Makale

UKUDU’L- CUMAN Fİ CEVAZI TA’LİMİ’L-KİTABE Lİ’N-NİSVAN Adlı Eser Üzerinde Birkaç Söz

UKUDU’L- CUMAN Fİ CEVAZI TA’LİMİ’L-KİTABE Lİ’N-NİSVAN
Adlı Eser Üzerinde Birkaç Söz
Dr. Ali Osman KOÇKUZU
S.Ü. İlahiyat Fak. Öğretim Görevlisi

Bu tebliğimizde hacimce küçük, fakat hatırlattığı bazı ölçü ve değerler bakımından ilgi duyulabilecek bir risaleden söz edeceğiz. Eserin konusu, İslâm kültür tarihinde farklı değerlendirmeleri yapılmış olan “kadınlara yazı öğret­me” veya bir başka deyişle “kadınların tahsil yapmalarına İslâm dini açısından bakış” meselesidir. Fakat hemen ifade edelim ki, bizim dikkatlerinize arz edeceğimiz husus; "hadise bağlı mesele çözüm tekniği” olacaktır.

Ukûdu’l-Cumân fi cevâzi ta’limi’l-kitâbe li’n-Nisvân adıyla tanınan bu Farsça risâle H. 1273/M. 1858 tarihlerinde vefat etmiş olan Hintli âlim Muhammed Şemsu’l-Hakk Azimâbâdî’ye aittir. Daha çok hadisçi olarak şöhret yapmış olan Azimâbâdî, kaynakların belirttiğine göre, Ebû Dâvut Sünenine bir de şerh yazmıştır. Aynı nispetle anılan başka bilgiler de vardır. Eserin adı; Gâyetu’l-Maksût fi halli Sunen-i Ebi Dâvud’tur.

Müslüman fatihlerin henüz Milâdî sekizinci asır gibi erken bir devirden itibaren ayak bastıkları bu ülkede, İslâm Medeniyetinin, yerli Müslüman halk dışında; Arap, Türk, Fars, Afganlı fert ve kitlelerce de temsil edildiğini görüyoruz. Yakın zamanlarda, birkaç yüzyıl İngiliz idaresi altında kalan Hint ül­kesi, Hadis ilimlerinin canlılık kazanması hamlesinde, büyük hizmetleri geçen kişiler yetiştirmiştir.

A — HİNT ÜLKESİ VE HADİS İLİMLERİ:

Hindistan’da neşredilen bir kitabın tavsifi üzerinde konuşup, ülkedeki hadis ilimleriyle, halkın ve âlimlerin münasebetine temastan önce, kısa da olsa Hint kıtasının İslâm ve Kültürü ile bütünleşmesinin tarihine ait bazı bilgiler naklinde fayda vardır. İslâmî kültür hareketleri içinde, hadis ilimleriyle meşguliyet ko­nusunda Hindistan’ın diğer bazı İslâm milletlerinden üstün durumu mevcuttur.

Biz Hindistan deyimi ile siyasî haritada; “Hindistan, Pakistan, Bangladeş, Keşmir, Bihar vs.” şeklinde bölünen yarımadanın tümünü kastetmekteyiz. Kültür faaliyeti olarak da, ülkedeki Müslümanların çalışmalarını söz konusu edeceğiz. Moğolların 1528/1858 yılları arasında uzun süre hükümran olduğu ülkenin zengin ve renkli bir kültür tarihi mevcuttur.

Eski ve köklü bir İslâmî ilim Ananesine malik olan Hint Müslümanlarının, bu eski ananelerinin zaman zaman yeni hamlelerle modern yapıya kavuş­turduklarını görmekteyiz. Müslümanlar arasında, Arap dili başta olmak üzere pek çok dilin konuşulduğu yarımada, özellikle din ilimleri sahasında İslâm ül­kelerinden hiç de geri kalmamıştır. Devam eden klasik yapıdaki eğitim ve öğ­retime, dünya çapındaki müceddit hamlelerin sahibi olan evlatları tarafından müspet müdahaleler olmuş, üfürülen yeni ruh, İslâm kültür ve ilmine güçlü ve yeni katkılarda bulunmuştur. Haydarâbat’ın müstesna yerini, hadisle uğra­şanlar daha yakından bilmektedirler.

Mısırlı bilgin Reşit Rızâ; “Hint Müslümanlarının hadisle meşguliyetleri ol­masaydı, asrımızda Şarkta hadis bilgileri yok olurdu” demektedir.(4)

Aslında bu söz, Doğu İslâm ülkeleri için olduğu kadar; Mısır, Hicaz, Tür­kiye, Kuzey Afrika gibi İslâm ülkelerinin ilim tarihleri için de geçerlidir.

