Makale

HOŞGÖRÜ VE İSLAM

DOÇ. DR. ŞEFAETTİN SEVERCAN / Erciyes (Üniv. İlahiyat Fak. Ögrt. Üyesi

HOŞGÖRÜ VE İSLAM

XXI. yüzyıla girerken teknoloji ve iletişim ağının insanlığa sunduğu olağanüstü imkanlar sayesinde dünya, eskisine oranla daha da küçülmüş ve insanoğlunun ilişkileri daha da yoğun bir hale gelmiştir. Artık dünyanın neresinde olursa olsun farklı milletlerden, dinlerden ve kültürlerden gelen insanların bir arada yaşaması ve bir çok şeyi paylaşması olağan hale gelmiştir. Pek çok açıdan kaynaklanan farklılığın bir takım sorunları da beraberinde getirmesi kaçınılmazdır. Bu sorunların üstesinden gelinerek farklı toplumlara mensup insanların birarada uyum içinde yaşayabilmesini sağlamak ise bireysel, toplumsal ve uluslararası planda çaba sarfetmeyi gerekli kılmaktır. İlahi dinlerin getirdiği mesajın özde insanlığın barış içinde yaşaması olduğunu düşünürsek hoşgörünün, bu amacı gerçekleştirmede önemli bir kavram olduğunu görürüz. Sosyolojik bir içerik taşıması yönüyle hoşgörü kavramı, birbirleri ile organik bağları olan pekçok anlamı içermektedir. Öte yandan farklı anlam yüklemelerinin yapılması, bu tür kavramların doğru bir şekilde kullanılmasını zorlaştırmaktadır. Kavram kargaşasına yer vermemek için hoşgörü kavramının kısa bir tahlilinde yarar vardır.
“Hoşgörü" Latince asıllı bir kavram olan tolerarıce’m karşılığı olarak kullanılmaktadır ki, katlanmak, tahammül etmek, müsade edilen hata veya fark derecesi gibi anlamlara gelmektedir. Terim olarak da şu anlamlara gelmektedir.
a. Başkalarının, kendisininkinden farklı düşünme ve yaşama biçimleri olmasını kabul etme ve bunun pratiğine izin verme.
b. Vicdan özgürlüğüne saygı ve farklı dini ya da dinsel öğreti ve pratikleri savunan kişileri düşünce ve pratikleriyle kabullenme. Kavram, bu anlamlarıyla farklı düşünce ve pratiklerin, birarada yaşamalarını hedefleyen, bir uzlaşma zorunluluğu zemini öngörmektedir. Böyle bir zeminde hoşgörü, birarada yaşamak durumunda olan farklı düşünce ve pratiklerin, olmazsa olmaz kuralıdır. Başka bir deyişle, farklı düşünce ve yaşam pratiklerine sahip toplumlarda “hoşgörü" varsa uzlaşma ve birarada kavgasız yaşama vardır-, “hoşgörü”yoksa kavga ve parçalanma vardır. Esasında kavram, bu şekillenmeyi de ortaya çıktığı zeminden almaktadır. Zira, kavramın bu biçimlenmesiyle ortaya çıkışı, Ortaçağ hıristiyan dünyasında “Kilise-Tanrı Devleti" baskılarının getirdiği sıkıntılar ve bu dönemdeki "İslâm Medeniyetinin dinamik rehberliği sonucunda ortaya çıkan Rönesans ve Reformları izleyen "Aydınlanma” dönemi değerlerinin adeta zorunlu bir sonucu olmuştur. Öyleki, bu “hoşgörü" kavramı, “aydınlanma” döneminin getirdiği yeni değer yargılarının, yeni hayat anlayışının temellendirdiği siyasi ve toplumsal yapının varlık ve devamlılık ilkelerinden biri olmuştur. Bu bağlamda “hoşgörü", modern, hümanist ve liberal bir toplum felsefesinin en belirgin inanç esaslarından biri olmuştur.
