Makale

İSLÂM DÜŞÜNCESİNİN İLÂHÎ VE BEŞERİ CEPHESİ

İSLÂM DÜŞÜNCESİNİN İLÂHÎ VE BEŞERİ CEPHESİ

Yrd. Doç. Dr. Bekir KARLIĞA
M.Ü. İlahiyat Fakültesi
Kelâm ve İslâm Felsefesi Böl. Bşk.

İslâm düşüncesi, kaynağı ve dayandığı esaslar bakımından ilâhi eserleri ve sonuçları bakımından beşerî bir düşüncedir. İslâm düşüncesinin İlâhî cephesini Kur’an-ı Kerîm ve Onun izah ve yorumlarından meydana gelen Sünnet-i Seniyye temsil eder. Beşerî cephesini ise, Kur’ân ve sünnet temelinden hareketle, insan, hayat kâinât ve varlık hakkında akıl ve tecrübeler ışığında geliştirilen her neviden fikrî çalışmalar temsil eder. Bu sebeple İslâm düşüncesi, diğer düşünce tarzlarında mevcut olmayan; ilâhî ve beşerî özellikleri birlikte taşıma imtiyâzına sahiptir.

İslâm düşüncesinin İlâhî cephesi; statik (sabit-değişmez), beşerî cephesi ise hayat şartlarına göre değişen (dinamik) olduğu için ilâhî cepheye ters olmamak kaydı ile İslâm’da her türden düşünce serbesttir. Kişi aklını kul­lanarak veya tecrübelerine dayanarak bir görüş beyân ederse bu görüşünde isabet etse de, yanılsa da —İslâm ilkelerine göre— ilâhî mükâfata (sevap) nâil olur. “Amr ibn As, Hz. Peygamberden rivayet eder ki o şöyle buyurmuş: “Hâkim ictihâd edip hükmünde isabet ederse ona iki mükâfat vardır. İçtihâd edip hükmünde yanılırsa onun için de bir mükâfat vardır. (1)

İslâm düşüncesinin ilâhî cephesi, bütün Müslümanları bağlayıcı olduğu hal­de, beşerî cephesi bağlayıcı bir özellik taşımaz. Dolayısıyla beşerî cephesini reddetmek, kişinin imanını zedelemez.

İslâm düşüncesinin ilâhî cephesi bâkî ve ebedîdir, beşer eliyle değiştiri­lemez, reform yapılamaz çünkü onu gönderen zât; —İslâm inançlarına göre— ezelî, ebedî ve bâkî olan Allah Teâlâ’dır. Beşerî cephesi ise zamana ve şartla­ra göre değişir, çünkü onun menşei olan insan bünyesi sürekli değişime uğra­maktadır. İnsan, bir parçasını teşkil ettiği kâinât gibi fânîdir; Fânî bir varlığın bâkî ve edebî prensipler ortaya koyması mümkün değildir, insan menşeli fikir­ler, zaman ve şartlarla sınırlıdır. Ancak insanlık süreklilik arz ettiği gibi, in­sanların düşüncesi de birbirine ilişerek devamlılık arz etmekte, nesillerden nesillere intikâl etmektedir. Bir düşünürün büyüklüğü; daha geniş bir zaman aralığında geçerli olan fikirler ortaya koymuş olmasındadır ama ne olursa ol­sun, her düşünürün fikirleri —kendisinin ve içinde yaşadığı evrenin yapısı gibi— fâni olduğu için değişmeye maruz ve eksikliklerle ma’lûldur.

1 — İslâm Düşüncesinin İlâhi Tarafı:

Gerçek anlamda İslâm düşüncesi, bu düşüncenin ilahî cephesini teşkil eden kısımdır. Müslümanlar- bakımından tartışmasız kabul edilen de bu bölümdür. Beşerî kısmı ise zamanla ve şartlara göre değişiklik arz eden ve bağlayıcı nite­liği olmayan kısımdır. Biz İslam düşüncesinin İlâhî cephesini burada kısaca ele almak, beşerî cephesini ise daha sonra ve detaylı olarak incelemek istiyoruz.

Saf haliyle İslâm düşüncesi, ilâhî düşüncedir. Bu düşüncenin ifadesi ise Kur’ân-ı Kerîm’dir. Öyleyse saf İslâm düşüncesi, Kur’ân düşüncesidir. Resûlullah kendiliğinden bir düşünce sistemi getirmemiştir. Arap cemiyetinin sosyal, eko­nomik ve politik şartları da bu düşüncenin doğmasını gerektirmemiştir. O günkü dünya şartları da böyle bir düşünceyi motive etmemiştir. Dolayısıyla bu düşünce sistemi Kur’ân-ı Kerim tarafından ve şartlara bağlı olmaksızın tamamen özgür bir iradenin eseri olarak getirilmiştir. Tarihte hiç bir ilâhî esere nasip ol­mayan titizlikle Müslümanlar tarafından Kur’ân-ı Kerîm korunup saklanmış ve hiçbir el, O’nun metnini değiştirme imkânını bulamamıştır.

Kur’ân’ın getirmiş olduğu bu saf İslâm düşüncesini, bugün biz de ilk gün­deki gibi anlayıp kavrama imkânına sahip bulunmaktayız. Bu, ancak, peşin hükümlerden ve bize empoze edilen klasik ve tarihî perspektiflerden uzak olarak doğrudan doğruya ve saf bir kafa ile ona baktığımız zaman mümkün olur. Bunun da ne kadar zor ve bâdireli bir şey olduğunu söylememek imkân­sızdır. Peygamberden sonra, sosyal zaruretler bu ana kaynağın yorumunu ge­rekli kılmış ve her mütefekkir ona yeni bir yorum eklemiştir. Böylece İslam düşüncesinin beşerî cephesi tekevvün etmiştir. Fıkıh tartışmaları, kelâm ve akâid münâkaşaları hep sonradan zuhûr etmiş olup, kendi devrinin şartlarını yansıtan beşerî unsurlardır.

