Makale

MİLLÎ VE DİNÎ BÜTÜNLÜĞÜMÜZ ACISINDAN TÜRKİYE'DEKİ MİSYONERLİK FAALİYETLERİ

MİLLÎ VE DİNÎ BÜTÜNLÜĞÜMÜZ ACISINDAN TÜRKİYE’DEKİ MİSYONERLİK FAALİYETLERİ

Doç. Dr. Osman CİLÂCI
S.D.Ü İlâhiyat Fak. Öğr. Üyesi

Ülkemize yönelik misyonerlik faaliyetlerine girmeden önce, mission, misyoner ve misyonerlik kavramlarını açıklamak gerekmektedir. Kilise hukuku ve literatüründe mission, bir vazifeyi ifa etmek gayesiyle gönderilen delegasyon, daha şümullü anlamıyla İncil’i Hristiyan olmayan kitlelere yaymaktır. Misyoner, (Fr. missionnaire) Hristiyanlığı yaymaya uğraşan kimse, dini yaymaya çalışan papaz, hem yabancı ülkelerde, hem de ülke içinde görev alabilen râhip, papaz veya din adamı vb. manalara gelmektedir. Misyon ise, yine lügâtlerde, bir kimseye verilen özel yükümlülük, özel görev, bir hükümetin, bir kuruluşun, genellikle uzak bir bölgede veya yabancı bir ülkede bir topluluk veya kimseye verdiği belirli ve geçici görev vb. manalar ifade etmektedir.
Misyon ve misyoner terimlerinin ne manalara geldiği tesbit edildikten sonra misyonerlik faaliyetlerinin ne anlam taşıdığı kendiliğinden anlaşılmaktadır. Özet olarak misyonerlik faaliyetleri, gerek İslâm ümmetine, gerek İslâm dünyasına varis olmak için plânlar, projeler hazırlamanın genel adıdır.
Şu bir gerçektir ki, her ülke, coğrafi varlığını ve toprak bütünlüğünü devam ettirebilmek için bir takım değerlere sahip olmak ve bu değerlerin müdafaasını yapmak mecburiyetindedir. Aksi takdirde ayakta kalması ve varlığını sürdürmesi tehlikeye düşer.
Ülke bütünlüğünün sağlanması ve korunması kavramı, özellikle coğrafî konumu fevkalâde nazik bir bölgede olan Türkiye için ayrı bir ehemmiyeti haizdir. Bu bakımdan Türkiye’de tarih boyunca sürdürülen misyonerlik faaliyetlerinden önce ülkemiz için millî ve dinî değerlerin ne derece önem arzettiğini açıklığa kavuşturmak gerekmektedir.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin tarihi temel yapısını teşkil eden Osmanlı İmparatorluğu, Türk kültürünü özümsemiş bir Türk boyu tarafından kurulmuştur. Ancak zamanla İmparatorluk hudutları genişledikçe, İmparatorluk coğrafyası kültürel bir mozaik manzarası arzetmiştir. Buna dayanarak Osmanlı İmparatorluğu’nun kuruluşunu, çeşitli etnik grupların bir başarısı olarak takdim eden bazı Batı’lı tarihçilerin değerlendirmelerine katılmak mümkün değildir.
Bir kültürler mozayiği olan Osmanlı İmparatorluğu’nda, Türk, Arap, Bulgar, Rum vb. kültürler, İmparatorluğun siyasî hakimiyeti altında, aynı coğrafyada birarada yaşamışlar, ancak İmparatorluğun bu hakimiyeti 1839 Tanzimat’ından sonra za’fa uğramıştır. Bugün Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan herkes, gerek siyasî, gerek diğer hukukî ve sosyal bütün haklarda eşit bir statü içerisindedirler ve “millî bir bütün” olarak mütalaa edilmektedirler.
