Makale

ERLER YAYLASI ERZURUM'UN YİĞİT EVLATLARI! VAR OLUN... Mustafa Kemal ATATÜRK

ERLER YAYLASI ERZURUM’UN YİĞİT EVLATLARI! VAR OLUN...
Mustafa Kemal ATATÜRK
Gaffar TETİK
Sorumlu Yazı İşleri Müdürü

ERZURUM

Doğu Anadolu’da, içinden Karasu’nun (Fırat) geçtiği yüksek Erzurum ovasının doğu kenarı yakınında, 2974 metre yüksekliğindeki Eğerlidağ eteğinde 1980 metre yükseklikte eğimli bir düzeyde kurulmuştur. Demiryolu ile Erzincan üzerinden ülkemizin batı ucuna ve güney kıyısına; düzgün karayollarıyla Erzincan’a, Trabzon’a; Kars üzerinden Nahcivan sınırına, Tahir geçidi ve ı Ağrı üzerinden İran sınırına ve Hınıs üzerinden Muş’a bağlanır. Canlı bir ticaret merkezidir. Özellikle kuyumculuk, oltu taşı işlemeciliği, bakırcılık çok yaygındır. Şeker, çimento, askeri silah bakım ve tamir fabrikaları vardır. Ulaşımda havaalanı, eğitimde Atatürk üniversitesi, önemli kuruluşlardır.
Tarihi gelişimi çok eskidir. Örneğin Erzurum’un 18 kilometre kadar kuzeybatısında, ovanın kuzey kenarına yakın bir yerde, bugün Karamanlar olarak değiştirilmiş olan Karaz Köyü yakınındaki Karaz höyüğünde yapılan kazılar, hitit asıllı birtakım yapı kalıntılarını ortaya çıkarmıştır. 4. yüzyılda Roma Devleti’ne katıldı ve 415 tarihinde Anatolius tarafından bir kale yapılarak İmparator 2. Theodosius adıyla anıldı.
Bugünkü Erzurum adı ise, ortaçağda önemli bir şehir olan Arzen (Erzen)’in burada bulunmuş olmasıdır. Ancak, Erzen’in güneydoğu ana- doluda Siirt’in batısındaki Rûm, yani Anadolu’da olduğunu belirtmek için “Erzen el-Rûm, Arz-ı Rûm” adı verildi, bu ad sonradan Erzurum oldu.
Bizanslılarda Müslüman Araplar arasında çeşitli tarihlerde el değiştiren Erzurum, 1049 yılında Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey’in komutanları İbrahim Yınal ile Kutalmış tarafından fethedildi. Ancak Türkler 1080 yılından sonra Erzurum ve yöresine tamamen yerleştiler. Tiflis’ten ve Tebriz’den Trabzon’a; orta ve güney Anadolu’ya giden yollar üzerinde olması sebebiyle şehir 12. ve 13. yüzyıllarda çok zenginleşti. Tarihçi Yâkutî’ye göre Erzurum, adaşı Erzen-i Diyarbakır’dan daha büyüktü, bolluk ve bereket içindeydi. Şehirde yaşayan Hristiyanlar da Türklerin haklarına sahipti ve adalet içinde yaşıyorlardı.
1255’te Mengü Kağan’ın yanından dönerken Erzincan yolu ile İç Anadolu’ya geçen Rahip Guillaume De Rubroek, Erzurum’un Türk Sultanına bağlı güzel ve zengin bir şehir olduğunu yazar.
Bugün Saltukoğulları zamanından kalan eserler arasında Ulucami ile iç kalede bulunan ve bugün saat kulesi olarak kullanılan bir burç, yine iç kalede bir mescit ve Saltuklu Sultanına ait Kümbetli Ulucami, tarihi itibariyle gerçekten çok önemlidir. Saat kulesinin kûfî kitabesi tarihsizdir ancak kitabe, “Tuğrul Bey bin Gazi bin Ebu’l Kasım” adına yazılmıştır.
1242 yılında Moğol ordusu kumandanı Bay- cu Noyan tarafından kuşatılan şehir yakılıp yıkılmıştır.
Yakutiye medresesi 1303 tarihinde yapılmıştır. Kitabesinde Olcaytu ile Emir Hoca Yakutî’nin adı bulunan bu medrese, o çağın en muhteşem eseridir. 1337’de şehri ziyaret eden İbni Ba- tuta, Erzurum’un geniş ve güzel bir şehir olduğunu fakat Akkoyunlular ile Karakoyunlular adlı iki Türkmen boyunun çatışması yüzünden büyük bir kesiminin harap durumda bulunduğunu yazar.
İlhanlı İmparatorluğu’nun yıkılmasından sonra Erzurum ve yöresi Sutay Noyan’m oğlu Emir Togay’ın eline geçti. Sonra oğlu Haşan, Pasin bölgesinde kendi adı ile anılan kaleyi (Hasanka- le) yaptırdı.
1385 yılında Karakoyunlu Kara Mehmed’in idaresi altına girdi; 1 Temmuz 1389’da Timur tarafından istila edildi. Moğollar, Akkoyunlular, Karakoyunlular arasında el değiştiren Erzurum, 1515 tarihinde Yavuz Sultan Selim tarafından Osmanlı topraklarına katıldı.
1828-1829 Osmanlı-Rus savaşlarında Ruslar Erzurum’a girdi. Edime Antlaşması ile (14 Eylül 1829) şehri boşalttı. 1877-1878 Osmanlı-Rus savaşında Gazi Ahmet Muhtar Paşa Erzurum önünde Deveboynu’nda Ruslara karşı direndi fakat kaleye çekilmek zorunda kaldı. Erzurum halkı kale önündeki savaşlarda kahramanca çarpıştı.

