Makale

PEYGAMBERLİK VE MU’CİZE

PEYGAMBERLİK VE MU’CİZE

Dr. Ali Aslan AYDIN
Din İşleri Y. Kurulu Üyesi

Peygamberlik ile mucize arasında çok sıkı bir münasebet vardır. Bu ba­kımdan mucizenin mana ve mahiyeti, aklen imkânı ve fiilen vukuu hakkında bazı özet bilgiler vermek istiyoruz.

Kur’ân-ı Kerîm’de; mucizeye çok defa “âyet” denmektedir. Âyet; belli olan bir alâmet, bir şeyi belli eden bir işarettir.

Genel olarak ise mucize:

Ya bir işaret, delil ve ispat manasına yahut ilâhî bir haber veya tebliğ manasına gelir.

Birinci mana; mucizenin ser’î tarifine uygundur. İkinci mana içine, Kur’ân-ı Kerim ve âyetleri girmektedir.

Bu kelimenin, hem İlâhî bir haberi (Kur’ân’ı) ifade için, hem de onun ispatı için kullanılması, mühim bir esasa işarettir. O da; ilâhî bir tebliğ olan Kur’ân’ın, hak ve doğru olduğuna bizzat kendisinin en kuvvetli bir delil olması­dır. Nitekim Peygamberimizin en büyük mucizesi, Kur’ân-ı Kerîm’dir.

Mucize gerçekte; bilinen tabiat kanunları ve âdetler dışı fevkalâde bir hâdisedir. Allahu Teâlâ, peygamber olarak seçtiği zatı tasdik ve peygamber­lik iddiasını teyit için onda fevkalâde bir şey gösterir. İşte bu, onun pey­gamberliğini ispat eden bir delil, bir mucizedir.

O halde mucize şöyle tarif olunabilir:

Mucize; Peygamberlik iddiasında bulunan zatın bu iddiasının doğruluğunu tasdik etmek için, Hak Teâlâ’nın, onun vasıtasıyla izhar ettiği, bilinen tabiat kanunları ve âdetler üstü (harikulade) bir hâdisedir.

Böyle bir hadiseyi peygamberler vasıtasıyla gösteren, Allahu Teâlâ’dır. Mucize öyle bir hadisedir ki, onun mislini başkaları göstermekten âciz kalır.

Hak Teâlâ’nın, Peygamberlik iddiasında bulunan bir zatın elinde böyle harikulâde bir hâdise izhar etmesinin manası, “Kulum, bendendir diye tebliğ ettiği şeylerde sadıktır. Kendisi de, sözleri de doğru ve gerçektir.” demektedir, (1)

Evet, mucize bizlerce bilinen tabiat kanunlarına aykırıdır. Zaten normal tabiat kanunlarına ters düştüğü için, ona "Mucize” diyoruz. Ama mucize, böyle olmakla beraber, aklıselime, doğru düşünce ve rasyonel esaslara ayrıdır de­nemez. Olsa olsa, alışık olduğumuz kâinat nizamına ve duyu organlarımız önün­de her zaman karşılaştığımız maddi bazı hadiselere aykırıdır. Belki mucize, alışık olduğumuz bu olaylara ve bazı bilgilerimize ters düşebilir. Zaten bu sebeple, ona mucize adı veriyor ve dinî inançlar yönünden tabiî buluyoruz. O hal­de, mucizeyi akıl reddeder veya hür düşünce zaviyesinden kabule şayan değil­dir şeklinde ileri sürülebilecek itirazlar, başta, aklıselime, sonra ruhî ve ma­nevî düşünceye ters düşer.

Mucize göstermenin aklen mümkün olduğuna en kesin delil; Allahu Teâlâ’nın her şeye kadir olmasıdır. Kâinata, yer ve gök âlemine dikkatle bakılıp, ondaki incelik, güzellik, şaşmaz nizam ve düzen temaşa edilince, her şeyin ya­ratıcıdan Yüce Allah’ın, Peygamberlerini tasdik için, her birinin elinde, ezelî ilim ve iradesine uygun olarak dilediği fevkalâde bir şey yaratmasının müm­kün olduğu kolayca anlaşılır. Allah (c.c.)’a, O’nun kudret ve azametine inanan bir kimse, mucizeye de, imkân ve vukuuna da, dolayısıyla peygamberliğe ve peygamberlere de inanır. (2)

