KUR’AN’DA İNSAN VE KÂİNAT
Kur’ân, insanları, doğru ve hak yola götüren bir hidayet kitabıdır. O, önder olmak ve yol göstermek için gelmiştir. Kaynağı İlâhîdir ve bunun için de mu’ciz bir kitaptır. Kur’ân’ın muhatabı ise insandır. Allah, emaneti, kâinatın bir parçası olan göklere, yer ve dağlara arz etmiş, fakat bunlar, bu emaneti yüklenmekten çekinmişlerdir. Fakat insanoğlu, bu emaneti cesaretle yüklenmiş. (1)
Yol göstericilik ve önderlik görevi dolayısıyladır ki, Kur’ân, insanın Yaratıcısı ile insanın insanlarla ve insanın kâinat ve kâinat içerisindeki eşya ile olan ilişkilerini ele almış ve bu konularda bir takım kanun ve prensipler getirmiştir. Kur’ân, insanın Yaratıcısı ve insanlarla olan ilişkilerine dair geniş açıklamalar da bulunduğu ve kesin kanun ve prensipler getirdiği halde, insanın eşya ve kâinatla olan ilişkilerinde genel prensipler getirmiş, eşyanın mahiyet ve kanunlarının araştırılmasını insan zekâsı ve aklına terk etmiştir.
Genellikle insan-eşya ve kâinat ilişkisinde Kur’ân’ın getirdiği prensip ve kanunlar, eşyanın kullanılışı, diğer bir ifade ile eşyanın ne ölçüde kullanılıp kullanılamayacağı veya hangi eşyanın kullanılıp kullanılamayacağı yönündedir. Yoksa eşyanın mahiyeti ve nasıllığı yönünde değildir. Bunun için de Kur’ân, kâinat ve içindeki eşyadan, tafsilatlı olarak değil de, öz ve temel esaslar dâhilinde bahseder ve bunları, yüce Yaratıcının kudretinin bir nişanesi sayar. Ancak Kur’ân’ın bu konudaki ifade ve üslûbu, o kadar derin ve mu’cizdir ki, sanki O, eşyanın hakikatini, bir tohumdaki ruşeym gibi havidir.
Tetkik edilip incelendiğinde kâinatla ilgili Kur’ân âyetlerinin bir kristale benzediği ve hangi cephesinden bakılırsa, o cephesinde mutlaka ayrı bir mana veya yeni bir buluşa işaret ettiği görülmektedir. Bu demektir ki, insan-kâinat ilişkisine ait her bir âyetin, her asra bakan bir yüzü ve yönü vardır. Yani VII. asrın insanına bakan bir yüzü ve yönü bulunduğu gibi, XX. yüzyıl insanına bakan bir yüzü ve yönü vardır. İfade ve üslûbundaki bu özellik dolayısıyladır ki, her çağın insanı Kur’ân âyetlerinde kendi çağındaki anlayışa ve kültür seviyesine uygun bir mana bulabilmiş ve insan-eşya ilişkisine dair âyetleri, çağındaki anlayışa uygun bir biçimde yorumlamıştır.
Diyebiliriz ki, her ilim erbâbı, Kur’ân’da söyleyebileceği ve yazabileceği pek çok şey bulmuştur. Yine her ilim sahihinin, Kur’ân hakkında görüş ve düşünce olarak bir anlayışı daima varolagelmiştir.