Günümüzde milletimizin en başta gelen meselelerinden biri millî bütünlüğün sağlam şekilde yeniden tesisini gerçekleştirmektir. Millî bütünlükten anlaşılması gereken mana da bu olmalıdır. Bu da ancak millî bünyenin zayıflayan yönlerini sağlıklı bir biçimde yeniden ihya etmekle mümkündür. Bu bakımdan demokratik rejimin, millî bütünlüğü sağlamlaştırmada bir faktör olarak kullanılması pekâla mümkündür.
Bugünkü coğrafyası da dahil tarih boyunca Türkiye, daima dış tesirlere maruz kalmış bir ülkedir. Bu bakımdan da millî varlığını ve bütünlüğünü muhafazada hep zorluklar çekmiştir. Millî bütünlük, bizim bekamız için vazgeçilmesi düşünülemeyecek olan en temel faktörlerin başında gelmelidir.
Milletler, millî birlik ve bütünlüklerini korumak için bir takım tedbirler almak zorundadır. Çünkü yaşamanın gayesi devamlılığı gerektirir. Bizim milletimiz, devlet olma yolunda ilk adımı attığı andan itibaren bunun sağlam ve sarsılmaz temellerini oluşturmuştur. Osman Gazi’nin oğluna vasiyetinde bu mefkurenin derin izlerini görmek mümkündür.
Müdebbir ve ileri görüşlü devlet adamı olan Keçecizade Fuad Paşa’nın 1869 yılında Şehzade Abdülmecid’e, âdeta bir vasiyetname üslubu taşıyan şu arîzası, devlet ebed-miiddet mefkuresinin şaheser bir örneğini teşkil etmektedir:
“Şehzâdem, bu devlet batacak. Onu bir millete dayandırmamız lâzım. Bu itibarla devleti Türk milletine dayandırmalıyız. Türk milletini okutmalı ve Devlet-i Âliyye’yi Türk milletine teslim etmeliyiz. Devleti kuranlar onlardır. Kurdukları devleti koruyacaklardır.”
Türk milleti için tartışılmaz cevher lerin başında gelen millî ve dinî de ğerler, ülkesi ve milleti ile bölün mez bütünlüğün temel taşlarıdır.
Özellikle Türklerin İslâm Di- ni’ni büyük bir içtenlikle kabul ederek O’nu benliklerinin bütün zerrelerine sindirdikten sonra meydana getirdikleri cihan devleti 624 yıllık mazisi ile dünyanın en uzun ömürlü imparatorluğu vasfını kazanmıştır. Dünyanın bu en uzun ömürlü cihan imparatorluğunun temelinde millî ve dinî değerlerin katıksız ve sağlam mayası vardır.
Takriben beş bin yıllık bir kültür potansiyeline sahip olan Türk milletini birlik ve bütünlük şuuru içinde yaşatan önemli iki unsurdan biri dil, diğeri de hiç şüphesiz dindir.
Millî birlik ve bütünlüğün dinî ve millî temellerinin bir mana ifade etmesi; din, dil, tarih şuuru ve müşterek kalkınma heyecanına dayanmasını zaruri kılmaktadır. Milletimiz İslâm imanı sayesinde, bütün tahribatlara rağmen hem şahsiyetini, hem de millî bütünlüğünü koruya bilmiştir. Türkiye Cumhuriyeti 1982 Anayasası, “Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür, dili Türkçe’dir” hükmünü âmir bulunmaktadır.
Ülkemizin bölünmez bütünlüğünü tehdit eder mahiyette, dinî ve etnik temele dayanan bütün faaliyetlerin altında dış mihrakların büyük rolü olmuştur. Bu tür oyunlara gelmemek için akl-ı selimle hareket etmek her zamandan daha çok şimdi bir zaruret ifade etmektedir. Anadolu insanını kucaklayan kültür mozayiği ile İslâm’dan kaynaklanan iman gücü, dağılmışlığı ve ümitsizliği önleyecek ve bölünmez bütünlüğü sağlayacak en değerli unsurlardır.
