Makale

KUR’AN’DA RUH SAĞLIĞI

KUR’AN’DA RUH SAĞLIĞI

Celal KIRCA
E.Ü. İlahiyat Fakültesi
Öğretim Görevlisi

Kur’ân-ı Kerîm, insanlardan, yaratanına ibadet etmesini, ailesi­nin geçimi için çalışmasını, insanla­ra yardımcı ve faydalı olmasını, ken­disine verilen bütün görevleri eksiksiz ve tam olarak yerine getirmesini is­ter. Bunun için de insanın sağlıklı, güçlü ve kuvvetli olması gerekir. Bu sebepledir ki, Kur’ân insanlara yal­nız dinî, ahlaki hukukî kanunlar ve kaideler getirmekle kalmamış, aynı zamanda şu âna kadar bilinebilen en mükemmel koruyucu hekimlik kaidelerini ve prensiplerini de getirmiş­tir hatta diyebiliriz ki Kur’ân, sa­dece koruyucu hekimlik ile ilgili sa­halarda değil, diğer bütün alanlarda da getirdiği hükümlerle insan sağlı­ğını korumayı amaçlamıştır.

İslâm ve O’nun yüce kitabı Kur’ân, her şeyden önce insanı mu­hatap almakta ve ona hitap etmek­tedir. Bu sebeple de Kur’ân, her tür­lü bedenî ve ruhî hastalıklardan in­sanların korumasını istemekte ve bu konularda da sağlam ve esaslı pren­sipler, kanunlar getirmektedir. Kur’ân’ın gösterdiği bu sağlam ve temel esaslar, öncelikle insanın ruhen ve bedenen hastalanmamasını emniyet altına almakta fakat hastalandığın­da da tedavi yollarını ve usullerini insanlara göstermektedir.

Tıp ilmi, İslâm dini gelinceye kadar, bir takım sağlık kaidelerinin ve tecrübelerinin bir sanat olarak değerlendirildiği, tabiplerin usta-çı­rak usulü ile yetiştirildiği ve dar anlamda hastalara çare arandığı meslekti. Fakat İslâm dini ile tıp, birdenbire evrensel boyutlara eriş­miş ve insanlık, o zaman bugünkü modern anlayışına kavuşmuştur. Bir yandan Kur’ân, şu ana kadar biline­bilen en mükemmel koruyucu he­kimlik (Hijyen) kaidelerini getirir­ken Hz. Muhammed de, sağlığın öne­mi, sağlığın korunması ve tedavi ko­nularında önemli açıklamalarda bu­lunmuş ve tıbba yeni anlayışlar ve boyutlar getirmiştir.

Kur’ân ve Hadislerin getirdiği bu temel esasların ve kâidelerin ışığında diyebiliriz ki, İslâm, insanlar önce hastalansınlar, sonra tedavi olsunlar, istememiştir. Bilakis insanlar, hastalanmasın, sıhhat ve sağlığını ko­rusun ve muhafaza etsinler istemiş­tir. İslâm, bütün kaide ve prensiple­rini, emir ve yasaklarını da bu amaca uygun olarak getirmiş ve insan sağlığının bütünüyle korunmasını temi­nat altına almıştır. Bütün ihtimam ve öneme rağmen, şayet insan, has­talanırsa, o zaman da mutlaka teda­vi olmasını emretmiştir.

İslâm, ayrıca sağlık ile ilgili kaide prensipleri, dinî müeyyidelere de bağlamış, O bunların uygulanma­sını ibadetin bir çeşidi olarak kabul etmiştir. Bunun içindir ki bir Müslüman, günde beş kere namaz kılmak için abdest alacak ve dolayısıyla günde beş kere elini, yüzünü, kolla­rını ve ayaklarını zorunlu olarak yı­kayacaktır. Ramazan ayı gelince yi­ne zorunlu olarak tam bir ay oruç tutarak, midesini dinlendirecektir. İslâm’dan başka hangi güç, insanlara bu uygulamayı yaptırabilmektedir?

İslâm, koruyucu hekimlik kaide­leri getirmesine ve insan sağlını ko­rumayı amaçlamasına rağmen, te­daviye dair kesin kaideler ve çareler getirmemiştir. Bu sahayı insanların çalışmalarına ve araştırmalarına bı­rakmıştır. Bu genel prensibi dahi, İslâm’ın yüceliğini ve büyüklüğünü göstermeye kâfidir zira bugün çok iyi biliyoruz ki, tedavi metotları ve usulleri gelişmekte, hatta değişmektedir hatta aynı hastalık için tedavi, şahıstan şahısa bile değişebilmekte­dir. Nitekim ülserli bir hastaya tat­bik edilecek tedavi ile ülsersiz bir hastaya tatbik edilecek tedavi de elbette farklı olacaktır.

Bu ve benzer sebeplerden dolayı, Kur’ân’da geniş ve tafsilâtlı bir tıp bilgisi ve tedavi metodu yoktur. Kur’ân’ın özellikle tıp ve diğer pozi­tif ilimler sahasındaki genel prensibi, gözlem, deney ve tecrübeye dayanan sahalarda insanları, serbest bırak­mak ve onları araştırmaya ve ça­lışmaya teşvik etmektir. Zamanla tıbbî bilgiler artacak, gelişecek ve hatta değişebilecektir. Kur’ân, şayet bu sahada da geniş tıbbî bilgiler ge­tirseydi, bu artma, gelişme ve de­ğişme olmayacaktı zira Kur’ân’ın getirdiği hükümler ve prensipler kesindir, zamanla değişmesi asla söz ko­nusu değildir.