O halde, rahatlıkla söyleyebiliriz ki; her aklıselim sahibi, Peygamberliğin ispatı için bir mucize göstermenin şart olduğunu, yani Allah’ın kudreti ve izni ile mucizenin vukuunu kabul eder. Ancak akla gelebilecek bir husus var­sa, o da; Peygamberliği ispat için mucize izharından başka bir metot yok mu­dur? İnsanlar başka metotlarla ikna ve irşat edilerek inandırılamazlar mı? Çünkü mucize, genel olarak; Peygambere inanmayan, dolayısıyla tebliğ edi­len dinî akide ve esasları reddeden kimseleri ikna için kullanılır. Bu gibi inkârcı, inatçı veya şüpheci kimseler inanabilmek için, ancak, normal insanların yap­ması kabil olmayan, tabiat kanunları dışı sayılan ve kendilerini acze sevk edecek maddî veya manevî harikulade (âdetler üstü) bir hadise görmek isterler. Bu ikna yolu ve kuvvetli delil serdi, mucize izharından başka bir şey olamaz. Bunun başka bir yolu da yoktur. Zira, mademki kâinatın nizamı ve bütün varlıkların yaratıcısı ancak Allah’tır, her şey O’nun irade ve kudreti ile meydana gelir. Hak Teâlâ, peygamber olarak seçtiği sevgili bir kulunu teyit ve tasdik için, tabiat kanunlarını ve kâinatın nizamını bir lâhzada dilediği şekilde değiştirilebilir. Nitekim herhangi bir anda kâinatın nizamını muayyen bir gayeye göre Hâk Teâlâ’nın değiştirdiği de vakidir. Hatta Allah’ın irade ve kud­retine bağlı olarak her an değişebilir de, Hâlık Teâlâ buna kadirdir. Ancak Kâinatın İlâhî nizamı, hiçbir gayeye istinat etmeden, boş ve abes olarak değiş­mez. İşte bu sebeplerle, mucizenin aklen mümkün ve bilfiil vaki olduğuna inan­mak lâzımdır. Mucizenin mahiyet ve mihrakına dair yapılacak araştırmalar, bu esaslar ve hudutlar içinde olmalı ve kalmalıdır.

Mucizenin sahih ve kabule şayan olması için şu şartlan hâiz bulunması gerektir:

a) Peygamberlik iddiasında bulunan zatın, göstereceği mucizenin bir mislinin (benzerinin) hiçbir şahıs tarafından gösterilemeyeceği hususunda meydan okuması (tehaddi) lâzımdır.

b) Gösterdiği mucizenin göstereceğini iddia ettiği hususa mutabık (uy­gun) olması ve mislini göstermekte insanların âciz kalması gerekir. (3)

Bu şartları hâiz olan mucizenin, peygamberliğe delâleti zaruridir. Çünkü Hak Teâlâ’nın kâzip (yalancı) bir kimsenin elinde böyle misli gösterilemeyen harikulâde bir mucize izhar etmesi, aklen muhaldir. Zira böyle bir şey, ya­lancı bir kimseyi tasdik etmek olur. Yalancıyı tasdik etmek, kiziptir (yalandır). Bu ise, Hak Teâlâ hakkında muhaldir.

Bazı şahısların usul ve kaidelerini öğrenmek suretiyle yaptıkları sihir, bir nevi mucize sayılamaz. Çünkü sihir, bir insanın zahiren maddi gücü dışında gö­rürse de, insanın ruhi ve nefsi güç ve takati dışında olan bir hâdise vasfında de­ğildir. Zira öyle olsaydı, öğrenilemez ve bir sanat haline getirilemezdi. Sihre inanmak ve onu sanat haline getirmek küfrü gerektirir. Zararından korunmak için sihir öğrenmek ise, büyük günahlardan sayılmıştır.

Mucize ise; insanların her türlü güçleri dışında kalan, çalışılarak elde edilemeyen ve ancak Allahu Teâlâ’nın iradesi ve verdiği güçle yapılan harikulâde bir hâdisedir. Sihir gibi kesbî değil, vehbîdir.

Bu takımdan, kötü maksatlarla ve şerir kimseler tarafından öğrenilerek bir sanat ve geçim vasıtası haline getirilen sihirbazlık, dinen haram kılınmış ve büyük günahlar (kebâir)dan sayılmıştır. (4)

Netice olarak; yukarda beyan edilen şekilde mucize izhar eden Peygamber­lerin mazhar oldukları ilâhî vahiy vasıtası ile Hak Teâlâ’dan telâkki ettikleri bilgiler, kesinlik ifade eder. Bu yolla bildirilen emirlere uymak ve yasaklardan kaçmak her Müslüman için farzdır. Bu haberlere “Haber-i Resul” denir ve Ke­lim âlimlerine göre “İlmin Sebepleri”ndendir.(5)

Peygamber olmadığı halde, zühdü takva ve keşif yolu ile yüksek derecelere ulaşan ve “Evliyâ” adı verilen bazı mürşitlere vaki olan ilham, kendileri için uyulması gereken bir delil sayılır ise de, başkaları için delil sayılmaz.

Bu hüküm, Kelâm âlimlerinin ekserisine göredir. İmam-i Gazali, İmam-ı Râzî ve Amidi gibi büyük İslâm âlim ve mütefekkirleri, keşif ve ilham yoluyla, yakini bir ilim hâsıl olabileceğini kabul etmişlerse de; keşif yoluyla alınan bir ilhamın, Kitap ve Sünnet’e aykırı olmamasını ve ilham sahibinin, ilhamı evhamdan ayırt edebilecek ilmi ve ruhi kudrete sahip olmasını şart koşmuşlardır. (6).

(1) Ali A. Aydın, İslâm’da İman ve Esasları, s.268 (İstanbul. 1979).
(2) a.g.e., s. 26.
(3) a,g.e., s. 268-269.
(4) Sadeddin Mes’ud b. Ömer et-Taftazanî; Şerhu’l Akaid en-Nesefiyye, s, 411. (Kahire-1939).
(5) Ali A. Aydın: İslâm İnançları ve Felsefesi, a, 116, 122. (İst. 1980).
(6) Fazla bilgi işin Bkz: Taftazanî, Şerhul-Makasıd. C, s. 130-135 (İst. 1277 H.), Es-Seyyid Ali b. Muhammed el-Cürcânî, Şerh-i Mevakıf C, 3, s. 177-181 (Kahire . 1311 H.).