İnsan, eşya ve kâinat ilişkisini, Kur’ân’ın çizdiği yol ve gösterdiği hedefler açısından ele alıp inceleyen ve bunu da büyük ölçüde tefsirine yansıtan büyük İslâm âlimi Fahreddin er-Râzî (ö. 606–1209) bu meseleyi, şöyle açıklamaktadır:
1. “Ay, güneş ve yıldızlardan bahsetmek ve onların hallerini, mahiyetlerini araştırmak ve düşünmek câiz olmasaydı, bizzat Allah, kendi kitabı Kur’ân’a bunları koymaz ve bunlardan bahsetmezdi.” (2)
2. Cenâb-ı Hak: “Başlarının üstündeki göğe bakmadılar mı? Biz onu nasıl bina ettik ve nasıl tezyin eyledik” (3) buyuruyor Bu âyet ile Allah, semanın kendisi tarafından nasıl bina edildiğini ve yaratıldığını düşünmeye ve araştırmaya davet ve teşvik etmektedir. (4)
3. Yine Allah Teâlâ; semaların ve yerin yaradılışı hakkında düşünenleri ve araştıranları methetmiş ve “Gölerin ve yerin yaratılışını düşünenler, Ey Rabbimiz, Sen bunları boşuna yaratmadın derler” (5) demiştir. (6)
Çağımızın büyük müfessiri Tantâvî Cevherî ö. h. 1359/1940) nin görüşü ise şöyledir:
"Gerçekten de Allah, Kur’ân’da müspet ilimlere ait âyetleri, şeriat hükümlerine ait âyetlerden daha fazla zikretmiş ve İlâhî inayetin bunlara yönelmesi, fıkıh hükümlerine yönelmesinden daha çok olmuştur. Müslümanlar, bu gerçeği anladığı zaman astronomi, matematik, geometri ilimlerini, jeoloji ve biyoloji ilimleriyle dünyada mevcut diğer bütün ilimleri öğrenecekler ve bütün bunların dinden olduklarını göreceklerdir.” (7)
Acaba Kur’ân, insan - eşya ilişkisine dair neler söylemekte ve ne gibi prensipler getirmektedir?
Şunu önemle belirtmeliyiz ki, pozitif ilimler, eşyanın “nasıllığı” ile uğraşır ve asla “niçin” ini araştırmaz. Zira niçin sorusu, pozitif ilimlerin sahası dışıdır. Kur’ân ise eşyanın “niçin” ini açıklar. “Nasıllığı”nı ise pozitif ilimlere bırakır. Nitekim şu âyetler, bunu açıkça göstermektedir:
“Gökte ve yerde olan şeylere bakın” (8)
"Yeryüzünde gezip dolaşın da Allah’ın ihtida mahlûkatı nasıl yasattığına bakın”(9)
“Başlarının üstündeki göğe bakmadılar mı? Biz onu nasıl bina ettik ve nasıl tezyin eyledik” (10)
“Allah’ın yarattığı şeylere bakmazlar mı?”(11)
“Müşrikler, yeryüzünde gezip dolaşıp kendilerinden evvelkilerin akıbetlerinin nasıl olduğuna bakmazlar mı “ (12)
“Onlar, deveye bakmazlar mı ki, nasıl yaratılmıştır.” (13)
“Bir de insan yediği şeye baksın” (14)
“Yiyeceğine içeceğine bak.Bozulup kokmamıştır.” (15)
“İnsan, neden yaratıldığına bir baksın.”(16)
“O, hanginizin daha güzel amel işleyeceğinizi imtihan için ölümü ve hayatı yaratandır. (17)
“Ben cinleri ve insanları ancak bana ibadet etsinler diye yarattım.” (18)
Kur’ân-ı Kerîm’de: “Yiyiniz, içiniz ve fakat israf etmeyiniz, şüphesiz Allah, israf edenleri sevmez” (19) mealindeki âyetle eşyanın ne ölçüde kullanılacağını, “Allah, size ölüyü, kanı, domuz etini ve Allah’tan başkası için kesilen hayvanı kesinlikle haram kılmıştır” (20) mealindeki âyet ile de hangi eşyaların kullanılamayacağı açıklanmıştır.
Örnek olarak sunduğumuz bu âyet mealleri dışında daha pek çok insan-eşya ve kâinat ilişkisine dair âyet mevcuttur. Fakat bu kadarının maksadı ifade ettiği kanaatindeyiz.
Kur’ân’daki insan-eşya ve kâinat ilişkisine dair âyetlerin ortaya koyduğu genel prensip ve kanunlar ile insana terk edilen sahada, insanların araştırma, gözlem ve deney yolu ile elde ettikleri neticelerin ışığı altında insan, eşya ilişkisini, şöyle tespit edebiliriz:
a) İnsanların gözlem, deney ve araştırma yolu ile elde ettikleri neticelerin yani pozitif ilimlere ait kanunların sahası, tabiat olaylarım anlama, sınıflandırma ve onları kontrol etme olduğu halde, (21) Kur’an-ı Kerim’in sahası ve gayesi, bütün ilimlere ait prensip ve kanunları keşfedip onlardan faydalanmasını bilen insanın hidayeti ve onun dünya ve ahiret saadetidir.