Millî ve dinî bütünlüğü parçalayarak Türk milletini yıkmak teşebbüsü, yalnız Türk dünyası için değil, İslâm dünyası için de bir ihanettir. İslâm Dini, vatan, millet, istiklal, hürriyet vb. kavramlara çok önem vermiş, bu değerlerin yıpratıl- masına bîgane kalmamıştır. Millî birlik ve bütünlüğün korunması hem İslâm, hem de tarih açısından bir vazgeçilmezliktir.
Türkiye için millî birlik ve bütünlüğün önemi kısaca ana hatlarıyla böylece açıkladıktan sonra yine ülkemizde tarih oyunca sürdürülmekte olan Misyonerlik faaliyetlerine geçebiliriz.
Temelde Hristiyanlığı yaymak için kurulmuş olan Misyonerlik teşkilatının mazisi oldukça eskidir. Hz. İsa’ya dini neşretmek için yardımcı olan Havarilerin ilk misyonerler olduğunu söylemek mümkündür. Çünkü inançlarına göre Hz. İsa Havarilerine şu talimatı vermiştir:
“İmdi siz gidin, bütün milletleri şahit kılın. Onları Baba, Oğul ve Ruhu’l-kuds ismi ile vaftiz eyleyin. Size emrettiğim her şeyi tutmalarını onlara öğretin... İşte ben bütün günler dünyanın sonuna kadar sizinle beraberim" (Matta, XXVIU, 1920; Markos, XVI, 15).
İşte İncil’deki bu emir ve tavsiyeden kuvvet alan misyonerler, Hz. İsa’nın dünyaya dönerek bin sene hükmedeceğini bıkmadan, usanmadan insanlara anlatmaktadırlar. Hz. İsa’nın incil’de yer alan bu talimatına da dayanarak Aziz Paulus, Küçük Asya, Makedonya ve Yunanistan’da bir hayli kilise kurmuş ve onları teşkilatlandırmıştır.
IV. yüzyılda Aziz Augustinus, vaaz ve irşad faaliyetlerinde bulunmak üzere Anglosaksonları Hristiyanlaştırmak için Misyonerlik yolunu seçmiştir.
Aziz Francesko müslümanlar arasında incili yaymaya çalışmıştır. İspanya’da 1235’te doğmuş olan Ramon de Lulle, Müslümanları Hristi- yan yapmak için bir Müslüman esiri satın alarak ondan Arapça öğrenecek kadar ileri gitmiştir. O’nun nihai hedefi, Arapça öğretim yapan bir okul açarak Misyoner yetiştirmektir. Dominiken tarikatinin kurucusu Aziz Dominiken, XIII. yüzyılda Hristiyanlığı yaymak için Tunus’a gitmiştir.
Hristiyanlığın en güçlü mezhebi Katolikliğin merkezi Vatikan 1662 yılında, Hristiyanlaştırma faaliyetlerini sürdürmek üzere Misyon Bakanlı- ğı’nı kurmuştur. Bu bakanlık, Avrupa ülkeleri dışında Çin, Afrika, Asya, Japonya vb. Uzak Doğu ülkelerinde çalışmalar yapmıştır. Bir aralık duraklama eğilimi gösteren Misyonerlik, 1830 yılından sonra XVI. Gregorius’un gayretiyle yeniden canlanmıştır.
I. Dünya Savaşı’nın sona ermesine doğru (1917) Misyonerlik Faaliyetleri’ne yeniden hız verilmiş, bu gayenin tahakkuku için dünyanın çeşitli ülkelerinde enstitü ve okullar açılmıştır.
Lozan’da 1974 yılında yapılan Bütün Dünyayı Hristiyanlaştırma İkinci Kongresi’nin gayesi de, 1917’de kararlaştırılan sürece hız kazandırmaktır; çünkü Batı’nın laik kültürü XX. yüzyılda dinin tamamen ortadan kaldırılmasını sağlayamamış, sadece merkezi konumundan aşağı indirilmesine kısmen zemin hazırlamıştır.
Reform’dan sonra Martin Luther (1483- 1546)’in öncülüğünde ortaya çıkan Protestanlık, vakit geçirmeden misyon problemini ele almış, misyonerler yetiştirerek kendine taraftar kazanmak için dünyanın diğer ülkelerine elemanlar göndermiştir.