Şurası muhakkaktır ki, bir İslâm diyarında hadis ilimleriyle gereği gibi meşguliyet terk edilmemelidir. Yakın tarihe kadar; “çeşitli aklî ilimler, felsefe ve çok az miktarda Hanefî fıkhının okutulduğu” Hint ülkesinde görülen hadis­teki uyanış, müceddit bilginler ve onların, sonradan adeta ekolleşen yollarının takipçileri tarafından başlatılmış ve sürdürülmüştür. Bu uyanışı, H. 1054 vefat tarihli Abdü’l-Hakk b. Yusuf isimli âlime izafe edenler mevcuttur. Bu zat tam bir muhaddis olmamakla beraber, o sahada ilk çığır açan; hadis bilgilerini fetret devrelerinden sonra ilk yayan bilgindir. Oğlu Nûru’l-Hakk da aynı hizmeti de­vam ettirenlerdendir. Bu uyanış hareketinde asıl büyük tesir sahibi, Şâh Veliyyu’llâh Dihlevî olmuştur. Bu büyük bilgin, vefatına kadar (H. 1076) Hint ülkesinde; “büyük bir muhaddis, tebliğci ve ıslahatçı kişi” olarak tanınmış, çok büyük vazife yapmıştır. Kendi yolunu takip edenler; oğlu Abdü’l-Aziz ile Şâh Abdü’l-Ğaniyy, Şâh Abdü’l-Kadir, Şâh Refiu’d-Din, Muhammed Muin gibi âlim­lerdir. Aralarında en tesirli olan zat, Şâh Abdü’l-Aziz Muhaddis Dihlevî olmuştur.(5)

Sünnetin neşri, hadisle ilgili kitapların basım işi bugün de Hint diyarında devletin yardımlarıyla yürütülmektedir. Haydarâbat bölgesi, yetiştirdiği nadir simâlarla ve arasını kesmediği ilmî faaliyet ve kitap neşri ile haklı bir şöhret yapmıştır.(6)

B — ESERİN KISACA TAVSİFİ:

Tamamı büyük boy beş sayfadan ibaret olan bu risâle, Hint usulü ta’lik yazı ile yazılmış ve taş basması olarak, iki cilt halinde neşredilen Subulu’s-Selâm’ın sonuna eklenmiştir. Eser bir fetva üslûbu içinde; besmele, hamd ve bir soru ile başlar. Her sayfada sık istif edilmiş otuz üç satır vardır. Risâle şu sözlerle son bulur: "... Allah daha iyi bilir. O’nun ilmi en tamam bilgidir. Bu risa­lenin yazarı, ebu’t-Tayyib Şemsu’l-Hakk Azimâbâdî der ki; kalem, risâle yazımından kurtulup, Hicret-i Nebeviyyenin 1307. yılında istirahate erdi. Salat ve selâmın en üstünü O’nun üzerine olsun. Tamam oldu”.

Müellifimizin tercüme-i halini veren kaynaklar onun bu küçük eserine atıfta bulunmazlar. Yazarın yukarıda sözünü ettiğimiz ebû Dâvud Sünen’ine yaptığı şerhi tamamlayan Avnu’l-Ma’bûd yazarı Mubârekpûrî bile, eserin başında yazarını tanıtırken bu risaleden bahsetmez. Sadece kitabın içinde bir kere kısa temasta bulunur. (7)

Şemsu’l-Hakk şu soru ile eserine başlar: “Din âlimleri, kadınlara yazı yazmayı öğretmenin câizliği veya yasaklığı konusunda ne buyururlar? Bu meselede kat’î hüküm nedir?”:

Cevap: Ya Rab: seni tenzih ederiz. Senin öğrettiğin dışında hiçbir bilgimiz yoktur. Âlim sensin, Hakîm sensin. Bilmek gerek ki... Daha sonra yazar, konunun her iki yönüne de temas eden iki rivayeti ele alarak, onları usûl-i hadis ve ricâl bilgileri yardımıyla inceler. Bu iki rivâyetten, kadınlara yazı öğretimine müsaade etmeyen hadisin kaynakları şunlardır:

1. İbn Hibbân el-Bustî, Kitâbu’d-Du’afâ’.

2. Hâkim en-Neysâbûrî, Kitâbu’l-Mustedrek.

3. Beyhakî, Şuabu’l-İmân.

Râvisi Hz. Âişe vâlidemiz olan haber şu meâldedir:

“Kadınları gurfelere oturtmayınız. Onlara yazı da öğretmeyiniz. Yün eğir­meyi ve Nur sûresini öğretiniz kâfi.”

Haberde geçen GURFE kelimesi, muhtemelen sokağa bakan, evlerin yukarı katlarında yer alan sundurmalara verilen addır. Bunların içeridekileri dışarıya gösterme ihtimâli söz konusudur.