ERZURUM KALESİ
Ne zaman inşa edildiği tam olarak bilinmemektedir ve bir kitabesi de yoktur. İç kale nispeten sağlam kalmış olmasına rağmen, şehri çeviren çift surdan hiç bir eser kalmamıştır.
İç kalenin güneybatı köşesinde yükselen saat kulesi veya Tepsi Minare adı ile anılan eser, Saltuklu devrinde inşa edilmiş bir gözetleme kulesidir. 580/1184’te yapıldığı tahmin edilmektedir. Yakın zamana kadar saat kulesi olarak kullanılan bu minare 30 metre 70 santim yüksekliğindedir. Dipten sura kadar kesme taştan yapılmış olup, sur hizasından sonra kırmızı beyaz taşların sıralanması ile meydana gelen çenberin üzeri benekli tuğladan meydana gelmiştir.

Aziziye Tabyası önünde Erzurum, kadın kahramanlarımızdan Nene Hatun ile destanlaştı ve tabya kurtuldu.

NENE HATUN
I857’de Erzurum’da doğmuş, 1955’te Erzurum’da vefat etmiş Türk kadın kahramanlarımızdandır. 1877- 1878’deki Osmanlı-Rus savaşlarında Erzurumlular, Rus’ların eline geçen Aziziye Tabyasını geri almak için kazma, kürek, taş, sopalar ve çakar almaz tüfeklerle Rus- lara saldırdılar. Başlarında da Nene Hatun adında bir Türk kadın kahramanı vardı. Nene Hatun o zaman 20 yaşında, yeni evlenmiş genç bir kadındı. Onun verdiği maddi-manevi güçle Aziziye Tabyası geri alındı. 1955 yılı Anneler Gününde Nene Hatun, ‘Annelerin Annesi" seçildi.