İlk Müslümanların biricik mürâcaat kaynakları Kur’ân-ı Kerîm ve O’nu bildiren Resul-i Ekrem idi. Hz. Âişe’nin ifâdesiyle Resulullah’ın "ahlâkı, Kur’ân’ın kendisiydi.” Bunun için İslâm düşüncesinin ilâhî cephesini araştırırken öncelikle Kur’ân-ı Kerîm’e başvurmak gerekir. Kur’ân-ı Kerîm’in getirdiği düşünce sis­teminin temel karakteristik özelliklerini araştırdığımızda başlıca şu hususiyetler ile karşılaşırız:

I— İlâhî Bir Düşünce Sistemi :

Kur’ân’a dayalı İslâm düşüncesinin en önemli ve birinci özelliği, ilâhî bir dü­şünce sistemi olmasıdır. İslâm inancına göre Kur’ân Allah tarafından gönderil­miştir. O’nun ortaya koyduğu düşünce esasları da Allah tarafından vazedilmiş­tir. Allah, insanın ve onun içinde yaşadığı kâinâtın yaratanıdır. Yaratan, el­bette ki yarattıklarını en iyi bilendir. “Yaratan bilmez mi hiç? O, Lâtîfdir, Habîrdir.(2) Dolayısıyla O’nun yarattıkları için koymuş olduğu esaslar da insanın mekanizması itibâriyle kavramaktan âciz olduğu bütün noktaları ku­şatıcı mahiyette olacaktır. Netice olarak, insanın mevcut yapısından kaynak­lanan eksiklikler ve yanlışlıklar yaratıcının vazettiği fikir sisteminde görül­meyecektir.

Ne var ki ilâhi kaynak, günlük hayatın gerekleriyle alâkalı detayları açıklamamıştır. Açıklamaması da bu düşünce sisteminin mantıkî bir gereği­dir çünkü beşerin temel karakteri değişmez, ihtiyaçları ise zaman içinde de­ğişiklik gösterir. Bu açıklanmayan kısım insanlar tarafından kendi devirlerindeki şartlara göre değişip gelişebilir. Ancak bu noktada insan zekâsının önüne bir set çekilmiş değildir. Aksine insan zekâsı kendi kapasitesi içinde serbestçe ve elverdiğince geniş bir alanda faaliyet yapar ama insan bünyesinin ve bu bünyeden doğan eksikliklerden uzak olması imkânsız olan araçların, bir türlü mahiyetini kavrayamayacağı ve çözemeyeceği konularda kendini yıpratıp enerjisini tüketmesine de imkân bırakmaz. Bu gibi ana ilkeler İlâhî menşe’den alınır, hayatın zaruri değişimi ile değişecek kısımlar ise, o gün düşünen kafa­ların bu ana ilkelere ters düşmeyecek şekilde geliştirdikleri prensipler olarak kabul edilir.

Kur’ân düşüncesi böylece meseleyi son derece elâstikî biçimde vazetmiş­tir. Ne bazı düşünce sistemlerinde olduğu gibi, her şeyi ilâhî menşe’e dayandı­rıp bundan farklı görüşleri aforoz etmiştir, ne de pozitivist düşünce sistemlerinde olduğu gibi, insan dışı tüm kaynakları yok farz ederek, insanı her şeyin menşe’i kabul etmiştir.

Bundan sonraki özellikler temelde bu ilâhî olma özelliğine dayanmaktadır.

II — Tevhîd Esasına Dayalı Bir Düşünce Sistemi:

Kur’ân düşüncesinin ikinci ve temel özelliği de tevhîdci bir düşünce sis­temi olmasıdır. İnsan zekâsının çoğunlukla yanıldığı konuların başında tanrı anlayışı gelir. Sağlam ve kapsamlı bir tanrı anlayışına sahip olmadan hayatta sağlam adımlar atmak imkânsızdır. Ne var ki soyut bir alan olan ulûhiyyet konusunda çok eski dönemlerden beri pek çok hurafe ve uydurmalar göze çarp­maktadır. Eksik veya yanlış bir ulûhiyyet fikri, hayatın, diğer problemlerine de eksik ve çarpık bakma sonucunu doğurur. Biz kabul etsek de, etmesek de en ilkelinden en gelişmişine kadar insanların kafasını en çok meşgul eden konu tanrı konusu olmuştur. Ve bu konuda —konunun imkânları dâhilinde— ki ger­çekten çok girifttir— en rasyonel ve en tutarlı, aynı zamanda insanın varlık ya­pısına en uygun tanrı anlayışı Kur’ân’ın getirdiği tevhîdçi tanrı anlayışıdır.

Tevhîdçi anlayışı, yalnızca Kur’ân getirmemiştir elbette. Gerek Yâhûdîlik, gerekse Hıristiyanlık ondan önce tevhîd anlayışını getirmişlerdir. Fakat zaman içinde, muhtelif sebeplerle bu iki dindeki tevhîd anlayışı çok tanrıcı bir nite­liğe büründürülmüş ve tek tanrıcı özü ortadan kaldırılmıştır. Hemen belirtelim ki, XIX. yüzyıl pozitivizminin etkisiyle gelişmiş olan sosyoloji ve buna daya­narak kurulmuş olan dinler tarihinin evolüsyonist tezi gerçekte hiç de hakikati ifade etmemektedir. Dinler tarihi tarafından ortaya konan, çok tanrıcılıktan tek tanrıcılığa doğru tekâmül anlayışı, Kur’ân tarafından reddedilir. Kur’ân, bü­tün dinlerin aslının tek tanrıcılık esasına dayandığını, ancak bir süre sonra insanlar tarafından tahrif edildiğini belirtir. Dolayısıyla mythe’lerin kaynağı —sosyo­lojinin iddiasının aksine— dinler olmaktadır. Dinler insanlar tarafından tahrif edile edile, neticede mitoloji haline döndürülmekte ve böylece muharref dinler ortaya çıkmaktadır. Kur’ân anlayışına göre, ilk din yeryüzüne Hz. Âdem ile gelmiş tevhîd (monoteist-tek tanrıcı) dinidir. Bundan sonra insanlar tarafından hep tahrifat yapılmış ve gelen yeni peygamber de tekrar tevhîd esaslarını getirmiştir. Daha sonra gelen Yâhûdîlik ve Hıristiyanlık da kendisini tahrifattan kurtaramamış ve en son din olmak üzere İslâm dini tevhîd esaslarını getir­miştir.