Bunun içindir ki, Peygamberi­miz; “Ey Alllah’ın kulları tedavi olu­nuz. Allah verdiği her hastalığın şi­fasını da yaratmıştır. Fakat bunu bazıları bilir, bazıları bilmez”(1) bu­yurmuştur. Ebu Hüzâme adlı bir zat, Peygamberimize: “Biz hastalıklardan korunuyoruz, dua ediyoruz ve tedavi oluyoruz. Bunlar kaderi değiştirir mi?” diye sormuş. Peygamberimiz de: “Korunana, dua ve tedavi de ka­derdir”(2) cevabını vermiştir.

Bu hadisler bize, tedavi edici tıbbın sonsuz ufuklarını göstermekte, hastalıkların şifasını araştırmayı ve tedaviyi emretmektedir.

Hasta bir insanın iradesi za­yıf, uzuvları rahatsız ve sinirleri bozuktur. Cemiyet, sıhhatli ve sağlam bir kimseden gördüğü faydayı, hasta bir kimseden göremez, Bunun içindir ki, Allah, Kur’ân’da Şuayb peygam­berin kızının diliyle Hz. Musa’nın ruh güzelliği ve ahlâkının yanında O’nun kuvvetini şöyle övmektedir: “Babacığım, O’nu ücretle tut çünkü O, ücretle tutulan kimselerin en hayırlısıdır. Üstelik kuvvetli ve güve­nilir bir adamdır.”(3) buyurmaktadır.

Yine Allah, Tâlut için şöyle de­mektedir: “Şüphesiz Allah, O’nu si­zin için beğenip seçmiştir. O’na bilgi ve vücut bakımından bir üstünlük vermiştir.”(4) Bu âyette Allah, Tâlut’un devlet başkanlığı için seçilmesinin iki özelliğini açıklamaktadır. Bun­lardan birincisi, insanların işlerini liyakatle yapabilecek ilmî üstünlük, diğeri de, fikrin ve düşüncenin doğruluğunu gerektiren ruhî olgunluk, be­denî üstünlüktür. Bu konuda Pey­gamberimiz de kuvvetli bir müminin zayıf bir müminden daha hayırlı ol­duğunu söylemiştir.

Aslında Kur’ân, muhtevası ve kapsadığı konuları dolayısıyla dinî talimleri emredici, ahlâkı güzelleş­tirici ve insanları hidayete erdirici mahiyettedir. Bu ve yukarıda zikre­dilen sebepler dolayısıyla Kur’ân’dan geniş anlamda tıbbi bilgiler beklen­memelidir. Fakat bununla birlikte Kur’ân’da hiçbir tıbbî bilgi yoktur, demek de doğru değildir. Kur’ân’da özelikle insan neşv ü neması, zürriyet, anatomi, fizyoloji, patoloji, vü­cut ve ruh hastalıkları, tedavi usul­leri ve ölüme dair kısaca bilgiler veril­mektedir.(5)

Kur’ân’ın önemle üzerinde dur­duğu ve hakkında kısa da olsa bazı mühim bilgiler verdiği konuların başında diyebiliriz ki, astronomiden sonra tıp ve koruyucu hekimlik mevzuları gelmektedir. Kur’ân, gebelik ve kısırlıktan,(6) hayız halinde kadına yaklaşılmamasından,(7) çocukların em­zirilmesinden,(8) tıbbî mahzurları yö­nüyle sütkardeş ve sütanne ile evlenilmemesinden,(9) ihtiyarlıkta gebe kalınamayacağından(10), anatomi­den(11) ve fizyolojiden(12) bahsetmekte ve hastalıkların nasıl teşekkül etti­ğine, sebeplerine dair kısa ve özet bilgiler vermektedir.

Hastalık sebepleri olarak Kur’ân, ruhî etkilere büyük ölçüde yer ver­mekte, üzüntü ve ruhî bunalımı has­talıkların baş sebebi saymaktadır.(13) Yine hastalık sebebi olarak sihre, cinlerin ve şeytanın musallat oluşu gibi dış etkilerin varlığına da Kur’ân işaret etmektedir. Kur’ân’da zikre­dilen hastalık sebepleri sadece bu kadar da değildir. Zikredilen bu sebeplere ilaveten O, bazı malum has­talık sebepleri üzerinde de durmak­tadır. Meselâ: Yaralanmada etki ile sebep arasındaki münasebetten bah­setmekte ve bu konuda geniş bilgiler vermektedir.(14)

Maddî hastalık türlerinden sade­ce körlük ve abraşlığa (alaca has­talığı) (15) yer veren Kur’ân, genellikle hastalıkların kaynağını ruhî etken­lerde gördüğü için, ruh hekimliği ala­nına önem vermiştir, özellikle psikosomatik hastalıklardan insanları ko­rumayı amaçlamıştır.

Genellikle ruh hastalıkları, sıkın­tı, çelişki ve kaldıramayacakları ka­dar ağır yük yüklenme gibi sebeplerden kaynaklanmaktadır. Kur’ân, Allah’a, kadere ve ahiret gününe imanı, tevekkülü, tövbeyi ve sabrı emretmekle ve ruhsal gerilimleri ha­fifletici, sıkıntıları giderici, rahat­latıcı kaideleriyle, psikoz ve nevroz gibi ruhî hastalıkların meydana gel­mesini büyük ölçüde önlemekte, ina­nanların ruhî hayatlarını dengeleyi­ci ve tanzim edici bir rol oynamak­tadır.