13 Temmuz 1879’da yapılan Berlin Antlaşması ile Kars, Ardahan ve Batum Ruslara bırakıldı. Birinci Dünya Savaşı’nda Ruslar, 16 Şubat 1916’da Erzurum’a girdiler. Bu, Türkler için çok büyük bir yıkım oldu. Halk, Rus ve Ermeni katliamından kurtulmak için Anadolu içlerine doğru çekildi. Rus-Ermeni katliamları sebebiyle şehir, hemen hemen yıkık ve ıssız bir köy durumuna düştü.
Erzurum’un vatanı uğrunda çektiği acıları, çileleri, “Erzurum” adlı şiirindeki şu dörtlükle ne güzel dile getirmiş o zamanlar Erzurum’a bağlı Bayburt ilçesinde doğan Kemalettin Kamu:
“Hergün kararan bahtına ağlarken ezanlar,
Ey yâdı kalan sevgili yurdum seni andım.
Bir lahza silinmiş gibi göğsündeki kanlar,
Üstünde gezen korkulu rüyaya inandım.”
Sonrasında, İstanbul’da kurulan “Vilâyâtı Şarkiye Müdafaayı Hukuku Milliye Cemiye- ti”nin bir şubesi de Mart 1919’da Erzurum’da kuruldu. Bu cemiyet, Sevr Antlaşmasına karşılık silahlarını bırakmayan Kazım Karabekir Paşa ile işbirliği yaptı. Doğu illerini teşkilatlandırmak üzere bir kongre hazırladı; 5 doğu ilinden temsilciler çağırdı. Mustafa Kemal Paşa da 3. ordu müfettişi sıfatıyla 3 Temmuz 1919’da Erzurum’a gelerek kongreye katıldı. Kongre 23 Temmuz 1919’da bugünkü Atatürk Yapı Sanat Enstitüsü salonunda toplandı. Böylece milli bir devletin kurulması konusunda ilk sözleşme burada yapıldı, vatanın kurtulması için kesin kararlar burada alındı.
Erzurum Kongresi’nin Ardından
ATATÜRK’ÜN YAPTIĞI KONUŞMA
23 Temmuz 1919 tarihinde toplanan Erzurum Kongresi, 7 Ağustos 1919’da 10 maddelik bir karar almıştır. Alınan bu kararların ardından Atatürk şu konuşmayı yapmıştır:
“Muhterem Efendiler!
Milletimizin ümidi necat ile çırpındığı en heyecanlı bir zamanda, fedakâr heyeti muhtereme- niz her türlü mezahime katlanarak burada, Erzurum’da toplandı.
Hassas ve necip bir ruh ve pek isabetli bir iman ile vatan ve milletimizin halâsına (kurtuluşuna) ait esaslı mukarrerat ittihaz etti. Bilhassa bütün cihana karşı milletimizin mevcudiyetini ve birliğini gösterdi. Tarih, bu kongremizi şüphesiz ender ve büyük bir eser olarak kaydedecektir.
Heyeti muhteremenizi, rüfakayı kiramının hakkımda gösterdiği samimi muhabbet ve itimat âsârına buradan alenen (açıkça) teşekkür etmeyi bir vecîbe (görev) addederim.
Bu felâhpira ictimamız hitampezîr olurken Cenab-ı Vahihulâmal Hazretlerinden avnu hidayet ve Peygamber-i Zîşâmrmzın ruhu pürfütûhundan feyzi şefaat ebed müddetimize mesud âkibetler temenni ederim.” (7 Ağustos 1919)

“Efendiler! Askerlikten istifamı müteakip Erzurum halkının bilâistisna ve Vilâyâtı Şarkiye müdafaa-i Hukuku Milliye Cemiyeti’nin Erzurum Şubesinin, hakkımda pek bâriz bir surette gösterdikleri itimat ve samimiyetin bende bıraktığı unutulmaz hatırayı burada alenen zikretmeyi bir vecibe addederim.”
Gazi Mustafa Kemal
Nutuk, Sayfa: 45