İslâm ülkelerinde İncil’i tanıtmak ve yaymak düşüncesi ilk önce Asisli St. Francesco’dan gelmiş, daha sonraları bu fikir kilisenin dışında kurulan dernekler vasıtasıyla da hayata geçirilmiştir.
Papalık, Hristiyanlaştırma çalışmalarını tarihi süreç içerisinde daima mercek altında tutmuş, bu cümleden olarak 1593-1608 yılları arasında Portekiz ve İspanya krallıkları, bu konudaki her faaliyetlerinde maddî ve manevî destek sağlamıştır. Aynı yıllarda Paris’te açılan Dış Misyonerler papaz okulunun bütün masrafları papalık Prapaganda Dairesi’nce karşılanmıştır.
Misyonerlik kuruluşları, faaliyet gösterdikleri İslâm ülkelerinde başarıya ulaşabilmek için her ülkenin özelliğine göre stratejiler geliştirmişler, önce bu insanları dinlerinden soğutarak ve aralarına bir takım ihtilaflar sokarak hedefe daha kısa yoldan ulaşmayı planlamışlardır.
Bilinen bir gerçektir ki, Misyonerlik faaliyetleri yeni değildir. Tâ Ortaçağlarda düşünülmüş, bu faaliyetlerin bütün dünyada hız kazanması XVII. yıldan sonra olmuştur.
Bazı gözlemciler İslâm’ın aşırı jeopolitik güç odağı olacağı vehmine kapılarak, gerek nüfus gerek maddî imkânların artması sonucu Müslümanların büyük tehlike oluşturacağını ifade etmişlerdir. Bu iş için de öncelikle Misyonerlik teşkilatını yeni baştan günün şartlarına göre re- organizasyona girişmişlerdir. Nitekim strateji belirlemek için 1978’de yapılan Colorade Kon feransı’nda Müslümanları Hristiyanlaştırma problemi detaylarıyla ele alınmış, çok sayıda uzmanın iştiraki ile şu üç ana nokta karara bağlanmıştır:
1- Direkt Yöntem (İncil araştırıcılarının misyonerler aracılığı ile Hristiyanlaştırma faaliyetleri)
2- Genel Yöntem (Kahire, Beyrut ve İstanbul’daki misyonerlik faaliyetleri doğrultusunda çalışan her dereceli okullar vasıtasıyla Hristiyanlaştırma).
3- Dolaylı Yöntem (Radyo, TV ve her türlü basılı ve görsel yayın araçlarıyla Hristiyanlaştırma).
Dünya Misyonerlik Teşkilatı’nın Hristiyanlaştırma faaliyetleri çerçevesinde örtülü olarak ücretsiz yürütülen Aile Planlaması çalışmaları da gözden uzak tutulmamalıdır. Türkiye dahil, bütün İslâm ülkelerini hedef alan bu çalışma, doğrudan doğruya nüfusun tahdidi anlamına gelmektedir. Hiçbir Hristiyan ülkesinde bu tür bir faaliyetin bulun duğunu söylemek mümkün değildir.
Misyonerlerin Türk halkına Hristiyanlığı aşılamak için uygulayacağı metodlar, yüzyılın son çeyreğinde Türkiye’de bulunmuş, Türk sosyal ve kültürel hayatını yakından tanımak fırsatını yakalamış olan James E. Dittes tarafından da tesbit edilmiştir. Bu tesbite göre Türkiye’de Misyonerlik faaliyetleri sürdürülürken özellikle “Türk temel şahsiyet yapısı” büyük bir titizlikle gözetilecek, millet karakteri ve fertlerin psikolojileri daima hesaba katılmak suretiyle bir din sosyal psikolojisi yapılmaya çalışılacaktır.
Türkiye’de gerçekleştirilmek istenen Misyonerlik faaliyetlerinde, misyoner doğrudan doğruya Türk sosyal hayatına iştirak ederek, giriştiği İnsanî hareketlerle halkın sempatisini kazanacak, bu arada ortaya çıkacak fırsatları iyi bir şekilde değerlendirerek dinî telkinlerde bulunacaktır.