İnsanlardaki heyecan ve fizyolo­jik işaretlerden,(16) ihtiyarlık alâmet­lerinden,(17) içkinin insan üzerindeki etkisinin ruh hekimliği yönündeki öneminden,(18) sevincin insan üzerindeki etkisinden bahsedilmektedir.

Döllenmeyi yapan erkek meni­si(19), embriyoloji(20) ve jinekolojiyi(21) konularında da önemle durulmaktadır.

Kur’ân’ın sağlık konusundaki temel prensibi, tedavi değil, koruyucu hekimliktir. Bu prensibiyle Kur’ân, sağlık konusunda değişmeyen temel ve genel esaslar getirmiştir. Getirilen bu temel kaideler ve genel esasların amacı ise, öncelikle insanların ruh ve beden sağlığını korumaktır.

Bir sistem dâhilinde belirtecek o­lursak Kur’ân, şu sahalarda insan sağlığını korumayı amaçlamış ve ge­nel prensiplerini getirmiştir:

1. Ruh sağlığını koruma,

2. Bulaşıcı hastalıklardan korunma,

3. Zararlı yiyeceklerden korunma,

4. Zararlı içeceklerden korunma,

5. Beden temizliği ve vücut sağlığı,

6. Dengeli beslenme.

1. Ruh Sağlığını Koruma;

Genellikle ruh sağlığının bozul­ması ve dolayısıyla psikosomatik hastalıkların meydana gelmesi, in­sanların sıkıntı içinde olmaları, çe­lişkiye düşmeler ve kaldıramayacakları kadar yük yüklenmeler gibi sebeplerden kaynaklanmaktadır.

Hastalık, aslında vücudun sırtı­na yüklenen duygusal acılardan kurtulmak için çıkardığı feryatlardır. Bu tarifin doğruluğu, psikiyatri kli­niklerinde yapılan araştırmalar neti­cesinde de doğrulanmıştır. Hastalığa bu yeni yaklaşımın esası, bedenle zihnin tek bir bütün oluşturduğu inancıdır. Yani kişinin düşündüğü, inandığı, hissettiği ve duyduğu her şey, vücuduna yansır. Bedenle ruh arasında sıkı bir iş birliği vardır.

Biliyoruz ki, utandığımızda kı­zarır, sıkıldığımızda suratımızı asa­rız. Araştırmalar göstermiştir ki, belli had ve davranış ve şahsiyet tür­leri, belli hastalıklara yol açmaktadır. Son araştırmalarda tespit edildiğine göre, kanserin oluşmasıyla, bir ya­kının kaybedilmesinden duyulan de­rin çaresizlik ve bunalım arasında bir bağ vardır. Aşırı saldırganlık ve tedirginlik, kalp hastalıklarıyla; öf­ke ve kızgınlık ise ülser ve kolit hastalıklarıyla bağlantılıdır, inanç sistemimizle sağlığımız arasında da bir bağ vardır. Nitekim büyük ruh doktoru Mazhar Osman Uzman, Tababet-i Ruhiye adlı eserinde bu konu ile ilgili şunları söylemektedir:

“Dinin ruh üzerinde derin bir tesiri vardır. Gerçi bu tesirin de­recesi, memleketlere, asra ve ortama göre değişebilmektedir”(22) Mutedil ve doğru bir inanca sahip olan her şa­hıs, sinirlerini metin bir zırhla mu­hafaza etmektedir. Din terbiyesi, in­sanı birçok fenalıklardan, cinayet, doğuracak sebeplerden korur. Her din, iyiliği emreder ve çalışmayı teş­vik eder, kalpte fazla kin ve düş­manlık yaşamasına müsaade etmez, düşmanına bile af ve merhamet tel­kin eder.(23)

Yine Mazhar Osman’a göre, han­gi dine mensup olursa olsun, dindar olanlarda değil, dinî akidelere taas­supla bağlananlarda akıl hastalıkla­rı görülmektedir. Yoksa asırlardan beri milyarlarca insana iyilik telkin eden, kurtuluş yolu gösteren hiçbir din, dimağı bozmaz. Lâkin dinsiz­lik... İşte akıl hastalıklarının mühim sebeplerinden biri... Bir şeye inan­mamak, yeni nesillerin ruhlarında ö­nemli sarsıntılar yapmıştır. Allah’a, kadere inanmayı ve tevekkülü yok etmiş, yerine ihtiras, ihtilâl, öldür­mek ve ölmek arzularını yerleştir­miştir.(24)

İnançsızlığın, sıkıntının, öfkenin, insan hayatındaki çelişkilerin, ıstırap ve acıların, kısaca ruhsal denge­sizliğin, ruhî ve bedenî hastalıklara sebep olduğu, bugün artık kesinlikle bilinmektedir. İnançsız, sıkıntılı, acılı ve ıstıraplı bir insan, ruhî bunalımla­ra düşmekte, kendisini çevresinden ve arkadaşlarından kopartarak içi­ne kapanık bir hayat sürdürmeye çalışmaktadır. İçinde bulunduğu ruhî sıkıntılar, vücudun sinir sistemine et­ki etmekte ve bu da bedenî hastalık­lara neden olmaktadır. Midede ha­zımsızlıkla başlayan şikâyetler, kısa zaman içinde gastrite ve ülsere dö­nüşmektedir. Ayrıca kaynağı ne olursa olsun insandaki ruhî sıkıntılar, saç dökülmesine ve cinsî iktidarsız­lıklara da sebep olmaktadır.

