı üzerindeki hükümranlığı konusunda gaflet gösteren arkadaşını uyaran kişinin dili ile şöyle tasvir ediyor: "Seni topraktan, sonra nutfeden yaratanı, sonunda da seni insan kılığında tesviye edeni mi inkar ediyorsun?" (Kehf, 37). Yine başka bir sûre ve başka bir âyette, hem bilgilendirme ve hem uyarma bağlamında bu safhayı, biraz daha şöyle ayrıntılandırıyor: "O, akıtılan bir menî damlası değil miydi? Sonra kan pıhtısı olmuş; sonra Allah onu yaratıp tesviye etmiştir" (Kıyâme, 37-38).
Görüldüğü gibi, Allah insanın yaratılışını farklı unsurlardan kalkarak safha safha anlatır. Sonunda da onu (insanı) "tesviye" ettiğini beyan buyurur. "Tesviye" işlemi, insanın bu dünyanın unsurlarından yaratılması sürecinde en son aşamadır. Çünkü Allah yine Kur’an’da meleklere şöyle dediğini bize hikaye ederken, tesviyenin en son aşama olduğunu bir kez daha belirtiyor: "Ben balçıktan, işlenebilen kara topraktan bir insan yaratacağım. Onu tesviye ettiğimde ona Ru- hum’dan üfleyeceğim..." (Hicr, 28-29).
Peki Allah’ın " tesviye " dediği bu son aşamada yapılan şey nedir? Tesviyeyi ne şekilde anlamamız gerekir? Ben "tesviye" yi orantılamak, terkibe ulaştırmak ve o şeye kendine has hey’eti- ni vermek olarak anlıyorum. Allah insanın yapısına, yaratmış olduğu bu evreni oluşturan bütün elementlerden koymuştur. (Bütün kültürlerde insanın "küçük evren" olduğu görüşü bu gerçekten kaynaklanmaktadır.) işte tesviye, hiçbir canlıda bir arada bulunmayan bu elementleri, en mükemmel ölçü ve orantıda terkip edip o varlığa kendine has şekil ve hey’etini vermektir.
Bu aşamaya gelmiş olan bu varlık, bütün boyutları ile henüz bu dünyanın bir çocuğu ve bu varlık alanının bir üyesidir. Tesviye aşamasından da geçmiş olan bu yaratığın henüz insan olma süreci tamamlanmış değildir. Kur’an insanın yaratılışının anlatımını bu aşamada da bırakmıyor ve yaratılış aşamalarını sıralamaya devam ediyor. Bu safhada, okurken ürperdiğimiz ve yorumlamaktan çekindiğimiz birkaç âyette, insanın varlığına apayrı bir öğe, İlâhî bir unsur, Allah’ın varlığından bir payın da eklenmiş olduğunu görüyoruz. Kur’an, "...ona Ruhun’dan üfledi." (Secde, 9) beyanında bulunuyor. Artık insan, sadece bu dünyanın unsurlarından oluşmuş bir varlık değil, metafizik alandan, ulûhiyyet alanından da pay taşıyan bir varlıktır. Bu kıvamı kazanmış olan insan, meleklerin kendisine secde etmesi gibi bir ayrıcalık da kazanıyor.
Yukarıda peşinen ileri sürmüş olduğumuz insanın bütünlüğü anlayışımıza burada bir açıklama getirmek isterim. Son derece farklı unsurlardan oluşmuş insanın terkibindeki bu unsurların yer yer kendi başlarına bağımsız hareket etmeleri, kendilerine göre amaç ve stratejilerinin olması ve birbirlerine hasım bir konumda olmaları, mümkün değildir. Artık insan, bu unsurların bir toplamı değil, onların bir terkibi / bütünlüğüdür ve bu bütünlüğü ile iş başında olan, bu bütünlüğü ile eyleyen bir varlıktır. Bedenin ayrı, nefsin ayrı ve ruhun ayrı davranmasından sözetmemiz mümkün değildir. Bu öyle parçalanamaz bir bütündür ki, tasavvuf literatürümüz bunun aksi anlatımlarla dolu olsa da, sünnî itikadımız, haşr (öldükten sonra dirilme) anında bile ruhun bedenden bağımsız olmasını mümkün görmemekte ve aksi görüşleri tekfir etmektedir.
Böyle bir yapı terkibine sahip olan insan, sadece bu dünyanın bir üyesi olmakla kalmıyor, tanrısal alemin, metafizik alanın da bir üyesi olmuş oluyor, insanın ilişkilerinin sadece bu dünya ile sınırlı kalmamasının nedeni budur. işte bu nedenledir ki, insan bu dünyada kendine has bir konum kazanmış oluyor.
İnsanın Konumu
Kendisine meleklerin bile secde edeceği bir konumda olan insanın yaratılışı İlâhî planda tasarlanırken, varlık düzenindeki yeri de belirlenmiştir.