Müellifin, yaptığı araştırmalar sonunda haber hakkında menfi kanaate vardığı görülmektedir çünkü haberin râvilerinden Şamlı İbrahim oğlu Muhammed, râvi olarak “Cerh-Ta’dil ilmi” açısından müspet görülmeyen bir kişidir. Yazarımız, râvilerin kişiliklerini araştırırken; Zehebi’nin Mizânu’l-İ’tidâlini, Dârakutnî’nin eserlerini, İbn Adiyy’in kitabını, İbn Hibbân’ın eserlerini, el-İlel el-Mutenâhiye’yi, İbn Hacer’in Takri­bini, Allâme Hazrecî’nin bir kitabını, Tehzibu’t-Tehzib el-Kâşif ve benzeri eser­leri kullanmıştır. Bu eserlerin tümü eş-Şâmî hakkında menfi kanaat belirtir­ken, yalnız bir tanesi müspete yakın bir söz eder. Müellif bu kanaatin ardını araştırır ve şunları söyler: "Allâme Hazrecî’nin az önceki sözünde geçen (Ebû Hâtim ile Nesâî bu zatı mutemet bir kişi olarak tevsik ederler) cümlesi, üze­rinde düşünülmesi ve araştırma yapılması gereken bir sözdür. Evvelâ Ebû Hâtim ile Nesâî’nin, Muhammed b. İbrahim Şâmî’yi mutemet saydıklarını nakleden hiç bir müellif mevcut değildir. Aksine; İbn Hacerin Tehzib et-Tehzib’inde, Hâfız Zehebî’nin el-Kâşif’inde ve Mizânu’l-İtidâl’inde, sadece cerh eden âlimlerin; Şâmî’yi mutemet saymayan bilginlerin sözleri geçmektedir. Nesâî ile Ebû Hâtim’in söz konusu müspet fikirleri buralarda yer almamaktadır. Durum böyle olunca —Allah bilir ama— yine Hazrecî’nin hatalarından biri ile karşı karşıyayız de­nebilir çünkü eserinin başka yerlerinde de bu tür yanılmalarına (müsamahasına) rastlamaktayız. Yok, ama var farz edelim ki iki âlim bu râviyi müspet olarak kabul etmişlerdir, bu takdirde, bu iki güçlü hadis bilgininin tevsiki, müspet kanaat belirtmeleri; Dârakutnî, Ibn Hibbân, Ibn Adiyy, Ebû Nu’aym gribi diğer hadis hafızlarının menfi görüşleri ile katiyen çelişmez çünkü onların belirt­tikleri Müfesser bir cerh’tir. Usûl-i hadis kaidesine göre, sebebi açıklanmış müfesser bir cerh, hâfız hadisçinin tevsik ve ta’dilinden daima üs­tündür. Nitekim İbn Salâh der ki...”.

Görüldüğü gibi, Şemsu’l-Hakk, önce ileri sürülen iddiayı kaynaklardan aramış, sonra da usul noktasından meseleyi ve iddiayı çürütmüştür. Haberin asılsız olduğunu ispattan önce, tarafsız olarak meseleyi ele almış ve ilmin öl­çülerine göre onun tenkidini gerçekleştirmiştir. İbn Salah dışında bu usul kaidesinin tespitinde şu eserlere de başvurulmaktadır:

1. Fethu’l-Muğis; Irakî’nin elfiyesine Sehâvî tarafından yazılan şerh,

2. Fahrettin Râzî ve Seyfettin Amidî gibi usulcülerin kitapları,

3. Molla Ekrem Sindî’nin, Şerhu’ş-Şerh adlı eseri,

4. el-Bukâî’nin Elfiye şerhi.

Risâlenin yazarı Aizamâbâdî bilâhare Hâkim’in rivâyeti ile gelmiş olan hadisi ele alır. Bu rivâyette de Abdül-Vehhâb b. Dahhâk adlı bir kişi vardır. Ya­zar aynı yolu takip ederek bu râviyi de araştırır çünkü bu adamın râvî olarak sağlamlığı, hadisin sahihliğinin tespitinde vazife görecektir. Kaynakları ise şu eserlerdir:

1. Suyûtî, el-Leâli’l-Masnu’a fi’l-ehâdisi’l-Mavdûa adlı eseri.

2. Suyûtî; el-Hulâsa adlı kitabı.

3. Zehebî’nin özellikle Mizân’ı ve diğer kitapları.

4. Ibn Adiyy’in konu ile ilgili kitabı.

5. Ibn Hibbân el-Bustî’nin kitapları.

6. Ibn Adiyy, el-Kâmil adlı kitabı.

7. Îbnu’l-Cevzî’nin bazı kitapları.