Beden yapısının bir bölümünü veya bütününü tehdit eden bu ruhî faktörler ortaya çıkınca, bu sebep ve şartları giderici ve hafifletici yönde bir takım çalışmaları, yine vücudu­muzdaki belli sistemler yapmaktadır Bu sistemin verimsizliği ve yetersiz­liği, hastalığı; sistemin iflâsı ise ölümü davet etmektedir. Beden makinasının ahenkli işleyişini bozan, yani onun sıhhat ve sağlığını tehdit eden pek çok sebep bulunmakta­dır. Bu sebepler bedenimizin, biyolo­jik, bio-şimik ve mekanik ahengini bozarlar.

İşte tıp ilmi, bir taraftan be­denimizin sıhhatli işleyişindeki esra­rı öğrenmeye çalışırken, diğer taraftan da sıhhat ve sağlığımızı bozan sebepleri, bunların vücudumuzda meydana getirdiği arızaları tanımaktadır. Böylece o, hastalık yapıcı sebepleri, sıhhatli bir bünye ile tema­sa gelmeden ortadan kaldırarak sıh­hatin devamını sağlamakta yani ko­ruyucu hekimlik yapmaktadır. Has­talığı başlatan sebepleri yok ederek veya baskı altına alarak bunların meydana getirdiği bozukluk ve ahenksizliği azaltmaya ve giderme­ye çalışmaktadır.

Tıbbın yaptığı bu görevi, en mükemmel bir biçimde Kur’ân yapmakta ve şu ana kadar bilinebilen en güzel koruyucu hekimlik kaidelerini insanlara sunmaktadır. Kur’ân, öncelikle insanın Allah’a, kadere ve âhiret gününe inanmasını istemekte ve ona tevekkülü, tövbeyi ve sabrı tav­siye etmektedir. Ruhî gerilimleri hafifletici, sıkıntıları giderici ve insanı rahatlatıcı bu kaideleriyle Kur’ân, psikoz ve nevroz gibi ruhî hastalık­ların meydana gelmesini büyük ölçü­de önlemekte ve inananların ruhî hayatlarını dengeleyici ve tanzim edici bir rol oynamaktadır.

İman, özellikle kaza ve kadere iman, insanlara güven duygusu ver­mekte ve dolayısıyla şahsiyet çözül­mesi adını verdiğimiz geçici denge­sizlikleri ve sıkıntıları önlemektedir. Yine bu iman insanlardaki savunma mekanizmasını kuvvetlendirmekte ve ruhî hastalıkları veya psikosomatik hastalıkları hızlandırıcı davranışları dengelemektedir. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de “Bu, kaybettiğinize üzülmemeniz ve Allah’ın size verdiği nimetlere şımarmamanız içindir. Al­lah, kendini beğenip öğünen hiç kim­seyi sevmez” (25).

“Ey kendilerine kötülük edip aşı­rı giden kullarım! Allah’ın rahmetinden umudunuzu kesmeyin” (26) in­sanların keder, acı, ıstırap, elem ve üzüntü içinde olmamalarını istemekte ve onların ümitsizlik içinde ruhî bu­nalımlara düşmesini önlemektedir zi­ra tevekkül, insanlara, daima umut kapısını açık bırakmakta, onları ü­mitsizliğe ve çaresizliğe düşürme­mekte ve suçluluk duygusunu gide­rek psikolojik bir rahatlık sağlamak­tadır.

Allah’a inanmaktan mahrum kalmış sıradan ya da ünlü kötümser­lerin, çaresizlik ve ümitsizlik girda­bında boğuldukları ve çıldırdıkları görülmüştür. İntiharlar veya psikosomatik hastalıklar ümitsizliğin ça­resizliğin, acının ve ıstırabın dramatik bir sonucudur. İman, tevekkül ve dua kaygılar altında ezilen, pörsüyen ve suçluluk duyan insan ru­huna zindelik ve hamle şevki aşılar. Hayata ve ölüm ötesine daha bir güven ve ümitle bakılmasını sağlar.

A. Kur’ân’da Ruh Sağlığını Sağ­layan Genel Prensipler:

1. “Sapıklardan başka kim, Al­lah’ın rahmetinden umudunu ke­ser”.(27)

2. “Bu, kaybettiğinize üzülmemeniz ve Allah’ın size verdiği nimet­lere şımarmamanız içindir. Allah, kendisini beğenip öğünen hiç kim­seyi sevmez”.(28)

3. “Ey kendilerine kötülük edip aşırı giden kullarım! Allah’ın rahme­tinden umudunuzu kesmeyiniz.”(29)

4. İçinizden, kendileri ile huzu­ra kavuşacağınız eşler yaratıp; ara­nızda sevgi ve rahmet var etmesi, O’nun varlığının belgelerindendir.”(30)

5. “Rabbim! Şeytanların kış­kırtmalarından sana sığınırım”.(31)

6. “Kadın, erkek, iman etmiş olarak kim iyi iş işlerse, ona hoş bir hayat yaşatacağız.”(32)

7. “Kullarım sana beni sorarlar­sa, bilsinler ki, şüphesiz ben onlara yakınım. Benden isteyenin dua etti­ğinde duasını kabul ederim.”(33)