Türkiye’de uygulanmak istenen bir diğer Misyonerlik faaliyetleri de, “Türk sosyal ve kültürel hayatında temelli bir takım değişiklikler yapmak hedeflenecektir”. Bu metodla, Türklerin Müslümanlık için menfî tavırlar takınmayı öğrendikleri dünyevî sahalar içerisinden gizlice Hristiyanlık tesiri yapılmaya çalışılacaktır. Bu durumda Türk toplumu bir telkin altında kaldığının farkına varmaz. Türk sosyal-kültürel hayatı içten içe değişir ve Hristiyanlaşma süreci başlamış olur.
Türkleri Hristiyan yapmak için zımnî (dolaylı, açıktan olmayarak) öğretim metoduna başvurularak Türk sosyal-kültürel yapısını değiştirerek gevşetmek, bununla birlikte açık bir dinî iştirak, dinlerin iyi ve kötü taraflarının serbest bir münakaşasını yapmak suretiyle de onların Hristiyanlaştırılması hedeflenmiştir. Böylece Hristiyanlık Türk sosyal-kültürel hayatına intibak ettirilmiş olacaktır.
Türkiye’de uygulanacak metod açısından yukarıdaki tavsiyeleri yapan sahanın uzmanı; “Açık dinî iştirak metoduyla serbest bir münakaşa ile Hristiyanlık öğretiminde bulunurken, Müslüman-Hristiyan inançlarında benzerlikler bulmaktan, Müslümanlarla Hristiyanların ortaklaşa kullandıkları aynı dinî kelimeleri kullanmaktan şiddetle kaçınmak lâzım geldiğini” özellikle vurgulamaktadır.
James E. Dittes’e göre Türkiye’de Misyonerlik yapacak bir eleman, “Hristiyanlığı doğrudan doğruya bildirmeyecek, her fırsatta temel Hristiyan tebliğini aynen, kendisine verildiği şekilde sunacak, halkın huzuruna hayatî ve vakfedilmiş bir dinî vazife ile yüklü bir insan olarak çıkacak, çalışmalarının aslında dinî mahiyet taşıdığını
belli etmeyecektir.”
Bu elemanlar, Türkiye’de Hristiyanm esas vazifesi olarak temel Ortodoks Hristiyan inancının doğrudan doğruya bildirilmesi üzerinde ısrar ederken, her kanuni fırsattan sonuna kadar faydalanacaktır.
James E. Dittes’in, “Modern Türkiye’de İslâm inancının nüfuz edilemez yapısı artık hayat için birleştirici, bütünleştirici bir merkez olmak hizmetini göremeyecek kadar hırpalanmıştır. Türk hayatına sokulmuş olan karmaşa, sağlam bir İslâm inancının kavranılma imkânlarını bile daraltmıştır” şeklindeki teşhis ve tesbitine katılmamak imkânsız görünmektedir.
Türkiye’de sürdürülecek Misyonerlik faali- yetleri’nde dikkat edilecek bir diğer önemli nokta da, “Teslis inancı gibi şeyler üzerindeki ihtilaftan, anlaşmazlığı kabullenmek ve üzerinde durmamak suretiyle kaçınmaktır. Kur’an’ın mı yoksa Kitab-ı Mukaddes’in mi vahiy eseri olduğunu münakaşa edecek yerde bizzat vahyin derin manası üzerinde durulmalıdır. Hangi dinin hak olduğunun münakaşasını yapacak yerde, dinin gerçek mahiyetinin ve manasının ne olduğunu birlikte keşfe çalışmak daha mantıkî görülmektedir.
Türkiye’de Hristiyanlığın yayılması yolunda girişilecek her faaliyet millî bekamız için büyük bir tehlike teşkil ettiği gibi, bu faaliyetlerin sadece dinî değil, aynı zamanda emperyalist bir gayesinin de bulunduğunu bilmek mecburiyetinde olduğumuzu bir kere daha vurgula- malıyız. Çünkü milletlerin varlığı ve yokluğu açısından yüzyılımızda kültür istiklali veya kültür istilası büyük önem arzetmektedir.
