Makale

MATBAA GERÇEĞİ VE İSLAMİYET

MUSTAFA BEKTAŞOĞLU

MATBAA GERÇEĞİ VE İSLAMİYET

Mensubu olmakla iftihar ettiğimiz İslâm Dini; insanları okumaya, araştırmaya, hakikatleri anlamaya, düşünmeye davet etmiştir. Kur’an-ı Kerim’in birçok ayetinde bilenlerle bilmeyenler arasındaki farka dikkat çekilmiş, pek çok hadis-i şerifte de ilmin ve âlimin faziletlerinden bahsedilmiştir. O kadar ki; "âlimin vermiş olduğu eserden, öldükten sonra da istifâde edenlerin nisbetinde amelinin sona ermeyeceği”"’ müjdelenmiştir. Bütün bu ilim ameliyesinin kalıcılığını sağlamak, nesilden nesile intikal ettirmek de yazmakla mümkün olmaktadır. Zira, "Kaleme ve (kalem tutanların) yazdıklarına andolsunki..."’2’,Oku! insana bilmediklerini belleten, kalemle (yazmayı) öğreten Rabbin, en büyük kerem sahibidir."3 ayetleri de bu hususun önemine işaret etmektedir. O halde müslümanların yazmaya, okumaya, ilme, âlime karşı çıkması ve engellemesi mevzuu bahis olamaz.
O takdirde müslümanların çeşitli sebeplerle dinî kitapların basılmasını günah addetmesi, matbaanın kurulmasına karşı çıktıkları iddiaları da mesnetsizdir, gülünçtür. Böyle bir ithamda bulunmak müslümanları rencide etmek demektir. O zaman nedir bu meselenin aslı esası? Değerli tarihçilerimizin konuya dair kayıtları incelendiği zaman hakikatleri daha iyi anlamış olacağız.
XV. asrın ortalarında Mayans’lı itenberg tarafından icat edilmiş Jlan matbaa, bu asrın ikinci yarısıyla, VI. asrın ilk yarısından itibaren umumileşmiş ise de bizde ancak icadından ikiyüz seksen sene sonra, yani 1727 Temmuzunda Nevşehirli Damad İbrahim Paşa’nın zamanında III. Ah- med’in fermanıyla ve dini eserlerin basılmaması şartıyla kabul ve kurulmasına izin verilmiştir’4’. Ancak XVI. asrın ilk yıllarında bile Türkiye’de matbaa vardı ve asrın sonlarında İstanbul, Selanik, Bükreş ve daha birçok şehirde matbaa bulunuyordu. Hepsi Rum, Ermeni, Romen, Musevî, gibi azınlıkların kurdukları matbaalardı ve Türkçe, Arapça, Farsça eser basanlara da tesadüf ediliyordu. Fakat resmi veya hususi bir Türk matbaası yoktu. Lüzum görülmüyordu. Çünkü bu işi hattatlar ordusu yapıyordu.
XVIII. asır başlarken, artık Türkiye’deki hattat ordusunun Avrupa’daki matbaa bolluğu ile başa çıkmasına imkân kalmamıştı. 1718’de Nevşehirli Damad İbrahim Paşa iktidara gelip Lâle Devri başladığı zaman, matbaa meselesini iyice kafasına koymuş bulunuyordu. Yalnız, ülkedeki hattatlar ordusunun işsiz kalacağından korkuluyordu. Din kitaplarının baskısına izin vermeyerek, hattatların bu büyük sahasını açık tutarak bu meseleyi halletmişti151.
Nihayet 1727’de İbrahim Müteferrika ve Yirmisekizçelebizade Said Efendi, İstanbul’da ilk Türk matbaasını açtılar. Yazı ile geçinen hattatların ve teceddüde aleyhtar olan bazı ulema ile yenilik aleyhtarlarının dedikodularını kesmek için® matbaanın faydalı bir şey olduğuna dair fetvayı şeyhülislâm Abdullah Efendi verdi. Matbaanın Avrupa’da ortaya çıktığı XV. asrın ikinci yarısında ve geliştiği XVI. asırda Türk kültür seviyesi, Avrupa’dan çok ileriydi. İlköğretim ve okuyup yazma, Avrupa’ya nazaran mukayese edilemeyecek derecede gelişmişti. Aydın tabaka, kitap okuyanlar da çok daha fazlaydı. Avrupa’da bin yazma eseri bir araya getiren hükümdarlar parmakla gösterilirken, Doğu’da on binlerce yazmadan müteşekkil pek çok kütüphane vardı.