8. “Allah sana bir sıkıntı ve­rirse, onu O’ndan başkası gideremez. Sana bir iyilik dilerse, O’nun nimetini engelleyecek yoktur. O’nu kulların­dan dilediğine verir.”(34)

9. “Hasta olduğumda bana an­cak Allah şifa verir.”(35)

Kur’ân-ı Kerîm, bir kısım ör­neklerini ve meallerini verdiğimiz âyetleriyle, insanı, sonsuz bir kuvvet kaynağı olan Allah’a imana, eşsiz bir neşe kaynağı olan ibadete ve ha­reketli bir insanlık hizmetine çağır­maktadır. İnanan insan, Allah’a da­yanır, O’nun sonsuz lütufları ve yar­dımları içinde kendisini hiçbir za­man yalnız hissetmez. Kadere ve ahirete inanan insan, ruhî dayanak­larını kuvvetlendirir, insan, ruhen güç kazandıkça, üzücü olaylara daha kolay katlanabilir. Hayatın bin bir türlü çileleri karşısında ruh sükûne­tini ve huzurlu hayatını kaybetmeden daha mutlu gelecekleri bekler.

B. Hastalarda Umut:

Kur’ân-ı Kerîm, Hz. İbrahim’in, Hasta olduğumda bana ancak Allah, şifa verir.”(36) dediğini nakletmekte­dir. İnsan hayatında esas olan, kişi­nin sağlıklı olması ve sıhhatini korumasıdır. Ancak tabii olan bir ka­nun daha vardır ki, o da insanın şartlar tahakkuk edince hastalanmasıdır. İnsan hastalanınca, tekrar sıh­hatine kavuşmak ve sağlıklı bir ha­yat sürmek ister. Bunun için de der­dinin çaresini aramaya koyulur. Kendisine şifa verecek ve eski sağlığına kavuşturacak şifa vericiler a­rar, doktorlara başvurur, hastane hastane dolaşır, derdine çare a­rar.

Kur’ân bize, hastalığın da, şifanın da yalnız Allah’tan geldiğini ha­tırlatmakta ve yüce bir kişinin yani Hz. İbrahim’in bu konudaki davra­nışını örnek olarak sunmaktadır.

Kişi, kendi kusuru yüzünden hastalansa dahi, Allah, ondan deva­sını esirgemez. Şifanın Allah’tan ge­leceği inancı, en ümitsiz hastalarda dahi hastaya moral vermekte ve hastalıklarla mücadele gücü kazan­dırmaktadır. Hekime danışma ve ilâç almanın yanında, kesin şifanın ancak Allah’tan geldiğine inanan insanın moral gücü çok yüksektir ve bu güç ona kanser dâhil bütün öldürücü hastalıkların tedavisinde en büyük destektir. Amerika’da bu amaçla kurulmuş özel klinikler mevcuttur. Mesela Berkeley (Kaliforniya)’deki, “The Psyhosomatic Medicine Clinic” bunlardan biridir. Burada hastalar, eski tıbbın bıraktığı yerden hastanın kendisini kendi gücüyle tedavi et­mesinden işe başlamaktadırlar. Al­lah’a güvenen ve dayanan bir kim­senin, moral gücü daima yüksektir ve ölürken bile O’na kavuşmanın mutluluğunu ve hazzını duymaktadır zira Allah’a inanan insan, Kur’ân’ın ifadesiyle Allah’tan gelmiştir ve yine O’na dönmektedir. (37) Her türlü belâ ve musibetler, acı ve elemler karşısında inanan bir mümin, tek teselliyi Allah’a dayanmak, O’nun rahmet ve lütfuna sığınmakta bul­maktadır.

Çağımızın psikologları, asabi gerginliğin ve çeşitli ruhî sıkıntıların giderilmesinde en etkili ilâçlar arasında bir dost ve arkadaşı da sayarlar, öyleyse inanan hasta bir mümin için, Allah’tan güzel bir dost bulunabilir mi? Allah’ın, yani en bü­yük dostun, kendisiyle beraber oldu­ğunu bilen bir mümine, bundan da­ha büyük bir teselli olabilir mi?

Bu nedenledir ki, mümin, O’nun lütfunu da hoş, kahrını da hoş kar­şılamaktadır.

C. Dua:

Kur’ân-ı Kerîm’de Cenâb-ı Hak şöyle buyurmaktadır:

1. “Bana dua ediniz ki, karşı­lığını vereyim’’.(38)

2. “Duanız olmasaydı, Rabbinizin yanında ne kıymetiniz olurdu”(39)

3. Rabbinize gönülden ve gizli­ce dua ediniz.”(40)

Hadis-i Şeriflerde ise şöyle buyrulmaktadır:

1. “Dua ibadettir.”(41)

2. “Dua başa gelene de, başa geleceğe de fayda verir. Dua ediniz.”(42)

Dua, insanoğlunun yaradılışında da mevcut olan ruhî bir ihtiyaçtır. Bu yüzden tarih boyunca insanlar, mutlaka inandıkları üstün bir varlı­ğa dua etmişlerdir ve insanların, ihtiyaçları, arzuları, korkuları ve acizlikleri mevcut oldukça dua da mevcut olacaktır.