b) Pozitif ilimler, gözlem ve deney metotlarının kullanıldığı maddi cisimler ve varlıklar yani eşya üzerinde araştırma ve inceleme yaptıkları halde, Kur’ân-ı Kerîm, insanlarla yani insanların duyguları, düşünceleri, inançları, anlayışları, davranışları, ibadetleri ve diğer varlıklarıyla olan irtibatları ve ilişkileriyle ilgilenmekte ve bunlara dair prensipler ve hükümler getirmektedir. (22)
c) Pozitif ilimler, sahalarına giren konularda derinlemesine ve geniş bir şekilde araştırma yapıp, bu konularda detaylı ve teferruatlı bilgiler verirken, Kur’ân-ı Kerîm, bu ilimlere konu vermekte ve bazı ilmî hakikatlerden ve kanunlardan genel hatlarıyla bahsetmekte ve bu ilmi hakikatlerin sonuçlarım açıklamaktadır.
d) Pozitif ilimlerin teorileri ve kanunları rölatif (izâfî) olduğu ve zamanla değişmesi ihtimali bulunduğu halde, Kur’ân’ın getirdiği hükümlerin ve prensiplerin değişmesi asla söz konusu olmamaktadır. Ancak insanı hür ve serbest bıraktığı pozitif ilimler sahasıyla ilgili âyetlerin lafızlarında her hangi bir değişiklik söz konusu olmaksızın, sadece bu âyetlerin yorumlarında ve tefsirlerin,de zorunlu olarak farklı anlayışlar bulunmaktadır. Buna da Kur’ân’ın üslup ve ifadesi müsaittir. Zira rölatif bir yapıya sahip olan pozitif ilimlere ait kanunlar gelişip değiştikçe, eşya ve kâinatla ilgili âyetlerin yorumu da değişmektedir. Bu da tabiî bir sonuçtur.
e) Pozitif ilimler, varlığın sırrını çözmemekte (zira bu pozitif ilimlerin konusu dışıdır) niçin varız, nereden geldik, nereye gidiyoruz, kâinattaki varlıklar bize ne ifade etmektedir? Ölüm ve hayat niçin yaratılmıştır?... sorularına da cevap verememektedir. Bunun tam aksine Kur’ân, varlığın sırrını açıklamakta ve bütün bu ve benzeri sorulara cevap verebilmektedir. Belki de bu, Kur’ân’ın gayelerinin başında yer almaktadır.
f) Pozitif ilimler, temelde Matematik ile bir münasebetinin bulunması, gözlem ve deney sonuçlarının değerlendirilmesi esnasında akla ve mantığa dayanılması sebebiyle az veya çok bir metafizik yöne sahiptir. (23) Buna mukabil Kur’ân-ı Kerîm, vahye ve ilâhî bir kaynağa dayandığından, metafizik sahaya ait net ve kesin hükümler getirmekle birlikte; aynı zamanda tabiat olaylarına ve varlıklara dair bilgiler vermek suretiyle de pozitif ilimlere ışık tutan bir yapıya sahip bulunmaktadır.
Sonuç olarak diyebiliriz ki; bilim, var oldukça gelişecektir. Geliştikçe de yeni yeni meseleler ortaya çıkacaktır. Bundan dolayı da her zaman ve mekân için asıl olan Kur’ân’dır ve kur’ânî hakikatlerdir. İlmî gerçekler, Kur’âni gerçeklere uygun olabilir de bazı nazariye ve teorilerde olduğu gibi olmayabilir de.. Pratik ve tecrübî gerçeklerin sahası ile Kur’ânî hakikatlerin ve hükümlerin sahası birbirinden farklıdır.
İnsan aklı, pratik ve tecrübeyi ilgilendiren konularda hürdür ve dilediği dibi hareket edebilir. Fakat insan aklının bulduğu her şey, nihaî gerçek demek değildir. Bu bakımdan Kur’ân ile pozitif ilimler arasındaki ilişkiden doğan neticelerin ışığında şunu söyleyebiliriz ki, Kur’ân’daki insan-eşya ve kâinat ilişkisine ait âyetlerin pozitif ilimlerin ışığında yapılan tefsir ve yorumları, nihai gerçekler değildir. Bu âyetler, çağın ilmî anlayışına uygun bir biçimde yorumlanabilir. Çağların değişmesiyle değişebilen ilim anlayışına uygun yapılan yorumlar ve tefsirler, Kur’ân’ın gerçekliliğine ve O’nun ilmi i’cazına bir halel getirmez. Esas olan Kur’ân’ın söyledikleri ve özellikle O’nun lâfzıdır. Yorumlar ve tefsirler ise, mutlaka zorunlu fakat kesin neticeler değildir ve asla Kur’ân’ın kendisi de değildir. Zira hiçbir zaman ne tecrübe ve ne de yorum, aslının yerine kaim olamaz. Zamanla gelişen ve değişen yorum, Kur’ân âyetlerini değiştiremez, ancak anlamını şu veya bu yönde genişletip yeni bir üslupla anlatabilir.