XVI. asırda Avrupa’da basılan kitapların tirajı, çok mütevazi idi. Bu tirajın çok fazlasını Türkiye’de hattatlar ortaya koyuyorlardı. Kont Marsigli’nin 1700 yıllarında İstanbul’da 90.000 hattatın bulunduğundan bahsetmesi şüphesiz mübalâğalıdır. Ancak bir gerçeği aksettirmektedir. Bugünkü Devlet (Milli Eğitim) matbaasının nüvesi olan Müteferrika Matbaası açıldığı zaman, şüphesiz Avrupa matbaalarının tirajı, Türk hattatlarının ortaya koydukları kitap adedinin çok üzerindeydi. Ancak bu farkın ortaya çıktığı zamanlarda da birden matbaanın kabulü kolay bir mesele değildi. Ortada büyük bir sosyal problem vardı. On binlerce hattat işsiz kalacak ve bir içtimai buhran ortaya çıkacaktı l?l. Bu yüzden bir türlü matbaacılığa başlanmaya cesaret edilememiş, hükümet bir işsizler ordusu yaratmaktan çe- kinmiştir’81. Onun için Abdullah Efendi, akıllı bir görüşle kaleme aldığı fetvasında, din kitaplarının basılmasını yasaklamıştı. Hattatlar, hiç olmazsa bu sahada sanatlarına devam edebilmeliydiler. Hattatlar ordusu, birden değil tedrici şekilde ortadan kalktı ve hiçbir sosyal krize sebep olmadı19’.
Görülüyor ki, matbaanın kurulmasına karşı çıkanlar müslüman halk değil, yazı sanatıyla geçimini sağlayan hattatlardır. Şeyhülislam Abdullah Efendi’nin bir müddet için dinî kitapların basılmasına müsaade etmemesi, günah olduğu gerekçesiyle değil, hattatların işsiz kalması nedeniyle meydana gelecek olan sosyal krizi önlemek içindir. Burada dinî eserlerin matbaada basılmasının günah olduğunu söyleyen ve bu tekniğe karşı çıkan ne günün şeyhülislâmı ne İslâmiyet ne de hattatlardır. Bu kişilerin matbaaya olan tepkilerini o günün şartlarına göre kendi açılarından olağan karşılanması gerekir. Mesnetsiz ve gayr-i ilmi iddialarda bulunan ve bunu İslâm’a yamayanların ya cahil ya da kasıt aranmasına hükmetmek gerekir. İslâmiyet, terakkiyi, ilerlemeyi, gelişen teknoloji karşısında ondan istifade etmesini ön plana alan bir dindir.
İslâm Tarihi incelenecek olursa görürüz ki, müslümanlar ilmin gelişmesine, âlimin yetişmesine, yabancı eserlerin tercüme edilmesine son derece önem vermiştir. Devrin büyük âlimi Kemal Paşazade atını sürerken
Yavuz Sultan Selim’in üzerine çamur sıçratınca çok üzülmüş-, fakat haşmet ve azametin timsali padişah âlimlerin çamuru ile iftihar ettiğini ve kaftanını bu sebeple muhafaza edeceğini söyleyen "0I ecdadın torunları-, ilme, kültüre hizmet edecek olan matbaaya karşı çıkması düşünülemez.
Nitekim, günümüzde gerek Kur’an-ı Kerim, gerekse Diyanet İşleri Başkanlığı’nın yayınları da dahil bütün dinî kitaplar matbaalarda basılmaktadır.
Olaylara sübjektif baktığımız takdirde doğruyu bulmamız ve kabullenmemiz mümkün değildir. Tarihsel ve bilimsel olarak yaklaştığımız takdirde, gerçekler su yüzüne çıkacak, kişiler ve olaylar haksız ithamlarından arınmış olacaktır. İlim, sanat, teknoloji kimde bulunursa bulunsun, mezhebi, meşrebi, dini, milleti ne olursa olsun müslümanlar faydalanma cihetine gidecektir, buna da mecburdur. Körü körüne taassup bize bir- şey kazandırmaz bilakis kaybettirir. Millî şairimiz Mehmet Akif Ersoy’un mısraları bugün için de yarın için de geçerliliğini koruyacaktın
Alınız ilmini Garb’ın alınız san’atini
Veriniz hem de mesâinize son sür’atini.

(1) Sahih-i Müslim, Kitabü’l-Vasayâ, hadis no: 14
(2) Kalem, 2
(3) Alâk, 3-4-5
(4) UZUNÇARŞILI, Ord. Prof. I. Hakkı, Osmanlı Tarihi, e 4, Bölüm: 2, S: 513, TTK. yay. Ankara- 1988
(5) ÖZTUNA, Yılmaz, Büyük Türkiye Tarihi, 11/120-121, istanbul-1983
(6) UZUNÇARŞILI, a.g.e„ C 4, Bölüm: 2, S: 514
(7) ÖZTUNA, Yılmaz, a.g.e., 6/291-292
(8) ÖZTUNA, Yılmaz, a.g.e., 11/217
(9) ÖZTUNA, Yılmaz, a.g.e., 6/292
(10) TURAN, Prof. Dr. Osman, Türk Cihân Hâkimiyeti Mefküresi Tarihi, 2/82, İstanbul-1993