Bilinen bir gerçektir ki, Türkiye Tanzimat’a kadar dinî ve millî mefkuresini muhafaza ve neşretme kudretini, bu dönemden itibaren ağır ağır kaybetmeye başladıktan sonra Hristiyanlığın yayılmasına zemin hazırlamıştır. Tanzimat sadece böyle bir zemin hazırlamakla kalmamış, moda tabiriyle “aydın” denilen tipler arasında Batı taklitçiliği ve Avrupa’ya karşı aşağılık duygularının yayılmasına imkân sağlamıştır. İşte İs- lâmî-millî kültür ve mefkurede zamanla meydana gelen buhran, son yıllarda misyonerlerin dikkatlerini üzerine çekmiş, onlara rahat faaliyette bulunabilecekleri ümidini vermiştir.
Temeli Ortaçağ’ın fanatik anlayışına dayanan Misyonerlik’in başta gelen gayesi, her ne kadar Hristiyanlığı yaymak ise de, bu gayenin tahakkukunun ötesinde, devletler için o ülkede İktisadî, kültürel ve siyasî nüfuz için zemin hazırlamak da önemli çalışma alanlarıdır. Bu bakımdan Misyonerlik faaliyetleri Haçlı zihniyetinin şekil değiştirmiş bir devamı olarak telakki edilmektedir. Unutulmamalıdır ki, Haçlı Seferleri hangi zihniyetin ürünü ise Misyonerlik faaliyetleri de aynı zihniyetin bir ürünüdür.
Türkiye’ye yönelik Misyonerlik faaliyetleri çerçevesinde Türkçe neşredilen bir kitapçıktan şu satırlar ibretle okunmalıdır:
“Çoğumuz Hristiyanlığı bir din olarak kabul etmeyi tercih ederiz. Çünkü dinlerde âyinler, şekiller, merasimler, yazılı dualar, modası geçmiş adetler vardır. İsa din telkin etmek için dünyaya gelmedi. İnsanlara hakikî hayat vermek için geldi. Yazılı dualar değil, fakat Allah’ın hakikatini ve insanın kalbinden gelen cevabı telkin etmeye geldi.”
Kitapçıkta bahsedilen bu hususların Hristiyanlık’la bile bağdaştırılması mümkün değildir. Burada asıl üzerinde durulması gereken nokta, ağır mükellefiyetler taşıyan İslâm Dini’ne karşı, Hristiyanlığın kolaylık dinî olduğu imajını j vererek bu dine psikolojik bir sempati sağlamaktır. Böylece, bütün dünyada olduğu gibi, ülkemizde de sürdürülen Hristiyanlaştırma çalışmaları ile Hristiyanlığın sadece bir sevgi dini olduğu telkin edilmek istenmiştir.
Hangi açıdan ele alınırsa alınsın Misyonerlik faaliyetleri bakımından Türkiye, Adriyatik’ten Çin Seddi’ne kadar uzanan coğrafya parçasında Hristiyan Avrupa için önemli bir maddî-manevî yatırım alanı durumundadır. Nitekim 1987 yılında İznik’te kutlanan VII. Genel Konsil’in 1200.CÜ yılı faaliyetleri bunun canlı bir örneğini teşkil etmektedir. Buradan da anlaşılıyor ki, Hristiyan Avrupa, bir asır öncesindeki manevî mirasının peşindedir. Şu anda hiçbir Hristiyamn yaşamadığı Demre (Antalya)’de Aralık 1981 yılından beri kutlanan Uluslararası Noel Baba Şenliği de, varlığı Hristiyan kaynaklarında bile doğrulanmayan Noel Baba efsanesini yaşatma faaliyetlerinin bir diğer halkasıdır.
Bu arada Osmanlı İmparatorluğu’nun çökmesine sebep olan yabancı okullar da, üzerinde önemle durulması gereken bir konudur.