Kur’ân düşüncesi de bütün kavram ve yorumlarında bu tevhîdçi ilkeyi temel alır ve politeist anlayışa vesile olacak yorumlardan kaçınır. Bu sebeple zaten İslâm düşüncesinin İlâhî cephesi tahrifattan uzak kalmıştır.

Tek bir tanrıya bağlanmak; insanın davranışları bakımından büyük önem ifade eder. Bilhassa insanın değişik değer merkezleri etrafında eğilip bükülme­sini önler. Kişiye şahsiyet kazandırır. Modern düşüncenin insana vermeye çalıştığı özgür kişiliğin gelişmesinde büyük bir etken olur.

III — Değişmez Bir Düşünce Sistemi:

İnsan, hayatı boyunca sürekli değişimlere uğradığı için, her zaman ken­dine sabit noktalar bulmaya çalışır. Bu sabit noktalara dayanarak bir takım atılımlar yapar. Gündelik hayatımızda karşılaştığımız bu olgu düşünce haya­tımız bakımından da önemlidir çünkü bütün değer noktalarının değişmesi ha­linde ortada başvurulabilecek hiçbir ölçü kalmaz. O zaman da bir sistem kurmak imkânı bulunmaz.

Fakat hayatın değişken akışı içerisinde, değişmez değerlerin bulunması olumsuz bir rol oynamaz mı? Çoğunlukla insanları olduğu yerde saydıran tu­tucu akımlar, bu değişmez değerlerden kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla İslâm düşüncesi de böyle bir tutucu hüviyete bürünmez mi?

Değişme ve değişmezlik, tabiatın içinden kaynaklanan bir kanundur. An­cak tabiat bu ikisi arasında bir denge kurmuştur. Hayat ve kâinâtta ana yö­rünge sâbittir, bu yörünge üzerinde değişim vardır fakat yörünge hiçbir şe­kilde değişmez, insanın ihtiyaçları değişmez ama bu ihtiyaçların karşılanış biçimi değişir. İnsan tabiatı hiçbir zaman için değişmez, ancak bu tabiatın ge­rekleri ve bunların karşılanış biçimi değişir. Evrenin nizâmı sabittir. Bu nizâmın seyrinde zaman içinde değişiklik olabilir.

Değişmez prensiplerin kabulü, insan ve hayat için belirli bir ölçü kabul etmek ve bu ölçü üzerinde birleşmek demektir, insanların geçici arzu ve he­veslerine, devrin akışına, şartların icabına göre her şeyi değiştirmeyip, geçici esaslara göre düzeni bozmayıp, bunların başvurması için bir ölçü, kriter ve mikyas vazetmektir. Toplumsal hayat, hukuk, devlet ve bir anlamda hayat belirli ölçüler üzerinde anlaşmaya dayanır. Bu anlaşma noktaları kısa aralıklarla değişecek olursa, düzen yerini anarşi alır. Kur’ân’ın ifadesiyle, “Eğer hak onların arzusuna uysaydı, yeryüzü, gökler ve ikisinde bulunanlar fesada uğrardı.” (3).

Kur’ân-ı Kerîm, değişmez değerleri hayatın bütün safhalarına yaymak yerine, sadece bazı temel ilkelere inhisâr ettirmiştir. Dolayısıyla hayatın akışı içerisindeki değişimlerin hepsini sabit tutmayı kabul etmemiştir. Bu da din­lerin pek çoğunda ve gelenekselleşmiş kuramlarda karşılaştığımız tutucu nite­liği ortadan kaldırdığı gibi, onun karşıtı olarak, modern düşünce akımlarının çoğunda karşılaştığımız sürekli değişim fikrinden kaynaklanan sabit ölçü ka­bul etmeme anarşisine de imkân bırakmamaktadır. Böylece tıpkı tabiat gibi değişim ile değişmezlik arasında vasat bir nokta tespit etmektedir. Zaten İslâm ölçülerine göre, tabiatı yaratan Allah olduğu gibi, Kur’ânı indiren de Allah’­tır. Tabiat Allah’ın görülen eseri, Kur’ân Allah’ın okunan kitabıdır. Bu ikisi bir­birini nakzetmek şöyle dursun, birbirini tamamlamakta ve tasdik etmektedir. “Allah’ın insanları yarattığı fıtratı.” (4) Tabiata Allah tarafından konulmuş olan bu kanunlar Allah’ın tabii sünnetini teşkil eder ki, "sen Allah’ın sünne­tinde bir değişme göremezsin.” (5) Allah tabii hayat için kanunlar koyduğu gibi, sosyal hayat içinde kurallar koymuş ve bunu Kur’ân-ı Kerim vâsıtasıyla insanlara bildirmiştir Bu kurallar yalnız Müslümanlar için değil, tüm insan­lar için geçerlidir.

IV— Dengeli Bir Düşünce Sistemi:

İslâm düşüncesinin İlâhi cephesini temsil eden Kur’ân düşüncesi her ko­nuda dengeyi esas almıştır. Kur’ân’ın tasvirine göre Allah; kâinâtta bir denge kurmuştur. Bu denge Allah’ın bütün eserlerinde göze çarpmaktadır. ‘’Doğrusu biz her şeyi bir kadere (ölçü) göre yaratmışızdır.”(6) Bu ölçü, içinde yaşadığı­mız tabii âlemin her tarafında görülmektedir. Güneş sisteminden dünyanın diğer gök cisimleriyle uzaklığına, dünyanın eğiminden, elips şeklindeki yapısı­na kadar bütün evren denge üzerinde durmaktadır. Şayet bu denge unsurlarından birisi çok cüz’i bir miktar şaşıracak olursa, kâinatın seyri değişir, belki de mahvolup gider.