Erzurumlular, büyük bir coşkunlukla ve dualarla karşılayıp aynı şekilde uğurladıkları Mustafa Kemal Paşayı 7 Kasım 1919’da Erzurum Milletvekili seçerek ona karşı içten sevgi ve bağlılıklarım bir kez daha ispatladılar. Erzurumluların Atatürk’e bağlılıklarım gösteren bir başka olay da, kendisine Erzurum hemşehriliğinin verilmiş olmasıdır. Bu konuda cereyan etmiş olan yazışmalar şunlardır:
“Mustafa Kemal Paşa Hazretlerine:
Bu memleketin tarihinde şehrimizin nasıl nurlu bir mevkii varsa, Erzurum tarihinde de zatıalii ve vatanperverileri öyle bir mevkii mahsus ihraz eylemişlerdir. Hayatı mücahidanelerinde bu suretle mühim hatıralara sahip bulunan Erzurum’un evladı meyanında ismi alilerinin görünmesi bütün hemşehrilerce mucibi şeref ve mefharet addedileceğinden ve maksadı re’sleri istila altında bulunduğundan burada tavattun ile hemşehriliğimizi kabul buyurmanızı temenni eyleriz.
Müdafaai Hukuk Cemiyeti”
“Şarkî Anadolu Müdafaai Hukuk Cemiyeti Erzurum Heyeti Merkeziyesine:
Erzurum Hemşehriliğini teklif suretiyle hakkımda bu kerre de izhar buyurulan âsan muhabbet ve samimiyetin müteşekkiriyim. Tarihi olan Erzurum’un bu erler yatağının hemşehrileri meyanın- da bulunmak, âcizleri için en büyük saadettir.
Erzurum nüfusuna kaydımın icrası için icabe- den muameleye tevessül edildiğini beyan ve reva- bıtı kalbiye ve samimanemi teyit eylerim efendim.
Şarkî Anadolu Müdafaai Hukuk Cemiyeti Heyeti Temsiliyyesi Azasından
Mustafa Kemal”
Erzurum’un eski çekirdeği, saat kulesi veya tepsi minare denilen eski gözetleme kulesinin yüksekliği iç kale tepesi etrafında kuzeye doğru az çok eğimli daire biçimli bir alanı kaplar. Bu alanı eskiden kuşatan surlardan şimdi yıkılmamış birkaç duvar parçasıyla, bunların yerinde açılmış dairesel caddeler ve Kars Kapısı, Gürcü Kapısı (Ardahan), İstanbul Kapısı, Yenikapı (Harput Kapısı) gibi kapı adları kalmıştır. Şehir, doğuda Kars Kapısından batıda Cumhuriyet meydanına doğru uzanan ve Cumhuriyet caddesi denilen bir eksene sahiptir. Çifteminare, Ya- kutiye medresesi, Lalapaşa Camii, Ulucami ve Kümbetler bu caddenin boyunda sıralanır.
(Meydan Larousse, c.6.s. 362-363)

ÇİFTE MİNARELİ MEDRESE
Halk dilinde “çifte minareler” diye andan medrese, Tebriz Kapı semtindedir. Arşiv kayıtlarına göre inşa tarihi 651/1253 yılı olarak gösterilir. Dört eyvanlı, açık avlulu medreseler grubundandır. İki katlı medresenin her iki katında da medrese odaları bulunmaktadır, ikinci katı harap durumdadır. En önemli yeri cephesinde yer alan taç kapısıdır. Taç kapı geometrik bitki motifleriyle süslenmiş olup, iki köşesinde üstten şerefelerine kadar yıkılmış iki tuğla minare yükselmektedir. Minareler sırlı tuğla, sırsız tuğla sırası ile süslenmiştir. Taçkapı çıkıntılarının cephelerinde ve yan yüzeylerinde dört pano içinde palmiye, çift başlı kartal, bir çift ejder figürü görülmektedir.
Evliya Çelebi bu medreseden, “Eğer bu bina tamir edilirse, Kürre-i Arz üzerinde misali bulunmaz bir eser olur” diye bahsetmektedir. O günden bugüne hala tamir bekleyen bu medresenin alt katı bugün, dinlenme yeri olarak kullanılmaktadır.

ÜÇ KÜMBETLER
Sultan Melik Mahallesinde bir arada bulunan kümbetlerin kime ait olduğu bilinmemektedir. Karakterestik yap darı itibariyle Altay Türklerinin sanatını andırmaktadır. Giriş kitabesinde şunlar yazılı: 8 köşeli plan üzerine oturtulmuş bulunan kümbetin, Saltuklu Devleti ’nin kurucusu Emir Sal tuk’a ait olduğu sanılmaktadır. Ta- mamiyle kesme taştan yapılmış olan kümbetlerin diğer ikisinde kimlerin yattığı bilinmemektedir. Genel olarak 13. yüzyıl sonu veya 14. yüzyıl başına ait oldukları kabul edilmektedir.