Türkiye’de son yıllardaki Hristiyanlaştırma faaliyetlerine ışık tutması açısından aşağıdaki satırları birlikte okuyalım:
“Bugün Bülbül Dağı’nda bir ruhban okulu tesis etmek, aynı yerde âyin icra edilecek bir kilise kurmak, Saint Jean’ın ibadete açılmasını sağlamak sokak ve caddelerine yüzlerce tarihî, millî eser ve kahramanı varken Saint Jean caddesi vb. bir sürü Hristiyan aziz ve eserlerinin isimlerini vermek şuursuzluk örnekleridir.” (Samiha Ay verdi. Misyonerlik Karşısında Türkiye, İst. 1969, XXVI).
Hristiyanlığın, dinî ve millî bekamızı tehdit eden en büyük âmillerden biri olduğunu, büyük milliyetçi mütefekkir Nurettin Topçu şu veciz cümleleriyle bizlere tercüman olurcasına dile getiriyor:
“Altıyüz yıldan beri dıştan yaptığı akınlarla muvaffak olamayan, son asırlarda ise yurdun sadece peyk ülkelerini kopararak ayıran düşman, zaferini temin için azar azar içimize sızdı. Ruhlarımıza mayasını karıştırmak istedi. Geçen asırda, Fatih’in İstanbul’u aldığı surlardan bu milletin kültürünü fethedeceğini söyleyen Hamlin’in sembolleştirdiği dava, kaleyi içinden alma davası güttü Şehirleri kuşatan ordunun ezan sesleriyle dehşet duyan düşman, bu ezanların vatanında ruhlarına çan seslerini sindirmek için sinesine aldığı nesilleri, kendi kültür yuvalarında zehirliyor neşriyatıyla, vicdanıyla, irfanıyla, üniversitesiyle bin yıllık bir millet lâkayd duruyor. Nerde bu kültürün İbn Kemaller’i? Nerde?" (Nurettin Topçu, Büyük Türkiye, İst. 1962, 48).
“Bir millet için millî meselelere gereken önemi vermek, milletin hayatım idame ettirecek en büyük faktördür:
Sultan II. Abdülhamid, 1877 Osmanlı-Rus harbi sırasında, gayr-i müslim mebusların Meb’usan Meclisi’nde sürdürdükleri millî birliği zedeleyici faaliyetlerini 1878 Şubat’ında
Meclisi kapatarak sona erdirdi. O, Sırp, Rum, Bulgar ve Ermenilerin ayrılıkçı gayelerini gerçekleştirmek için çalışmaktan vazgeçmeyeceklerini anlamıştı. İmparatorluğun bekası, Müslümanların- devlete bağlılığını pekiştirmekle mümkün olabilirdi. Abdülhamid’in İslâmcılık siyaseti gütmesi Anadolu’da ve Rumeli’nin bir kısmında millî birliği güçlendirmiştir” (Ercüment Kuran, Türkiye’nin Batılılaşması ve Milli Meseleler, Ank. 1994, 117).
“Bir milletin dinine bağlılığı, millî meselelere hassasiyetinin de bir ölçüsüdür. İşte bu hassasiyet, o milletin fertlerini aşağılık duygusuna kapılmaktan da koruyacaktır:
Türk aydınlarının bir bölümü Batı karşısında aşağılık duygusuna kapılmış görünüyorlar. Bunun açık belirtisi radyo ve televizyonda konuşan saygıdeğer kişilerin organize, adapte, entegre, aktivite, operasyon, performans, baz vb. yabancı kelimeleri bolca kullanmalarıdır. Halbuki bunların dilimizde karşılıkları vardır. Ayrıca koşul, uygarlık, yapıt vb. uydurma kelimeler Türkçe’ye zorla sokulmuştur. Böylece insanımız kendi kültüründen uzaklaştırılarak yabancılaşmaktadır.”
(E.Kuran, a.g.e., 299).