KUR’AN ve İLİM
İslâm âleminde hicri II. asırda başlayıp V. asra kadar sürmüş olan ve batı düşüncesine önemli ölçüde kaynaklık etmiş bulunan ilmi ve fikri faaliyetin temeli, ilk defa akla ve düşünceye büyük değer veren Kur’ân’da yer almıştır. Daha X. asırda Rönesansını yaparak durmadan değişen ve gelişen hadiseler, ilmi ve sosyal olaylar üzerine büyük ve esaslı görüşler ortaya koyan ve o çağlardaki insanların her türlü problemlerini çözen İslâm ilminin ve İslâm medeniyetinin asıl ve temel kaynağını oluşturan da yine Kur’an olmuştur.
Nazar, tedebbür, tefekkür ve araştırmayı emreden âyetlerin dışında, Kur’ân’da düşünme ile ilgili olarak akıl ve ondan türeyen diğer kelimeler, değişik şekillerde takriben 65 yerde geçmekte(24), ayrıca cehalet ve bilgisizliğin yerildiği âyetlerin sayısı ise 25 i bulmaktadır. (25)
İslâm, hâkim olduğu yer ve devirler boyunca hiçbir zaman hür düşünce ve pozitif ilimlerle bir çelişkiye ve çekişmeye düşmemiştir. Zira Kur’ân’ın getirdiği kanunlar ve prensipler içinde, kendisini ilim ve hür düşünce ile çelişmek ve çekişmekten uzak tutan birçok genel esaslar mevcuttur. Bu esaslardan biri de Kur’ân’daki genel tabiat kanunları konusudur. Gerçi harikulâde haller ve mucizeler Kur’ân’da mevcuttur. Kur’ân’da zikredilen bu mucizeler, Allah’ın, hür iradesinin ve yaratmasının tabii bir sonucu olarak peygamberlerine verdiği özel ve olağanüstü yetkilerden ve onların uyguladığı bir anlık ve geçici durumlardan ibarettir. Aslında bu mucizeler, genel tabiat kanunlarını bozmadığı gibi, ayrıca verdiği mesajlarla da insanlığın bu sahalarda ulaşabilecekleri nihâi noktalara da işaret etmektedir. Tantâvi Cevherî’nin de dediği gibi, bizzat Allah’ın kendi kudret eliyle yapıp meydana getirdiği kâinata koyduğu kanunlarla, bizim "Semâvi Kitap” dediğimiz “Kelâmî Kitabı” Kur’ân’a koyduğu kanunlar ve prensipler arasında hiçbir tenakuz yoktur. (26)
Çünkü bütün tabiat kanunlarını Allah koymuştur ve Allah’ın koyduğu bu kanunlarda herhangi bir değişiklik söz konusu değildir. Nitekim Cenab-ı Hak, bu gerçeği;
“Sen, Allah’ın sünnetinde asla bir tebdil bulamazsın. Allah’ın sünnetinde (tabiat kanunlarında) bir değişiklik bulamazsın” (27) mealindeki âyeti ile ifade etmektedir.