Müellif söz konusu râvi Abdül-Vehhâp’dan sonra, yine aynı senette ismi geçen Şâmî’nin durumundan söz eder. Araştırmasını sürdürür. Burada; “kadınlara yazı öğretimine müsaade vermeyen ve peygamberimize isnat edilen haberin ta­rihî ve ilmî araştırması bitmiş olmaktadır.

Diğer taraftan, kadınlara yazı öğretmeğe din açısından müsaade veren ilim adamlarına delil olan hadis de; Ahmet b. Muhammed b. Hanbel, ebû Dâvut, Nesâî ve Taberânî’nin eserlerinde geçmektedir. Bu kaynaklardan ebû Dâvut’ta yer alan rivâyet şöyledir: “.... Şifâ(r. anhâ) dedi ki; ben Hafsa’nın yanında iken Peygamberimiz (s.a.s.) geldi ve bana dedi ki; Şifâ, sen yazıyı öğrettiğin gibi şu bizim Hafsa’ya Nemle efsûnunu (duâsını) da belletsen ya...”.

Hadiste geçen NEMLE, insan vücudunda çıkan bir çıban adıdır. O günün insanında hasta okunduğu veya belirli bir duâ (efsûn) ve rukye yapıldığı tak­dirde şifâ bulacağı kanaati mevcuttur. Yazarımız, hadisin başka rivâyetlerini diğer kaynaklardan vermeksizin ricâl tenkidine girişir. Belirttiğine göre hadisin râvileri şu zatlardır:

1. İbrahim el-Masîsî, 2. Ali. b. Mushir, 3. Abdül-Aziz b. Sâlih, 4. Ebû Bekr b. Süleymân b. ebî Hasme, 5. Şifâ bnt. Abdillâh (r. anhâ).

Ukûdu’l-Cumân’ın uzun ismindeki kayıttan da anlaşılacağı veçhile yazar, kitabının sonunda; “Hanımlara yazının, din açısından yasaklanmaksızın öğre­tilebileceği” kanaatine varmaktadır. Belki bu görüşün de tesiri altında, yazı öğretimine cevaz veren hadisi daha köklü bir araştırmaya tâbi tutar. Ufak-tefek bazı değerlendirme ihtilaflarını naklettiği bu araştırmalardan; İbrahim el-Masisî, Abdül-Aziz( Sâlih b. Keysân, Süleyman b. ebi Hasme... nin ihticâca elve­rişli kişiler olduğu hükmü çıkmaktadır. Müellifimiz hadisin Rasulullah’a yakın ilk râvisi olan sahabî Şifâ Hatun hakkında da genişçe bilgi verir. İlk muhacir hanımlardan olan bu zat, Süleymân b. ebi Hasme’nin annesidir. Sadece Şifâ adıyla da anılmaktadır. Hicret öncesi Müslüman olup Peygamberimize beyat etmiştir. Akıllı ve cerbezeli sahabiyyelerdendir. Peygamberimiz, onun cemiyet­teki makbul yerini bildiği için; ziyaretine gider, bazen onun evinde istirahat ederlerdi. Medine’de kendisine büyükçe bir ev verilmiş, oğlu ile orada yerleşmiş­tir. Halife ve müminlerin emiri Ömer b. el-Hattâb da onun fikirlerini beğenir, istişarede ona ayrı bir değer verirdi. Belirtildiğine göre bu hanım, Medine’de kadınlara yazı öğretmiştir.

Tavsifi ile meşgul olduğumuz risâle, sadece iki hadisle ve onlardaki ricâlin ilmi tenkit ve takibi ile son bulmamaktadır. Azimâbâdi’nin, meseleye ışık tu­tan diğer delilleri, bizim üzerinde durmak istediğimiz nokta ile pek ilgili bu­lunmamaktadır. Bu yüzden onları kısaca maddeleştirip geçeceğiz:

1. Bilginlerin fikirleri:

Eldeki hadislerden, yazı öğretmenin câizliği ile ilgili olarak müspet görüş ileri sürmek zaruret halini almaktadır. Kadınlara yazı öğretmek İslâm’da yasak değildir hatta bu konuda müsaade bile vardır. Allâme Erdebili, İbn Teymiyye Harrânî ve talebesi İbn Kayyim el-Cevziyye’nin görüşleri bu merkezdedir.

2. Başka hadislerde de aynı müsaade vardır:

Nitekim Buhârî, el-Edebu’l-Mufred’de böyle bir haber nakletmektedir. Bu­rada belirtildiğine göre, yaşlı devrinde Hz. Âişe (r.anhâ)’nın yazı hizmetlerini gören bir hanım hizmetçisi olmuştur.(8)

3. Tarihte kadınlar ve yazı:

Tarihin her devrinde İslâm muhitlerinde kadınlar, yazıdan ve ilmî çalışma­dan men edilmemiş, aksine teşvik görmüş ve çok kıymetli âlim hanımlar yetiş­miştir.