“Hoşgörü” kavramını, bu fikrî ve siyasî doku içindeki biçimlenişiyle, Islâm kültür dokusuna taşıdığımızda bu dokunun, hoşgörü kavramını bu biçimlenişiyle tanımlamadığını görürüz. Başka bir deyişle, İslâm kültür dokusu, “hoşgörü” kavramına, daha farklı bir zeminde ve daha farklı çerçevede yer vermektedir. Arapça’da “müsamaha" kelimesi ile karşılanan bu kavram; görmemezlikten gelme, göz yumma, hoş görme, aldırış etmeme, affetme ve bağışlama anlamlarını taşımaktadır. Sürekli gelişen ve yeni anlam yüklemelerine muhatap olan kavram, zaman zaman kısmen de olsa “sabretme" anlamında kullanılabilmektedir. Terim olarak ise;
a. Bir düşünceyi, bir fikri veya bir siyasal hedefi benimsetme sürecinde, karşı tarafın farklı düşünce ve pratiklerine belirli sınırlar dahilinde tahammül göstermedir, yanlışlıklarını bağışlamadır.
b. Farklı inanç yapısına sahip toplumların, birarada yaşamaları halinde birbirlerinin inanç ve amellerine müdahil olmaksızın birbirlerini hoş görmeleridir, aşırılıklardan uzak durmalarıdır.
Bu anlam dokusu içinde “hoşgörü" kişisel bir erdemdir ve düşünceleri ve hayat anlayışı ile başkalarına örnek olmak isteyen bir kişinin asla vazgeçemeyeceği bir hasletidir. Ancak bu erdem de diğer erdemler gibi yerinde ve gerektiği kadar kullanılmalıdır. Yersiz ve gereğinden fazla kullanılır ise “zillet" sınırına girebilir.
İslâmî çerçevede "hoşgörü” kavramının zemini ve sınırlarını Kur’an ve Hz. Peygamber (s.a.s.)’in uygulamaları çerçevesinde örneklemek meseleyi açıklığa kavuşturacaktır.
“Eğer ceza vermek isterseniz size yapılanın aynıyla mukabele edin. Sabrederseniz andolsun ki bu, sabredenler için daha iyidir. (Nahl, 126)
“İyilik ve fenalık bir değildir. Ey inanan kişi! Sen, fenalığı en güzel şekilde sav-, o zaman seninle arasında düşmanlık bulunan kişinin yakın bir dost gibi olduğunu görürsün. Bu ancak sabredenlere vergidir, bu ancak o büyük hazzı tadanlara vergidir." (Fussilet, 34-35)
"Şeytan seni dürtecek olursa Allah’a sığın. Doğrusu O, işitendir, bilendir." (Fussilet,36)
“Allah’ın sizinle, düşmanlık gösterdiğiniz kimseler arasında bir sevgi yaratması umulur. Allah kâdirdir. Allah bağışlayandır, acıyandır. Allah, din uğrunda sizinle savaşmayan, sizi yurdunuzdan çıkarmayan kimselere iyilik yapmanızı ve onlara karşı adil davranmanızı yasak kılmaz-, doğrusu Allah, Adil olanları sever.” (Mümtehine, 7-8)
Bu ayetlerde, yapılan kötülüğe karşı üç türlü hareket tarzı öngörülmektedir. Yapılanın misli ile mukabele, sabrederek affetme ve iyilikle mukabele. Ayetler, bu öngörülen karşılıklarda da özellikle sabrederek affetmeyi ve iyilikle mukabele etmeyi tavsiye etmektedir. Dahası bu konuda ters bir tavrı, "şeytan dürtmesi” olarak niteliyor ve bundan Allah’a sığınılması gerektiğini belirtiyor. Hiç şüphesiz, affetmek ve iyilikle karşılık vermek en güzel şekilde bir “hoşgörü” ortamında ve “hoşgörülü" bir yaklaşımla mümkündür.