İnsanoğlunun, Bütün başarılarına, bütün hamlelerine rağmen, her zaman kusurları, acizlikleri, korku­ları, arzu ve ümitleri daima olmuştur ve olmaya da devam edecektir hat­ta bu duygular o derecede güçlüdür ki, dünya hayatını aşarak ölüm öte­sine bile taşar. İnsanoğlu, yenemeyeceği korku ve endişelerden kurtul­mak, gücünü aşan arzu ve emeline ulaşmak için kendisinden yardım isteyeceği üstün bir güce inanmak mec­buriyetindedir.

İslâm dinine göre de dua, kullu­ğun gereğidir. Öyle ki yukardaki âyet meallerinde de görüldüğü gibi, Allah katında insanlar, duaları sayesinde değer kazanmaktadırlar.

İnanan kişinin her anı dua olmalıdır. Hâlbuki insanların çoğu, an­cak bunaldıkları ve sıkıntıya düştük­leri zaman dua ederler. Nasıl ezan, namaz vaktinin geldiğini ilân edi­yorsa, sıkıntı, bunalım ve belalar da, dua vaktinin geldiğini haber verir­ler. Bilhassa, insanın aciz kaldığı ve morale ihtiyaç duyduğu zamanla­rında duaya daha çok ihtiyaç du­yulur. Dua, böyle zamanlarda daha çok önem kazanır.

İslâm dininde maddî tedavilerle birlikte manevî bir tedavi çeşidi o­lan dua da emredilmektedir. Duanın tesiri, genellikle yaşanmakla bilin­mesine rağmen, tıbbî ve fizyolojik tesirleri klinik olarak da ispat edilmiştir. Duanın tesiri, kalitesi, şekli, şiddeti ve tekrarı ölçüsündedir. Fransa’daki Lourdes isimli tıp büro­su, normal tedavi usullerinin tatbik edilemediği veya tatbik edilip de fayda vermediği hastalıklarda duanın tesirini ilmen ispat etmiştir. Kanser, böbrek iltihabı, ülser, akciğer, kemik ve karın zarı veremleri gibi hastalıkların dua ile bir anda iyi oluverdikleri görülmüştür.

İyileşme için mutlaka hastanın dua etmesi şart değildir. Lourdes müessesesinde henüz konuşmayan küçük çocuklar dahi başkalarının dua etmesiyle iyi edilmişlerdir. Peygam­berimiz de başkası için yapılan dua­nın, kendisi için yapılan duadan daha tesirli olacağını belirtmiştir. Kesin olarak şunu biliyoruz ki, dua elle tutulur neticeler meydana getirmek­tedir. Ayrıca duanın psikolojik ve ruh sağlığı açısından da faydaları vardır. Ahlâk duygusunu kuvvetlen­dirir, kötü huy ve duygulan uzaklaştırır, yalnızlık duygusunu yok e­der. Sabır ve tahammül gücünü artırır, gam kader, sıkıntı, ıstırap ve bunalımları gidererek ruh sağlığını temin eder.

D. İşsizlik Karşısında Bunalıma Düşmeme:

Psikiyatri kliniklerinde yapılan çalışmalar sonunda işsizliğin hem ruhî, hem de bedenî hastalıklara sebep olduğu tespit edilmiştir. İşsiz kalan kişi, ilk olarak ruhî bunalım­lara düşmekte ve kendisini çevresin­den ve arkadaşlarından kopartarak, içine kapanık bir hayat sürdürmeye başlamaktadır. Ailesine karşı sorumluluklarını yerine getiremediğini, on­lara bakamadığını düşünür ve suç­luluk duygusuna kapılır.

Rızık için didişmeler ve tasalar ve bunların sebep olduğu bütün bu hastalıkları önlemek için Kur’ân, ö­nemli prensipler getirmiş ve bu prensiplere uyulduğu takdirde işsizlik karşısında bunalıma düşülmeyeceğini açıklamıştır. Pek çok devlet adamı ve bütün doktorlar, işsizlik karşısın­da kişinin bunalıma düşmemesi için var gücünü harcayarak daima sabrı tavsiye ederler ve işlerin düzeleceğini söyleyerek umutsuzluklarını giderme­ye çalışırlar. İşte Kur’ân, bu dev­let adamlarının ve doktorların yap­mak istedikleri, fakat bir türlü tam olarak başaramadıkları şeyi, başar­mış ve şu esaslara uyulduğu takdir­de bunalıma düşülmeyeceğini söyle­miştir:

“Kimse yarın ne kazanacağını bilmez ve hiç kimse nerede öleceği­ni bilemez.”(43)

“Allah’a güven vekil olarak Al­lah yeter.”(44)

“Allah dilediği kimsenin rızkını genişletir ve bir ölçüye göre verir.”(45)

“Allah’ın insanlara verdiği rah­meti önleyebilecek yoktur. O’nun ön­lediğini de ardından salıverecek yoktur.”(46)

“Yeryüzünde yaşayan bütün can­lıların rızkı ancak Allah’a aittir.”(47)

“Sabret, senin Sabrın ancak Allah’ın yardımıyladır.”(48)

Ayetlerde açıklandığı gibi, Allah’a inanan ve rızkın da Allah’a ait olduğunu bilen bir kimse, sabredecek işsizlik karşısında bunalıma düşüre­rek kendisini harap etmeyecektir.

E.Akıl Hastalarına İyi Mua­mele:

Kur’ân-ı Kerîm Nisa suresi 5. âyetinde meâlen: “Allah’ın sizi koru­yucu kıldığı mallarınızı, beyinsizlere vermeyin, kendilerini bunların geli­riyle rızıklandırıp giydirin ve onlara güzel söz söyleyin.” buyurmaktadır.