Müellifimiz bu sözleri söyledikten sonra; Fahru’n-Nisâ Şehde bnt. ebî Nasr, Kurtubalı Ahmet kızı Âişe... gibi bir kaç örnek isim sayar, bunların tercüme-i hallerini verir, özellikle de yazı yazdıklarına işaret eder. Onun belirttiğine göre bu kadınlar arasında, aktif olarak ilim hayatına katılan, yazan-çizen, hadis dinleyen, diğer ilim faaliyetlerinde bulunan niceleri vardır. Eğer bu işler dini­mizce yasak olsaydı, çoğu kez onlar ilim çevrelerince men edilirlerdi.

4. Yazı öğretmeyi yasaklayan hadisin uydurma oluşu:

Şemsü’l-Hakk Azimâbâdî bu noktaya kadar, kadınların yazı öğrenmesine cevaz vermeyen haberi, hadis usûlü ilimleri noktasından tenkit etmesine rağmen, onun mevzû, (uydurma haber) olduğunu söylememiştir. Yazısına son ve­rirken nihayet bu noktayı da belirtir. Haber hakkındaki Hâkim ve Beyhakî’nin söz konusu edilen müspet fikirlerini reddeder. Hâkim’i tashihte (hadisleri sahih saymada) yumuşak davranan ve tenkitleri güçsüz olan bir kişi olarak kabul eder. Beyhakî ile Suyûtî’nin de böyle bir sözlerinin bulunmadığını, onlara iftira edildiğini belirten Azimâbâdî, Hâfız ibn Kesir ve Alâeddin Hâzin’den nakillerle yetinir.

5. Yazı öğrenme müsaadesi acaba sadece Hafsa’(r.anhâ)’ya ait olabilir nü?

Yazar bu hususu Ali el-Kârî’nin Mişkât adlı hadis kitabına yazdığı Mirkâtu’l Mefâtih adlı şerhte belirttiği bir görüş üzerine zikreder. Ali el-Kâri orada şunla­rı söyler: “Selef hanımlarına tanınan yazıyı öğrenme müsaadesi, daha sonraki devrelerin kadınlarına tanınmamıştır.” Ali el-Kârî sebep olarak; “daha sonraki gelen kadınların fesada uğradıklarını” gösterir. Bu fikrini, isim vermeden bazı bilginlere de izafe eden el-Kârî, kanaatini el-Ahzâb sûresinin 32. âyetine dayan­dırmaktadır. Âyetin meâli şöyledir: “Ey Peygamber kadınları! Siz (diğer) ka­dınlardan (herhangi) biri gibi değilsiniz. Eğer Allah’tan korkuyorsanız (size yabancı olan erkeklere) yumuşak söylemeyin.”

Bu fikrin lehinde olanlar bulunduğu gibi, aleyhinde konuşanlar da vardır. Nitekim Ibn Melek bunlardan biridir. Bu bilginlerin belirttiklerine göre, yazı öğretmenin cevazında böyle bir tefrik yapılırsa, “her meselede falancaya aitlik” yolu açılmış olacaktır. Ayrıca, bu cevaz ve bu müsaade Hafsa’ya ait idiyse, Şifâ ve benzeri hanımların yazıyı öğrenmeleri ne ile açıklanabilir? Tahsis taraftarlarının bunu ispatları çok güç bir iştir. Eğer böyle bir hal varsa Peygamber’imiz niçin bunu sadece Hafsa’ya tanınmış bir hak olarak ortaya koymuştur. Hâlbuki dinimize göre haram ve helâllik umumidir. Kaldı ki kadınların bozulabilecekleri ihtimali selef hanımları için de varittir. Nitekim Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyurulmuştur:

“Andolsun, sizden önce geçenleri de Biz bilmişizdir, geri kalanları da biz bilmişizdir.(10)

Bozulma meselesi yazıyla değil, daha başka harici tesirlerle olabilmektedir.

6. Lehteki Diğer Deliller :

Şemsu’l-Hakk Azimâbâdî üzerinde durduğu konudaki kanaatini şöyle be­lirtir: “aslında kadınlara yazı öğretme konusunda konuşmağa bile gerek yok­tur. Yetişkin, buluğ çağına ermiş her kadın, kendi gibi hanımlardan veya kendi yakını erkeklerin herhangi birisinden yazı öğrenebilir. Yazı öğrenmek onların bozulmalarına ve fitneye uğramalarına bir sebep değildir. Eğer böyle bir durum söz konusu olsa idi, Allah ve Rasülü onlara müsaade vermez ve onu yasaklardı. Yazar bundan sonra şu âyeti delil olarak ileri sürer “Senin Rabb’in unutkan değildir.”(11)

7. “Nemle Rukyesi” sözü başka manalara gelebilir mi?