ERZURUM’UN TARİHİ ŞAHSİYETLERİNDEN ÖRNEKLEMELER
İlim, kültür, tarih; dindarlık, vatanperverlik, milli birlik ve beraberlik konularında Erzurum’un toprakları bereketlidir. Devletine hep bağlı kalmış, hatta bu uğurda malını, canını, kanını sebil etmiştir. Atatürk’ün 20 Temmuz 1919’da, “Açıkça söyleyeyim; şekli hükümet, zamanı gelince Cumhuriyet olacaktır” diyerek, daha o tarihte Türk Devleti’nin gelecekteki yönetim tarzını, Anadolu’nun bu yüksek yaylasından bütün dünyaya ilan etmesi, elbetteki sebepsiz değildir.
Atatürk, çok sevdiği askerlik mesleğinden de 8 Temmuz 1919 günü Erzurum’da istifa etmiştir. İstifa mektubunda şöyle diyordu:
“Mübarek vatan ve milleti parçalanma tehlikesinden kurtarmak ve Yunan ve Ermeni âmâline kurban etmemek için açılan mücahede-i milliye uğrunda milletle beraber serbest surette çalışmaya sıfatı resmiye ve askeriyem artık mani olmaya başladı. Bu gaye-i mukaddese için milletle beraber nihayete kadar çalışmaya, mukaddesatım namına söz vermiş olduğum cihetle, pek âşıkı bulunduğum silki celili askeriyeye bugün veda ve istifa ettim. Bundan sonra gaye-i mukaddese-i milliyemiz için her türlü fedakârlıkla çalışmak üzere sine-i millette bir ferdi mücahit suretiyle bulunmakta olduğumu tamimen arz ve ilan eylerim.”
Erzurum’un yetiştirdiği tarihi şahsiyetlerin hepsini burada verebilmemiz mümkün değildir. Hemen her kesimin yakînen tanıdığı şahsiyetlerden birkaç örnekleme yapacak olursak; İbrahim Hakkı Hazretleri; Nene Hatun, Şeyhülislâm Feyzullah Efendi, Şeyhülislâm Mustafa Efendi, Şeyhülislâm Murtaza Efendi, Şeyhülislâm Musa Kazım Efendi, Mehmet Şükrü Paşa, Cemal Gürsel, Diyanet İşleri Eski Başkanı Ömer Nasuhi Bilmen, Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Nuri Yılmaz, Naim Gölleroğlu (bir diğer adıyla, Naim Hoca)...
Bu arada, konu hazır buraya gelmişken İbrahim Hakkı Hazretlerinin “Tefviznâme” adlı eserindeki şu ilahisinin bir kıtasını da verelim: “Hak şerleri hayreyler,
Zannetmek i gayreyler,
Arif ânı seyreyler,
Mevlâ görelim neyler,
Neylerse güzeJ eyler.”
Yine bu paralelde, divan şiirinin ünlü simalarından olan Erzurum’un Tanbura Köyü doğumlu Emrah’ı da zikretmeden geçmeyelim. Halk türküleri içinde gönülden gönüle coşan, kulaktan kulağa çınlayan şu türkü, onun çok meşhurlaşmış bir eseridir:
“Sabahtan uğradım ben bir fidana,
Dedim: Mahmur musun? Dedi ki; yok, yok
Dedim .-Erzurum nedir? dedi; ilimdir, Dedim: Gider misin? Dedi; yolumdur. Dedim: Emrah nedir? Dedi; kulumdur, Dedim: Satarmısın? dedi ki; yok yok.”
Erzurum deyince, “Bar”ım unutmak olur mu? “Yüzyılların ardından kopup gelen bir va kar, kahramanlık, yiğitlik, erlik destanıdır Bar.” Öyle diyor 1944 yılında genç yaşta toprağın kara bağrına düşen Erzurumlu Sadettin Akatay, “Bar” isimli şiirinde.