Canlıların hayatı denge esası üzerine kaimdir. Oksijenin biraz fazla veya eksik oranda alınmasından, organların işleyişine kadar her türden fizyolojik vakalarda bir denge hâkimdir. Sanattan düşünceye kadar her alanda denge esastır. İşte Kur’ân düşüncesi, bir fikir sistemi olarak her konuda dengeyi ana ilke olarak benimsemiştir. Hâlbuki diğer düşünce sistemleri denge kurmak yerine, denge noktalarından birine ağırlık vermektedirler. Bu denge noktala­rını şöylece belirleyebiliriz:

a — Tanrı ile evren arasında denge:

Kur’ân düşüncesi, evrende ayrı ayrı tanrılar bulunduğunu ve tabiat güç­lerinden herhangi birisini, bir tanrının özel işleyiş alanı olarak kabul etmez. Yunan mitolojisinde ve diğer ilkel düşünce sistemlerinde karşılaştığımız ço­ğunluğu politeist kökenli anlayışa yer verilmez. Tanrı ile evren arasında ke­sin bir çizgi vardır. Mekanizm’e yer verilmediği gibi, kâinâta canlılık ve rûhluluk atfeden düşüncelerin panteizmine de yer verilmez. Buna mukabil tanrı, evren karşısında kör bir mekanizmin mahkûmu değildir. Aristoteles düşünce­sinde olduğu gibi tanrı meydana getirdiği kâinat ile ilgilenmemek şöyle dur­sun, sürekli kâinâtı kontrol etmektedir. Tanrı kâinatın biricik hâkimidir.

b — Tanrı ile İnsan arasında denge:

Kurân düşüncesine göre; tanrı ile insan birbirinden bütünüyle farklı iki ayrı varlık alanını temsil eder. İnsanın varlık alanı belirli ve sınırlıdır. Buna karşılık tanrı her türlü kayıt ve sınırlamadan uzaktır. Tıpkı evren ile Allah arasında kesin ve ayırıcı farklılık bulunduğu gibi, insanla Allah arasında da kesin ve ayırıcı çizgi vardır. İnsan ne yaparsa yapsın tanrılık makamına yücelemez. Buna mukabil insan ile tanrı arasında bir çatışma ve düşmanlık da yoktur. Tanrı her zaman için insanı sever, korur, bağışlar. Buna mukâbil in­san, hata ve eksiklikler ile ma’lûl olduğundan kimi zaman tanrının buyruk­larını dinlemez ama istese de istemese de tanrıya boyun eğmek durumundadır. Tanrıya başkaldırması geçici bir isyandır. Sonra hatasından vazgeçip tövbe ve istiğfâr eder.

Hıristiyanlıkta olduğu gibi insan tanrı karşısında doğuştan suçlu duru­munda değildir. Hıristiyan düşüncesine göre, Hz. Âdem kendisine yasaklanan meyveden yediği için cennetten kovulmuş ve bu suçu O’nun neslinden gelen bü­tün insanoğluna geçmiştir. Bu ezelî günahtan kurtulması gerekir. Kur’ân dü­şüncesine göre de Hz. Âdem kendisine yasaklanan ağaçtan yemiş ve bu yüzden cennetten çıkarılmıştır. Fakat Âdem’in işlediği suç, soyundan gelen bütün insanlara geçmiş değildir. Aksine bütün insanlar temiz bir fıtratla do­ğarlar. Suçsuzdurlar. Sonra aldıkları terbiye ile kendi yollarını seçerler.

Yunan mitolojisinde ise insanla tanrı arasında kesin çizgiler belirlenmiş değildir. Aksine tanrılar insan şeklinde düşünülmektedir. Tıpkı insan gibi onun da arzuları, hevesleri ve zaafları vardır; İnsanla, tanrı arasında bir makam ve mevki çatışması vardır.

Kur’ân ise, insan ile tanrı arasında makam ve mertebe bakımından kesin farklar koyduğu için böyle bir problem yoktur. Hıristiyanlık ve Budizm gibi dinler, insanı tanrı karşısında mağlûp ve makhûr duruma getirirken, mitolo­jiler ve materyalist düşünceler, insanı tanrı karşısında muzaffer duruma ge­tirmektedir. Nietzsche’nin "süper insan” görüşü bu düşünceyi yansıtmaktadır.

c — İnsan ile evren arasında denge:

Kur’ân düşüncesi, evreni ilâhlarla dolu canlı bir organizma gibi tasavvur etmediği için, tabiat ile insan arasında bir çatışma ve mücadele yoktur. İnsan da tabiat da Allah’ın emrine müsahhardır. Her ikisinin de sahibi olan Allah, tabiatı insanın emrine müsahhar kılmıştır. İnsan yeryüzünü imar edip yaşa­masına elverişli hale getirmekle mükelleftir. Bu sebeple insan ile evren arasında dostça bir ilişki vardır çünkü genelde her ikisi de Allah’ın emrine boyun eğmektedir. Buna karşılık Yunan mitolojisi tabiat ile insan arasında bir mücadele bulunduğunu ve bu mücadelenin de temelde tanrılarla insan arasındaki mücadeleye dayandığını bildirir. Büyü ve ilkel inançlara sahip toplumları ise evrenin gizil rûhlarla dolu olduğunu söyleyerek, o rûhlara iyi görünmek için bir takım ayinler icra ederler, İlkel inançlara karşı olduklarını belirten Marksistler Sovyetlerde tarımın yeterince verimli olmaması üzerine tabiatın kendilerine karşı çıktığını söyleyerek bu mitolojik anlayışı dile getirmişlerdir.

d — Görülen âlem ile görülmeyen âlem arasında denge:

Kur’ân, varlığın yalnızca görülenden ibaret olmadığını, bunun yanı sıra duyularımızla kavrayamadığımız bir âlem bulunduğunu belirtir ve dolayısıyla bu âlemin varlığını (melek - cin gibi) kabul etmek gerektiğini söyler. Ancak varlığın yalnızca, görülmeyenden ibaret olup, görülen özlemin hayal olduğunu da savunmaz.