İslâm âleminde ilim-din, diğer bir ifade ile İslâm-ilim çekişmesine imkân vermeyen esaslardan bir diğeri ise; Kur’ân’ın, kâinat ve içindeki varlıkları ve tabiat olaylarını, düşünmeyi, araştırmayı emretmesi ve bunları anlamak için aklı ve hissi birlikte kullanmayı teşvik etmiş olmasıdır. Kur’ân, taklidi kötülemekte, skolastisim’e ve zanna şiddetle karşı durmaktadır. Kur’ân’daki ilmi metot, istikra ve müşahede metodudur. (28)
Bu konuyu açıklayan Kur’ân âyetleri ise şunlardır:
‘‘Onlara Allah’ın indirdiğine uyun denildiğinde, biz babalarınım üzerinde bulduğumuz şeye tabi oluruz derler. Babalan bir şey anlamaz ve hidayeti bulmaz takımından iseler, yine onlara uyarlar mı?”(29)
“De ki: Nezdinizde bir ilim var mıdır ki çıkarıp bize gösteresiniz. Siz ancak zatına uyar ve ancak yalan söylersiniz.” (30)
“Onların çoğu, ancak zanna tabi’ olurlar. Zann ise haktan bir şey ifade etmez. Allah işledikleri şeyleri kemaliyle bilir.”(31)
‘‘Hâlbuki onların bu hususta bir bilgisi yoktur. Onlar, ancak zanna tabi’ oluyorlar. Zann ise haktan hiçbir şey ifade etmez.” (32)
Görüldüğü gibi Kur’ân, risaletini insanlara ispat konusunda düşünme, mantık ve akla önem vermiş ve onları zanna tabi’ olmaktan ve taklitten men etmiş, ayrıca birçok âyetleri ile de aklın, duyu organlarını ve müşahedenin esaslı olarak kullanılmasını ısrarla emretmiştir.” (33)
Hz. Peygambere inen ilk âyetlerin okumayı emretmiş olması ve bütün ilimlerin temeli olarak kaleme medh ü sena yapılmış olması da özellikle dikkat çekicidir. (34) Ayrıca Peygamberimizin okuma ve yazmayı teşvik etmiş olması, nazil olan her âyeti yazdırması ve ezberletmesi, kendisinin bizzat bu âyetleri ashabına öğretmesi ve öğretilmesini istemiş olması da, İslâm’ın ilme verdiği önemi belirten bir başka önemli belgedir. Yine Peygamberimizin Arapçadan başka İbranice ve Süryanice gibi yabancı dillerin öğrenilmesini de istemesi kayda değer bir konudur. (35)
KUR’AN ve MODERN İLİMLER
Kur’ân-ı Kerîm, her çeşit ilim verilerini objektif bir şekilde zikretmiş ve bu ilimlerin konularını ve meselelerini nazil olduğu çağdaki anlayışa göre değil, kendi gayesine her zaman hizmet edecek ve her çağın anlayışına hitap edecek şekilde ifade etmiştir. Bu bakımdan her asrın insanı, ilimlerin konularını ve meselelerini anlatan bu âyetleri, kendi çağının ilmi anlayışına ve görüşüne göre yorumlamış ve çağlara göre değişik yorum ve anlayış farklılıkları meydana gelmiştir.
Kur’ân’ı, pozitif ilimlerin verileriyle yorumlayan ve hatta çıkmış ve çıkacak bütün ilimlerin veya her şeyin Kur’ân’da mevcut olduğuna inanan kimselerin, bu görüşlerini dayandırdıkları âyetler ise (mealen) şunlardır:
a) “Yeryüzünde yaş ve kuru, istisnasız her şey apaçık bir kitaptır.”(36)
b) “Biz kitapta hiç bir şeyi ihmal etmedik” (37)
c) “Biz sana her şeyi açıklayıcı kitabı indirdik.” (38)
d) “Hiç Kur’ân’ı tedebbür etmiyorlar mı ?”(39)
Âyet-i kerimelerin zâhirî anlamlarından da anlaşılacağı üzere, Kur”ân’da her şeyin var olduğunu ve çıkmış ve çıkacak bütün ilimlerin hepsine işaret bulunduğunu, bu âyet meallerinde açıkça görmekteyiz.
Şüphesiz bir müfessir, Kur’ân-ı Kerlm’i kendisi için tefsir etmez. O’nu insanlar için tefsir eder. Bundan dolayı da çağının fikirlerini, görüşlerini belirtmek, açık ve seçik olan tabiî ve ilmi konulardaki Kur’ân lâfızlarını açıklamak, Allah’ın koyduğu tabiat kanunlarını (sünnetullahı), içtimaî ve siyasî nizamları, iktisat ve ahlâk kaidelerini açıklamak, bir müfessirin başta gelen görevleri arasında yer alır.
Kur’ân’daki her bir âyetin, sarîh ve açık manalarının yanında ayrıca birçok iş’âri manaları da vardır. Nitekim Kur’ân’da Hz. Süleyman’ın mucizesi olarak, O’nun rüzgârla bir günde iki aylık mesafeyi kat ettiği bildirilmektedir. (40) Ayet, Hz. Süleyman’ın bir mucizesini sarahaten ifade etmektedir. Ancak rüzgâr bir vasıta, Hz. Süleyman da bir insan olduğuna göre âyet, çağımızın harika vasıtaları uçak ve füzeye de işaret etmektedir diyebiliriz. Bu âyet, sarih anlamda Hz. Süleyman’ın mucizesini bildirirken, diğer yandan da işârî olarak insanların, bir günde iki aylık mesafeyi kat edecekleri bir vasıtayı açıklamaktadır. Bu vasıta ise çağımızın bir harikası olan uçak veya füzedir.