Kur’ân-ı Kerîm, bu emriyle beyin­siz adını verdiği akıl fukarası kişi­lere, Allah’ın bize emanet ettiği mal­larımızı vermememizi ve hatta ema­net etmememizi istemektedir. Bunun­la birlikte bu gibi kimselere hor bakmamamızı, onları küçük görerek kınamamamızı emretmektedir. Tam aksine akıl fukarası bu kimselere Allah’ın bize verdiği mallardan vererek, onları yedirip, giydirmemizi ve onlara daima iyi muamelede bulun­mamızı tavsiye etmektedir.

Akıl hastalarının birer hasta insan muamelesi görmeye başlamaları tarih açısından çok yeni bir hadise­dir. Ancak bu âyetin derin anlamla­rından da anlaşılacağı üzere, akıl hastalarının birer hasta olarak ka­bul edilmesi ve insanca tedavilere lâyık görülmesi şerefi, İslâm’a ait­tir. Ruh ve akıl hastaları, asırlarca en kötü muamelelere tabi tutulup hatta içlerine şeytan girmiş diye ya­kılırken, 15 asır önce İslâm onlara hasta gözüyle bakın iyi muamele yapılmasını emretmiştir.

Bilebildiğimiz kadarıyla akıl hastasına merhametle muamele edil­mesini ve insanca davranılmadım tavsiye edip uygulayan ilk hekim de İbn Sina (980-1037) dır. Ruhçu bir filozof olan Ibn Sina, bu konuda ö­nemli çalışmalarda bulunmuş ve dep­resyon ile ilgili bir deneyi de O’nu şöhrete ulaştırmıştır.

Müslüman Türklerde bilhassa bazı tasavvufi fikirlerin etkisiyle deli, yardıma muhtaç ve mutlaka yardım edilmesi gereken bir hasta olarak ka­bul edilmiş, hatta ortalarda dolaşan ve kimseye zarar vermeyen akıl has­talarına "velî” bile denilmiştir. Böy­le kimseler ölümlerinden sonra da daima rahmetle anılmışlardır. Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde bazı se­lâtin camilerin yanında fakir ve aciz kimseleri beslemeye mahsus aşhane­ler inşa edilmiştir. Bazı mabetlerin yanında ise şifahaneler yapılmış ve adına da şifahane veya bimarhane de­nilmiştir.

Netice:

Sonuç olarak diyebiliriz ki; biyolojik kaynaklı olanlar dışında, ruh hastalıklarının çoğu, sıkıntı, üzüntü, keder, kendine güveni kaybetme, aşa­ğılık kompleksi, ihtiras ve arzula­rın tatmin edilmemesi, maddî ve ma­nevî kayıplar, yalnızlık duygusu ve suçluluk duygusu gibi ruhî faktörlerden kaynaklanmaktadır.

İslâm’daki kader inancı, başa ge­len üzücü olayların normal ve tabiî karşılanmasını ve insanın, değiştir­meye gücü yetmediği şeyler karşı­sında boşu boşuna üzülmemesi gerekti­ğini emretmekte ve olayları, sabır ve teslimiyetle karşılamasını sağla­maktadır. Allah’ın iradesi olmadan bir yaprağın dahi kımıldamayacağına inanan bir kişi, olayları olgunlukla ve soğukkanlılıkla karşılar. Dolayısıyla bağırıp çağırarak kendisini ha­rap etmez ve bir takım şartlı cüm­leler kurarak keder ve üzüntüsünü artırmaz. Yine Allah’a ve kadere inanan kişi, elde edemeyeceği arzu ve ihtiraslardan dolayı üzülmez; Zi­ra bilir ki Allah ne takdir etmişse o olur. Allah’ın takdir etmediği hiçbir şey, asla olmaz. Bu sebeple olan ve olmayan şeyler karşısında taşkınlık yaparak aşırılığa da kaçmaz.

Bu gerçek; “Kadere inanan, ke­derden uzak olur” sözüyle ifade edil­miştir. Büyük filozof Erzurumlu İb­rahim Hakkı’nın diliyle “Mevlâm gö­relim neyler, neylerse güzel eyler” diyebilen bir kişinin, ruh hastası ol­ması hemen hemen imkânsız gibidir.

Allah’a inanmak, O’na tevekkül etmek ve zor anlarda O’na güven­mek ve O’na sığınmak ruhî gergin­likleri ve dış baskılarla iç baskıları azaltmakta, kişiyi korkulardan uzak­laştırarak yalnızlık ve güvensizlik duygusunu yok etmektedir. Ahirete inanan kişi, uğradığı hastalıkların karşılıksız kalmayacağını, başına gelen belâ ve musibetlere karşı ahirette mükâfat alacağını, kaybettiği sevdiklerine orada kavuşacağını ve dünyada elde edemediği veya edemeyeceği şeyleri, orada elde edebileceğini düşünerek teselli bulur ve ümitsizliğe düşmez.

İslâm, aşırı arzu ve ihtirasları, çeşitli şekillerde kontrol altına al­makta, kibir, kin ve nefret gibi kötü duyguları ıslah etmekte ve dolayısıyla ruhen sağlam, dengeli ve karakterli bir insan tipi ortaya çıkartmaya ça­lışmaktadır. İnanan insan ibadet ve dua ile günlük keder ıstırap ve menfi düşüncelerden uzaklaşıp Al­lah’ın huzuruna çıkmakta ve ruhî bir sükûna kavuşarak deşarj olmakta­dır. Ruh, ibadet sayesinde ait ol­duğu yere, hakikî yerine yükselmek­te ve tatmin olmaktadır.