ERZURUMLU NAİM GÖLLEROĞLU HOCA
Naim Hocanın bir konuşmasından: “Benim bir halım (tavrım) vardır. Ben ayırt etmem, ne olursa olsun, dinimin emridir. Ulu’l Emre itaat vardır. Tansu Çillerle, Mesut Yılmazla, Bülent Ecevit’le, Hatta Süleyman Demirel ile konuşmuşum. Ama benim bir idealim vardır, hırsım yoktur.”
Tarih sahnesinde yer alan milletlerin içinde onlara yön veren, önlerine yeni ufuklar açan kahramanlar vardır. Bu millet kahramanlarım bilmek, tanımak, yeni nesillerin görevi olmalıdır. Bilmeliler ve tanımalılar ki, üzerinde yaşadıkları vatan topraklarına nasıl sahip olduklarını öğrensinler. Her karış toprağı şehitlerin kanlarıyla sulanmış olan mukaddes vatanımızda doya doya ciğerlerine doldurdukları hürriyet havasının hangi mücadelelerle elde edildiğinin bilincinde olsunlar.
Çok fazla geriye gitmeye gerek yok. Milli Mücadele yıllarında Eızumih’da Hoca^Raif ,~— Yozgat’ta Müftü Ahmet Hulusi, Trabzon’da Müftü Mehmet İzzet, Kastamonu’da Müftü Salih, Trakya’da Edirne Müftüsü Mestan, Ankara’da Müftü M. Rifat Börekçi Efendiler ve daha niceleri, Milli Mücadele’nin önde gelen kahramanlarıdır. Bugün de bu halkaya Erzurum’lu emekli İmam-Hatip Naim Gölleroğlu Hoca eklenmiştir ve yarın daha nice kahramanlar eklenecektir.
Hafızalarımızı biraz yoklarsak eğer hatırlanacaktır ki, Erzurum halkı, Yavi beldesinde 32, Erzurum-Erzincan karayolunda 4 ve Çiçekli Köyünde 6 vatandaşımızı şehit eden PKK terör örgütünü telin için iki gün üst üste mitingler düzenledi.
Yaklaşık 30 bin kişilik grup, Cumhuriyet caddesinden başladığı yürüyüşte Kürt kökenli vatandaşlarımızın yaşadığı Mahallebaşı’na yöneldi, yüzlerce asker ve polisten oluşan barikatı aştı. Kalabalık, Mahallebaşı’na yaklaşmak üzereyken Erzurum Valisi Oğuz Berberoğlu’nun ricasıyla grubun önüne geçen Naim Hoca, yaptığı konuşmayla kalabalığı geri çevirmeyi başardı.
Ertesi günkü gazeteler ve televizyonlar baş sayfalarına ve ekranlarına konuk etti bu kahraman din adamını. İşte o zaman tanıdı Türk halkı Naim Hoca’yı. Sayın Başbakan Prof. Dr. Tansu Çiller, kendisini Ankara’ya davet ederek teşekkürlerini iletti. Ben de o zaman tanıdım. Sonra sık sık sohpetlerimiz oldu. Çok sevecen, açık sözlü, güleç yüzlü; aydın ve çok vatanperverdi. Çirkin bir iş yapan kişiyi kötülemez, ona işin çirkinliğini anlatırdı.
Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından 1-5 Kasim 1993 tarihleri arasında Ankara’da tertiplenen 1. Din Şurası’nda, şurayla ilgili görüşlerini almıştım kendisinden. Diyanet Aylık Dergi’nin Aralık 1993 sayısının 33. sayfasında, “Ne De- : diler?” başlığı altında verdiğimiz görüşleri, onun nasıl ince ruh sahibi bir kişi olduğunu göstermesi bakımından önemlidir.
Aynen veriyorum:
“Şûra, İslamın emridir. Bunu benimsemek imandandır. Bu şûra vesilesiyle bütün fikirler ortaya kondu, konuşuldu ve güzel olan hal mey- ’ dana çıktı. İrşat yapan kişilerin çok dikkatli olması lazımdır. Mesela içki içeni kötüleme, içkinin kötülüğünden bahset, tahribatını anlat. Elhamdülillah bu şûra Türkiye’de ilk kez yapıldı. Ben bundan çok memnun oldum.