Buna karşılık bazı düşünce sistemleri, sadece görülen âlemin varlığını ka­bul etmekte ve bunun dışında kalanı inkâr etmektedir. Materyalist düşünceler her şeyin maddî âlemden ibaret olduğunu savunurken, pozitivist düşünürler gerçeğin yalnızca tecrübe edilebilen gerçek olduğunu savunurlar. Bu arada bazı düşünürler de, görülen âlemin bir hayâlden ibaret olup gerçek âlemin gö­rülmeyen âlem olduğunu ve duyularımızın kavradığı nesnelerin, gerçeğin sa­dece gölgesi olup gerçeğin ise bu nesnelerin ideası olduğunu savunmaktadırlar (Platon gibi). Bu düşünce asrımızdaki fizik çalışmaları ile yeniden canlanmış bulunmaktadır. Bilindiği gibi Sir James Jeans, neticede böyle bir idealizme ulaşmıştır. Bu idealist düşüncenin yanı sıra mistik düşünürler de gerçeğin büyük kısmının görülmeyen âleme ait olduğunu, görülen âlemin ise gerçeğin çok küçük bir bölümünü teşkil ettiğini savunmaktadırlar. Kur’ân düşüncesi ise, iki aşırılığı da reddederek doğru olan orta bir yol izlemiştir.

e — Rûh ile beden arasında denge:

Kur’ân, rûhun varlığını inkâr etmez. İnsanın rûh ile bedenden meydana gelmiş birleşik bir varlık yapısına sahip olduğunu savunur. Dolayısıyla İnsanın kemâlinin bu ikisi arasında denge kurması ile mümkün olacağını belirtir.

Buna karşılık bazı düşünce mensupları insanın mekanik bir varlık yapı­sına sahip olduğunu, ruh diye bir şey bulunmadığını, bunun görevini beynin üstlendiğini savunarak, insanın biricik görevinin bedenin arzu ve isteklerini karşılamak olduğunu (Hedonist) savunurlar. Bilhassa pozitivist ve materya­list anlayış rûhu bütünüyle reddeder, ölünce insanın rûhunun çıktığını söyle­yen fikirlere, ölmeden önce ve öldükten sonra tartılması halinde insanın ağır­lığından bir şey yitirmediğinin görüldüğü iddiasıyla karşı çıkarlar.

Diğer taraftan spiritüalist düşünürler, insanın gerçek varlığının rûhi var­lığı olduğunu savunarak, bedeni bütünüyle ortadan kaldırmadan rûhî kemâle ermenin imkânsızlığını bildirirler. Pythagorizm, Platonizm, Budizm ve modern rûhçu akımlar, ruhun bedende zindanda olduğunu, bu zindandan kurtul­mak için insanın bir takım egzersizler ile rûhunu olgunlaştırması gerektiğini ve ancak arınan rûhun kemâle ereceğini söylerler. Mistik akımlar ise, bütün çabalarını rûhun terbiyesine tahsis ederler ve rûhî âlemde, organik âlemdeki gibi bir sistem kurmaya çalışırlar. Mistisizm, insanın rûh dünyasını geliştire­yim derken, organik yapısını ihmâle kadar vardırmakta, çeşitli egzersizler ile bedeni yetersiz hale getirmektedir.

Kur’ân ise, beden ile rûh arasında denge kurarak birinin adına diğerini, küçültmeye çalışmaz, insanın hem beden yapısını, hem rûh yapısını geliştirir.

f— Dünya ile âhiret arasında denge:

Kur’ân, kişinin hayatının bu dünyadaki hayatı ile sınırlı olmadığını, ak­sine ezelden ebede giden yolda bu dünyanın bir durak olduğunu belirterek, her şeyin hesabının bu dünyada görülmeyeceğini, gerçek hesap verme yerinin öbür dünya olduğunu bildirir. Binâenaleyh, bu dünyada tamamlanmamış he­sapların âhiret adı verilen bir başka dünyada tamamlanacağını ifade eder. Müslümanın, ne hayatı yalnızca bu dünyaya tahsis etmesini kabul etmediği gibi bir başka dünya adına bu dünyayı ihmâl etmesine de izin vermez. İki âlem arasında bir denge kurup her iki âlemi de eşit olarak değerlendirmesi gerekti­ğini bildirir.

Tarih boyunca insanlar bu dengeyi kuramayarak biri adına diğerini feda etmişlerdir. İslâm dışı dinlerin ekseriyeti, insanın bu dünyayı hiçe saymasını ve sadece âhiret için çalışmasını isterler. Keza mistik akımlar da insanın âhiretinin imarı için çalışırlar. Bu fikre karşı çıkan diğer bir kitle de hayatın -yalnızca bu dünyadaki hayattan ibâret olduğunu, âhiret diye bir şeyin bulun­madığını savunurlar, özellikle materyalistler âhiretin varlığını kabul etmezler.

Görülüyor ki Kur’ân’a dayalı İslâm düşüncesi her alanda tam bir denge kurmuştur. Karşıtlardan her birini ayrı ayrı değerlendirerek, birisini alıp di­ğerini ihmâl etmemiştir. Diğer düşünce sistemleri ise bir tarafa ağırlıklarını koyarak karşıtlardan öbürünü tamamen inkâr etmişlerdir.