İslâm’ın tövbe emri ise, vicdan azabının verdiği sıkıntı ve suçluluk duygusunu yok ederek insanı rahata kavuşturmakta ve pek çok ruh has­talıklarının ortaya çıkmasına mani olmaktadır.

İslâm, Allah’tan başka hiçbir şeyden korkmamayı, insana zarar ve­recek maddî ve manevî her şeyden O’na sığınmayı emretmekte, dolayısıyla ruh saflığını bozucu her çeşit korkunun önüne geçmektedir. Bil­hassa Allah’ı her an düşünen ve O’nu hatırından çıkartmayan ve bunda da muvaffak olan kişinin, ruh hastası olması imkânsızdır. Kur’ân’da “Kalpler ancak Allah’ın zikriyle (hatır­lanmasıyla) huzura kavuşur”(49) buyrulmaktadır.

Kur’ân’da bütün Müslümanların kardeş olduğu prensibi getirilmiştir.(50) Bu prensip, zekât, sadaka ve diğer yardımlaşma şekilleriyle, toplu ibadetler, bayramlarda yapılan karşılıklı ziyaretler, nikâha dayanan hu­zurlu ve sağlam âile çevreleriyle güçlenmekte ve güçlülüğü nispetinde fertler, sosyalleşmektedir. Bu husus, sosyal intibaksızlıklar açısından çok önemlidir. İslâm’ın ruh hastalıkların­dan koruyuculuğu, ancak İslâm’ın ya­şanmasıyla tam olarak anlaşılabilir. İstatistikler, din ve ahlâk duygusu­nun çözülmesi ve çöküntüye uğrama­sı oranında, ruh hastalıklarının da arttığını göstermektedir. Medeniye­tin sağladığı maddî refah, ruhun hu­zura kavuşmasına yetmemektedir. Ruhun huzuru ise, ancak İslâm’la mümkündür.

(1) Buharî Tıp, 1, Müslim, Selem,

(2) Tirmizî, H. No. 2066. Ahmed, Mttsned, IH/421.

(3) Kasas, 28/26.

(4) Bakara, 2/246.

(5) Dr. Karl Opıtz, Dei Medizin im Koran (“Kur’ân’da Tababet”) Ter, Prof. Dr. Nafiz Uzluk, An­kara, 1971, s. 21.

(6) Meryem, 19/8, 9, 16; en-Nur, 24/31, 60, et-Talak, 65/4, Hûd, 11/53.

(7) el-Bakara, 2/222.

(8) el-Bakara, 2/233, Tâhâ, 20/41, el-Kasas, 28/12.

(9) en-Nisâ, 4/22.

(10) ez-Zâriyat, 51/29.

(11) el-A’raf, 7/69, Fâtır, 35/1.

(12) en-Nahl, 16/66.

(13) Yusuf, 12/48. 85. Fa tır, 35/1.

(14) el-Felak, 113/1–5, en-Nas, 114/1–6, Sad, 38/41, eş-Şuâra, 26/27, Yusuf, 12/32. Enfal, 8/12, Yâsin, 36/66, el-Hacc, 22/19–21, Muhammed, 47,/15.

(15) Âli-İmrân, 3/49. el-Mâide, 5/110.

(16) ez-Zâriyat, 51/29, ez-Zümer, 39/23, el-Ahzâb, 33/10, en-Nahl, 16/58.

(17) el-Hacc, 22/5.

(18) es-Saffât, 37/47, el-Vâkıa, 56/19, et-Tûr, 52/23.

(19) es-Secde, 32/8, et-Târık, 86/6–7, el-Insan, 76/2, el-Mürselât, 77/20–22.

(20) er-Ra’d, 13/9, ez-Zümer, 39/6, el-Mü’minun, 23/11–13.

(21) Lokman, 31/34, el-Hacc, 22/5, eş-Şûra, 42/50, Fussilet, 41/47.

(22) M. Osman Uzman, Tababet-i Ruhiye, İst. 1941, s. 257.

(23) M Osman, Tababet-i Ruhiye, s. 257.

(24) M. Osman, a.g.e. s. 260.

(25) el-Hadîd, 57/23.

(26) ez-Zümer, 39/53.

(27) el-Hicr, 15/56.

(28) el-Hadîd, 57/23.

(29) ez-Zümer, 39/53.

(30) er-Rûm, 30/21.

(31) el-Mü’minûn, 23/97.

(32) en-Nahl, 16/97.

(33) el-Bakara-, 2/186.

(34) Yunus, 10/107.

(35) eş-Şuara, 26/80.

(36) eş-Şuara, 26/80.

(37) el-Bakara, 2/156.

(38) el-Mü’min, 23/60.

(39) el-Furkan, 25/77.

(40) el-Araf, 7/55.

(41) Tirmizî, Sahih, K. Da’vât, B. 1.

(42) Tirmizî, Sahih.

(43) Lokman, 31/34.

(44) en-Nisa, 4/81.

(45) er-Râd, 13/26.

(46) Fâtır, 35/2.

(47) Hud, 11/6.

(48) en-Nahl, 16/127.

(49) Ra’d 13/28.

(50) Hucurât, 48/10.