Şûrada hurafe konusu ele alındı ve çok da iyi oldu. Çünkü hurafe, dinde olmayan bir şeydir. Bir de Allah bizi niçin yarattı? Hizmet için. Hem Allah’a, hem de insana hizmet. Bu da ibadettir. İşte bu toplantı da hem Allah’a, hem de insanlara bir hizmet vesilesi olmuştur. Bunun için Diyanet İşleri Başkanımız Sayın Mehmet Nuri Yılmaz Beyefendiyi kutluyorum.”
Sonra Yozgat’ta 23 Mart 1997 tarihinde Türk Ocakları’nın tertiplediği konferansta birlikte olduk. Vatan ve bayrak sevgisiyle ilgili olarak yaptığı konuşmayla coşturdu kalabalığı. Konuşması da şiir gibi, şırıl şırıl akan su gibiydi: “Cenab-ı Allah vatanımızı korusun her an. Bu topluluk, bu özgürlüğünü şu dalgalanan Türk bayarağına borçludur. Nerede Türk Bayrağı dalgalanıyorsa, orada hürriyetin işareti vardır. Bu bayrağın dalgalanmasını sağlayan da büyük kumandan Mustafa Kemal Atatürk’tür. Allah kendisine ve bütün şehitlerimize rahmet etsin.”
Son olarak da, Osmanlı Devleti’nin kuruluşunun 700. yılı münasebetiyle Türk Dünyası Araştırma Vakfı tarafından düzenlenen Yunus Emre’yi, Nasreddin Hoca’yı ve Ertuğrul Gazi’yi kabirleri başında anma törenlerinde birlikte olduk. Yürürken ve konuşurken zorlanıyordu, az yemek yiyordu. “Biraz ye hocam.” ısrarımıza, “Rahatsızım fakat konuşmalarımla bir hizmet yapabilirmiyim bu güzel vatanımın güzel insanlarına diye buralara geldim.” karşılığım vermişti.
Atatürk’ü çok seviyordu. Her konuşmasında Atatürk’ü anlatıyor, onunla ilgili şiirler okuyordu. “Dedi Mustafa Kemal” adlı uzun şiirini okuduğu Ertuğrul Gazi’yi anma törenlerinde dinleyicilerin gözlerini yaşarttı. Konuşmalarının alkışlanmasını istemeyecek kadar da mütevaziydi. Şiirini alkışlayan halka, “Beni alkışlamayın, sözlerimi iyi dinleyin de Atatürk’ü alkışlayın” demişti hoporlörden.
Yürüttüğü barış hizmetleri sebebiyle Litvan- ya’da Fair Play; Dedekorkut ve Basın ödülleri almıştı. Kırkpınar Ağası Hüseyin Şahin tarafından kendisine Kırkpınar Ağalığı teklifi de yapılmıştı.
O, herkesle barışıktı. Espriliydi, sevecendi. Yani tam bir gönül adamıydı. Litvanya’da aldığı Fair Play Ödülü töreninden sonra yaptığı konuşmada şunları söylemişti:
“Ben 1950 yılından beri imamım. Camiye siyaseti soktuğum yoktur. Biz parti müslümam değiliz. Partiler geçici şeydir. Geçici şeyin üzerinde de durulmaz. Bir insanı kâmil demiş ki, “Halik’ı düşününce insan, kullara kurban olurdu.” İnsanı şereflendiren dilidir. Söz ağızdan çıktıktan sonra geri gelmez. İnsanın asaleti, letafeti, irfaniyeti söz iledir. Elbiseyle, şununla bununla değildir. Çünkü söz dediğin kantardır, insanı tartar. Doğru konuşursan şerefin artar. Sükût edersen vakarın artar. İftira eder yalan söylersen ocağın batar. İşte ben bunlara dikkat ettiğim için, herkesi sevdiğim için bu ödülü verdiler, hem de Litvanya’ya geldim, çok da mutlu oldum.”