Onun yaratılışının İlâhî planda tasarlanışını Allah şöyle bir sahneleme ile bize anlatır: bir gün Allah melekleri toplar ve sanki meşverete ihtiyacı varmış gibi onlara "Ben yeryüzünde bir ’halife’ yaratmakta kararlıyım." der. Melekler itiraz edeceklermiş gibi olurlar; ama Allah, "Sizin bilmediklerinizi Ben bilirim" buyurur. (Bakara, 30)
Peki, "halîfe"nin anlamı nedir? Dilimizde "halîfe", kalfa, yani bir yerde üst konumdaki bir kişi adına, en azından ikinci derecede, oradaki sorumlulukları yüklenen ve işleri yürüten kişi anlamına gelir. Peki insan yeryüzünde kimin halifesi olarak yaratılmıştır?
Şöyle bir durup teemmül edecek olursak, secde, sadece ve sadece Allah’a edilir; ama meleklerin secde ettiği insanın varlık düzeninde ayrıcalıklı bir yerinin ve değerinin olması kaçınılmazdır. Aynı zamanda varlığının terkibinde Allah’ın varlığından bir pay taşıyan insanın etkinliğinde de bir fark olması gerekir. Bunlardan, yani varlığında tanrısal bir pay taşımasından ve secde edilebilir olmaktan, onun bu dünyada "Allah’ın halîfesi" olması, en azından mantıkî bir zorunlulukla, düşünme vetiresine uygun bir sonuç olarak ortaya çıkmaktadır. Çünkü yaratıcı olan Allah karşısında insan, üretici bir varlıktır; mutlak ilim sahibi olan Allah karşısında insan, bilen bir varlık olarak ortaya çıkmaktadır. Hal böyle olunca, varlığın kanunluluğunu koyan Allah karşısında insan, bu kanunları keşfedip yeni baştan varlığa uygulayan bir varlık olarak karşımıza çıkmaktadır. Örnekleri daha da çoğaltabiliriz. Fakat kültürümüzde, ulûhiyyet iddiasına kapılabilir endişesi ile, sürekli insanı Allah karşısında sıfırlama gayreti içinde olduğumuzdan, bu âyetleri hep okumuş geçmişizdir. "Ucub (=kendini beğenme)" ve "kibir (=büyüklenme)" kavramları da hep bu ve benzeri âyetlerin delaletlerini yakalamakta bizleri daima cesaretsiz kılmıştır. Allah’ın açık-seçik beyan buyurduğu bir hususu, bizim yorumlamaktan çekinmemiz gereksizdir.
Yukarıda tasvir etmeye çalıştığımız kıvamda ve işaret ettiğimiz konumda yaratılmış ve sıradan bir varlık olmayan insan, biyolojik ve psikolojik gereksinimlerine göre yaşamaya terkedilemeyecek bir varlık olduğu (Kıyame, 36) kendiliğinden anlaşılır. Yine Kur’an, İlâhî planda olup biten şeyler hakkında bize bilgi verme sadedinde, şöyle bir sahneleme ile insanın bir diğer konumunu daha tasvir ediyor: "Biz ’ emaneti’ göklere, dağlara ve yere arzettik; onlar onu yüklenmekten çekindiler ve (onun sorumluluğunun ağırlığından) parçalandılar. Onu insan yüklendi." (Ahzâb, 72) Bu İlâhî beyanın verdiği bilgi, Allah’ın yaratma ve yönetme etkinliğine paralel olarak, insana da kainatın yaratılmasındaki amacın gerçekleştiricisi konumunun verilmiş olduğunu gösteriyor. Çünkü bu emanet, Allah’ın kainatı yaratmada amaçlamış olduğu vazifeler paketidir.
İnsanın bu emaneti yüklenmesi, onun sorumluluk altına girmiş olması demektir, insanın konumuna bir belirlenim vurgusu daha yapacak olursak, insan yeryüzünde yegane sorumlu varlıktır. Aynı zamanda insan, sorumluluğun kaçınılmaz koşulu olan hürriyeti de gerçekleştirecek konumdadır. Şunu ifade edeyim ki, hürriyet insana hazır olarak verilmemiştir. Hürriyet gerçekleştirilir. Ve insan da hürriyeti gerçekleştirecek konumda yaratılmış bir varlıktır. Nitekim yukarıda andığımız âyette emanet arzedildiğinde, diğer muhataplar onu yüklenmekten kaçarken, insan bağımsız bir tavırla yönelip onu kabulleniyor ve hürriyetini daha metafizik alanda gerçekleştirmiş oluyor.