İslâm öncesi devrede, hastalıklar için okunma ve üfürülme (rukye veya ‘ûze) vardı. Kelime Türkçeye efsun olarak tercüme edilmiştir. Nemle ise yu­karıda arz ettiğimiz; eza veren, vücutta karınca gezintisi hissini doğuran bir belirti ile devam eden çıbanın adıdır. Bugün için mahiyetini bilemediğimiz rukye yapılınca hasta şifâ bulurdu. Âlimlerin çoğu meseleyi böyle anlamışken, bazı­ları nemle rukyesi deyimine başka manalar vermeğe kalkışmıştır. Bu manalar şunlardır:

a. Bazı gizli ev sırlarını söylediği için, Peygamber’imiz Hafsa vâlidemizin Şifâ tarafından uyarılmasını istemiştir. Bunu da bir takım üstü kapalı ifadelerle söylemişlerdir.

b. Bu deyimle. “Ey Şifâ! Sen bunlara zararlı olan yazı yazmayı öğrete­ceğine, kocaya nasıl itaat edilir onu öğretsen ya” denmek istenmiştir.

Yazarımız bu manaların hiçbirini vârit görmez. Onları reddeder. Bazı bil­ginler; “bu hadiste rukyeden men etme vardır” derken, diğerleri “yazının da yasaklandığı” neticesini çıkarmaktadırlar. Hâlbuki yazara göre bunların hepsi yanlıştır.

C — TESPİTLER VE TEKLİFLER:

Ukûdu’l-Cumânı az da olsa tanıtmış bulunuyoruz. Sıra, tebliğimizde temas etmek istediğimiz diğer mühim konuya gelmiştir. Hintli bilginin, küçük hacimli bir risâlede de olsa; BİR PROBLEME, DÎNÎ BİLGİLER VE ÖZELLİKLE HADİS İLİMLERİ YARDIMIYLA AÇIKLIK GETİRMESİ VE HÜKÜM TESPİT ETMESİ. Diğer bir deyişle: MESELELERİN ÇÖZÜMÜNDE HADİSİN HA­REKET NOKTASI OLARAK KABUL EDİLİP, SÜNNETTEKİ UYGULAMA­NIN ARAŞTIRILMA TEKNİĞİ.

Peygamberimizin sağlığında kendisine sorularak hükmü öğrenilen mese­leler, O’nun vefatından sonra Kur’ân-ı Kerîm’in ve Peygamberimizin öğrettikle­rinin ışığı altında çözüme kavuşturulmuştur. Daha sonraki nesillerin “YAŞAYAN PEYGAMBER”’ hadislerle, sünnete ait sağlam bilgiler olmaktadır.

Hadisin bu yol gösterici gücü yanında, aynı derecede zor bir işi daha var­dır; “DOĞRU OLAN HADİSİN VE SÜNNETİN TESPİTİ KEYFİYETİ" “Haz­ret-i Peygamber’in ve sahabîlerinin canlı rehberliğinin yokluğunda meydana ge­len gelişmeler Dinî Metodoloji olarak tavsif edilmiş ve ilk belirtiler de hadis olarak isimlendirilmiştir.” diyen bilgin de aynı değere işaret etmekte ve aynı güçlüğü dile getirmektedir.(13)

Müslüman toplumda meydana gelen bir hâdisenin; bir kültür ve cemiyet probleminin, Allah’ın ve Peygamber’inin talimatına uygun çözüm tarzı, Kur’ân’ın gösterdiği ve öğrettiği bir usuldür. Şurasını belirtelim ki, bu yolun tutulması, diğer bir takım kıstasların; ölçülerin kullanılmayacağı anlamına alınmamalı­dır. Bu bakımdan, hanımlara yazı öğretilmesinin câiz olup-olmadığını din açı­sından tetkik ederken, işe hadislerin tahlili ile bağlanması normal karşılanmalı­dır. Eğer konu ile ilgili, doğrudan bu meseleyi inceleyen Kur’ân âyeti olsa idi, O, mutlaka öncelik hakkına, sahip bulunmaktaydı. Bu yol eskiden beri âlimlerce tutulan ve tutulmasında da fayda görülen bir yol olmuştur.

Diğer taraftan yazarın bu küçük esercikte bol kaynak kitaba dayanan bir araştırmadan kaçınmamış olması düşündürücüdür. Nitekim yerlerinde isimle­rini verdiğimiz yirmi kadar; hadis furûu, usûlü, teorik cerh ve ta’dil kitabı ile tercüme-i hal koleksiyonu, tefsir ve hadis kitabı şerhi, bizim görüşümüzü doğ­rulayan unsurlar olmuştur. Pek çok yerde günümüz âlimlerince bile terkedilen bu usul, Azimâbâdî için takdire değer müspet bir harekettir.