V — Evrensel Bir Düşünce Sistemi:

Kur’ân; problemlere dar ve bölgesel bir açıdan değil, geniş ve evrensel açıdan bakar. Hükümlerini koyarken, görüşlerini bildirirken dar çerçeve içine tıkanıp kalmaz. Aksine bütün kâinâtı kuşatan bir geniş görüşlülük getirir. Ge­nellikle insanlar olaylara kendi şartları içinde bakarlar. Ya bir bölgenin, ya bir ırkın veya bir milletin menfaatleri açısından fikir beyan etmeye çalışırlar. Ayrıca belirli bir zaman diliminde geçerli olabilecek fikirler ortaya sürerler. Hâlbuki Kur’ân, yalnız yeryüzünü içine alan bir düşünce getirmemiş, evrenin tüm bölümlerini, yalnız bir çağı değil bütün çağları içine alan geniş görüşlü­lükle eşyaya ve olaylara bakmıştır. Irkların hâkimiyetini reddetmiş, bölge ve şuurların engelini aşmış, tüm varlıkları ihata eden bir fikir sistemi kurmuştur. Varlığı topyekûn bir bütün olarak değerlendirir. Âdemin oğlu olma­ları hasebiyle insanlar arasında ayırım gözetmez. Renk ve dil ayrılığını orta­dan kaldırır. Peygamberin, yalnızca bir kavmin veya ırkın değil, "bütün âlemlerin” peygamberi olduğunu, kâffeten tüm insanlığı kurtarmak için gel­diğini söyler. Bu sebeple, bütün yeryüzü sakinleri Müslüman oluncaya kadar, insan bitmez tükenmez bir enerji ile çalışmak zorundadır.

İnsanlığın ancak, yirminci asrın yarısına doğru gerçekleştirdiği evrensel birlik anlayışını Kur’ân on dört asır evvel getirmiş ve bilfiil gerçekleşmesi için de ilk Müslümanlar büyük çaba harcamışlardır. Bugün de bu evrenselliğin bütün yönleriyle gerçekleştiği söylenemez. Çünkü Birleşmiş Milletlerde, dev­letler ideolojilerine veya menfaatlerine göre oy beyan etmektedirler doğruya ve gerçeğe göre değil.

VI — Müspet (pozitif) Bir Düşünce Sistemi:

Kur’ân, eşyaya ve olaylara hep müspet açıdan bakar. Negatiflik, eşyada aslî bir unsur değil, prizî bir unsurdur. Eşyada “asl olan ibâhattir” prensibini düstûr haline getirmiştir. Kur’ân’ın ilâh anlayışında, insana karşı menfî bir tavır takınan tanrı anlayışlarına yer olmadığı gibi, kahredici ve gaddar tanrı anlayışına da yer yoktur. Hâlbuki mitolojilerin, tanrı anlayışı negatif (olum­suz) bir anlayış olduğu gibi, İlâhî olan dinlerden birisi —Yahudilik— gaddar ve despot Yahve anlayışıyla, diğeri ise —Hıristiyanlık— insanlaştırılmış tanrı anlayışı ile menfiliği esas almışlardır. Gerek Aristoteles’in meydana getirdiği evrenin işleriyle ilgisiz, gerekse Zerdüşt dininin düalist tanrı anlayışları menfî anlayışı ifade ederler. Hepsini reddeden materyalizm veya ateizm ise, inkâr yolunda olumsuz bir tavır takınır. Kur’ân’ın ilâh anlayışı, Kerîm, Rahim kö­tülüklerden hoşlanmayan ve bunları yasaklayan, tövbe edenlerin tövbesini kabul eden ve her şeyde, temizliği esas alan bir ilâhtır. Kur’ân’ın getirdiği düşün­ce sisteminin insana, kâinata, hayata ve varlığa bakışı bütünüyle müspet ba­kıştır, olumsuzluk ona göre aslî değil geçici bir haldir.

VII — Pratik Bir Düşünce Sistemi:

Kur’ân, insanı insan olarak görür, onu melekleştirmeye çalışmaz. Melek ayrıdır, insan ayrıdır. İnsanı zaafları, kusurları ve faziletleri ile birlikte de­ğerlendirir. Bir yanıyla gökyüzüne bağlı olduğunu, diğer tarafıyla ayağını yeryüzüne bastığını kabul eder. Onun melekleşmesini değil, insan olarak kal­masını, ancak zaaflarının esiri olup şeytanlaşmamasını ister. Şeytan kötü ol­duğu gibi, melek de insandan mertebe bakımından düşüktür. Melek insana secde etmekle emrolunmuştur. İslâm’ın insana bakışı pratik, gerçeğe uygun bir bakıştır. Hayat ve kâinatı tozpembe hayâllerin ötesinden görmeye çalış­maz. İnsanın manevi yönlerini, yok saymadığı gibi, maddî yönlerini de inkâr etmez, insan zihnini, gerçekte mevcut olmayan hayâli şeylerle uğraştırmaz. Platon’un, Aristoteles’in ve Plotinus’un muhayyel anlayışlarına yer vermediği gibi, Marks’ın, Comte’un ve benzerlerinin materyalizmine de düşmez. Her şeyde realiteyi esas almaya çalışır. Ancak gerçeğin yalnız realiteden ibaret olduğunu söylemez. Akıl yolu ile insanoğlunun bütün problemleri çözebilece­ğini kabul etmez ama Hıristiyanlık ve mistisizm gibi "aklını at öyle gel” de demez. Aklın alanına giren ve aklın çözebileceği problemleri akılla çözer, aklın kavrayış alanı dışında kalan bölümlerde aklı boşu boşuna yıpratmaz.

Sistemini yalnızca akla dayandırmadığı gibi, yalnızca hisse de dayandır­maz. Tıpkı kevnî âhenkte olduğu gibi, tıpkı mûsikî eserinde olduğu gibi, tıpkı bir sanat şaheserinde olduğu gibi, bütün bölümler arasında tam bir âhenk ve birlik sağlar.