İşte bu konumdaki insan, saygı ve sevginin konusudur. Fakat bazı düşünce çevreleri, Kur’an’a göre Allah’ın insanı planlarını, niyetlerini gerçekleştirmek için yarattığını ve böyle- ce de insanı bir vasıta konumunda gördüğünü, bu durumun da insanın değerini düşürdüğü görüşünü ileri sürerler. Bu iddia, insanın mutlak bağımsız bir varlık olduğu görüşünün ürünüdür. Eğer Tanrı varsa, her şey onun hükümranlığı altındadır. Biz insanı diğer güçlerin egemenliğinden kurtaralım, Allah’ın hükümranlığı onun insan olma haysiyetini asla haleldar etmez.
İnsanın Varlık Nedeni Olan Vazifeleri ve Nihaî Gayesi
Yukarıda tasvirine çalıştığımız konumdaki insan, bir gayeler varlığı olmaktan ziyade, bir vazifeler varlığı olarak karşımıza çıkmaktadır. Böylece bu dünyaya çok farklı konumlarda gelmiş olan insanın bir tek vazifesinden değil, bir vazifeler hiyerarşisinden sözedebiliriz. insanın konumunun tasvirinde ortaya çıktığı gibi, Kur’an bize insan merkezli bir dünya, hatta bir evren tasavvuru sunmaktadır.
Bu haliyle insan, kendini oluşturan (ister maddî olsun ister manevî) bütün öğelerini ve bu öğelerin terkibini, yani kendi mükemmel/komplex varlığını hazır bulmuştur. Bununla birlikte insan dünyayı (ve evreni) da hazır bulmuştur. Bunların varolmasında onun herhangi bir rolü ve katkısı yoktur. Ama insan, hazır bulduğu kendisinin bu yaratılışını bir imkan olarak görür ve adeta onunla yetinmez ve kendisini geliştirme ve tamamlama gayreti içine girer. Bu gayretin derecesi ölçüsünde kişilikler ve kişilik farklılıkları oluşur. Buna insanın birinci vazifesi diyelim.
İnsan hazır bulmuş olduğu tabiatla ise hiç yetinmez. Onun üzerinde ikinci bir varlık tabakası oluşturur. Biz buna tarihî varlık alanı, İnsanî varlık alanı diyoruz; ya da başka bir deyişle kültür varlığı ve medeniyet ediyoruz. Buna da
İnsanın ikinci vazifesi diyelim. İnsanın asıl ve nihaî vazifesi, evrenin yaratılışında Allah’ın niyet ve planını gerçekleştirmesidir. Bu nihaî vazife ise, insanın kategoryal üç varlık alanı ile kurduğu dengeli bir ilişki ile gerçekleşir. Bu üç varlık alanı: ilâhî varlık alanı (Allah), tabiî varlık alanı (tabiat) ve insanî varlık alanı (insan). İşte hayat da bu varlık alanları ile kurulmuş olan ilişkilerden doğan bir olaylar bütünüdür (komplexidir). İnsan bu ilişkileri, varlık alanlarının birini diğerine tercih etmeksizin dengeli bir şekilde kurarsa, Kur’an’ın beyan buyurduğu "dengeli insan" (Lokman, 32) idealini gerçekleştirmiş olur. Bu ilişkiler bütünü içinde insan bu dünyaya, ne metafiziğe kapalı bir pencereden bakar, ne de dünyadan kopup metafizik alana kapanır kalır.
Bu vazifeleri gerçekleştirmiş olan insan, "her külfetin bir nimeti vardır" ilkesince, bazı mükafatlara nail olur. Bunlar onun gayeleri olarak görülmüştür. Oysa bunlar insanın vazifelerini gerçekleştirirken hiç göz önünde tutmadığı şeylerdir. Çünkü Kur’an’da Allah başkalarına iyilikte bulunan insanı şöyle konuşturur: "Biz ancak Allah’ın hoşnutluğu (rızası) için iyilik yaparız; ne bir karşılık ne de bir teşekkür bekleriz." (İnsan, 9) Büyük düşünür-mutasavvıf hanım Rabia Hatun, Allah’a şöyle niyazda bulunuyor: "Ya Rabb! Sana, cennetini ümit ettiğim için ibadet ediyorsam, beni cennetinden kov! Sana cehenneminden korktuğum için ibadet ediyor-sam, beni cehennemine koy! Eğer Sana Sen olduğundan dolayı ibadet ediyorsam, ne mutlu bana!". Kısacası, insanın nihaî planda gayesi, Allah’ın hoşnutluğunu (rızasını) kazanmaktır.
Bu seviyede bir insan olma şuurunu gerçekleştirebilmiş insan sayısı -üzülerek ifade etmemiz gerekir ki- çok azdır. Bu, insanın insanlığını gerçekleştirebilme derecesine bağlı bir şuur halidir. Günlük hayatın içindeki her insandan böyle bir şuur hali sergilemesini beklemek mümkün değildir. Sıradan insan, yapıp-etmelerine karşılık somut beklentiler içindedir. İşte bu tür insanlar için cennet ümidi ve cehennem korkusu vardır. Ve onlar, "Kirasız kilim ucu tutmazlar."