Şemsu’l-Hakk’ın üçüncü özelliği, MESELEYE NAKLİ AĞIRLIK VERMİŞ OLMASIDIR. Çoğu kez devrini tamamlamış bilgi dalı olarak görülen cerh-ta’dil kanunları ve literatürü burada pekâlâ çalışmış ve görev yapmıştır. Bir noktada yazar, bilginlerin fikirlerine, cevaz lehindeki tarihî örneklere, meselenin akıl açısından tahliline ikinci ve üçüncü derecedeki kaynak ve ölçüler olarak bakabilmiştir. Hint âlimlerinin “çoğunlukla hadisçilerde görülen” bu metodu ustaca takip ettikleri görülmektedir. Üzerinde durmak istediğimiz asıl mühim nokta budur. Meselede nakle ağırlık veren ilmî araştırma usûlünün, günümüz ve gelecek açısından tekrar ele alınıp değerlendirilmesinde, ister istemez akla şu sorular gelmektedir:

1. İslâm geleli on dört asır geçmesine rağmen aynı metodun ve aynı yolun takibi gerekli görülmeyecek midir? İslâm toplumlarının meselelerine birer sos­yolojik vakıa olarak bakıp, zaruretleri de göz önüne alarak; meseleyi dinden tecrit edip, hadisin bu sağlam metodolojisi bir tarafa bırakılacak mıdır?

2. Bazı Batılı İslâm ilimleri mütehassısları başta olmak üzere, birçok ilim adamı hadisçiyi bağnaz görmektedir. Onların belirttiklerine göre hadisçi; muhakemesi geri, taassup yanlısı, şiddet taraftarı kişidir. İstisnaları da olsa onlara göre bu genel kaideyi bozmayacak ağırlıktadır. Bu itibarla, akıl ve muhakeme ile mesele çözümü onlardan beklenmemelidir. Acaba Azimâbadî’nin çalışmasını böyle değerlendirebilir miyiz?

Felsefî-aklî ve sosyolojik ilimlerin her gün geliştiği ve yeni değer ölçüleri getirdiği muhakkaktır. Bu gelişme muvacehesinde, bir ilahiyatçı ve İslâm bil­gini nazarında:

a. Mezkûr ölçülerin yanında, az önce sözünü ettiğimiz; hadise bağlı mese­le çözüm tekniğinin değeri ne olacaktır?

b. Günümüz ve geleceğin İslâm bilginleri, nasıl ve hangi şartlar altında hadisi, her meselenin çözümünde ana kaynak ve ilk hareket noktası haline getirecektir?

c. Bunun temini için; eskiden olduğu gibi yine, ricâl araştırması, hadisin doğruluğunun (sıhhatinin) tespiti, tarihi tenkit, akla uygunluk ... gibi yol­lar mı izlenecek, yoksa;

d. Asırların çilesine göğüs gererek günümüzü bulan hadis ve sünnet kül­türü, yeni, doyurucu ve orijinal sayılan yollarla takdim mi edilmelidir?

e. Bütün İslâmî ilimlerle uğraşanların, HADİS VÂKIA VE GERÇEĞİNİ aynı titizlikle kabul etmeleri için neler yapılması gerekmektedir?

f. Geçen asırlarda Hint ülkesinde ve günümüz Türkiye’si ile bazı İslâm ülkelerinde görülen kaba ve hârici görünümlü; ilme sırt çeviren hareketlerin önlenmesinde, hadisle uğraşanlara ne gibi görevler düşmektedir?

Maruzatıma son verirken bir kaç madde ile bazı noktalara dikkatlerinizi, tekliflerim için de tenkitlerinizi istirham edeceğim:

  1. Hadise ağırlık veren, Peygamberimizden gelen talimatı temel alan mesele çözüm tekniği, Türkiye’de uzun yıllardır terkedilen bir yol olmuştur. Bizde sünnet lehine ilmî kıpırdanışların tarihi yetmiş yılı aşmazken, Hint ülkesinde bu müddet iki yüz yılı geçmektedir.
  2. Çağdaş dünya insani ve ilimleri, ne kadar tekâmül ederse etsin, aklı temel alan ilimlerde tekâmül ne derece artarsa artsın, İslâmî meselelerin tetki­kinde "fikrî bilimleri devreye sokma ve onların metotlarıyla netice almaya ça­lışma” ne kadar akılcı bir yol olarak görünürse görünsün, yine de ilk asır İs­lâmlığını bize en iyi şekilde nakleden, daha sonraki asırlara ışık tutan, hadistir. Hadis yükü içinde meselelerimize çözüm arama yolu terk edilmeyecektir.
  3. Hadise bağlı ilim dalları her an tazedir ve yenidir. İslâm ilimlerinin bütün mensupları, bunları bilme ve kullanma durumundadırlar. Hadis ve sünnete bağlı bilimleri ve özellikle metodolojik araştırmaları gereği gibi titiz kullanan âlimde, bir takım farklı düşüncelerin teşekkülü önlenmiş olacaktır.