Bütün bu belirtilen hususlar ışığında Türkiye’deki Hristiyanlaştırma faaliyetlerinin kâfi derecede ele alındığını söylemek mümkün değildir. Bugün ülkemizde Hristiyan kültürü hem dinî, hem de diğer başka yollarla nüfuzunu daha fazla hissettirmek gayreti içerisindedir. Kültür kavramı kargaşası, millî kültürümüzü de zayıflatmaktadır.
Türkiye’de Hristiyan misyonerlerinin ilk faaliyeti özellikle Ermeniler üzerinde görülmektedir. Ondan sonra da diğer azınlıklar hedef alınmıştır.
“Fener Patrikhanesi’nin hemen bütün gayretleri Türkiye’de Hristiyanlığı ve eski Bizans’ı diriltmek için birinci derecede Rum milliyetçiliğine ehemmiyet vermek olmuştur. Bu bakımdan Patrikhane’de Hristiyanlık ruhu, propaganda yapmaktan ziyade Bizansı diriltecek olanlara bir kuvvet, müşevvik olmak üzere sevk ve idare edilmiştir. Türkiye’de Rum mekteplerinde, Yunan mekteplerinde okunan kitaplar aynen tedris edilmekte ve devletin resmî dili olan Türkçe’ye asla yer verilmemekte idi” (E. Kırşehirlioğlu, Türkiye’de Misyonerlik Faaliyetleri, İst. 1963, 79)
Zaman zaman barış gönüllüleri adı altında Türkiye’ye çeşitli görevlerle gönderilen şahısların da asıl gayeleri, cazip göstererek Hristiyan- lık propagandası yapmaktır.
Burada yeri gelmişken Amerikan misyonerlerinin, takriben bir asır önce (1880) kaleme aldıkları rapordan birkaç cümle aktarmak istiyorum:
“Misyonerlik faaliyetleri açısından Türkiye, Asya’nın anahtarıdır. Anadolu, hem Türk, hem İslâm, hem de bütün dünya için önemlidir. Bunun için girişilen gizli-açık bütün faaliyetlerin gayesi, Türk’süz bir İslâm dünyası meydana ge- tirmektir.”Hristiyan dünyasının Türkiye üzerindeki endişelerinin başında, O’nun İslâm Dünyası’nın lideri olarak eski kudretli ve ihtişamlı mevkiine tekrar kavuşacağı gelmektedir.
Buraya kadar dile getirilenlerden şöyle bir neticenin çıkarılması mümkündür:
“İslâm Alemi ve özellikle Türkiye, sistemli ve teşkilatlı bir şekilde Hristiyanlaştırma tehlikesi ile karşı karşıya bulunmaktadır. Propagandanın temelini teşkil eden Hristiyanlık üzerinde münakaşa yapmak, hem yersiz, hem lüzumsuzdur. Atı alan Üsküdarı geçmek üzeredir. Bu gayretleri boşa çıkarmanın en emin yolu, din öğretim ve eğitimini her platformda, her seviyede insanımıza en üst düzeyde vermektir. Legal yollarla bunun sağlanmasından asla korkulmamalıdır.
Şimdi burada bir mühim sualle karşı karşıya bulunmaktayız. Daha çoğunu saymadığımız Misyonerlik faaliyetleri karşısında biz neler yaptık, neler yapmalıyız? Karşımızda maddî ve her türlü imkânlarla, büyüyen gelişen, nâmütenahi projelerle donatılmış Misyonerlik Teşkilatı, diğer yanda bir taraf dahi olamayan az sayıda Müslüman-Türk münevveri. Bir tarafta İngiltere’nin, Amerika’nın, Fransa’nın bir anda bütün dünyadaki mensuplarına direktif veren sesi, diğer tarafta, mecmua ve broşür sahifelerinden çıkamayan, hatta boğazımızda tıkanan şikâyet çığlığımız. Bu şartlar altında Türkiye’nin irfan merkezinin orta yerine karargah kuran Kitab-ı Mukaddes Şirketi, kendi topraklarımız içinde âdeta sokak muharebesi yapıyor.” (E. Kırşehirlioğlu, Türkiye’de Misyonerlik Faaliyetleri, İst. 1963, 129).