Kur’ân işte bu temel ve karakteristik özellikleri bünyesinde taşıyan mü­kemmel bir dünya görüşü getirdi. Bu dünya görüşüne dayalı bir fikir sistemi kurdu. Bu fikir sistemini pratik hayatta uygulayarak, mensupları arasında hâkim kıldı ve böylece 23 yıllık çok kısa bir süre içinde çölün o çelimsiz, bil­gisiz, görgüsüz çocuklarını dünyanın efendisi, hâkimi haline getirdi.

Bu düşünce sistemini, sâfiyeti içerisinde benimseyen insanların hangi devirde olursa olsun, her alanda üstün gelmemeleri için bir neden yoktur. Ni­tekim tarihte de öyle oldu ve ilk Müslüman toplum harikası gerçekleşti.

Resûlullah bizzat bu düşünce sisteminin canlı bir timsali olarak bu insan­ları eğitti, yetiştirdi. O’nun gölgesi üzerlerinden çekildikten sonra bir müddet daha bu canlılık ve atılım devam etti ama O’nun kurduğu sistemden uzaklaş­tıkça, bu saf düşünce sisteminin içine beşer menşeli fikirler sirayet etmeye başladı. Anlayışlar değişti ve bu değişiklik gittikçe artmaya başladı. Zaman zaman o saf anlayışa dönülmek istendi, ama bu istek toplu bir sistem halinde olmadığı için, o ilk defaki tecrübenin gerçekleşmesi mümkün olmadı ama yine de o kaynaktan beslenen ana damarlar, bünyeye canlılık vermeye devam ettiler.

Bundan sonraki bölümde İslâm düşüncesinin beşerî cephesi ele alınacak­tır. Bu düşüncenin ana kaynak ile irtibatı, tarih içindeki seyri takip edilecektir.

2 — İslâm Düşüncesinin Beşerî Tarafı:

İslâm düşüncesinin İlâhî cephesi, Resûlullah’ın hayatı boyunca aralıksız teşekkül ederek gelişti. Hz. Peygamber’in vefatına kadar Müslümanlar her meselede O’na danışıyor ve O’nun önderliğinde gösterdiği yolda yürüyorlardı. Bu vahiy kaynağı Müslümanlarca tartışma konusu yapılmıyordu. Böylece Müslümanlar her alanda büyük bir dinamizm ile atılımlar yapıyorlardı. Tarihte Resûlullah gibi kendisine uyanların, her şeyiyle teslim olup bağlandıkları çok az önder vardır.

Resûlullah’ın uygulamaları iki yönlüydü. Bir yanı ile vahye dayalı olarak, Allah’ın emrini tebliğ ediyor, gördüğü yanlışları düzeltiyordu. Bu sebeple kendi şahsî değerlendirmelerini değil, ilâhî emirler doğrultusundaki değerlen­dirmelerini dile getiriyordu, işte O’nun ağzından çıkan bu tür ifadeler de vahyin devamı olarak telakki ediliyordu çünkü Kur’ân-ı Kerîm O’nun kendiliğinden bir şey söylemeyeceğini açıkça bildiriyordu: "O, kendi hevesiyle bir şey ko­nuşmaz. Sadece O, kendisine vahyedilen bir vahiydir. O’nu pek güçlü olan (Allah) kendisine öğretmiştir.” (7)

Bir de Resûlullah’ın bir beşer olarak davranışları vardı çünkü Hz. Peygamber, bazı din kurucuları gibi kendisini beşer üstü bir varlık olarak takdim et­miyordu. Her fırsatta beşer olduğunu vurguluyor ve Kur’ân’ı kendisinin uy­durmadığını söylüyordu hatta o günkü müşrik Araplar, Kur’ân’ın ümmî bir beşere gelmesini eksiklik olarak görüyor, kasabanın önde gelen efendilerine veya insan nev’inden olmayan beşer üstü bir varlığa, bir meleğe gelmesini isti­yorlardı. Resûlullah da kendisinin bir beşer olduğunu, beşer üstü bir yapıya sahip bulunmadığını Kur’ân’dan âyetler okuyarak onlara anlatmaya çalışıyordu:

“De ki, Ben ancak (sizin gibi bir beşerim, bana sizin tanrınızın bir tek tanrı olduğuna vahyediliyor.”(8)

Bir beşer olması sebebiyle peygamberden bazı beşerî davranışlar zuhûr ediyordu. Resûlullah bilhassa beşerî davranışlarıyla, vahye müstenid davranışları arasında ayırım yapıyor, bazı şeylerin kendisine vahyedildiğini, bazılarını da kendiliğinden söylediğini belirtiyordu. Genellikle gündelik hayatın teferru­atıyla ilgili, yemek içmek ve beşerî ihtiyaçları gidermek gibi davranışlarla, çoğu tecrübeler sonucu elde edilen teknik bilgilerin; dinin esasını ilgilendirme­yen yönleri, bu beşerî cephesini teşkil ediyordu. Nitekim bir hurma aşılama vakası üzerine söyledikleri bunun tipik örneğidir; Müslim Sahîh’inde bu ko­nuya dair bir bölüm ayırarak şöyle başlık koyar; “Kendi görüşü ile dünya ya­şayışına dair şeylerde Resâlullah’a uymanın gerekmeyip, şer’an söylediklerine uymak gerektiği konusunda.” Bu bölümde Resûlullah’ın bildirdiği gündelik ha­yat ile ilgili teknik bilgilere uyulmak zarureti bulunmadığını gösteren bazı örnekler vermektedir. Nitekim Kuteybe ibn Said, Ebu Uvâne, Mûsâ ibn Talha kanalıyla onun babası Talha’dan rivayet ederler ki o, şöyle demiş; “Ben Resûlullah ile birlikte idim, hurma ağaçlarının başında duran bir topluluğa rast geldik. Resûlullah, “bunlar ne yapıyor” dedi. Yanında bulunanlar, "onlar er­keğini dişisinin içine koyarak aşılıyorlar” dediler. Resûlullah (s.a.v.) ’‘san­mam ki bu (aşılama) bir şey sağlasın” dedi. Bu ifade o topluluğa haber veri­lince onlar aşı yapmaktan vazgeçtiler. Bu durum Resûlullah’a bildirilince, “Eğer bu (metot) fayda sağlıyorsa yapsınlar. Ben sadece bir tahmin yaptım. Benim tahminlerimi almayınız, ancak ben size Allah’tan bir şey söylersem onu alınız çünkü ben, Allah Azze ve Celle’ye kesinlikle yalan isnat edecek de­ğilim.” (9) buyurdu.