Söylediklerimin hemen muhterem heyetin huzurunda halledilecek meseleler olmadığını; bütün İslâm ülkelerini, İslâm kültür mirasının tümünü muhatap al­dığını biliyorum. Bunun şuuru içindeyim. Fakat İslâm ilimleri kongrelerinin yaşları arttıkça; sağlam ananelere oturan, kıstasları olan, geniş bir tesir sa­hası ve işbirliğine sahip toplu faaliyetler olmasını da aynı şuurla ve işti­yakla istemekteyim. Yine istemekteyim ki, belirli meselelerde birlik içinde olalım veya olabilmenin ilk adımlarını burada kıymetli irşatlarınız ile atalım.

İşte bu düşüncelerle affınıza sığınarak bazı taleplerimi tenkitlerinize arza cüret edeceğim:

1. Kongremiz; Kur’ân, hâdis, İslâm akait ve kelâmına alt aktüel bazı konulan önceden tespit edilecek salahiyetli kişilere tebliğ olarak hazırlatsın.

Bunlar genel kurulda görüşülsün, müşterek değer ölçülerine kavuşma yolunda olalım.

2. İyi bir haberleşme, görev taksimi, yardımlaşma vs. için burada ted­birler alınsın.

3. Maddi imkânlar artırılarak kongre neşir organına kavuşturulsun.

En derin hürmetlerimle.

21 Ramazan 1401

23 Temmuz 1981

(1) Bu yazı, 18–20 Eylül 1981 tarihinde İstanbul’da, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi İslâm İlimleri Enstitüsü ve İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsü’nün müştereken hazırladıkları “Atatürk’ün 100. Doğum Yıldönü­münde “II. İslâm İlimleri Kongresi” ne tebliğ olarak sunulmuş, bugüne ka­dar adı geçen merkezin maddî imkânsızlığı yüzünden basılamamıştır. Ku­rumun lütufkâr müsaadesi, ilk defa olarak tebliğin burada neşrini müm­kün kılmıştır. Kendilerine teşekkür ederim.

(2) Diyanet dergisinin imkânları elverirse, risâlenin tercümesi önümüzdeki sa­yılarda neşredilecektir.

(3) Hayrettin Zirikli, el-A’lâm, X, 72. Müellifin Nihâyetu’r-Rusûh adlı bir başka eseri daha vardır; Avnu’l-Ma’bûd, mukaddime bölümü, s. 13, ı. dipnot.

(4) Muhammed Fuat Abdü’l-Bâkî, Miftâh Künûz es-Sünne, mukaddime/Ebu’l-Hasen Ali el-Haseni en-Nedvi, el-Muslimûn fi’l-Hind, s. 42.

(5) Avnu’l-ma’bûd, mukaddime, s. 13–16, dipnotları/Mes’ûd Nedvî, Tarih ed-Da’veti’l-İslâmiyye Fi’l-Hind, s. 97–176.

(6) T.W. Arnold- M. Mujeeb, Hindistan, I.A.V. Birinci kısım, s. 517–535/Muhammed Hamidullah, İslâm’a Giriş, s. 270–272.

(7) Dr. İbrahim Canan, Avnu’I-Ma’bûd, X, s. 375’e dayanarak, Azimabâdi’nin; “kızlara yazı öğretmeğe taraftar olanlarla olmayanların delillerinin Ukûdu’l-Cümân ... adlı bir kitapta cem ettiğini ... belirten ilk Türkçe kaynak­tır. (bkz. Peygamber’in Sünnetinde Terbiye, s. 351–248. dipnot).

(8) Buhârî, el—Edebu’l-Mufred, s. 287, bb: 524, hadis numarası: 1118/Avnu’l-Ma’bûd, X, s. 375, Kâhire, 1375.

(9) el-Ahzâb sûresi, âyet: 32.

(10) el-Hicr sûresi, âyet: 24.

(11) Meryem sûresi, âyet: 65.

(12) Firûzâbâdî, Kâmus Tercemesi, IV, s. 986/Ibnu’l-Esir, en-Nihâye, II, s. 254.

(13) Fazlu’r-Rahmân, İslâm, s. 52 (Türkçe tercümesi).