Yine Kur’ân’da Hz. Süleyman’ın Belkıs’ın tahtını yanına getirmek istediğinde, bir âlimin, “Ben onu, gözünü yumup açıncaya kadar sana getiririm” (41) diyerek tahtı getirdiği anlatılmaktadır. Hz. Süleyman, Filistin’de kral, Belkıs ise Yemen’de kraliçe idi. Kur’ân’da anlatılan husus şudur: Yemen’de Belkıs’ın tahtı, göz kırpması gibi çok kısa bir anda Filistin’de bulunan Hz. Süleyman’ın yanına getirilmiştir. Bu gerçektir ve Hz. Süleyman’ın bir mucizesidir. Bu olayı, bir mucize olarak kabul etmek ve inanmak, imanın gereğidir. İnkârı ise insanı küfre götürür.
Bununla birlikte bu olayın, günümüze tuttuğu ışık nedir? Acaba bu olay, eşyayı aynen veya sureten göstermenin mümkün olduğuna ve televizyona işaret etmez mi? (42)
Bu âyete, metafizik açıdan en ileri manayı veren Mühiddin Arabi (ö. 638/1240) olmuştur. Ona göre yüce Allah, kâinatı her an var edip yok etmektedir. Tahtı, yok etme anında Yemen’de yok etmiş ve ayni anda onu Filistin’de var etmiştir. Mühiddin Arabî, bu metafiziki manada gerçekten çok ileri gitmiş ve onu varlığın menşeine dayamıştır. Bu yorumda zaman kavramı nerdeyse yoktur. (43)
Prof. Dr. Hüseyin Atay, bu âyeti bir başka olaya işaret ettirmektedir. “Bana öyle geliyor ki, bu, “uzay yolu” filminde gösterilen bir insanı, nesneyi veya maddeyi uzak bir yere ışınlamak yoluyla nakletmeye çok benzemektedir. Ancak bu ışınlama ilerler ve gerçekleşirse, bu âyet-i kerimen’in daha iyi anlaşılacağına inanıyorum. Işınlama metodu henüz bir hayal ve deney safhasındadır. Bunu söylemekle ışınlamanın Kur’ân’dan alındığını iddia etmiyorum. Bunu icat edenlerin Kur’ân’daki bu olaydan haberleri yoktur ama ışınlama veya onun yerine geçecek başka ve daha geliştirilmiş bir nakil aracı veya mesafeyi kat etme metodu ortaya çıkacak olursa, bu âyetin daha iyi anlaşılmasına faydalı olacağı da şüphesizdir. Bu gibi ilmi, keşif ve verilerle münasebeti devam ettirmek ve onlardan istifade etmek, Kur’ân’ı anlamak için doğru bir tutum ve kaçınılmaz bir görev kabul edilmelidir." (44)
Kur’ân-ı Kerim’de insanın kendisini tanıyıp bileceği konulara bakmayı emreden 350, yeryüzünde ki tabiat olaylarına bakmayı ve onları araştırmayı teşvik eden 50 den fazla âyet mevcuttur. (45) Bununla birlikte modern (pozitif) ilimlere işaret eden âyetlerin sayısı ise 750 ye ulaşmaktadır. (46)
Yine Kur’ân’da 88 i Mekkî, 28 sı Medeni olmak üzere mevcut 114 surenin bir kısmının adı, tabiat olaylarına ve astronomiye aittir: Nûr, Ra’d, Duhan, Necm, Kamer, Şems, Burûç, Leyi, Meâriç, ve asr gibi..
Bir kısmı da insan ve hayvan gibi canlı varlıkların adlarını taşır: İnsan, Nâs, Şuarâ, Enbiyâ, Nisâ, Ahzâb, Bakara, Nahl, Aukebût ve Fil gibi.. (47)
Kur’ân’daki bazı âyetlerin açık ve bazı âyetlerin de iş’âri olarak İlmi ve fenni konulara, tabiat olaylarına ve kanunlara, kâinattaki canlı ve cansız varlıklara temas edip bunlardan bahsetmesi, Kur’ân’ın pozitif ilimlerle olan açık ilişkisini göstermektedir.