Konuyla doğrudan ilgisi bakımından oldukça çarpıcı diğer bir ayet-i kerime de şudur; “(Ey Muhammed) Allah’ın rahmetinden dolayı sen onlara karşı yumuşak davrandın. Eğer kaba ve katı kalpli olsaydın, şüphesiz etrafından dağılır, giderlerdi. Onları affet, onlara mağfiret dile, iş hakkında onlara danış-, fakat karar verdinmi Allah’a güven. Doğrusu Allah, güvenenleri se- ver."(AI-i İmran, 159) Bu ayette Hz. Muhammed (s.a.s.)’in şahsında mü’min- lerden şunlar istenmektedir;
-Çok ağır bir suçun bile yeri geldiğinde affedilmesi.
-Affedilen bu suçlularla iş konusunda istişare edilerek, onların tecrid edilmemesi.
-Ağır suçlu bile olsa, yumuşak davranılması. Kaba ve katı davranılması halinde insanın etrafında kimsenin kalmayacağı. Elbette ki, bütün bunlar, engin bir “Hoşgörü" ortamında gerçekleşir. Bu konu ile ilgili olarak yine Kur’an-ı Kerim şu tavsiyede bulunmaktadır. “Şüphesiz ki, Allah’ın Rasu- lünde sizin için güzel bir örnek vardır." (Ahzab, 21)
Şüphe yok ki, bir peygamber, elçisi olarak getirdiği dinin, birinci elden pratik uygulayıcısıdır. Ve bir din, peygamberinin uygulamaları olmadan tam olarak anlaşılmaz. Dolayısıyla Hz. Muhammed (s.a.s.)’in hayatı da Islâm için olmazsa olmaz ölçüde önemlidir. İslâm, onun uygulamaları ile pratiğini ortaya koymuştur. Onun tüm hayatı boyunca davranışlarını yönlendiren düşünce ise hoşgörü olmuştur. Şu örnekler bunun apaçık göstergesidir.
Hz. Enes, Hz. Peygamber’in bu tavrı hakkında şöyle demiştir: “Rasulül- lah’a on yıl hizmet ettim. Allah’a yemin ederim ki, bana katiyyen bir defa bile “uf’ demedi. Yaptığım herhangi bir iş için bana bunu niçin böyle yaptın, şöyle yapsaydın ya! dememiştir. (Müslim, Fezail,51)
Süheyl adlı bir esir, Hz. Muhammede kötü sözler söyleyince Hz. Ömer: "Ya Rasulellah! Şu Süheyl’in dişlerini sökeyim de bir daha aleyhinizde bulunmasın" demesi üzerine Hz. Peygamber (s.a.s.), “Hayır, vallahi ona eziyet edemem. Sonra, ben Peygamber olduğum halde Allah da bana eziyet eder. Kimbilir belki birgün beni sevindirir." diye cevap verir. (İbn Hacer, el-İsabe, II, 93)
Hz. Muhammed (s.a.s.) Mekke’ de risalet görevini ifa ederken karşılaştığı dirençten iyice bunalıp bir sığınak yeri bulmak amacıyla TaiFe gitmiştir. Ancak beklentisinin tam tersine Taifliler Hz. Peygamber e çok kaba davranmışlar hatta çocuklarına onu taşlatarak Taif’ten çıkarmışlardır. Taiflilerin bu acımasız tavırlarını bile Hz. Muhammed (s.a.s.) büyük bir hoşgörü ile karşılamış ve sadece onların İslâm’ı kabulleri için dua etmiştir.
Medine’ye hicretten hemen sonra oluşturulan 52 maddelik “ Medine Sözleşmesi" de Hz. Muhammed (s.a.s.)’in hoşgörü anlayışını belirtmesi bakımından ayrı bir önem taşır. Zira bu sözleşme; her topluluk için karşılıklı anlayış ve müsamaha çerçevesinde vicdan hürriyetini içerir. Buna göre, yahudiler, kendi dinlerine göre yaşayabileceklerdir. Her grup kendi hukuklarına tabi olma açısından özgür olacaktır. Yani Yahudiler ve Hıristiyanlar, kendi hukuklarına göre yaslanabileceklerdir. Bu maddeler, Hz. Muhammed (s.a.s.)’in engin müsamahasının tezahürleridir.