Aynı bölümde yer alan ve aynı vakayı nakleden bir diğer riayet te şöyle; "Abdullah ibn Rûmi, Abbâs ibn Abdülazim, Ahmed ibn Ca’fer, Nadr İbn Muhammed, İkrime ibn Ammâr, Ebu’n-Neccâşî, müteselsil rivâyetle Râfî İbn Hadîc’ten şöyle dediğini naklederler: “Allah nebîsi (s.a.v.) Medine’ye geldi­ğinde (Medine halkı) hurma aşılıyorlardı. Onlara “ne yapıyorsunuz?” dedi. "Bunu yapıyorduk” dediler. Resûlullah, “umarım ki eğer öyle yapmasaydınız daha iyi olurdu” dedi. Bunun üzerine onlar da yapmadılar. Hurma bozuldu veya eksildi. Bu durumu kendisine anlatılınca buyurdu ki, “Ben sadece bir be­şerim. Binâenaleyh, size dininizle ilgili bir şey emredersem onu alın. Kendi görüşümle bir şey emredersem, ben sadece bir beşerim.” (10)

Aynı veya benzer bir vaka üzerine Müslim üçüncü bir riayet nakleder: Ebubekr İbn Şeybe, Amr el-Nâkid, Esved ibn Amir, Hammâd ibn Seleme, Hişâm ibn Urve, Hişâm’ın babası Urve, Hz. Aişe, Sâbit ve Enes ibn Mâlik’ten naklederler ki; Resûlullah, hurma aşılayan bir topluluğa rastlamış ve “Eğer öyle yapmamış olsalardı daha iyi olurdu” demiş. O yıl kötü bir hurma cinsi çıkmış. Tekrar onlara rastlamış ve ’‘hurmanız nasıl oldu ” demiş. Onlar da “böyle böyle dedin” karşılığını vermişler. Bunun üzerine, ’‘Siz, dünyanızın işle­rini daha iyi bilirsiniz.” Buyurmuş. (11)

Bütün bu ifadeler Resûlullah’tan beşer olması cihetiyle sâdır olan bazı hususlar bulunduğunu göstermektedir ve bunlardan mes’ûl olunmayacağını ifade etmektedir.

Şu halde Hz. Peygamber’den bize intikal eden Sünnet-i Seniyye, İslâm düşüncesinin ilâhî cephesini teşkil etmektedir. İlâhi hükümlerin birer pratik yorumlarından ibarettir. Nitekim Resûlullah, Yemen’e vali olarak gönderdiği Muâz ibn Cebel’in verdiği cevaplardan fazlasıyla sevinmiştir. “Muâz hadîsi” diye bilinen bu hadis şöyledir: Ebu Dâvûd nakleder ki: Hafs ibn Ömer Şu’be’den o da Ebu A’vn’de bir gruptan nakletmişler. Resûlullah (s.a.v.) Muâz’ı Yemen’e göndermek istediği zaman;

— “Sana bir hüküm getirilirse nasıl hükmedersin?” dedi. O da,

— “Allah’ın hitabı” ile dedi. Resûlullah, .

— “’Allah’ın hitabında bulamazsan?” dedi. O da,

— “Allah’ın Resûlü’nün sünneti ile” dedi. Resûlullah,

— “Ya Allah’ın kitabında ve Resûlü’nün sünnetinde bulamazsan?” deyince Muâz,

— “Rendi re’yimle içtihad ederim, ne fazlalaştırırım, ne de eksiltirim” dedi. Bunun üzerine Resûlullah Muâz’ın göğsüne vurarak,

— "Allah’ın Resûlünü, Allah’ın Resûlü’nün memnûn kalacağı şeye muvaf­fak kılan Allah’a hamd olsun”, dedi. (12)

Resûlullah’ın uygulamaları bize gösteriyor ki, amelî konularda beşerî faaliyete bizzat Hz. Peygamber kendisi izin vermekle kalmamış, aynı zamanda teşvik etmiştir. Hz. Peygamber hayatta bulunduğu sürece O’nun değerli ashâbı hiçbir konuda O’na danışmaksızın bir şey yapmadı. O’nun beşerî davranışlarında ilâhî cepheler bulunduğunu kabul ederek, O’na uymaya çalıştı. Fakat Hz. Pey­gamberin vefatı ile bu ilâhî kaynak son buldu. Artık hayatın akışına yön ve­ren ilâhî buyruklar inmez olmuştu.

(1) Buhârî, Sahîh, VIII, 157, Müslim, Sahîh, XXX. Kitab, 6. bab, _M.F. Abdülbaki neşri, II, 1343.

(2) Mülk, 14.

(3) Mü’minûn, 71.

(4) Rûm, 30.

(5) Ahzâb, 62, Fâtır, 43, Feth 23.

(6) Kamer, 49.

(7) Necm, 3–5.

(8) Fussilet, 6.

(9) Müslim, Sahili, Kitap, 43, bap, 38 M.F. Abdülbaki neşri, III, 1835)

(10) A.g.e., III, 1835.

(11) A.g.e., III, 1835.

(12) Ebu Dâvûd, Sünen, IV, 18–19; Kitab el-Akdiye, Bap, 11; Tirmizî, Sünen, Kitab el-Ahkam, Bap 3; Ayrıca Hayreddin Karaman, İslam Hukûkunda İçtihâd 16, Ankara, 1975.