Münafık olmasına rağmen, Hz. Peygamber’in Abdullah b. Übey b. Selül’e karşı takındığı tavır da engin hoşgörüsünün bir göstergesidir. Abdullah
b. Übey b. Selül, Medine’de münafıkların reisidir. Uhud’da ordunun üçte birini geri çekerek Müslümanları zora sokan, ihanet eden, Ensar’a, “Ey Ensar, Muhacirlere ekmek vermeyiniz ki, Muhammed’in başından dağılsınlar" diyen ve Hz. Aişe’ye ifk hadisesinde iftira eden bu münafık öldüğünde, oğlu Abdullah’ın ricası üzerine Hz. Peygamber, gömleğini vererek onu kefenletir. Bu da yetmez, cenaze namazını kılar. (Buhari, Cenaiz, 23, II, 97)
Ancak kamu hukukunu ilgilendiren ve hakkında kesin bir hukuk kuralı bulunan konularda Hz. Peygamber daha farklı bir tutum izlemektedir. Onun şu sözleri bu konuda ilginç bir örnek teşkil eden “Sizden evvelkileri helak eden şey, saygın olan hırsızları görmemezlikten gelip, kimsesiz olanların ellerini kesmeleriydi. Vallahi, eğer Muhammed’in kızı Fatıma da çalsa, onun da ellerini keserdim.” (Müs- lüm, Hudud, 8) Burada ihlal edilen kamu hukuku olması yönüyle müsamaha göstermek hukukun zedelenmesine yol açar.
Mekke’ye girdikten sonra Hz. Peygamber’in Mekkelilere karşı göstermiş olduğu müsamaha da onun müstesna şahsiyetinin bir göstergesidir. Hz. Peygamber, 7 yıl sonra büyük işkence ve eziyetlerle çıkarıldığı Mekke’ye girer. Herkes Kabe’de toplanmış, telaş ve endişe içinde beklemektedir. Bunlardan biri de Attab b. Esid adında bir kabile reisidir. Attab, arkadaşının kulağına: “Hele ki babam öldü de bu günleri görmedi, yoksa buna asla izin vermezdi.” der. Hz. Peygamber, öğle namazını kıldırdıktan sonra Mekkelilere kendisinden ne beklediklerini sorar. Hepsinin başları önlerine eğik, utanç içindedirler, cevap veremezler. Bunun üzerine Hz. Peygamber, "Bugün size hiçbir sorumluluk yüklenmeyecek, hepiniz serbestsiniz, gidebilirsiniz" der. Attab, bu âl-i cenaplığı, bu müsamahayı görünce , Hz. Peygamber’in yanma gelir ve şöyle der: "Ey Muhammed ben büyük İslâm düşmanı Attab, Allah’tan başka ilah olmadığına, Muhammed’in O’nun Resulü olduğuna şehadet ediyorum." Bunun üzerine Hz. Peygamber de Attab’a “Seni Mekke valisi tayin ediyorum” diye karşılık verir.
Şu olay, hoşgörünün, toplumlar arası huzur ve güveni tesis etmedeki rolünü ortaya koymada ilginç bir örnek olarak kaydedilebilir: Hz. Ali döneminde ortalık karışmış ve iç problemler, devleti perişan etmiş bir durumdadır. Bunu fırsat bilen Bizans İmparatoru II. Kostantin, Hıristiyanlara şöyle bir mesaj gönderir: "Şu anda Tann’nın verdiği fırsatla karşı karşıyasınız. Müslümanlara karşı isyan ediniz. Ben de aynı esnada bir orduyu harekete geçireceğim. Böylece ortak düşmanımızı topraklanmadan kovmuş oluruz." Bu mesajı alan İslâm topraklarındaki Hıristiyanlar, şu şekilde cevap verirler: "Siz, din düşmanlarımızı size tercih ederiz." İşte hoşgörü ve müsamahanın düşmanları bile getirdiği yer...